30 Eylül 2017 Cumartesi

ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık., BÖLÜM 1


ABD Güvenlik  Politikalarında  Güç Kullanımı ve  Caydırıcılık., BÖLÜM 1 


Şanlı Bahadır KOÇ
* ASAM ABD Araştırmaları Masası, Araştırmacı. 
E-posta: ajp1914@yahoo.com 




   Gücün nerede, ne zaman, nasıl ve niye kullanacağı Amerika’da  önemli bir tartışma konusudur. Askerî güç diplomasiyi nasıl desteklemelidir? Amerika güç kullanırken hangi kavramlar, kriterler ve hesaplarla hareket etmektedir? Askerî gücün kullanılmasının yararları ve zararları, Maliyeti ve Getirisi, fırsatları ve riskleri nelerdir? 
   Teröre karşı savaş ve Askerî Alanda Devrim, silahına davranmaya fazla istekli bir Amerika yaratabilir. 
Stratejik Analiz, Cilt 3, Sayı 28, Ağustos 2002 

‘ Geride küçük sessiz bir askerî gücün bulunmasının diplomaside hoşluğa ve kibarlığa ne kadar katkıda bulunduğunu tahmin edemezsiniz.’ 
George F. Kennan, Amerikalı diplomat ve devlet adamı. 

‘Yumuşakça konuş ve büyük bir sopa taşı.’ 
Theodore Roosevelt, ABD Başkanı. 

‘Kontrolsüz güç, güç değildir.’  Lâstik Reklâmı. 


Nerede, ne zaman, hangi ölçek ve Şiddette ve en önemlisi niye askerî güç kullanılacağı devlet adamlığının temel problemlerinden biri olmaya devam etmektedir.1 

Askerî güç tehdidi ve kullanılması Amerikan dış ve güvenlik Politikasının en önemli enstrümanlarından biridir. Askerî güç ve bunu kullanmaya hazır ve niyetli olmak Amerikan hegemonyasının önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır ABD geçtiğimiz yarım asırda çok değişiklik coğrafyalarda değişik şekillerde askerî güç kullanma yoluna gitmiştir. 

ABD güç kullanırken ne gibi kavramlar, kriterler ve hesaplarla hareket etmektedir? Askerî gücün kullanılmasının yararları ve zararları, Maliyeti ve getirisi, fırsatları ve riskleri nelerdir? Askerî gücün kullanılmasını belirleyen faktörler nelerdir? 

Bu yazı en genel hatlarıyla bu sorulara cevap aramaya çalışacaktır. 

Savaşın, sorunların çözümünde bir araç olmaktan çıkacağı öngörülerine 2 ve Batılı ülkelerin arasındaki anlaşmazlıklarda askerîgücün kullanılması ve hatta
bunun tahayyül edilmesinin bile artık mümkün olmadığı gerçeğine rağmen,3 Batılı olmayan ülkelerin kendi aralarında ve Amerika’nın Batılı olmayan ülkelerle arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde askerî güç tehdidi ve kullan›m› önemli olmaya devam etmektedir.4

Soğuk Savaş’ın bitmesi askerî müdahaleler konusunda Amerika’nın elini rahatlatmış ve Washington müdahalelerinin küresel bir savafla yol açabileceği endişesinden kurtulmuşsada bu durum aynı zamanda neyin Amerikan çıkarı olduğu konusunda Soğuk Savaş döneminde varolan berraklığın kaybolmasına da neden olmuştur.

Hangi bölge, konu ve değerlerin Amerikan “ Kan, Para ve Prestiji ”nin harcanmasına değeceği sorusunu cevaplamak daha güç hâle gelmiştir. 11 Eylül sonrasında 
girilen iklimde bunun böyle kalmayacağı görülmektedir. 2000’li yıllarda ABD’nin askerî güç kullanmasını etkileyebilecek üç önemli gelişmeden bahsedilebilir: 


1) 11 Eylül, Amerika’nın savunmasında aktif ve önleyici güç kullanımını Amerikan kamuoyu nezdinde gerekli ve meşru hâle getirmiştir. 
2) Askerî teknoloji alanındaki “devrim” niteliğindeki gelişme ve bunun silâh sistemlerinde  hızla uygulanmaya konması güç kullanımını Amerika için giderek daha az riskli, maliyetli ve başarışansı yüksek bir konuma getirmektedir. 
3) ABD önümüzdeki dönemde devletlere olduğu kadar terörist örgütler, uyuşturucu şebekeleri ve mafya, iç savaşın tarafı milis örgütler gibi devlet dışı aktörlere yönelik de güç kullanmak durumunda kalacaktır.

Askerî güç kullanımı amaç, büyüklük, maliyet ve etki açısından değişik şekillerde gerçekleşebilir:
Düşmanın istenmeyen bir şey yapmasını caydırıcı (deterrence), düşmanı bir şey yapmaya ya da hâlihazırda başladığı bir eylemi durdurmaya ya da geri almaya zorlayıcı 5 (compellent), önleyici (preventive) ve ön alıcı (pre-emptive), cezalandırıcı (punitive) saldırılar, ve barış gücü (peace-keeping), barış kurucu (peace-making) ve devlet kurucu (nation-building) operasyonlar gibi. Ayrıca aktiflik düzeyine göre yapılabilecek başka bir sınıflandırma da şu olabilir: Deniz aşırı bölgelerde askeri güç  bulundurma, savaşa varmayan güç gösterisinde bulunma ve askerî güç kullanma.

Charles Maynes ABD’nin askerî güç kullanma flekillerini aşağıdaki amaçlara göre sınıflandırmaktadır: “ İttifak akitlerini yerine getirmek için, kitle imha silâhları
nın yayılmasını engellemek amacıyla, anahtar müttefikleri iç karışıklıklara karşı korumak için, Amerikan vatandaşlarını korumak için, demokrasileri desteklemek için, uyuşturucuları ele geçirmek ve karşı terör amaçlı, barış güçlerine yardım ve destek için.”6

Askerî güç kullanmaya duygusallıktan uzak ve rasyonel şekilde karar verilmelidir. Ulaşılması zor bir ideal olan tam rasyonellik alternatif yolların risk, maliyet, getiri ve sonuçlarının hesaplanmasını, ihtimal hesabı yapabilmeyi, kâr-zarar hesabı yapmayı, tanımlanmış ve düzenli bir öncelikler hiyerarşisine sahip olmayı ve araçlarla amaçlar arasında net ilişkiler kurmayı gerektirir. Amerikan güvenlik düşüncesinin en temel kavramı olan ve büyük ölçüde hasm›n rasyonel olduğu varsayımına dayanan caydırıcılık da tamamen “su geçirmez” bir strateji değildir. 

   Caydırıcılık aşağıdaki şart ve şekillerde başarısızlığa uğrayabilir: Tehditler zayıf, muğlak, geç veya çelişkili olduğunda; karşı tarafın algılama özürleri yüzünden  “duyulmadığında”; karşı taraf zamanın aleyhine işlediğini düşündüğünde; karşı taraf “oldu bittiler” ve “ salam taktikleriyle ” tehditlerin “etrafından dolandığında”;  karşı taraf tehdit edilen savaşın şiddetini idrak edemediğinde; karşı taraf caydırıcının askerî gücü, bunu kullanma iradesi ve isteğini küçümsediğinde.7 
Başarılı caydırıcı stratejiler karşı tarafın istek, ihtiyaç ve korkularının doğru anlaşılmasını gerektirir.

İlk Clinton yönetiminin Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın güç kullanma kriterleri; müdahalenin açık bir amaç, yüksek başarı şansı, çıkış stratejisi ve kamuoyu  desteğine sahip olmasıydı. 

Reagan yönetiminin Savunma Bakanı Caspar Weinberger ise şartlarını, Amerika ve müttefiklerinin hayatî çıkarlarının söz konusu olması, kamuoyu desteği, açık ve net  bir amacın olması, kazanma niyeti, diğer yolların tükenmiş olması, ve araç ve amaçlar arasında açık bir ilişki olması olarak belirtmişti. 8 

Körfez Savaşı  koalisyonunun mimarı ve şu anda Dışişleri Siyaset Plânlaması Dairesi Başkanı Richard Haass’ın kriterleri askerî müdahalelerin “açık ve tanımlanmış  amaç ve çıkarları” olması, “harekâtın ‘yapılabilir’ ve ‘arzulanır’ olması”, “muhtemel faydaların muhtemel maliyetlerden fazla olması” ve bu “fayda maliyet oranının  eldeki diğer siyaset enstrümanlarının getirisinden yüksek olması”dır.9

Körfez Savaşı sırasında Amerikan Genelkurmay Başkanı olan Şimdiki Dışişleri Bakanı Powell’a göreyse askerî müdahale öncesinde şu sorular uzun uzun düşünülmelidir: 

“Politik amacımız açıkça tanımlanmış, önemli ve anlaşılabilir mi?
 Şiiddet dışı bütün politikalar başarısız oldu mu?
 Askerî güç amacı gerçekleştirebilecek mi? 
 Bedeli ne olacak? 
 Kazançlar ve riskler incelendi mi? 
 Değiştirmek istediğimiz durum, güç kullanılarak değiştirildikten sonra, nasıl gelişecek ve sonuçları ne olacak?”10 

    <  Başarılı caydırıcı stratejiler karşı tarafın istek, ihtiyaç ve korkularının doğru anlaşılmasını gerektirir. >


Bazı yorumcular bu kriterlerin tek tek meşru olsalar da bir bütün olarak şart koşulmalarının gerçekçi olmadığı ve Amerika’nın “hareketsiz kalma reçetesi” olacağı uyarısında bulunmaktadır.11 

ABD’nin 11 Eylül’den sonra terörle mücadele kapsamında yaptığı ve yapmaya hazırlandığı askerî harekâtlar Colin Powell’ın yukarıdaki kriterlerini ciddî şekilde 
zorlayacaktır.12 

Amerika’nın Powell doktrinini sadık bir şekilde uyguladığı bir dünya nasıl olurdu?

Askerî gücün kullanımı bazı kural ve kriterlere bağlanmalı mıdır; yoksa her durum kendine özgü, dinamik ve kaotik olduğu için bağlayıcı ilkeler, genelleme ler ve sınırlamalarla Amerikan manevra alanının daraltılması gereksiz ve hatta zararlı mı dır? Askerî gücü kullanmak için bağlayıcı bazı kriter ve standartların getirilmesi,  Amerika’nın “ elini açık olarak oynamasına ” neden olacagı için Washington açısından sorun yaratabilir. Caydırıcılık bir ölçüde belirsizliğin avantajlı kullanılmasına  dayalıdır. Karşı taraf sizin ne zaman kesin müdahale edeceğinizi bilmeli ama ne zaman müdahale etmeyeceğinizi kesinlikle bilmemelidir. 

Bu da ancak belli derecede bir muğlâklık sağlanarak elde edilebilir.13 

Aksi takdirde tehditler çok sık askerî güçle desteklenmek zorunda kalınabilir ki, bu da “güçkullanma tehdidinin en verimli ve optimal şekilde kullanılması” olan 
“ Caydırıcılık sanatı”nın başarısız olması demektir. Çünkü “ her zaman korunacak çıkarlar bunu koruyacak güçten fazla olacaktır.”14

Ayrıca bir çıkış stratejisi ve tarihi belirlememenin küçük çaplı insanî müdahaleler için söz konusu olabileceği fakat millî ç›karların yoğun, net ve ivedi olduğu çatışmalarda anlamsız ve zararlı olabileceği de iddia edilmektedir. Bütün diğer yolların tükenmesini beklenirse problem ve krizler içinden çıkılmaz hâle gelebilir. 

Başlangıçta doğru doz ve şekilde kullanılan askerî güç tehdidi bu gücün kullanlmasını gerektirmeden sorunları baştan çözebilir.15   

ABD’de askerî liderler ile sivil otorite arasında askerî gücün savaş dışı hâllerde diplomatik üstünlük saplamak amacıyla kullanımı konusunda belirgin bir görüş 
ayrılığından bahsedilebilir. Askerler genelde askerî gücün savaş amacıyla, topyekûn, hızlı ve mümkün olduğunca siyasî müdahalelerden uzak bir şekilde kullanılmasını  arzularken, siviller genelde askerî güç kullanma olmasa bile tehdidinin dış siyasetin daha sık kullanılan bir enstrümanı olmasını arzulamak tadır. Şahinler tehditlerin gerçek ya da sembolik güç kullanımı ile desteklen mesini ve güç kullanma tehdit, jest ve sinyallerinin diplomasiyle uyumlu kullanılması gereğini savunmaktadırlar. 

“Eğer kullanmayacaksak silahlanmaya ve orduya bu kadar parayı niye harcıyoruz?” sorusunu sormaktadırlar. Irak’a operasyon tartışılırken Amerikan Genelkurmayı’nın sınırlı harekâtı reddetmesi ve en az 200 bin kişilik kuvveti bölgeye getirmekte ısrar etmesi aslında bir anlamda “işleri yokuşa sürmek” ve siyasî liderleri bu konuya olan taahhütleri konusunda test etmek amacı da içeriyor olabilir: 

Ne kadar ciddîsiniz? 

Siviller askerî gücün kullanımının siyasal amaçlara hizmet etmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Siyasal amaçlar askerî gücün kullanılmasını belirlemeli,
yönlendirmeli ve şekillendirmelidir. Askerî gücün kullanılması kararı sivil siyasal otorite tarafından kararlaştırılmalıdır.
Kamuoyu desteğinin sağlanması ve korunması, kamuoyunun askerî güç kullanımını destekleyecek “kıvama getirilmesi” Amerikalı karar alıcılar için önemli bir problemdir. 
Askerî müdahalelere Amerikan kamuoyunun desteği müdahalelerin kısa, nispeten kansız, hızlı, net ve başarılı olması ile doğru orantılıdır.16   Askerî güç zaman zaman iç politika amaçlı destek, popülerlik, “ Şan ve Şöhret ” sağlamak için de kullanılabilmektedir. Amerikan başkanlarının, dikkati içerideki skandal, ekonomik bunalım ve sosyal problemlerden uzaklaştırmak için güç kullanabildiği geniş olarak kabul gören bir yargıdır. Ayrıca askerî müdahalelerin zamanlaması nın Amerikan iç siyasetindeki dalgalanma ve seçim döngüsü dikkate alınarak yapıldığı da rahatlıkla iddia edilebilir.

İnsanî amaçlı müdahalelerle ilgili olarak “ kötüye kullanıldığı ”, “ Aşırıya kaçıldığı”, ya da “düzensiz kullanıldığı” gibi eleştiriler yapılmaktadır. ABD’nin Irak’a müdahale edip  Bosna’ya etmemesi ya da geç etmesi, Kosova’ya müdahale edip Ruanda’ya etmemesi sorgulanmaktadır. ABD zaman zaman kendi çıkarları doğrudan etkilenmediği yerlerde bile müdahale etmek zorunda kalabilmektedir.

Askerî Konularda Devrim (Revolution in Military Affairs - RMA) olarak adlandırılan, hedefi çok az yanılma payıyla vuran sistemlerin, yüksek enformasyon teknolojisinin, haberleşme ve kumanda sistemlerinin, ileri sensör teknolojilerinden oluşan ve liderliğini ve hatta tekelini Amerika’n›n elinde tuttuğu süreç askerî gücün  etkinliğini ve hücum silâh ve stratejilerinin başarı şansını ciddî biçimde arttırarak, savaşın ABD ordusu, Amerikan halkı ile devleti ve nihayetinde hasım devletlerin  sivil halkına olan maliyet ve risklerini azaltma potansiyeli ile askerî gücün daha sık kullanılmasını beraberinde getirmiştir.17 Amerikan ordusu sadece geçmiş savaşları değil gelecek savaşların nasıl olabileceği üzerine ciddî bir zihinsel mesaide bulunmakta ve hızla değişen ve gelişen yeni silâh sistemlerini muhtemel savaş senaryolarına  entegre etmek, bu sistemlerin potansiyelini en optimal flekilde kullanmanın yolları üzerine kafa yormaktadır. Değişen tehditlere karşı ne tür silâhların gerekeceğini  saptayıp silâh üreten Şirketlere bu yönde siparişler vermektedirler.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

Riskler değişirken Türkiye’nin güvenliği


Riskler değişirken Türkiye’nin güvenliği




Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney
BİLGESAM Bşk. Yrd.


Günümüzde devlet aktörüne karşı devlet aktörünün çıktığı normal savaşların yerini artık devlet-devlet/ 
Devlete karşı devlet - dışı aktör/ devlet - dışı aktöre karşı devlet dışı aktör Mücadelesinin içiçe geçtiği asimetrik / Melez savaşlar aldı.



Türkiye'nin güneyinde güvensizliğin şeytan merdiveni yükseliyor. Suriye krizi Ankara için çetin güvenlik sorunları doğurdu: Türkiye kriz esnasında hem rejimden yönelen füze saldırıları ve diğer konvansiyonel silah saldırıları tehdidiyle baş etmek zorunda kaldı; hem de Irak ve Suriye merkez hükümetlerinin yaratmış olduğu otorite boşluğunu dolduran çeşitli terörist grupların asimetrik saldırıyla mücadele etti. Bu güvensizlik sarmalının sürmesi ne yazık ki doğal beklentimiz, çünkü ABD ve Rusya gibi bölge dışı büyük güçler, Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerde süregiden vekâlet savaşlarını kimi zaman parçası da olarak izliyorlar. Üstüne üstük bu güçler, vekâlet savaşları karşısında/içerisinde toprak bütünlüğü bozulan bu ülkelerin artık 100 sene önceki Sykes-Picot düzeniyle yönetilemeyeceğini iddia etmeye başladılar. Çıkarım yapmamız gerekirse, Washington ve Moskova'nın gelecekte oluşturmak istedikleri yeni Ortadoğu, parçalanmış devletler üzerinde yeni küçük devletçikler inşa etmek suretiyle tasarlanıyor. Aslında bu yeni plan, bölge güvenliği için başlıca istikrarsızlık kaynağı olacaktır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Kerry'nin Irak devletinin 100 yıl önce atılan temellerinin bugün artık iflas etmiş olduğunu ifade etmesinin hemen ertesinde, fiilen üçe bölünmüş Irak'ta Şii kesimler arası çatışmaların yaşanması bir tesadüf değildir. ABD'nin Irak müdahalesi sonrası çözülmekte olan bir Irak ile çoktan çökmüş bir Suriye var ve de gördüğümüz bu param parça olma hali pusuda bekleyen terörist grupları da harekete geçirdi. Irak- Suriye hattında ortaya çıkan güç boşluğu nedeniyle son senelerde terörist gruplar Türkiye'nin güney sınırına kadar geldiler ve asimetrik savaş taktikleriyle yaşam alanlarını genişletmeye başladılar. Bu çetin varoluş mücadelesi sürerken ve sürecekken farklı aktörlerce hedef olarak Türkiye'nin alınması, Ankara için acil ve sadece bugün değil geleceğe yönelik olarak da tedbir alınması gereken bir güvensizlik sorununu ortaya çıkardı.


CAYDIRICILĞI ARTIRACAK ÖNLEMLER ALINMALI

Türkiye'nin güneyinde işaretleri görünen olası bir istikrarsızlık kuşağı karşısında, bu durumun yaratacağı çeşitli konvansiyonel tehditleri bertaraf edebilmek için Ankara'nın şimdiden kendi caydırıcı planlarını hazırlaması gerekiyor. Caydırıcı olmak önemli, çünkü Türkiye sadece güney sınırlarından kendisine yönelen farklı terörist gruplarının konvansiyonel askeri saldırılarına hedef olmamakta. Ankara'nın ayrıca Suriye gibi bazı Ortadoğu ülkelerinin sahip olduğu balistik füzelerinin menzili kapsamında olduğunu unutmamak gerekir. Kısaca farklı aktörlerden kaynaklı risk ve tehditler üst üste biniyor, güvensizliğin şeytan merdivenini yeni konvansiyonel tehditler üzerinden oluşturuyor. Suriye krizi sırasında NATO caydırıcılık stratejisi kapsamında Ankara'ya yönelik tehditlerin caydırılması için temin edilmiş olan Patriot füze bataryalarının günümüz yeni konvansiyonel tehditleri karşısında yeterli olduğunu iddia etmek bu nedenle hayli zor. Dolayısıyla Ankara mevcut ve hızla değişen muhabere koşullarında daha önceki yazımızda bahsettiğimiz NATO caydırıcılık stratejisindeki açmazlar nedeniyle, ulusal savunma sanayinde yakalamış olduğu başarının getireceği motivasyonu da kullanarak ulusal güvenlik konseptinin bir gerekliliği olarak ortaya çıkan yeni ihtiyaç listesindeki önemli bazı konvansiyonel silahları (silahlı insansız hava muharebe silahları (İHA), balistik füze ve füze savunma sistemi v.b. gibi) geliştirmeye hız vermelidir. Türk Savunma Sanayisi'nde hâlihazırda gerçekleştirilmiş olan oldukça başarılı milli askeri projeler ümitvar olmamız için yeterli bir sebep.


TÜRKİYE'NİN SAVUNMA KAPASİTESİ

Türkiye'nin özellikle sınır güvenliğinin sağlanmasında hem Kilis'te karşılaşılan saldırılarda olduğu gibi Katyuşa roketleri ve benzeri konvansiyonel saldırıları durduracak hem de olası balistik füze tehdidi karşısında Ankara'ya caydırıcılık kuvveti kazandıracak yeni askeri yetenekleri geliştirip üretmesi bugün için bir zorunluluk. Bu tür savunma kabiliyetlerinin geliştirilmesi Ankara'nın müttefiklerine olan bağımlılığını azaltması bakımından da önemli. Bu yolu önermemizin en önemli nedenlerinden biri; İttifak caydırıcılık stratejisinin yaygınlaştırılmış caydırıcılık ayağında yaşanan açık. Suriye kaynaklı balistik füze tehdidi karşısında savunma amaçlı konuşlandırılmış NATO Patriot bataryalarının Ankara'ya yönelik alt seviyedeki konvansiyonel saldırıları durduramamış olması ve Türkiye'nin tüm ısrarlarına rağmen müttefiklerini Suriye'nin kuzeyinde güvenli bir alan oluşturulması konusunda ikna edememiş olması konuyla doğrudan ilintili. Bu açıklar nedeniyle Kilis'e düşen Katyuşa roketlerine karşı Ankara'nın vermiş olduğu cevap bugün için yalnızca Obüs füzeleri ve Çok Namlulu Roketatarlarla sınırlı kalmıştır. Unutulmamalı Suriye'den kaynaklanan ve Ankara'ya yönelik tehditlerle ilgili NATO'nun daha önce yapmış olduğu değerlendirme Rusya'yı kapsamıyordu. Oysa bugün Türkiye'nin güney sınırlarının yanı başında var olan Rus askeri gücü Ankara'nın Suriye'deki DEAŞ varlığına karşı bir hava harekâtını gerçekleştirmesini zorlaştırıyor. Türkiye elindeki mevcut milli İHA'yla DEAŞ varlığını tespit etmesine rağmen bunlara karşılık vermede bir alternatif olan silahlı İHA'ın kullanılması konusunda desteği müttefik güçlerinden beklemek durumunda kalıyor. Bilindiği gibi, İncirlik'te konuşlanan DEAŞ karşıtı koalisyon güçlerinden ABD'nin elinde DEAŞ'a karşı kullanabileceği hem silahlı İHA'sı hem de hava operasyonu düzenleyebilecek ciddi bir hava gücü mevcut. Biraz daha geçmişe dönersek; 2008 yılında Türkiye PKK ile olan mücadelesi için gerekli olan İHA'dan Predator'ları Washington'dan talep etmiş ama bunları bir türlü temin edememişti. Bugün DEAŞ roket saldırıları karşısında da zaman zaman Ankara'yı hayal kırıklığına uğratan durumlar yaşanabiliyor. Sözün özü; DEAŞ'a yönelik askeri mücadeleden çıkarılacak en önemli ders bugünün koşullarında Ankara'nın müttefiklerinden beklediği askeri desteğin verilmesinin her zaman garanti olmayabileceği. Dolayısıyla, Ankara'nın sahip olduğu ve de denemesini başarıyla sonuçlandırdığı İHA'nın silahlı versiyonlarının sayısını arttırıp bunları Hava Kuvvetleri envanterine katması gerçekçi bir tutum olacaktır.

Ayrıca Türkiye'nin çevresindeki ülkelerden kaynaklı balistik füze tehdidinin ülkemizin tamamını kapsamış olduğu gerçeği ile hareket etmeliyiz. Dolayısıyla karşı karşıya kalınan füze tehdidine yönelik önemli bir caydırıcı unsur olacak balistik füze teknolojisi ile balistik füze kapasitesine Ankara'nın en kısa sürede sahip olması elzem görünmekte. Bugün Türkiye'nin Ortadoğu'daki birçok komşusu sahip oldukları karadan- karaya balistik füzeleriyle diğer ülkelere karşı kullanabildikleri ciddi bir asimetrik güç elde etmekteler. Ayrıca günümüz koşullarında karadan-karaya balistik füzeler maliyet-etkin olmaları ve vuruş hassasiyetlerinin 1.6 metreye kadar inmiş olması bakımından bazı riskli askeri operasyonlarda uçaklar yerine tercih ediliyorlar. Türkiye Hava Kuvvetleri envanterine de bu türden füze kabiliyeti eklediğinde, Hava Kuvvetleri bir yandan stratejik derinlemesine taarruz konusunda oldukça güçlenecek. Diğer yandan füze teknolojisi geliştirilmesi sürecinde edinilen deneyimle Ankara'nın bir süredir ihtiyacını duyduğu ve müttefiklerinin rızasına bağlı olarak temin edilen Patriotlar yerine kendi ulusal füze savunma sistemini geliştirmesi imkânın da önü açacaktır.



YENİ GÜVENLİK KONSEPTİ

Kazanılacak deneyimden bahsetmişken Türkiye'nin füze savunma sistemi meselesinde uluslararası ihaleyi sonlandırdıktan sonra füze yapım meselesini alanında uzmanlaşmış ASELSAN ve ROKETSAN gibi yerli firmalara devretmiş olmasının ne kadar mantıklı bir davranış olduğunun altını çizelim. Keza -Hisar A ve Hisar 0 gibi havadan fırlatılan füzeleriyle birlikte uzun menzilli at-unut kabiliyeti olan SOM füzesini geliştirmiş olması da gelecek on yıllarda geliştirmemiz gereken imkânlar konusunda umutlu ve cesaretli olmamıza neden oluyor. Ki Türkiye'nin füze konusundaki bazı teknik zorlukları aşması için önünde belli bir süre (yaklaşık beş-on yıl gibi bir zaman aralığı) var. Ancak, Türkiye'de havadan-karaya atılan füze üretme konusunda bugün gelinen noktada yakalanan ivme, Ankara'nın karadan- karaya balistik füze meselesinde de ön almasında kuşkusuz itici bir güç olacaktır.

Günümüzde devlet aktörüne karşı devlet aktörünün çıktığı normal savaşların yerini artık devlet-devlet/ devlete karşı devlet-dışı aktör/ devlet-dışı aktöre karşı devlet dışı aktör mücadelesinin iççice geçtiği asimetrik/melez savaşlar aldı. Bu ortamda Ankara'nın önceliğini güney sınırında baş gösteren acil sınır güvenlik sorunlarına yöneltmesi bir zorunluluk. Bu önceleme, Türkiye'nin gelecek on-on beş yıl içinde ortaya çıkabilecek bölgesel ya da küresel tehditler ışığında komşularının ve bölgede var olan devlet-dışı aktörlerin sahip oldukları- veya olabilecekleri- asimetrik silah yeteneklerini tasavvur ederek, şimdiden hangi tür askeri silahların edinmesi gerektiğinin belirlenmesine elbette engel değil. Hatta bu iki unsuru bir arada düşünmemiz, bu bağlamda da savunma ve güvenlik alanında gelecek on yıl Ankara'nın yol haritasını çizecek ulusal güvenlik konseptinin netleşmesinde bu unsurların ve hazırlık çalışmalarının önemini kavramamız kanaatimce elzem.


http://www.yenisafak.com/hayat/riskler-degisirken-turkiyenin-guvenligi-2468752

***

ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar


  ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar

Şanlı Bahadır Koç 
ajp1914@yahoo.com
23 November 2007
Aralık 2007
“Dışarıdan” bakan bir gözlemci için, eğer bazı “kanıt kırıntıları” bir kenara bakılırsa, ABD-PKK ilişkisi hakkında kesin iddialarda bulunmak oldukça zor olmalıdır. Öte yandan, ABD’nin geçtiğimiz 4.5 yılda Irak’ta PKK’ya karşı anlamlı hiçbir adım atmayışı ile yaptığı resmi açıklamalar, Türkiye’ye karşı siyasi-hukuki-ahlaki sorumluluğu ve verdiği sözler arasında, dile getirdiği bahanelerle kapanmayacak kadar büyük bir bir uçurum vardır. PKK Washington’un terör listesindedir ancak bu durum ABD’yi Irak’ta örgüte karşı hemen hemen hiçbir uyarı, caydırma, sınırlama ya da cezalandırma eylemine götürmemiştir. Bu durum kaçınılmaz ve anlaşılır bir şekilde ABD’nin örgüte bakışı ve onunla ilişkisi üzerine hayal gücü ve komplo teorilerini harekete geçirmektedir. Gerçekse bile gizli olan bu ilişkiyi takip etmek ve “ölçmek” kolay değildir. Bu yazı, söz konusu iki aktör arasındaki ilişkiyi, ihtimaller, spekülasyonlar, sorular ve çelişkiler üzerinden “el yordamıyla” anlama amaçlı bir denemedir.
ABD-PKK ilişkisine en az üç şekilde yaklaşılabilir: 

1) Eldeki sınırlı ve muğlak “kanıt kırıntılarıyla”. 
2) Teorik ihtimalleri sıralayarak, 
3) Çıkarsama yaparak. 

  PKK’nın elindeki Amerikan silahları, bazı PKK’lı itirafçıların kamplara Amerikalı subaylar tarafından silah getirdikleri şeklindeki iddiaları ve PKK’lı oldukları söylenen kişilerle üniformalı Amerikan subaylarının uzaktan gizlice çekilmiş olduğu iddia edilen fotoğrafları kanıt olarak kabul etmek mantıken sakat, teknik açıdan yetersiz ve güvenilirlik açısından sorunludur. Ancak bu durum elbette ilişkinin yokluğunu da kanıtlamaz. 

PKK’nın elindeki Amerikan silahlarının PKK’nın eline 
a) karaborsadan, 
b) Iraklı Kürtler vasıtasıyla ya da 3 Direk olarak Amerikalı yetkililer eliyle geçmiş olması ihtimalleri vardır. Bunlardan en vahim ama aynı zamanda en az ihtimal olan sonuncusudur. Ancak ABD’nin bu konuda en azından önemli bir ihmalinin olduğu açıktır. Amerikalıların kamplara silah ve cephane getirdiğini iddia eden PKK itirafçıları ise çok inandırıcı değildir. PKK’nın içinde Türk istihbaratının muhbirleri olabileceğini düşünmesi gereken ABD’nin örgütle ile bir ilişkisi varsa bile bunu “çok sayıda göz önünde” değil “kuytularda” yürütüyor olması gerekir.
ABD’nin K. Irak’taki PKK varlığı konusundaki sorumluluğu aşağıdaki nedenlerden kaynaklanmaktadır: 

1) Türkiye’nin Nato müttefikiolmasından, 
2) global olarak teröre savaş açtığını iddia etmesi ve bu konuda Türkiye’nin başta Afganistan’da olmak üzere önemli ölçüde desteğini almasından, 
3) K. Irak’ta işgalci güç olarak sorumluluk sahibi olmasından, 
4) K. Iraklı Kürtler üzerinde sahip olduğu etkiden ve 
5) yaklaşık beş yıldır Türkiye’ye bu konuda somut adım atılacağını vaad etmiş olmasından, 
6) Türkiye’yi K. Irak’ta PKK’ya karşı askeri müdahaleden vazgeçirmeye yönelik ifadelerinden, 
7) Öcalan’ın idam edilmemesi, eve dönüş yasası gibi adımlarda Washington’un telkinlerinin de rol oynamış olmasından.

ABD PKK’ya karşı çok fazla riske girmeden bir çok anlamlı adımı atabilecekken bunu yapmamıştır. Türkiye ise yaklaşık 5 yıldır ikna edici, ayrıntılı ve süreler-müeyyidelerle donanmış önerileri ABD’ye yapamamış ve kendini ciddiye aldıramamıştır. ABD yakın zamana kadar PKK’ya karşı cılız, seyrek, muğlak ve örgütün çok ciddiye almadığı tehditlerle yetinmiştir. PKK militanlarına, Irak’ı derhal terk etmezler, teslim olmazlar veya silahlarını bırakarak belli bir bölgede toplanmazlarsa güç kullanacağı tehdidinde bulunmamıştır. Washington K. Iraklı Kürt gruplara PKK ile ilişkilerini kesmelerini istememiştir. Bırakın örgütü ve kamplarını yok etmeye yönelik büyük bir harekata girişmeyi, sembolik ve sınırlı düzeyde dahi bir askeri harekata girişmemiştir. Militanların K. Irak şehirlerinde bulunanlarını yakalayarak Türkiye’ye teslim edilmemiştir. ABD örgütün hareketini kısıtlamamış, onları Halkın Mücahitleri örneğinde olduğu gibi enterne etmemiştir. ABD Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya karşı zamanı ve coğrafi sınırları çizilmiş bir operasyon yapma izni vermemiş, ciddi anlamda isithbarat paylaşmamış, örgütün lojistik, finansman, propaganda, adam devşirme gibi faaliyetlerini engellemeye çalışmamıştır.

PKK, zaman içinde bazı dalgalanmalar yaşamakla beraber genelde bağımsızlık yanlısı, pan-Kürdist, ve “şiddet bağımlısı” bir örgüt olmuştur. PKK’nın Marksist bir terör örgütü olması, Stalinist liderlik anlayışı, Suriye-İran ve Orta Doğu’daki radikal gruplarla ilişkisi, Türkiye’ye yönelik saldırıları, ABD’nin PKK’ya 90’lı yıllara kadar mesafeli olmasının nedenleri arasındadır. ABD, PKK ile mücadele konusunda Türkiye’ye Avrupa’ya kıyasla genelde daha yardımcı ve müsamahakar olmuştur. Soğuk Savaşın bitiminden ve Körfez Savaşı’ndan sonra PKK ABD’ye daha az tehlikeli ve hatta bazı açılardan daha cazip görünmüş olabilir. Bu dönemde, belki de bu yüzden Kongre’nin PKK’ya karşı Amerikan silahları kullanılmasına sınırlama getirme girişimleri Yönetim tarafından yeterince direnç görmemiştir.
PKK terör vasıtasıyla Türkiye’nin iç istikrarını ve siyasi iklimini, ekonomisini, komşularıyla ilişkisini etkileyebilmektedir. PKK’nın bu kapasitesinin önemli aktörlerin dikkatinden kaçmadığından emin olabilir ve onların “iştahını kabartıp kabartmağından” şüphelenebiliriz. Diğer bir çok ülke gibi ABD de, PKK ile diyalog kurmanın, onu takip etmenin ve hatta belki de onu desteklemenin Türkiye’ye karşı kullanacak bazı enstrümanlar verip vermeyeceği sorusunu kendisine sormuş olsa gerektir. ABD, PKK’nın varlığını ve gücünü belli ölçülerde ve belli şartlarda korumasını tercih etmesine rağmen örgütle direk bir ilişki içinde olmaktan kaçınıyor da olabilir. ABD direk ilişkisi olmasa bile PKK hakkında aşağıdaki türden yargılara sahip olabilir:
- PKK ABD hedeflerine hiç saldırmadı ama özellikle Avrupa’da buna yeteneği var.
- PKK’nın Türkiye’de son dönemde azaldığı söylenmekle beraber önemli sayılabilecek bir tabanı vardır.
- PKK’ya göz yummanın ABD’ye somut olarak henüz önemli bir maliyeti olmadı.
- PKK Türkiye’deki Kürt sorunu konusunda Ankara’yı normalde atmayacağı bazı adımları atmaya zorlamanın aracı olabilir.
- Ankara PKK ile mücadelede ABD ve İsrail’in sağlayabileceği silah, istihbarat, eğitim, işbirliği ve diplomatik desteğe muhtaç kalabilir ve bunlar karşılığında Türkiye’yi dış politikasında normalde belki atmayacağı bazı adımlara ikna etmek mümkün olabilir.
- PKK’nın yaptığı/yapabileceği bazı eylemlerle Türkiye’nin iç siyasetinin ritmi üzerinde etki yaratma kapasitesi vardır.
- Günümüzde PKK terör tekniklerinden kısmen gerilla tekniklerine geçiş yapmaktadır.
- PKK’nın Marksizmi, Amerikan aleyhtarlığı ve anti-emperyalizmi giderek bir kozmetik bir unsur ve “aksesuar” haline gelmiştir.
ABD, Türkiye ve hatta Orta Doğu’daki Kürt sorununun kendi istediği şekilde evrilmesi için PKK’nın varlığını ve gücünü koruması gerektiğini düşünüyor olabilir mi? Kendini “ilerici” bir örgüt olarak gören PKK’nın değişik ülkelerdeki Kürtler açısından belli bir pan-Kürdist bir çekiciliği ve önemi olduğu söylenebilir.
ABD’nin devlet politikası değilse bile bu politikayı etkileyen ve oluşturan bazı kesimlerin, hem bir Kürt devleti oluşmasının şartlarını oluşturma ve hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülke ülkeleri ile ilişkileri stratejik düzeyde korumanın mümkün ve arzulanır bir şey olduğunu inandıkları düşünülebilir. 

PKK K. Irak’ta kurulacak Kürt devletinin Türkiye’ye kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılmak isteniyor olabilir. PKK terörü, K. Irak’ta kurulabilecek bir Kürt devletini Türkiye’nin 
1) fiiliyatta kabullenmesi, 
2) resmi olarak tanıması, 
3) onunla işbirliği yapması, 
4) onu koruma altına alması, 
5) onunla federasyon kurması amacına hizmet edebilir. 

K. Irak’ta bir süre sonra “saygınlık kalkanı” kazanmış bir Kürt devleti kurulursa PKK değişik isim ve şekillerde Kürtlerin bölgedeki “vurucu gücü rolünü oynayabilir.PKK terörünün önce tırmanması sonra azalmasını takiben Türkiye’ye şiddetin tekrar artmamasının karşılığında Ankara’nın K. Irak’taki Kürt devletini kabullenmesi telkin edilebilir. Ama bu noktada ABD’nin dikkat etmesi gereken bir denge vardır: PKK Türkiye’nin K. Irak’taki kurguyu bozmasının nedeni ve mazereti de olabilir.

Washington ve Ankara’nın Türkiye’deki “Kürt sorunu”na bakışları arasında stratejik, askeri ve insani düzeyde farklılıklar olduğu söylenebilir: Kendi federal bir ülke olan ABD “Türkiye’nin ille de üniter bir ülke olmaya devam etmesinde ısrarlı değildir.” Washington Ankara’nın Kürt konusunda siyasi ve sosyal açılımlarda bulunmasından ziyadesiyle mutlu olacaktır. ABD, PKK’yı Türkiye’deki Kürtlere bazı kültürel haklar, ayrıcalıklar ve otonomi verilmesini sağlamanın tek yolu olarak görüyor olabilir. Ama ABD bunları niye istesin? Washington’un bu ara çözümleri Türkiye’nin çözülmesini ve sonunda Büyük Kürdistan’ın kurulmasını sağlayacağı için arzuladığını düşünenler çoktur. Ama ABD Türkiye’deki Kürt sorununa “teknik” ve insani bir konu olarak bakarken de optimal çözümün bu olduğu sonucuna varmış olabilir. Ancak ABD’nin telkinlerine belli bir ihtiyatla yaklaşmak için bu önerilerin kötü niyetli olduklarını düşünmek de şart değildir. ABD ve AB’nin bu konuya yaklaşımları iyi niyetli olduğu halde de Türkiye’ye büyük zararlar verebilir.

ABD’nin PKK’ya sızmış olması sürpriz olmaz. Bir ihtimal, birden fazla PKK vardır ve ABD bunlardan bir kısmı ile diyalog ve işbirliği içindedir. ABD’nin PKK içinde ‘gözdeleri’ ve kendini çok yakın hissetmediği unsurlar olabilir. Türkiye’ye teslim edilmesi gündeme gelebilecek PKK’lılar bu ikinci gruptan “seçilebilir”. Bu mantığı devam ettirirsek, Öcalan’ın Türkiye teslim edilmesinin nedeninin de bu olup olmadığı sorulabilir. ABD’nin Öcalan’ı Türkiye’ye vermesinin kendisine bedeli, bu sayede Türkiye’yi borçlu hissettirerek kazandıkları ile kıyaslanamayacak kadar düşüktür.
Şimdilik bu ilişkinin olası şekliyle ilgili aşağıdaki “dereceleri” sıralamakla yetinelim: Kesin düşmanlık, sıfır diyalog, karşılıklı kayıtsızlık, “uzaktan bakışarak anlaşmak”, aracılar üzerinden dolaylı diyalog, direk kontak, düzenli diyalog, ABD’nin PKK’ya sızmış olması, çıkar benzerliği, akıl verme, teknik Amerikan yardımı, taktik ortaklık, “taşeronluk”, stratejik düzeyde amaç ve eylem birliği. Bu arada dikkate alınması gereken bir başka ciddi ihtimal de, bu ilişkinin zaman içinde, belki inişli çıkışlı bir grafik şeklinde ve kurumdan kuruma değişmesidir. Mümkündür ki, ABD Dışişleri Bakanlığı PKK’yı terörist ilan eder ve Türkiye’yi bu konuda diplomatik olarak desteklerken, Amerikan istihbaratı ve belki de Pentagon PKK ile diyalog ve hatta belki de ona destek içinde olmuş olabilir. ABD Dışişleri diğer Amerikan kurumlarının ne yaptığını bilmiyor olabileceği gibi, belki daha ilginç ve aslında çok daha muhtemel olan, hepsinin birbirinden haberli ve hatta “koordineli” şekilde hareket ediyor olmasıdır.

Arada bir ilişki varsa da bu iki taraf için de açıkça kabul edilmesi gerekli veya çekici olan bir şey değildir. Ancak, PKK Amerikan rüzgarını arkasına aldığının, ABD ise, PKK’yı kontrol edebileceğinin düşünülmesinin kendilerine bazı avantajlar sağlayabileceğini düşünüyor olabilirler. Son dönemde bu iki aktörün eylemlerinin büyük ölçüde birbirlerinin politikaları ve çıkarlarıyla uyumlu olduğu söylenebilir. ABD PKK ile resmi olarak terörist ve “düşman” ilan ettiği benzer durumdaki aktörlerle olan ilişkisine kıyasla oldukça “olaysız” bir ilişki içindedir. PKK liderleri ve kadrolarının ABD’nin Irak’taki askeri varlığı nedeniyle –belki işgalden hemen önce ve hemen sonrasındaki dönem hariç[1]- ciddi bir endişe duyduklarını düşünmek zordur. Böyle bir korku varsa bile, “PKK’nın vücut dili” böyle bir işaret vermemektedir.
PKK liderliği K. Irak’ta barınmalarına ABD’nin göz yummasını dolaylı bir işaret olarak görmüş ve bu durumun devamı için ABD politikaları ile uyumlu bir pozisyon almakta gecikmemiştir. Bölge Kürtlerinin önemli bir kısmı gibi PKK da, ABD’nin bölgedeki varlığının kendilerine yeni imkanlar açtığı ve “fırsat penceresinin” sonuna kadar kullanılması gerektiği sonucuna varmıştır. “Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı isitihbarat birimlerinin PKK hareketini takip eden uzmanları tarafından” kaleme alınan bir metne göre “Öcalan, örgüt üst düzey elemanlarının ABD’nin bölgedeki yetkilileriyle dolaylı da olsa temaslar sağlamasının akabinde yeni bir durum tespiti ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Yapılan değerlendirmeye göre ‘ABD bölgeye gerici statükoları parçalamak ve demokrasi güçlerinin önünü açmak için gelmiştir. Dolayısıyla, örgüt ABD’nin bölgedeki politikalarının bir unsuru hale gelebilmek maksadıyla kendini yeniden şekillendirmelidir. ABD’nin karşı olduğu örgütlenme anlayış ve modelleri terk edilmelidir.’”[2]
ABD’nin PKK’ya karşı somut adımlar atmamasının gerekçesi olarak saydığı şeyler bugün olduğu gibi dile getirildikleri günlerde de inandırıcı değildi. Bu hareketsizliğin, ihmal, acz, Irak’ta yeterince askere sahip olmama, Kürtler ve Türkiye arasındaki “stratejik açmaz ve tıkanıklık”, Türkiye’yi 1 Mart nedeniyle cezalandırma güdüsü, kurumlar arası anlaşmazlık ve/veya koordinasyonsuzluk, adım atmamanın bir bedeli olmadığını görmenin verdiği rahatlık, İran’a karşı kullanılmak istenen Pejak’ı küstürmeme isteği, K. Iraklı Kürt grupları rahatsız etmekten kaçınma, PKK saldırılarına hedef olmak istememe gibi nedenleri olabilir.

ASAM uzmanı Arif Keskin’in İran’daki çevre etnik gruplar hareketlendiği zaman merkezdeki Farsların molla rejiminden memnun olmasalar bile onun etrafında kenetlenme ihtiyacı hissettikleri şeklindeki teorisi önemlidir. PKK-Pejak İran’a karşı stratejik değil taktik bir karttır. PKK-Pejak’ın İran konusunda ABD’ye getirisi, Ankara’nın ABD’nin Irak ve ötesindeki politika ve çıkarlarına yaptığı yardım ve katkılara[3]kıyasla muhtemelen oldukça mütevazidir. Ancak ABD PKK konusundaki hareketsizliği nedeniyle somut olarak önemli bir bedel ödemediği için örgütün İran konusundaki sağladığı ve sağlayabileceği avantajlar Washington’a cazip gelmiş olabilir. Eğer bu yorum doğruysa Türkiye sadece PKK’ya karşı değil ABD karşı da gerektiğinden fazla sabır göstermiş demektir.

Türkiye, PKK’nın İran’a yönelmesi halinde[4] nasıl tepki verecektir/vermelidir? PKK’nın İran’a kayacağı iddialarını belli bir rezervle karşılamak gerekir. PKK üyeleri aslında “sivilleşerek” K. Irak kentlerine yerleşecek olabilirler. Ayrıca PKK üyeleri gerçekten de İran’a karşı yönelseler bile bu durum bizim onların nihai hedefinin Türkiye olduğunu unutmamıza neden olmamalıdır.
,
ABD’nin PKK’ya karşı hareketsizliği ile ilgili kabaca üç ihtimal olduğu söylenebilir. Bunları en vahimden başlayarak sıralamak gerekirse:

a) ABD Türkiye’yi PKK’yı da kullanarak bölmek istiyor.

b) ABD Türkiye’yi bölme konusunda bir karara varmış değil ve belki böyle bir niyeti de yok ama Ankara tarafından bu yola tevessül edebileceğinin düşünülmesini amaçlıyor. Türkiye’yi “diken üstünde tutmak”, kendi yardımı ve “iyi niyetine” muhtaç halde tutmak, bir parça cezalandırmak, korkutmak ve 1 Mart gibi bir şeyin bir daha tekrarlanmamasını sağlayacak bir ders vermek istiyor.

c) ABD, bir ihmal-beceriksizlik-vizyonsuzluk-koordinasyonsuzluk yumağı içinde ve ne yaptığını bilmiyor. PKK’ya karşı adım atmayı erteleme yönünde dile getirdiği, aslında yetersiz olan, bahane ve açıklamalara kendi de inanıyor. Bunları gözden geçirmesini gerektirecek kadar büyük bir bedel ödemek üzere olduğunu düşünmediği için de konu hakkında siyasi- bürokratik bir hareketsizlik (inertia) içindedir.

ABD’nin PKK ile ilgili “planları” varsa da, ya da sadece ihmal, beceriksizlik, kurumlar arasında kopukluk gibi nedenlerle hareketsiz kalıyorsa da, Washington’u “yola getirmek” için yapılması gereken şeyler değişmeyecektir. Bu nedenle Türkiye’nin “sonsuz bir niyet okuma seansı”ndan çıkıp, ABD’ye rağmen ve ona karşı adım atabileceğini kanıtlaması ama ondan kopmak da istemediğini göstermesi gerekiyor. Aksi takdirde ABD, ya Türkiye’nin kolayca ikna edilebilir bir ülke olduğunu, ya da tamamen kaybedildiğini düşünerek, bilerek veya bilmeyerek uyguladığı Türkiye’nin çıkarları aleyhindeki politikalarına devam edecektir. 

Eğer Türkiye, 

1) PKK konusunda Washington, Bağdat ve K. Irak Kürtlere şikayet ve muğlak talepler yerine ayrıntılı ve makul bir iş bölümü sunabilse, 

2) Bu aktörlere atılması istenen adımlar için mühlet verse, 

3) Verilen sözler tutulmazsa ABD dahil bu aktörlerin çıkarlarına karşı adımlar atılabileceğine dair inandırıcılık gösterebilse ve 

4) ABD’ye rağmen ve onun prestijine ve hassasiyetlerine çok önem vermeden operasyonlar yapma gücü ve iradesine sahip olduğunu kanıtlayabilmiş olsa idi muhtemelen şıu anda PKK ile mücadelede daha üstün bir konumda olurdu.

PKK’nın ABD’ye saldırmaya cesaret edemeyeceği, K. Iraklı Kürtlerin ABD’ye olan ihtiyaçlarının yaşamsal olması nedeniyle ona hayır diyemeyecekleri, Pejak’ın ABD için İran’a karşı stratejik değil ancak taktik bir araç olduğu, ABD’nin çok asker kullanmadan da PKK’ya karşı yapılabileceği şeyler olduğu yeterince açıktır. Ayrıca, Washington’da İran’a saldırmak için bahane arayan güçlü kesimler varken Tahran’ın da Ankara’yı takiben Irak’a müdahale etme ihtimali olduğu inandırıcı değildir. Türkiye’nin ateş altındayken siyasi bazı açılımlara girmesinin zor ve sakıncalı olduğu ve bu yola girilse bile sonuç almanın zaman alacağı düşünülebilir.

“PKK (ya da ABD ya da Iraklı Kürtler vs) bizi K. Irak’a çekmeye mi çalışıyor?” sorusu meşrudur ama cevabı meçhuldür ve bu soru Türkiye’yi bir hareketsizliğe mahkum ederek felç etmemelidir. PKK’nın bir amacı olmayabilir, olsa bile ille de kendi açısından umduğu sonuçları elde etmesi gerekmez. Türkiye K. Irak bataklığına saplanmamalıdır. Ama bu cümle bizi sonsuz bir kararsızlık, zayıflık ve hareketsizliğe mahkum ederek felç de etmemelidir. Bataklığa saplanmadan da askeri güç kullanılabilir. PKK, Türkiye'nin ABD'ye rağmen müdahale edemeyeceğini ve "kendi aczi içinde kıvranacağını"düşünerek de son eylemelere girişmiş olabilir: "Kürtler, Türkler, işte bakın ben vuruyorum ama      Türkiye'nin bana karşılık verecek gücü, cesareti, iradesi, dayanıklılığı yok. Bunu görün ve bu mücadeleyi kimin kazanacağını tahmin etmeye çalışın".
Eğer Başbakan’ın ABD gezisinden önce dramatik ve arkası gelebilecek izlenimi veren bir operasyon yapılsaydı bu görüşmelerde elimiz daha güçlü olurdu. Geçen sürede konunun sıcaklığı azaldı. Bizim için çok yetersiz olmakla beraber K. Iraklı Kürtler attıkları bazı kozmetik adımlarla (Türk askerlerin salıverilmesi, bazı PKK bürolarının kapatılması, kontrol noktalarının arttırılacağı sözleri) uzlaşma yanlısı bir görünüm elde ettiler. ABD Türkiye’yi yuvarlak sözler, muğlak taahhütler, uyarılar ve yarı tehditkar ifadelerle bekletebileceği intabaını edinmeye başladı. Yaklaşan kış nedeni ile Türkiye’nin operasyon yapma becerisi kısmen azaldı. Saldırıdan hemen sonra bir oldu-bitti ile yapılacak ve dünyanın anlamak zorunda kalacağı bir operasyon ise artık artan uyarı ve çağrılarla “dünyaya karşı yapılmış” görüntüsü verecek hale geldi.

Normalde bir meziyet ve hatta fazilet olan sabır ve kendini tutma Türkiye için giderek bir zaaf haline gelmektedir. Dramatik adımlar atmamak için sürekli nedenler bulan, buna gücü ve cesareti olduğı konusunda şüpheler yaratan, uyarı-tehdit ve “küçük şekerlerle” hemen ikna olan bir ülke görüntüsü verilmesi halinde üçüncü tarafların övgü cümleleri ve “sırt sıvazlamaları” ile karşılaşsak da, aynı kesimlerin içlerinden farklı şeyler söylediklerinden emin olabiliriz. Dışarıdan bakıldığında Türkiye çok kolay mutlu olan ve bir iki küçük jestle bir çok şey yaptırılabilecek bir ülke olarak görünüyor olabilir.
PKK ile ilgili mücadelede ideal işbölümünde, operasyonu Türkiye’nin, finansman, lojistik, propaganda, üye devşirme faaliyetlerinin kesilmesi gibi PKK’nın hayatını zorlaştırıcı adımları ise ABD, Bağdat ve K. Iraklı grupların atması gerekir. Diğer seçenekler gerçekçi olmayan, eksik ve güvenilmezdir. ABD’nin PKK konusundaki sorumluluğu Türkiye’ye sadece istihbarat işbirliği vaat etmekle ortadan kalkamaz. Kaldı ki, Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretinden sonra sağlanacağı söylenen bu istihbaratın boyutu, zamanlaması ve kalitesi debelli değildir. Ankara’nın K. Irak’ta PKK’ya karşı girişebileceği operasyonları ABD’den gelecek bu istihbaratın gösterdiği hedeflerle sınırlaması ve bunun dışındaki operasyonları ABD’nin veto etmesi kabul edilmemelidir. Ancak öte yandan Türkiye’nin PKK’ya karşı K. Irak’ta atacağı adımları ABD ile koordine etmesinin önemli ve faydalı olabileceği de açıktır. Bu koordinasyonun Türkiye’nin hareket serbestliğine bir miktar azaltması da beklenebilir. Türkiye’nin, K. Irak’taki PKK hedeflerine karşı, ABD’nin bilgisi, onayı ve desteğiyle, coğrafi derinliği, kullanılan şiddetin derecesi ve süresi itibariyle belki sınırlı ama “kozmetik” olmayan, bir defa ile sınırlanamayacak ve sivil halka zarar vermemek için son derece dikkat gösterilen bir askeri harekatta bulunmaya çalışması gerekir. PKK’ya müdahalenin aşağıdaki stratejik neden ve amaçları şunlar olabilir: Terörü kaynağında bulmak, örgütün beyni ile askerleri arasındaki hattı kesmek, olabildiğince çok teröristi öldürmek, silahlı mücadeleye hazır olduğunu kanıtlamak, PKK üyesi olmanın riskli bir şey olduğunu kanıtlamak, PKK’ya destek vermenin ya da göz yummanın da bir bedeli olduğunu göstermek.
ABD’nin elinde PKK hakkında bizim sahip olmadığımız önemli istihbaratın olduğundan emin olabiliriz. Washington bunu niye Türkiye ile paylaşmıyor olabilir? Aslında şöyle de sorulabilir: Niye paylaşsın? Kimse kimseye gerekmedikçe bir şey vermez. ABD bu istihbaratı parça parça ve kesinlikle gerekli olduğuna ve karşılığında bir şey almanın mümkün olduğuna hükmettiği zaman verebilir. Türkiye’nin yaklaşık 25 yıldır mücadele ettiği PKK’ya karşı ABD’nin sağlayacağından bağımsız olarak K. Irak’ta anlamlı askeri müdahalede bulunabilecek istihbaratı yok ise durum oldukça ciddi demektir. Bu durumu anlatmak için “skandal” kelimesini kullanmak abartı olmayabilir. Bu yazının konusu olmamakla beraber Türkiye’nin istihbarat konusunda ciddi ve kollektif bir özeleştiri ve reform sürecine ihtiyaç duyduğu söylenebilir[5].
PKK ve Kürt sorunu Türkiye’nin enerjisini tüketen ve dış politikasında dezavantajlı hale getiren bir yük ve “yara”dır. PKK Türkiye’deki Kürt sorununu belki yaratan değil ama canlı tutan bir örgüttür. PKK olmasa idi Ankara Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına yönelik attığı bazı adımları , muhtemelen atmayacaktı. Öte yandan, PKK Kürt sorununun bundan sonra barışçı bir şekilde çözülmesinin önünde ciddi bir engeldir. PKK ateşinin altında iken “açılımlarda bulunmak” hem Türkiye’deki Kürtler hem de üçüncü taraflarca şiddete boyun eğmek şeklinde görülebilecektir.


[1] Ruşen Çakır, Türkiye’nin Kürt Sorunu. İstanbul: Metis yayınları, 2004. s. 204.
[2] Aktaran Ruşen Çakır, s. 204.
[3] Daniel Fata, “Turkish Support for U.S. Policy by Daniel Fata”, ABD Temsiciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi (Dinleme Seansı), 15 Mart 2007.
[4] Former leader of Kurd rebels reveals retreat into Iran” , Independent, 5 Kasım 2007.
[5] Sönmez Köksal, “Türkiye'nin istihbarat yeteneği sorgulanmalı” Milliyet, 22 Kasım 2007.


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 4



 A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 4


Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa Patronluğuna  soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir 
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte 
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 

Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli 
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, 
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, 
protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel 
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni 
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride 
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik 
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin 
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması 
nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz 
yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece 
etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin 
en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu 
lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna 
tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne 
çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun 
oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden 
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların 
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine 
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 

ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından 
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de 
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle 
Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 

Güney Eyaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri 
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek 
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye 
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına 
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan 
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları 
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin 
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas 
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. 
Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini 
kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. 
Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek 
zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı 
emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen 
zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-
Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve 
Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika 
Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler 
tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini 
içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. 
Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. 
Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak 
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. 
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine 
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri 
de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya 
düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang 
örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden 
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa 
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok 
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her 
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta 
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce 
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi 
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına 
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir 
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci 
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail 
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC 
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin 
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, 
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya 
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç 
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, 
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını 
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 
Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da 
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda 
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile 
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam 
dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı 
dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri 
biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters 
düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler 
yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 


Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir 
ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi 
mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen 
batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte 
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda 
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç 
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, 
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu 
açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz 
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu 
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini 
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu 
yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen 
ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği 
anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile 
beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu 
ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya 
dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul 
etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir 
aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe 
dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner 
seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve 
Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya 
başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak 
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği 
Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği 
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda 
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan 
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, 
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni 
sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen 
olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları 
önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli 
biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri 
korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi 
takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok 
zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, 
ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek 
işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek 
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama 
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper 
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini 
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere 
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına 
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları 
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir 
algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 240 
Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 







**