7 Eylül 2016 Çarşamba

"Avrupa Türkleşir"



 " Avrupa Türkleşir "


Turhan Feyizoğlu 



“Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” Mustafa Kemal Atatürk,
Yunanistan Kilisesi Başpiskoposu Hristodulos, 10 Ekim 2005 tarihinde yayınlanan açıklamasında özetle, “ Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)’ne girmesiyle Avrupa’nın Türkleşeceğini ” söyledi.

Kendisini Avrupalı olarak adlandıran topluluklar bu korkuyu tarihlerinde her zaman duymuştur. Duymaya da devam etmektedirler görüldüğü gibi.
Tarih, Türk milleti için sadece kitaplarda yazılanlar ve masal gibi anlatılanlar değildir.

Çünkü tarihi varetmiş-yaratmış-yönetmiş, dünyaya hükmetmiş, yönvermiş, çağlar kapatmış, çağlar açmış bir millettir Türkler.

Bazı ne idüğü belirsiz kimseler toplumun gündemine son zamanlarda sürekli kimlik tartışmasını getirmeye çalışıyor. Bunu kendi kimliksizliklerinden, kişiliksizliklerinden yapıyor, yapmaya çalışıyor.
Kimlik sorununu geçmişi, tarihi, kültürü olmayan ve değişik biçimde kullanılanlar yaşar. Kimlik sorununu yaşayanlar geçmişlerinde çok değişik kesimlere yaslandıkları ve onlar tarafından kullanıldıkları için artık ne olduğunu bilinmeyen “orta malı” durumuna gelmişlerdir. Orta malı durumunda olanlara kimlik yaratmak için onları kullananlar zorlama, uydurma bir kimlik yaratmaya çalışırlar. CIA-MOSSAD için uydurma-sahte kimlik yaratmak kolaydır. Kullandıkları ajan-maşa-uşaklar için her zaman sahte kimlik yaratmışlardır, yaratmaya devam ediyorlar.
Türk milleti insanlık tarihiyle birlikte varolmuş, varolmaya devam edecektir.
Türkler, günümüzde dünyanın her yerinde, her ülkesinde, her bölgesinde yaşayan bir millettir.
Bunun yanı sıra dünyanın değişik bölgelerinde ayrı ayrı Türk devletleri de vardır.
Ayrı ayrı Türk devletlerinin olmasının zararı yok yararı vardır. Ama Türk milletinin birbirinden kopuk yaşamasının zararı vardır.
Türkiye’de 18 yıldır gazetecilik yapan ve “Fatih’in Torunları: Türk Dünyasının Yükselişi” adlı kitabın yazarı Hugh Pope, 18 Mayıs 2005’te yayınlanan açıklamasında özetle şunları söylüyor:
“Tarih konusunda iyi kitaplarınız yok. Türkiye çok ters baktı geriye. Türki dünyasına hiç bakmıyor.”
Türki devletlerin birlikte hareket etmesi yararlıdır. Bunun için çaba gösterilmelidir.
Günümüzde varolan bazı Türk devletleri, muhtar cumhuriyetler ve bölgeler şöyledir:
Altay, Azerbaycan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Evenka, Hakasya, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızistan, Kırım Muhtar Cumhuriyeti, Mançurya, Moğolistan, Güney Moğolistan, Kuzey Moğolistan, Nahcivan, Özbekistan, Tacikistan, Tataristan, Taymir, Tuva, Türkistan, Doğu Türkistan, Türkmenistan, Uranhay, Yakut (Saha) Muhtar Cumhuriyeti.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, yaptığı açıklamalarda sürekli, “Bir millet, iki devletiz” diyerek duygularını dile getiriyordu.
Türkler tarih içerisinde değişik ülkelerde var olmuşlardır, var olmaya devam etmektedir.
Cihan hakimiyeti kurmuş olan Türkler o kadar güçlüydü ki, hiçbir devleti kendilerine “eşit” düzeyde bir devlet olarak kabul etmiyorlardı.
Türklerin tarih içerisinde “Türkiye İmparatorluğu” olarak adlandırıldığı dönemde (1600 ve 1700’lü yıllarda, bazı tarihçiler, imparatorluğu, “Osmanlı İmparatorluğu” adıyla değil “Türk veya Türkiye İmparatorluğu” diye adlandırıyorlardı. Konu için ilgilenenlere kaynak veriyorum: Hayat Tarih Gazetesi, sayı: 40, sayfa: 158) egemen oldukları devletleri-bölgeleri yayımlanmış belgelere dayanarak tanıtmak istiyorum.
Afrika Ülkeleri (İspanyol Sahrası, Moritanya, Senegal, Tanzanya, Nijerya, Kamerun, Kenya, Gambiya, Gine, Uganda, Eritre, Cibuti, Somali, Habeşistan, Mozambik): XVI. yüzyıldan itibaren bu ülkeler Osmanlı Türklerinin ve Türk denizcilerinin egemenlikleri altında olmuşlardı.
Akdeniz ve Ege Adaları (Rodos, Oniki Ada, Sakız, Midilli, Limni, Sisam, İstanköy, Nikarya ve diğer adalar): Osmanlı Türkleri, bu adalarda 1451 yılından itibaren egemen olmaya başladı. Bu adalardaki Türk egemenliği 1915 yılına kadar devam etti.
Türk denizcileri, Akdeniz’in mutlak hakimiydi. Karadeniz, Kızıldeniz ve Ege Denizi zaten Türklerin iç deniziydi.
Karadeniz’de Türk gemilerinin dışında hiçbir devletin örneğin Rusya dahil ticaret gemisi olsun, savaş gemisi olsun kendi bayrağıyla dolaşması yasaktı.
Türkler, Kırım’daki egemenliğini kaybedip, 21 Haziran 1774 yılında bir antlaşma imzalayınca Üçüncü Sultan Mustafa, bunun kederinden ölmüştü.
Almanya: XVI. Yüzyıldan XVII. yüzyıllarında Türk akıncıları, başta Bavyera olmak üzere Almanya’nın kuzey ve batı bölgelerinde egemen olmuşlardı. Bu egemenlikleri Ren Nehri kıyılarına kadar ulaşmıştı.
Amerika: Amerika’da yaşayan Kızılderililerin kökeni Altay Dağları ve Baykal Gölü civarından Bering Boğazı’nı geçerek giden Türkler olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bazı bilim adamları, Türklerin Buzul Çağı’nda Asya ile Alaska bitişikten Yeni Dünya’ya dalgalar halinde göçtüklerini açıklamıştır. Bu köprü sonra yok oldu ve araya Bering Boğazı girdi.
MÖ 1100’lerde ve MS 300’lerden sonra deniz yoluyla Yeni Dünya’ya giden Türk boylarının olduğu belgelerle kanıtlanmıştır.
Amerika kıtasındaki bazı yer, bölge ve nehir isimleri Türk asıllı Kızılderililerin verdikleri isimlerden oluşmaktadır.
At, çadır ve et kültürü Türklerin yaşamında birincil önemdi. Kızılderililer için de aynı değerde ve önemdeydi.
At, ehlileştirilen ilk hayvandır ve bunu Türkler gerçekleştirerek insanlığa bir medeniyet kazandırmıştır.
Dilbilimci Prof. Dr. Osman Nedim Tuna ile Kanadalı araştırmacı Ethel G. Stewart’ın yaptığı araştırmalara göre, Meksika’nın ABD sınırında yaşayan Kızılderili Apaçi, Navaho ve Tarahumara kabilelerinin Türk kökenli olduğu ve dillerinde yaklaşık 400 Türkçe sözlük bulunduğu kanıtlandı.
ABD’nin Tennessee eyaletindeki Apalaş Dağları’nda yaşayan 4 milyondan fazla Meluncan kendilerini Türk olarak adlandırıyor ve bu yönde çaba gösteriyor.
Anadolu-Balkanlar (1075 yılı ve sonrası): Büyük Selçuklu Türk İmparatorluğu’na bağlı olarak 1075 yılında, İznik’te “Türkiye” devleti kuruldu. Anadolu Fatihi olarak adlandırılan Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah, Türkiye Devleti’nin meliki (hükümdarı) oldu.
1381 yılında “Türk-Osmanlı İmparatorluğu” Avrupa’nın en güçlü devleti olmuştu.
21 yaşındaki Türk-Osmanlı İmparatoru İkinci Mehmet, 53 gün süren bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453’te Bizans’ı teslim aldı ve İstanbul tamamen Türklerin eline geçti.
“Ortaçağ” devri kapandı “Yeni Çağ” açıldı.
Sultan İkinci Mehmet bu başarısından ötürü “Fatih” ve “çağ açıp çağ kapatan” unvanlarını aldı.
Dördüncü Murat’ın emriyle 1640 yılında, Türk-Osmanlı İmparatorluğu’nda sayım yapıldı.
Türk-Osmanlı İmparatorluğunda 553.000 şehir, kasaba ve köy, yani meskun yer bulunduğu ortaya çıktı. Bu sayımın ortaya çıkarttığı diğer bir sonuçta Türk-Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’un, dünyanın en büyük şehri olduğuydu. Bu tarihte İstanbul’un nüfusu 1,5 milyonken Londra’nın nüfusu 800 bindi.
Arabistan Ülkeleri: (Katar, Bahreyn ve bu bölgelerde bulunan adalar): XVI. yüzyıldan XX. yüzyıl başlarına kadar 400 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Arnavutluk: Osmanlı Türkleri, Arnavutluk’a 1385’te egemen oldu. Bu egemenlik 1913’te sona erdi. Arnavutluk’ta bugün yine Türkler vardır.
Avusturya: Osmanlı Türkleri, 1529’dan itibaren bu ülkeye akınlar düzenlemiştir. Bu ülkede de Türkler vardır.
Avustralya: Türk-Osmanlı İmparatoru Sultan Reşad, 14 Kasım 1914’te, “Cihad-ı Ekber” çağrısı yapmıştı. İngiliz sömürgesi olan Avustralya hükümeti de, İngilizlerin politikasına uygun olarak Türk-Osmanlı devletine karşı savaş ilan etmişti. Hatta Avustralya’dan getirtilen Anzaklar, işgal etmek amacıyla Türkiye’ye gelmişler ve Çanakkale’de Türk askerine karşı savaşmışlardı.
Avustralya’da bulunan Türk tebaalı vatandaşlar da İngiliz emperyalizmine karşı yer yer gerilla savaşıyla “Cihad-ı Ekber” çağrısına katılmıştı.
Gül Muhammed ve Molla Abdullah, 31 Aralık 1915 günü, Avustralya’nın Silverton kasabasından yola çıkan treni Broken Hill tepesi yakınına geldiğinde pusuya düşürmüş ve birkaç kişiyi öldürmüşlerdi. Avustralya askeri ve polisi, iki Türk gerillanın bulunduğu tepeyi kuşattı. Çatışma saatlerce sürdü. Sonunda Molla Abdullah çatışma sırasında öldü. Ağır yaralı olarak yakalanan Gül Muhammed de, Silverton’a götürülürken yolda öldü. Bu iki Türk gerillanın yanında ay-yıldızlı Türk bayrağı da vardı.
Avrupa Rusyası: (Moskova, Leningrad, Gorky, Kulbişev, Perm, Kazan, Rostov, Volgagrad, Saratov, Ufa, Voronej): Avrupa Rusya’sındaki eski Türk devletlerinden Kazan Hanlığı’nın bulunduğu Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan ve çevresi 1521 yılından 1551 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kalmıştır.
Moskova’ya yakın Kasım Hanlığı, 1486 yılından 1512 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğindeydi. Kasım Hanlığı küçük bir Türk prensliğiydi.
Türk hükümdarı Devlet Giray Han’a Moskova’yı fethettiği için “Taht Alan” lakabı verilmişti.
Rusya’da yayınlanan Vremya adlı gazete, 1999 yılının Mart ayında yayımlanan bir sayısında özetle şunları yazmıştı:
“Türkiye, Blistatılnaya Porta (Muhteşem Porta), yani Osmanlı İmparatorluğu zamanlarında olduğu gibi, uluslararası arenada artık kendi büyük oyununu sürdürme imkanına sahip. Bu ülkenin komşuları ve ortakları da kendi politikalarını belirlerlerken, Türkiye’yi de artık hesaba katmak zorundadırlar.”
Beyaz Rusya (Litvanya-Letonya): İkinci Selim ve Üçüncü Murat dönemlerinde Osmanlı Türklerinin egemenliğinde oldu bu ülkeler.
Birmanya (Yeni adı Myanmar): Uzak Asya’da Hindistan-Çin ve Tayland’a sınır olan bir ülke. Yakın tarihte, Yemen cephesinde İngilizlere esir 12 bin Türk, bu ülkeye götürüldü. Birinci Dünya Savaşı’nın sonra ermesi ve antlaşmaların imzalanmasıyla serbest bırakılan Türkler, bu ülkede yaşamaya başladı.
Bulgaristan: Bulgaristan devletini “Bulgar” Türkleri kurdu. Bulgar Türkleri, bu bölgede Kurt Han tarafından MS 584 yılından 642 yılını kadar yönetilmişti. Daha sonra Kurt Han’ın büyük oğlu Bayan Han (642-659), sonra küçük oğlu İsperih Han (659-701) geçti. İsperih’in yerine oğlu Terveh Han (701-718), onun yerine de Tervel Han’ın oğlu Tovirem Han (718-724) Hükümdar olmuştu.
Boris’in (852-889) iktidar döneminde Türkler atalarının inanışı olan Şamanizm’i bırakıp Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebini kabul etmeleriyle “Bulgar” Türkleri Türklük aleminden uzaklaşmış, Slavlaşmaya başlamışlardı. Bazı tarihçiler Türk Hazerlerin Yahudi dinini seçtiklerini söyler.
Sonradan Slavlaşan Bulgar Türkleri, XII. Yüzyılda da Türk Moğol Altınordu devletinin asırlarca hakimiyetinde kalmıştır. Osmanlı Türkleri, şimdiki Bulgaristan’ı 1363’te egemenlikleri altına aldı. 1908’e kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı. Bugün de bu devlette çoğunlukla Türkler yaşamaya devam etmektedir.
Cebelitarık: Bu bölge Türk denizcilerinin uzun süre egemenliği altında bulunmuştur.
Cezayir: 1517 yılından 1830 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
2005 yılında, Türkiye’ye gelen Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika, yaptığı açıklamada, “Osmanlı-Türk Devleti’nin bıraktığı boşluk doldurulamadı. Osmanlı-Türk düzenini devam ettirelim”, demişti.
Çekoslavakya: Osmanlı Türkleri, bu ülkeyi XVI. yüzyılda egemenlikleri altına almış, bu egemenlik XVIII. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Çin: Milattan Önce (MÖ) 1050 yıllarından Milattan Önce (MÖ) 256. yılına kadar Türkler, 794 sene Çin’i yönetmişlerdi.
Danimarka: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyılın sonuna kadar Danimarka’nın bazı bölgeleri Türk denizcilerinin egemenliği altındaydı.
Endonezya-Malezya-Singapur: XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı Türklerinin egemenliğine geçmiş olan bu bölgeler uzun süre Osmanlı Türklerinin idaresinde kalmıştır.
Türk Deniz Komutanı Amiral Hayrettin Hızır Reis komutasındaki Türk donanması, 1569 yılında bu bölgeye gitmiş, askeri ve teknik yardım yapmıştı.
Ermenistan: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar Türklerin idaresinde kalmıştır. Bu ülkede de Türkler yaşamaktadır.
Fas: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar Osmanlı Türklerinin yönetiminde kaldı.
Türk amirali Salih Paşa, Fas şehrini 1553 yılında, egemenliği altına almıştı.
Filistin: 1516 yılından 1918 yılına kadar 402 yıl Osmanlı-Türk egemenliğinde kaldı. Filistin toprakları hukuki anlamda Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nundur.
Fransa: Korsika Adası’nı Türk Deniz Komutanı Turgut Reis, Nice şehrini Türk deniz komutanı Barbaros Hayrettin Paşa tamamen fethetmişti.
Toulon Limanı’nı Türkler bir yıl idare etmişti. Cote d’Azur kıyıları Türk denizcilerin XVI. yüzyılda sürekli bulundukları bölge olmuştu.
Fransa devleti, bir dönem Türk devletinin yaptığı yardımlar sayesinde ayakta durabiliyor, vatandaşlarına ekmek sağlayabiliyordu.
Türk Deniz Başkomutanı Barbaros Hayrettin Paşa, 20 Ağustos 1543 tarihinde Nice şehrini aldığında Fransız elçisi Türk amiralinin ayaklarını öpmüştü.
Türk Deniz Komutanı Amiral Turgut Reis, Eylül 1553 tarihinde Korsika’yı tamamen egemenliği altını almıştı.
Fransa’da yayınlanan Le Figaro gazetesi, 2005 yılının Eylül ayında yayınlanan bir sayısında özetle şunları yazmıştı:
“Türkiye, tüm Arap-Müslüman dünyası ve Orta Asya’da, Kafkaslar üzerinden, Afganistan’dan Mağrip’e kadar uzanan bir coğrafya bölgesinde hakim konuma geliyor.”
Gürcistan: Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı Türklerinin idaresine geçti. Osmanlı Türklerinin egemenliği XIX. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür.
Hindistan: Türklerin Saka kavminden Kuşhanlar Milattan Sonra (MS) 3. yıldan itibaren Hindistan’a egemen olmuşlardır.
Türklerin egemen olduğu bölge bütün Ganj Vadisi, Orta Hindistan, Gucarat, Pencap, Keşmir, Afganistan ve Maveraünnehr’i kapsamaktadır. Buna Birinci Türk Hakimiyeti adı verildi. MS 3. yıldan 176 yılına kadar bu Türk egemenliği devam etti. Hindistan’da ikinci Türk hakimiyeti Akhunlar’la başladı ve MS 567 yılına kadar devam etti.
Türk Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra cihanda ikinci büyük Türk İmparatorluğu 1658 yılında Hindistan’daki Türk soyundan olan Timuroğulları (Gürkanlılar) İmparatorluğu’ydu. Hindistan’ı Türk hanedanı ile Türk subaylar ve Türk devlet adamları idare etmekteydi. Bu dönemde yapılan Tac Mahal’ı Türk Osmanlı İmparatorluğu başkenti İstanbul’dan gönderilen mimar Mehmet İsa Efendi yapmıştı.
Türklerin Hindistan’daki yönetimi İngilizlerin işgali ve 2 Ağustos 1858’de Londra’da kabul edilen bir kanunla İngiltere’nin sömürgesi haline gelmesiyle sona erdi.
Hollanda: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıl sonlarına kadar Hollanda’nın bazı kıyı bölgeleri Türk denizcilerinin egemenliğindeydi.
Irak: 1516 yılından 1918 yılına kadar 402 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı. Esasında Irak, 1055 yılında Türk komutanı Tuğrul Bey’in egemenliğine girmesiyle Türklerin hakimiyet kurduğu yerlerden biriydi.
İngiltere: Türk denizcileri, XVI. yüzyıldan XVII. Yüzyılın sonlarına kadar Bristol Kanalı başta olmak üzere Lundy Adası, Kuzey İrlanda dahil İskoçya’ya kadar büyük faaliyet göstermiş, bu bölgelerde egemenliklerini korumuşlardır.
Türk deniz kuvvetleri, 1588 yılı başlarında, İspanya Kralı 2. Felipe’nin İngiltere’yi işgal etmeye hazırlandığı bir sırada, Kraliçe Elizabeth’in “yardım isteği” çağrısına karşılık vermiş, İspanyol donanmasını 30 Temmuz 1588’de yenerek, işgalden kurtarmıştı.
İran: 1025 yılından 1925 yılına kadar 900 yıl Türklerin idaresinde kalmıştır. Günümüzde yaklaşık 30 milyon Türk yaşamaktadır İran’da.
İrlanda: Türk denizcileri, XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıl sonlarına kadar İrlanda kıyılarının bazı bölgelerinde egemenliklerini sürdürmüşlerdi.
1847’de İrlanda’da kıtlık baş göstermişti. İrlanda halkı, Osmanlı-Türk İmparatorluğu’na başvurarak yardım istedi. Osmanlı-Türk İmparatoru 1. Abdülhamit, İrlanda halkına bin sterlin para yardımı yaptı, iki gemi dolusu patates ve buğday gönderdi. Türk deniz kuvvetlerine ait gemiler, Droheda Limanı’na yanaşarak erzakları oraya indirdi.
İskandinavya: Kuzey İskandinavya’da yaşayan “Eskimoların” Türklerin de içinde olduğu Fin-Uygur topluluğundan olduğu kanıtlanmıştır.
İspanya: XV. yüzyıldan XVII yüzyıla kadar bütün İspanya kıyıları ve Balear Adaları Türk denizcilerinin egemenliği altındaydı.
Türk Deniz Komutanı Kemal Reis, 1487 yılında, büyük bir donanmayla Cebre Adası’nı, Tunus’u, İspanya, İtalya, Fransa’nın Akdeniz kıyılarını, Sicilya, Sardunya ve Korsika’yı kuşatarak egemenliği altına aldı.
Türk deniz komutanları Kemal Reis ile Burak Reis, 28 Temmuz 1499 günü, Venedik’in 200 savaş gemisini yok ederek büyük bir zafer kazanmışlardı.
Türk Deniz Komutanı Kemal Reis, 1500’de Kefalonya, 1504’te Rodos’a asker çıkarttı ve buraları egemenliği altına aldı.
Türk Deniz Komutanı Kemal Reis, 1501’de 22 parçalık donanmasıyla Navarin açıklarında Venedik donanmasını yok etti. Esir aldığı 8 düşman gemisini yedeğine aldı Türk Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a getirdi.
Kemal Reis, 30 Ağustos 1502’De Santa-Marya Adası’nı fethetti.
Türk Deniz Komutanı Kemal Reis, ikinci İspanya zaferini 1510 yılında kazanmıştı. Yanında yeğeni Piri Reis de vardı.
28 Eylül 1538 tarihinde, Preveze açıklarında Barbaros Hayrettin Paşa başkomutanlığında Türk deniz komutanları Hasan Reis, Salih Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis komutasındaki Türk deniz kuvvetleri, Haçlı donanmasını yenmiştir. Haçlı donanmasının komutanı Andrea Doria, gece karanlığından istifade ederek kaçmıştı.
Barbaros Hayrettin Paşa’nın manevi oğlu, Türk Deniz Komutanı Hasan Reis, 30 Ekim 1541 tarihinde, İmparator Charles-Quint’i Haçlılarla birlikte denize döktü.
Tunus’un güneyindeki Cebre Adası önünde 14 Mayıs 1560 tarihinde Türk Deniz Başkomutanı Piyale Paşa, Oramiral Turgut Paşa, İzmir Bahriye Sancakbeyi Uluç Ali Reis komutasındaki Türk deniz kuvvetleri ile Giovanni Doria komutasındaki Haçlı donanması savaştı. Türk denizcileri, Haçlı denizcilerini yendi.
Türk donanması ve denizcileri, bu zaferin ardından, “Cihan’ın Merkezi” denilen Türk-Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a döndüğünde 1 milyon kişi sevinç gösteriyle karşılamıştı. Türk-Osmanlı İmparatoru, Türk donanmasının dönüşünü Alay Köşkü’nün penceresinden seyrederken, “İşte insan bütün bunları görüp de gurura kapılmamalı; her şeyin Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle olduğunu düşünüp Allah’a şükürler etmelidir.” demişti.
Sonuçta Türk deniz komutanlarının bu başarıları sonucu Akdeniz ve Ege Denizi “Türk gölü” haline gelmişti.

İsrail (Yafa, Hayfa, Batı Kudüs): Bu şehir ile bölgeler Memluk Türk İmparatorluğu egemenliğinden Osmanlı Türk egemenliğine geçti ve 1516 yılından 1918 yılına kadar devam eden bu egemenlik 402 yıl sürmüştü.
İtalya: Osmanlı Türklerinin, İtalya’nın özellikle güneydoğu bölgelerinde 1480 yılından 1537’e kadar egemenlikleri oldu.
Barbaros Hayrettin Paşa, 20 Haziran 1543 tarihinde İtalya’nın Reggio ve Sicilya’nın Messina şehirlerini egemenliği altına alıp Messina Boğazı’na hakim oldu.
İzlanda: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıl sonuna kadar İzlanda’nın bazı bölgeleri Türk denizcilerinin egemenliği altındaydı.
Kıbrıs: 1 Ağustos 1571 tarihinde Kıbrıs tamamen Türklerin egemenliğine geçmişti. Bu durum devam etmektedir.
Kuzey Kafkasya: Kuzey Osetya, Çeçenistan, Balkaristan, Dağıstan ve Kuzey Karadeniz sahilleri 1812 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kalmıştır. Bu bölgelerde de günümüzde büyük bir Türk nüfusu yaşamaktadır.
Kuveyt: 1534 yılından 1915 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Libya: 1517 yılından 1911 yılına kadar 394 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Liecntenstein: Orta Avrupa’da bulunan bu küçük prenslik XV. yüzyılda Türk akıncılarının egemenliğinde olmuştu. Türk akıncılarının egemenliği İsviçre’ye kadar ulaşmıştı.
Lübnan: 1516-1918 yılları arasında 402 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Macaristan: Macaristan’ı Türk komutanı Almos’un oğlu Arpad 889’da kurmuştu.
Arpad’ın kurduğu Macar Prensliği 1.000 yılında Şaman dinini bırakıp Katolik mezhebini kabul etti ve Türklükten uzaklaştılar.
Osmanlı Türkleri, 1526’da bu ülkeye egemen olmuşlardı. 1686’da bu egemenlik sona erdi.

Macaristan’da Osmanlı Türklerinin egemenliği için bir örnek vermek istiyorum. Başbakan (Vezir-i Azam) ve Başkomutan (Serdar-ı Ekrem) Lala Mehmet Paşa, 10 Kasım 1605 tarihinde yapılan bir törende Prens İstvan Bocskay’a taç giydirmiş ve krallık vermiş, kral da Lala Mehmet Paşa’nın önünde diz çökmüş ve üst üste iki kere elini öperek teşekkür etmiştir.
Türkler, bu dönem Avrupa’ya aynen bir memur tayini yapar gibi kral tayin eden güçlü bir devletti.

Macaristan, Romanya, Avusturya ve Çekoslovakya, Ortaçağ’da yüzyıllarca Hun, Avar ve diğer Türklerin egemenliğinde kalmıştır. Bu bölgelerde halen yoğun Türk nüfusu bulunmakta ve yaşamaktadır.

Malta: Osmanlı Türkleri, 1565’te bu adada egemenlikleri kurmuşlardı. Örneğin Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı (Kapdan-ı Derya) Halil Paşa, 6 Temmuz 1614 tarihinde 45 parçalık savaş gemisiyle Malta’ya asker çıkartmıştı.
Mısır: Mısır’da ilk Türk hakimiyeti MS 868 yılında başladı. Devleti yöneten Toluni soyundan Ahmed isimli bir Türk’tü.
Daha sonra, 1250 yılından 1914 yılına kadar bu ülkeyi 664 yıl Osmanlı Türkleri idare etmişlerdir.

Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, bir dönem başkent İstanbul’daki Türk yönetimine baş kaldırmış, yönetime kendisi gelmek için çaba sarf etmişti. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletlerinin yardımıyla böyle bir çabaya girişmiş olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, bu ülkeler desteğini çekince yalnız kaldığını gördükten sonra 1846 yılında başkent İstanbul’a gelmiş, 23 yaşındaki Padişah Sultan Mecid’in ayaklarına kapanıp öpmüş, af dilemişti..

Moldovya: Osmanlı Türkleri, 1455 yılından 1812 yılına kadar bu ülkede egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Monako: Türk denizcileri, özellikle Monako’ya XVI. yüzyılda egemen olmuşlardı.
Norveç: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyılın sonlarına kadar Norveç’in bazı kıyı bölgeleri Türk denizcilerinin egemenliğindeydi.
Polonya: Polonya Krallığı, İkinci Selim ve Üçüncü Murat zamanlarında Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kalmıştı. Bu ülkede de Türkler yaşamaktadır.
Portekiz: XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar Portekiz kıyıları, Faro ve Lizbon körfezleri, Türk denizcilerin egemenlikleri altındaydı.
Romanya: Osmanlı Türkleri, 1388’den itibaren egemenlik kurmaya başladı. 1878 yılına kadar bu egemenlik devam etti. Türkler bu ülkede yaşamlarını devam ettirmektedir.
Sudan: 1517 yılından 1914 yılına kadar Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Suriye: 1516 yılından 1918 yılı sonuna kadar 402 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı. Günümüzde önemli miktarda Türk yaşamaktadır bu ülkede.
Suudi Arabistan: 1517 yılından 1916 yılına kadar 399 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Tunus: 1534 yılından 1881 yılları arasında 347 yıl Osmanlı Türklerinin idaresinde kaldı.
Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı Kılıç Ali (Uluç Ali), 11 Eylül 1574 tarihinde yaptığı seferle Tunus’u tamamen Türk egemenliği altına almıştı.
Ukrayna: Ortaçağ’da yüzyıllarca Türk yönetiminde kalan Ukrayna, 1475 yılında Osmanlı Türklerinin egemenliğine geçmiştir. Bu egemenlik 1812 yılına kadar azalarak devam etti.
Umman: XVI. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk yıllarına kadar 400 yüzyıl Osmanlı Türklerinin nüfuzu altında kaldı.
Ürdün (Amman, Doğu Kudüs ve bu bölge): 1516 yılından 1918 yılına kadar 402 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Yemen: 1517 yılından 1918 yılına kadar 401 yıl içinde Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı. Günümüzde Yemen’de yüzlerce Türk mahallesi vardır.
Yugoslavya: Osmanlı Türkleri, 1373’ten itibaren egemen olmaya başladı. 1912’de bu egemenlik sona erdi. Bugün Türkler bu bölgede yaşamlarına devam etmektedir.
Yunanistan: Osmanlı Türklerinin egemenliğine 1359’da girdi. Bu egemenlik 1915 yılına kadar devam etmiştir.
Atina şehri 400 yüzyıl, Selanik şehri 490 yıl Osmanlı Türklerinin egemenliğinde kaldı.
Günümüzde de Yunanistan’ın bazı şehirleri-kasabaları ve köyleri tamamen Türklerin egemenliği altındadır.
Bu yazımda Türklerin tarihinin tümü değil sadece Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun 16. ve 17. yüzyılda nüfuzu altındaki ülke, bölge ve yerleri yayınlanmış belgelerden özetleyerek genel anlamıyla aktarmaya çalıştım.
Dünya tarihinde bir dönem cihan hakimiyeti kuran Türklerin gücü nereden kaynaklanıyordu.
Kısaca değineyim.
Türklerin tarih içinde bu kadar güçlü olmalarının en önemli özelliklerinden birisi Türk toplumu için en önemli kurumun tarih boyunca her zaman silahlı kuvvetlerin (ordunun) olmasıdır.
Devlet teşkilatı askeri ilkelere uygun yönetilirdi. Tarihinin ilk dönemlerinden itibaren Türk ordusu dünyanın en kalabalık ordusuydu. Çünkü her Türk erkeği asker sayılırdı. Eli silah tutan herkes askeri eğitime tabi tutulurdu.
Kadınlar da erkekler gibi yeri geldiğinde savaşırdı.
Türk komutanı Mete zamanında, askerler (akıncılar) tamamen atlıydı. Her askerin (akıncının) en az iki tane atı bulunur, birisi yorulunca diğerine biner, savaşçılar at üstünde uyur, yemeğini bile at üstünde yerdi.
Türkler demiri işlemekte çok mahirdi. Yaptıkları silahlar pek ünlü olduğu için diğer devletler bu silahlardan satın almak için büyük çaba gösterirdi. Bu dönem savaş sanayinde en üstün millet Türklerdi.
Tarih sahnesine çıktığından itibaren her zaman büyük devlet özelliğini korumuş olan Türkler için hükümdar, insanüstü bir varlıktı.
Türk kağanında Tanrılık vasıfları olduğuna inanılırdı. Bundan dolayı Kağan, Türklerde kutsal sayılırdı.
Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan şöyle tarif edilmektedir:
“Tanrı’ya benzer, Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan.”
Türk kağanı, Tanrı’nın iradesini yerine getirmek için Türk milletinin başına geçmiştir.

Bilge Kağan bu konuda şöyle diyor:

“Tanrı irade ettiği için, Kağan mevkiine oturdum.”
Türk kavmi, değerine inandığı başbuğuna körü körüne bağlıydı ve her emrine itaat ederdi. “ Büyük Kurultay ” denen danışma meclisi varsa da, bu danışma meclisinde başbuğun sözü son sözdü.
Türkler, uzak yakın demez en uzak ülkelere ayak basar basmaz sanki yüzyıllardır bu ülkeleri yönetiyormuş gibi hareket eder hemen orada bir örgütlenme yaratırlardı.
Her Türk gittiği yere tabi olmaz mutlaka başa geçer yönetmeye başlardı.
MÖ 36 yılında bir Türk hükümdarı bu konuda şunları söylemişti:
“Boyun eğmeyeceğiz. Çünkü öteden beri Hun’lar kuvveti takdir eder, uyruk olmayı adilik sayar. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde yabancıları titreten bir ulus olduk. Zira biliriz ki, savaşçıların kaderi, savaşta ölümdür. Biz ölsek de, kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.”

Bu nedenle devleti yöneten hanedanın her erkek üyesi (Tigin), daha çocuk denecek yaşta bir bölgenin askeri genel valiliğine getirilir ve o ülkeyi yarı bağımsız bir şekilde adeta bir hükümdar gibi yönetirdi.

X. yüzyılda yaşamış ve 1058 yılında ölmüş Arap yazarı İbni Hassul, Türkler hakkında yazdığı bir yazıda özetle şu değerlendirmeyi yapmıştı:

“Bütün kavimler arasında yiğitlik, savaşçılık bakımından Türklerden üstün, büyük hedefe ulaşmak için onlardan daha dirayetli hiç biri yoktur. Cenabı Hak onları arslan sıfatında yarattı. Onlar, bozkırlara, otsuz ve ocaksız çöllere de alışıktırlar. Zaruret halinde pek aza kanaat getirerek, gün geçirecek kadar dayanıklıdırlar. Türk, göbeği kesildiği andan itibaren, askerin başbuğu, bölgenin emiri olmaktan başka bir şey düşünmez. Türklerin en büyük vasfı, bir toplumun başına geçmekteki istidatlarıdır. Doğuştan hükümdar ve komutan olmak, emir vermek ve toplumları idare etmek için yaratılmışlardır. Mesela Türklerin anayurtlarına en uzak yerlerden olup Türkçeyi hiç bilmeyen Mısır’ı ele alalım, isterseniz Irak’ı misal gösterelim: Bu ülkelere giren bir avuç Türk, derhal bu memleketlere hakim olmuşlardır.”


..

Her Yurtsever Türk Kuvayi Millici Gerilladır


Her Yurtsever Türk Kuvayi Millici Gerilladır



Turhan Feyizoğlu 

Doğan Avcıoğlu için…

Elleri arkasında yürüyordu,
Kumsal boyunca,
Memleketi nasıl kurtarayım diye,
Ölmek için,

Can Yücel

Türk ve Türkiye düşmanı, emperyalizme maşalık-uşaklık yapan hain ve alçaklar tarafından Şırnak’ın Güçlükonak ilçesi yakınlarında 4 Nisan 2006 tarihinde kahpece yapılan saldırıda yurtsever vatandaşlarımızdan Mersinli jandarma komando uzman çavuş Murat Tutal, Ankaralı jandarma komando onbaşı Mükremin Başaran, Ordulu komando er Adem Öğlü, Sinoplu jandarma komando er Fatih Erer ile İzmitli jandarma komando er Ümit Balkan, Bingöl’ün Genç İlçesi’nde de, polis karakoluna düzenlenen roketatarlı saldırıda güvenlik görevlisi Cihan Bayık şehit oldu.

Onlar Türk tarihinin unutulmazları arasına girdi. Onları unutmayacağız.
Onlar kuvayı milliciydi.
İsmi üzerinde: “ Kuvayı millici ”.
Yani “ Milli Güç ”.
Milli güç ne yapar? “Milli güç” gibi hareket eder.
Yurdu için ne gerekiyorsa onu yapar.
Kuvayı millici yurdu için ne kadar çaba gösterirse bilsin ki kendisi içinde o kadar çaba gösteriyordur.
Kısaca ve özce: Yurt için çaba göstermek kendisi için çaba göstermek demektir.
Yurt demek kendin demektir kuvayı milliyeci için.
Yaşadığın yer huzurlu ise kendinde huzurlusun demektir.
Yaşadığın yer cennet gibiyse kendinde cennet gibi yerde yaşıyorsun demektir.
Kuvayı millici yurtla eş anlamlıdır.
Mustafa Kemal’in “Gençliğe” hitabesindeki, “Bursa Nutku”ndaki genç gibi olacak.
Düşmanıyla savaşacak. Onu yok edecek.
Yurdunun bağımsızlığı konusunda ölüm onun için amaç olacak.
Fakat kırılan bir dalın da acısını yüreğinde hissedecek ve ağlayacak.
Nazım’ın dediği gibi:

“Bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine”, yaşamasını özümseyecek.
Çok çalışacak. Yaptığı işte en iyisini yapacak.
Dürüst olacak.
Ali Kuşçu, Farabi, İbn-i Sina, Akşemseddin, Biruni gibi araştıracak-bilgili olacak.
Yunus Emre gibi derviş olacak.
Pir Sultan Abdal gibi aşkı bilecek.
Köroğlu gibi ağalara meydan okuyacak.
Hazerfen Ahmet Çelebi gibi yaratıcı olacak.
Fatih Sultan Mehmet gibi 21 yaşındayken yeni ülkeler fethedecek.
Şiir okuyacak. Sevdalanacak.
Çiçek yetiştirecek. Ağaç dikecek.
Türkü söyleyecek, şarkı mırıldanacak.
Günce tutup, öykü yazacak.
Hayal kuracak. Yorum yapıp, gelecek üzerine düşünce üretecek. Eylem yapacak.
Türkiye’nin toplumsal konuları olan ekonomi, kültür, eğitim, sağlık gibi her alanında savaş içinde olacak.
Her Türk yurtseveri, kuvayı millicisi bu savaşta yerini almalı gerilla olmalı.
Burası bizim yurdumuz.
Emperyalizm tarafından maşa gibi kullanılanlar bizim yurdumuzda Türke ve Türk devletine saldırıyor.
Yurtsever kuvayı millici, sokağa in Türk ve Türkiye düşmanlarıyla çatış.
Eylem yap. Gösteri düzenle.
Türk ve Türkiye düşmanları korksun. Trabzon’daki, Bursa’daki, Adapazarı’ndaki eylemler gibi.
Bu eylemleri yapanlara minnettarız. Destekliyoruz. Onların yanındayız.
Bu eylemlerden nasıl korktular emperyalizme maşalık-uşaklık yapanlar.
Türk ve Türkiye’ye düşmanlık yapan bundan anlar.
Yurtsever Türk kuvayı millicisi, Türk ve Türkiye düşmanını ezecek, yok edecektir.
Yurtsever Türk kuvayı millicisi. Bu eylemlerden de gördüğün gibi:
Hoşt desen o itler korkar.
Eline taş al at o itler kaçar.
Çünkü onlar satılmış maşalardır. Emperyalizme bağlı olarak çıkar için hizmet eden bu satılmış uşaklar-maşalar korkaktır.
Türk ve Türkiye düşmanları tarihte vardı şimdi de var.
Türk kuvayı millicileri.
Türk ve Türkiye için şehit olan Türk yurtseverlerini unutmamalı.
Çanakkale’de şehit olanlar yurtları için neler yaptılar, unutma.
Liseli ve üniversiteli yurtsever Türk gençleri de oraya yurtlarını korumak için gitti şehit oldu.
Onlar nasıl yaptıysalar sen de yapabilirsin.
Kuvayı millici ruhun olursa her şeyi yapabilirsin.
Yurtsever kuvayı milliciler.
Bu ülke bize atalarımızdan miras kaldı.
Bu mirası korumalıyız
Bu mirası koruduğumuzda kendi geleceğimizi de korumuş olacağız.
Bu mirası koruyacak güçler bellidir.
Tarihten örnek veriyorum.

Mustafa Kemal, 22 Şubat 1931 tarihinde Konya’da yaptığı konuşmada bu güçleri şöyle belirtiyordu:

Arkadaşlar, bütün tarih bize gösteriyor ki, uluslar yüksek amaçlarına ulaşabilmek istedikleri zaman, karşılarında üniformalı çocuklarını buldular. Tarihin bu genelliği içinde yüksek bir istisna, bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki, Türk ulusu, ne vakit yükselmek için bir adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima öncü olarak ulusal amacı gerçekleştiren kendi kahraman çocuklarından kurulu Ordusunu görmüştür.
Bunun içindir ki, Türk ulusu, tehlikelere karşı elinde kılıç yürümeye hazır bulunan kahraman çocuklarına derin bir güvenlik beslemiştir. Ve bu güvenliği daima besleyecektir. Bundan sonra da Türk ulusunun yüce ülküsünün gerçekleşmesi için kahraman evladı en önde gidecektir.
Arkadaşlar, Ordu’dan konuşurken, memleketin gerçek sahibi olan Türk ulusunun aydın evlatlarından söz ediyorum. Bu evlatlar içinde şüphe yok ki, yarının kahramanlarını yetiştiren eğitimcilerimiz dahildir. Gerektiğinde derhal elbise değiştirerek gereken yere başını veren ve Ordu ile birlikte yürüyen öğretmen arkadaşlarımız dahildir.
Ben Yüksek Ordumuzun subaylarından ve onlarla birlik olan Türk’ün aydın evlatlarından konuştuğum zaman, ilmen ulusal kahramanlığa hazır bütün Türk Gençliğinden söz ediyorum.”

Kuvayı millici demek sadece askerlik yapanlar anlaşılmamalı.
Kuvayı millici dendiğinde bütün güçler anlaşılmalı.
Yani ülkesi için her alanda savaşan, mücadele eden herkes kuvayı millicidir.
Bu coğrafyada savaş, sorun hiç bitmez.
O nedenle Mustafa Kemal’in belirttiği gibi, “Gerektiğinde derhal elbise değiştirerek gereken yere başını veren ve Ordu ile Birlikte yürüyen” güçler olunacak.

Bu gerilla gibi hareket etmek demektir.

Öyleyse herkes Türk ve Türkiye için gerilla gibi her alanda yapılan savaşa.
Kurtuluşumuz her alanda gerilla gibi yapılan bu savaşa bağlı.
Savaş derken aklımıza hep askerlerin cephede yaptığı savaş gelmesin.
Kültür, sanat, ekonomi alanında da savaş akla gelmeli.
Hayatımız her alanda bir savaş değil mi?



..

Türk'ün Dünyadaki Nüfusu ve Nüfuzu Bu Vatan Kimin?


Türk'ün Dünyadaki Nüfusu ve Nüfuzu Bu Vatan Kimin?


Turhan Feyizoğlu


Bu Vatan Kimin?


Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır.

Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,

Hudutta gaza bayraklarından
Alnına ışıklar vuranlarındır.
Ardına bakmadan yollara düşen
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan

Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır.

İleri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.
Tarihin dilinden düşmez bu destan,
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,

Her taşı yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.
Gökyay’ım ne yazsan ziyade değil
Bu sevgi bir kuru ifade değil,

Sencileyin hasmı rüyada değil
Topun namlusundan görenlerindir.
Orhan Şaik Gökyay
Nüfus: Bir ülkede, bir bölgede, bir evde belirli bir anda yaşayanların oluşturduğu toplam sayı.
Nüfuz: Söz geçirme, etkili olma. Bir şeyin içine işlemek, geçmek. İnceliğine varmak anlamak.
Politikayı niçin yaparız? Ya da niçin politika yapılır?
Politika bireylerin ve toplumların gelişimi için yapılır.
Türkler, insanlık tarihinin en köklü milletlerinin başında gelir.
Dünya tarihini etkilemiş, yön vermiş, eski çağları kapatmış yeni çağlar açmış bir millettir.
21. yüzyılda da insanlık, tarihi bir dönemecin içinde bulunmaktadır.
Türkler, bu politikaya yön verebilir.
Bunun soruları tarihte yatmaktadır.
Eğer geçmişimiz iyi bilinirse geleceğimizi oluşturmak kolaylaşır ve politika yapmak, strateji oluşturmak geleceği kurmak kolaylaşır.
Yok eğer başkaları tarafından yönlendirilirsek iyi bir sonucun ortaya çıkacağını söylemek çok zor.
Bunun örneğini son üç yüz yıldır yaşamakta ve olumsuzluklarını her an görmekteyiz.
Yeni bir çıkış noktası bulunmalı.
İlk başta ve en önemlisi tüm Türkleri bir çatı altında toplayacak örgütlenmeyi yapabilmektedir.
Bu örgütlenme hiyerarşik bir yapı içerisinde olmalı ve başkanlık sistemiyle yönetilmelidir.
Başkanlık sisteminde toplumun genel yapısını oluşturacak olan (ekonomi, eğitim, adalet, askeri, sağlık, din, istihbarat gibi) her kurum bu başkanlık sisteminde temsil edilmeli, bir bütünlük içinde yönetilmelidir.
Burada ekonomik anlamda bir vatandaş olarak kişisel bir düşüncemi belirtmek istiyorum.
Yıllardan beri Avrupa Birliği (AB) için tartışılıyor.
Bu işbirliği Türkiye’ye yarardan çok zarar getirdi.
2006 yılının Ekim ayında yapılan bir maç karşılaşması için bir Macaristan TV kanalında yapılan değerlendirmede şunlar söyleniyordu:
“Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nu nasıl yendiysek sizi de öyle yeneceğiz.”
Bu zihniyet AB’nin ortak değerlendirmesidir.
AB’nin Türkiye’ye bakışı aşağıdaki fıkra gibidir:
“Yıl 2050. AB Komisyonu Başkanı odasında otururken yardımcısı içeriye heyecanla girer:
—Efendim, Türkiye tüm isteklerimizi yerine getirdi. Onları AB’ye alacak mıyız?
AB Başkanı:
—Yok canım, henüz olmaz. Git, duyur, Tüm Türkiye İngilizce konuşacak, Türkçe’yi yasaklıyorum.
—Efendim onu 5 sene önce yaptılar. Hatırlamıyor musunuz?
—O zaman söyle Kıbrıs’ı versinler.
—Efendim onu da 40 sene önce verdiler zaten...
—O zaman söyle Güneydoğu’ya özerklik versinler.
—Aman efendim, Türkiye’de Güneydoğu mu kaldı, 2020’de bağımsız devlet oldu ya orası zaten.
—O zaman söyle ermenilerin saçmalamalarını tanısın, kabul etsinler.
—Efendim, sadece ermeni değil, Pontus, Yunan, Bulgar, Rus, Ukrayna, Moldova saçmalamalarını bile tanıdılar, kabul ettiler. Hatta Çanakkale Savaşı’ndan dolayı İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda saçmalamalarını bile tanıdılar, kabul ettiler ya... Nasıl unuttunuz.
—Hmm. O zaman söyle, kokoreç yasaklansın.
—Aman efendim, onu yemeyi 2007’de bıraktılar.
—İsa aşkına, ya ne bileyim? Kınayı yasaklayın, yakamasınlar.
—Ooooo! Beyefendi, onu da çoktan bıraktılar.
AB Başkanı düşünüp taşınır ve;
—Eeee... Dağıtın o zaman Avrupa Birliği’ni...”
Bence ekonomik olarak Japonya ile daha çok işbirliğine gidilmeli. Japonya ile daha çok işbirliği, ekonomik anlamda bizi daha çok geliştirir diye düşünüyorum.
Devlet Başkanlığı sisteminin günlük politikası olmalı ama orada kalmamalı ve yüzyılları kapsayan programlar içinde hareket edilmelidir. Başarılı olmak, böyle yüzyılları kapsayan programlar ve stratejiler içerisinde hareket etmektir.
Evrensel tarih içinde düşünüldüğünde, hükümetlerin politikası gibi 5 yıllık, 10 yıllık 100 yıllık, 1000 yıllık ve sonsuz politikalar üretmeli ona göre strateji belirlemeli, çalışmalıdır.
Bunun için Türklerin tarihsel, kültürel, siyasi, askeri politik birikimleri-deneyimleri vardır.
Türk milletinin bu birikimine hiçbir topluluk-millet sahip değildir.
Peki bu birimim neden kullanılmıyor, harekete geçirilmiyor?
Bunu şimdilik bilmiyoruz.
Peki bu önemli birikim nasıl harekete geçirilebilir?
İlk başta: Geçmişten geleceğe tarih bilinci içinde uzanan bir zaman dilimi içinde bu milleti oluşturan her bireyin vatandaşlık bilinciyle hareket etmesi sağlanmalı.
Bunun için her birey örgütlenmeli. Her bireyi politikaya aktif olarak katmak için çaba gösterilmeli.
Üçüncüsü: Zamanı geldiğinde ortak hareket etmesi sağlanmalı.
Türk milletinin gücü önemlidir.
Yeter ki bunu harekete geçirelim.
Nüfus ve nüfuz.
Dünyanın her yerinde bir Türk bulunmaktadır.
Birey olarak sadece Türk yok.
Türklerin çalıştığı işyerleri, çalıştırdığı işyerleri var.
Kimisi öğretim üyesi, kimisi yönetici, kimisi işadamı, kimisi sanayici, kimisi sanatçı, kimisi yazar, kimisi emekçi, kimisi politikacı.
Türkler ayrıca değişik dergilerde, gazetelerde, web sitelerinde, televizyonlarda; kısaca bütün kitle iletişim araçlarında çalışıyor.
Hatta bazı kitle iletişim araçlarının sahipleri, yöneticisidirler.
Diplomaside Türkler her zaman ön plandadır.
Hepsi değişik kurumlarda örgütlü olan ve bu kadar çalışkan olan Türkler, nüfuzlarını güçleri oranında kullanıyorlar mı?
Türklerin birey olarak, topluluk olarak bulundukları ortamda, bölgelerde, ülkelerde bu nüfuzun her zaman var olduğu görülüyor.
Peki Türk’ün bu büyük gücü, bu büyük nüfuzu, Türk’ün ve Türkiye’nin ortak çıkarları için kullanılabiliyor mu?
Hayır.
Bu güç ortak anlamda politik olarak dünya politikasında hissedilmiyor, görülmüyor, kullanılmıyor.
Bu gücü kullanabilecek bir politika da şimdilik görünmüyor.
Türkler, bulunduğu her yere uyum sağlamış ve kişilikleriyle, çalışmalarıyla o topluma katkıda sağlayan bireyler olmuşlardır.
Türk’ün ve Türkiye’nin geleceği için bu gücün harekete geçirilmesi gerekli.
Türkün bu gücünü, bu nüfuzunu harekete geçirdiğimizde dünyaya geçmişte olduğu gibi şimdi de yön veren bir ülke haline geliriz.




****

27 Mayıs’a Doğru Öğrenci Gençlik Mücadelesi ve Kastro Nuri




27 Mayıs’a Doğru Öğrenci Gençlik Mücadelesi ve Kastro Nuri



Turhan Feyizoğlu




Politika, yaşamın bütün alanlarını kapsar. Bu nedenle, politika, düşündüklerinizi iktidara gelerek gerçekleştirmek için yapılır. İktidara gelmek, iktidarda olmak veya iktidarda kalmak kolay değildir.

Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde iktidar mücadelesine çok örnek verilebilir.

En yakın örnek, 1950’li yıllarda Demokrat Parti (DP)’ye karşı yürütülen mücadeledir.

Başta üniversite ve yüksekokulların bulunduğu büyük şehirler olmak üzere Türkiye’nin her yerleşim biriminde DP’ye karşı yapılan mücadeleler içinde Ankara, İstanbul ve İzmir’de yapılan mücadelelere kitlelerin katılımı çok yüksektir ve burada yapılan mücadeleler sonunda DP iktidarına son verilmiştir.
Bu kitlesel eylemlere katılanların çoğunluğunu üniversite öğrencileri oluşturmaktadır. Üniversite öğrencilerini yönlendiren örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerin başında yeralan liderler vardır. Bu liderlerden bir tanesi de Nuri Yazıcı’dır.

Nuri Yazıcı, 1 Ocak 1933’de doğmuş. 1950-1972 döneminde, toplumsal mücadeleler içerisinde yeralmıştır. Bunlardan bazıları ana hatlarıyla şöyledir.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın Cumhuriyet gazetesinin 2 Ocak 1958 Perşembe günkü nüshasında, “Meclis İç Tüzüğü’ndeki değişiklikler yasal değildir” başlığı adı altında bir yazısı yayınlanır.

6 Ocak 1958 Pazartesi günü, Demokrat Parti Genel İdare Kurulu adına Devlet Vekili Tevfik İleri’nin “Meclis İç Tüzüğü’ndeki değişiklikler anayasaya aykırı değildir” başlığı ile Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın şahsına ağır hücumları hedef tutan yazısı hem gazetelerde yayınlanır, hem de devlet radyolarında okunur.
Profesör Hüseyin Nail Kubalı’nın DP iktidarı tarafından, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınacağı haberlerinin yayılması üzerine İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri, 7 Ocak 1958 Salı günü, Anayasa Hukuku dersinde Profesör Hüseyin Nail Kubalı’yı desteklemek amacıyla gösteri yapar, onu alkışlarlar.
Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın DP iktidarının Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’nın emriyle üniversitedeki görevinden alınıp, Bakanlık emrine görevlendirmesi büyük bir tepki doğurur ve DP’ye yönelik muhalefeti arttırır.

Prof. Hüseyin Naili Kubalı’nın üniversitedeki görevine dönmesi için üniversite öğretim görevlileri, öğrencileri ve aydınlar tarafından büyük bir mücadele yapılır.
Sonuçta, DP iktidarı geri adım atmak ve Anayasa Hukuku Profesörü Hüseyin Nail Kubalı’yı görevine iade etmek zorunda kalır.

Prof. Hüseyin Nail Kubalı’nın İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki görevine geri dönmesi üzerine, bini aşan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi, 15 Nisan 1958 Salı günü, saat 10.30’dan itibaren Fakülte koridorlarında mahşeri bir kalabalık halinde toplanmışlardır. Heyecan, Anayasa Hukuku ders saati geldiğinde son haddini bulmuş, öğrenciler sınıfı hınca hınç doldurmuştur. Ders zili çaldıktan az sonra sınıfa giren Doç. Tarık Zafer Tunaya, kürsünün üzerinde, “Hürriyet uğruna Yarab; ne cezalar veriliyor” ibaresi yazılı bir kağıt görmüş ve ders yapılmasına imkan bırakmıyan heyecanlı kalabalıkla karşılaşmıştır. Öğrencilerin Kubalı için yaptıkları tezahürat sınıfta büyük bir uğultu yaratmıştır. Doç. Tunaya, bunun üzerine,
“Bu durum karşısında derse devam edemiyeceğiz” diyerek sınıfı terketmiştir.
Dekan Vekili Ord. Prof. Ferit Hakkı Seymen’in gayretine rağmen ikinci ders hiç yapılamamıştır.
Öğrenciler arasında, “Rektörlüğe sessiz yürüyüş” parolası birden yayılmış ve yürüyüş başlamıştır. Koridorları bir insan seli halinde geçen öğrenciler, üniversite bahçesine çıktıklarında, “ıslıkla”, “Dağ başını duman almış” marşını çalmağa başlamışlar ve böylece Rektörlük binası önüne gelmişlerdir. Öğrenciler, burada, tempo halinde, “Rektör, rektör” diye bağırarak Rektörün karşılarına çıkmasını istemişlerdir. Rektör, bu esnada, İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki Üniversitelerarası Kurul toplantısında bulunuyordu. Bunu öğrenen öğrenciler tekrar geri dönmüşler ve “ Dağ başını duman almış ” marşını söyleyerek, üniversite bahçesindeki Atatürk Anıtı’nın etrafında toplanmışlardır. Burada, İstiklal Marşı söylendikten sonra, “Ya ya ya, şa şa şa, Kubalı, Kubalı çok yaşa” temposu ile üniversite merkez binasına giren öğrenciler, tezahürata aynı şekilde koridorlarda da devam etmişlerdir.
Öğrenciler daha sonra Dekanın odasının önüne gelerek, Dekanı istemişler ve tempo halinde, “istifa... istifa...” diye bağırmışlardır. Dekanın da İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki toplantıda olduğunun öğrenilmesi üzerine kafile bu defa: “Ya ya ya, şa şa şa, Sıddık Sami çok yaşa” diye bağırarak, Sıddık Sami Onar’ın odasının önüne doğru ilerlemiş ve orada Prof. Ragıp Sarıca lehinde de tezahürat yapılmıştır. Bağırışları koridorları çınlatan öğrenciler, böylece Kubalı’nın müdürü bulunduğu Mukayeseli Hukuk Enstitüsü’nün önünden geçerek, İdare Hukuku ve Ceza Hukuku Enstitülerinin bulunduğu kata çıkmışlar ve tezahürata burada da devam etmişlerdir.
Öğrencilerin bu hava içinde iki saate yakın süren gösterileri, başladığı yerde son bulmuştur. Aynı kalabalık öğrenci kafilesi, tekrar birinci sınıfı doldurmuş, burada İstiklal Marşı söylenerek dağılınmıştır.
Öğrencilerin eylemlerini izleyen yüzlerce sivil polis, bu sırada herhangi bir müdahalede bulunmamıştır.
İstanbul Ünivesitesi Hukuk Fakültesi’nden bir grup öğrenci, eylemlerden sonra Prof. Hüseyin Nail Kubalı’yı evinde ziyaret etmiştir. Öğrenciler, Kubalı’nın evinin etrafında tertibat alan polislerin engel olabileceği düşüncesiyle eve ayrı ayrı girmişlerdir.
Prof. Hüseyin Nail Kubalı, öğrencilerine, hakkında gösterdikleri sevgi dolayısıyla teşekkür etmekle beraber, vekar ve sükunet içinde derslerine devam etmelerini tavsiye etmiş, nasihatta bulunmuştur.
Prof. Kubalı’nın evinin önünde iki şef, dört emniyet amiri idaresinde yüzden fazla polis tertibat almış ve eve giren-çıkanları dikkatle izlemiş, not almışlar, bu arada, Prof. Kubalı’yı ziyaret eden 20 kadar öğrencinin de hüviyeti tespit edilmiştir.
İstanbul Üniversitesi’nde büyük bir öğrenci topluluğunun Prof. Hüseyin Nail Kubalı’ya olan bağlılıklarını göstermek amacıyla yaptıkları eylemler ve “sessiz yürüyüş”ler üzerine İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu, 16 Nisan 1958 Çarşamba günü, saat 09.00’ dan 14.00’e kadar süren önemli bir toplantı yapmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Hıfzı Timur, Dekan Vekili Ord. Prof. Ferit Hakkı Seymen ve Ord. Prof. Sulhi Dönmezer’den müteşekkil yönetim kurulu, üniversitede meydana gelen olayların “elebaşıları” oldukları idda edilen 15 öğrenciyi tespit etmiş ve bunlardan yedisini sorguya çekmiştir.
İlk sorguya çekilen Nuri Yazıcı adında bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olmuştur. Yönetim kurulu üyeleri, Nuri Yazıcı’ya, MTTB Hukuk Derneği’nin, olayların, “organizasyonu” ile bir ilgisi olup olmadığını sormuşlardır. MTTB Hukuk Derneği İdare Heyeti üyesi olan Nuri Yazıcı, Derneğin bu olaylarla kat’iyen ilgisi bulunmadığını belirtmiş ve gerekirse idare heyetinin Karar Defteri’ne bakabileceklerini söylemiştir.
Bu arada, kurul, Nuri Yazıcı’nın aynı zamanda, tebeşirle tahtaya, “Rektörlüğe doğru sessiz yürüyüş” yazısını yazdığını ileri sürmüştür. Yazıcı, buna karşılık olarak, yazıyı bütünüyle kendisinin yazmadığını söylemiş ve tahtada “sessiz” kelimesi, “sesiz” olarak yazılmıştı. Ben sadece bir (S) harfi ilave ettim” demiştir.
Nuri Yazıcı, ilk sorgusundan sonra hemen serbest bırakılmamış ve ayrı bir odaya konularak tecrid edilmiştir. Nuri Yazıcı, saat 09.00’ dan 14.00’e kadar kapatıldığı odada kalmış ve fasılalarla birkaç defa daha sorguya çekilmiştir.
Nuri Yazıcı, disiplin kurulu toplantısı bittikten sonra serbest bırakılmış ve hakkında kesin bir karar verilinceye kadar “üniversite içine girmekten men” edilmiştir.
Yönetim kurulu, Nuri Yazıcı’dan sonra, Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı Sedat Börekoğlu ve iki idare heyeti üyesi Rıza Fırtına ile Okay Ergun’un ifadelerini almıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Hıfzı Timur, sorguya çekilen öğrenciler hakkında yönetim kurulunun henüz bir karara varamadığını söylemiş ve bu öğrencilere “öğrenci disiplin yönetmeliğinin ilgili ceza hükümlerinin uygulanacağını” belirtmiştir. Prof. Hıfzı Timur, öğrencilere verilecek cezaların, ağırlığına göre bir hafta uzaklaştırma cezası ile müebbeden tard arasında değişebileceğini ifade etmiştir.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Hıfzı Timur, Ord. Prof. Sulhi Dönmezer, Prof. Ferit Hakkı Saymen ve Prof. Bülent Davran’dan müteşekkil Yönetim Kurulu, 24 Nisan 1958 Perşembe gününden itibaren öğrencileri sorguya çekme vazifesini Ceza Kürsüsü profesörü ve doçentlerinden müteşekkil disiplin kuruluna devretmiştir.
Saat 10.30’da Ord. Prof. Sulhi Dönmezer, Doçent Sahir Erman, Doçent Kemal Oğuzman ve Prof. Naci Şensoy’dan teşkil edilen Hukuk Fakültesi Disiplin Kurulu, 37 öğrenciyi bir odaya toplamış ve bu öğrencileri yazılı olarak sorguya çekmiştir. Böylece adeta bir yazılı imtihan şeklini alan sorguya çekilme sırasında öğrencilere kağıtlar dağıtılmış ve bu kâğıtlarda yazılı suallerin cevaplandırılması onlardan istenmiştir.
Bozkurt Nuhoğlu, Nuri Yazıcı ile nasıl tanıştığını ve onunla katıldığı ilk eylemlerini şöyle anlatmıştır:

“İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydımı 1958-1959 öğretim döneminde yaptırmıştım. Nuri Yazıcı ile Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken tanışmıştım. Nuri Yazıcı, o zaman bir öğrenci lideriydi. Fidel Castro, Che Guevera ve arkadaşları, Küba’da ihtilal yaptığı için Nuri Yazıcı’ya da paralel olarak ‘Kastro Nuri’ ismini takmışlar arkadaşları. Ona herkes ‘Kastro’ derdi. Kastro Nuri’nin ilginç bir yöntemi vardı. Üniversitenin giriş kapısında bekler gözüne kestirdiği, istikbalde militan olabilecek öğrencileri hemen gözucuyla seçer, yanına çağırırdı. Bir günde beni tam kapıdan geçerken, ‘Bir dakika bakar mısın?’ diyerek yanına çağırdı. Yanına gittim. Beni sarıldı öptü. Hiç tanımadığım bir adam. Nuri Yazıcı 1933 doğumluydu. Benden 6 yaş büyüktü. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi öğrenciliğini bırakıp İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gelmişti o zamanlar. ‘İyi bir delikanlıya benziyorsun. Seninle iyi işler yapabiliriz burada. Sen benden ayrılma’ dedi. ‘ Peki seni nerede bulabilirim? ’ diye sordum. ‘Ben her gün okuldayım’ dedi. Ben böylece Kastro Nuri’ye takılmaya başladım. Bana göre çok entelektüel, çok hazır cevap, korkusuz, futursuz, hiç kompleksi olmayan bir arkadaştı. Ben lisede iken öyle ciddi bir entelektüel eğitim görmediğim için üniversitede insan ilişkilerinde korkaktım, ürkektim ve çekingendim. Ama Kastro Nuri’de hiç böyle bir durum yoktu. Ataktı. Kız, erkek ilişkilerinde çok iyi ilişkiler kurardı. Her türlü tartışmaya, eyleme ve çatışmaya müsait bir adamdı. Üniversiteki öğrenci hareketine Nuri Yazıcı nedeniyle karıştım. Benim ilk polisle karşılaşmam 4 Mayıs 1959 Pazartesi günü oldu. DP iktidarı baskı yöntemini alabildiğine artırmıştı. Dört kişilik grupları gösteri yürüyüşleri kapsamına alabilmek için yeni bir Gösteri Yürüyüşleri Yasası taslağını Meclise sundular. CHP Genel Başkanı ve ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü, bu yasa tasarısına karşı çıktı, ‘Bu yasayı Meslisten geçirirseniz dünyayı başınıza yıkarım’ dedi.
1 Mayıs 1959’da CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün başına Uşak’ta DP’liler tarafından taş atıldı. Kurtuluş Savaşı döneminde kumandanlık yaptığı karargaha sokmadılar. İnönü, Uşak’tan İstanbul’a gelmek için bir program düzenledi. Biz de, muhalefet lideri ve Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü’yü Topkapı’da karşılayalım dedik. 4 Mayıs 1959 Pazartesi günü, elimde bir karanfil Topkapı’ya gittim. Karanfili Kurtuluş Savaşı lideri İsmet İnönü’ye vereceğim o çocuk sıfatımla. Topkapı’ya gittiğimizde gördük ki DP’nin sivil milisleri de orada. Müthiş bir arbede oldu orada. Polisler ve DP’li milisler, İsmet İnönü’yü karşılamaya gelenlere saldırdı. İlk defa orada meydan dayağı yedim polisten ve şaştım kaldım. O güne kadar polis konusunda şöyle bir fikrim vardı: Polisler insanlara yardımcı, yol gösterici, düşeni kaldıran, hukuk için yol gösteren üniformalı kişiler. İlk defa orada meydan dayağı ile karşılaşınca tepki duymaya başladım polislere. İkinci dayağı bu olaydan kısa bir süre sonra Sultanahmet’te yedim. CHP’den birisi geldi, ‘Sultanahmet’te CHP İl Merkezinde İsmet İnönü yarın sizin öğrenci şebekelerinizi imzalayacak’ dedi. Keşke o öğrenci şebekesini saklayabilseydim. Ne kadar tarihi bir anı olurdu. Kalabalık bir üniversiteli grubu ile Sultanahmet’e gittik. Kuyruğa girdik. Öğrenci şebekelerini o dönem talebe örgütleri veriyordu. İnönü, herkesin öğrenci şebekesini imzalamaya başladı. Sadece bir imza. Sonra topluluğa bir konuşma da yaptı. İnönü’nün sesi biraz boğuk olduğu için konuşmayı hiç anlıyamadık. Alkışladık falan. İkinci gün gazetelerde bize şöyle dediğini öğrendim: ‘Gençler! O kadar güzel günler göreceksiniz ki, bugünleri hatırladığınız zaman oyuncaklarını hatırlamış bebekler gibi güleceksiniz.’ Şebekelere imza atıldı. Oradan ayrılırken birdenbire polislerin saldırısına uğradık. Kastro Nuri de yanımdaydı. Beraber gitmiştik. Ben bir ara polislerin elinden kurtuldum. Ya da Nuri Yazıcı çekti aldı polislerin içinden. Adliye Sarayı o zaman bitmemişti. Yeni yapılıyordu ve inşaat halindeydi. O inşaatın arasında tepe olan bir yere doğru çıktık. Ben gene fırlayıp polislerle kavga etmek istedim. Nuri Yazıcı çekti beni, ‘Çıldırdın mı’ dedi. ‘Ama bize küfrediyorlar’ dedim. ‘Ama biz daha kalabalığız. Önemli değilki onların küfür etmesi. Biz de onlara küfrederiz. Polisle dövüşmeyeceksin. İlk fırsatta kendini kurtaracaksın’, dedi. İlk militanlık dersimi o zaman o olayla Kastro Nuri’den almıştım. Polise yakalanmıyacaksın. Kaçacak, kendini kurtaracaksın.”

Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), ilgili makamlara müracaat ederek, “irticayı kınamak” için gösteri müsaadesi istemiş, fakat kendilerine gereken izin DP hükümeti tarafından verilmemiştir. MMTB yöneticileri, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar’a başvurarak sadece üniversite içinde bir sessiz yürüyüş yapmak talebinde bulunmuşlar, Prof. Sıddık Sami Onar da gereken izni vermiştir. Bunun üzerine MTTB idarecileri, beş kişilik bir heyet halinde, 9 Ocak 1960 Salı günü, saat 13.30’da, İstanbul Üniversitesi’ndeki Atatürk heykeline çelenk konmasına karar vermişlerdir.
Ancak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube polis memurları, sabahın erken saatlerinde MTTB Başkanı Yaşar Özdemir’i evinden alarak, Emniyet Müdürlüğü’ne götürmüş, diğer idarecileri de Birlik merkezinde göz hapsine almışlardır. Ayrıca, çelengin sipariş edildiği çiçekçiye giden polisler, heykele konulacak çelengin yapılmasına mani olmuşlar ve nöbet beklemişlerdir.
MTTB idarecilerini evlerinden alarak Emniyet Müdürlüğü’nde ve Birlik binasında gözaltında tuttukları için, MTTB yöneticileri, gösteriye gidememişler ve durumdan habersiz olan kalabalık da yürüyüş saati geçtiği için büyük çoğunluğu dağılmaya başlamış, Atatürk heykeli önünde bir saygı duruşu yapmak isteyen 200 kadar üniversite talebesi, saat 13.20’de, sıra halinde heykelin önüne geldikleri zaman, bir talebe, yaptığı açıklamada, Atatürk’ün hatırası için bir dakikalık saygı duruşundan sonra, İstiklâl Marşı’nı söyleyip, sakin bir şekilde dağılacaklarını bildirmiştir.
Bu sırada bir üniversite öğrencisi, bahçede “irticaı kınama” gösterisi yapan iki yüz kişilik öğrenci topluluğuna, “İrtica var mı ki? Neyi kınayacaksınız?” diye laf atmış, gösteri yapanlar, bu öğrenciye, “yuh” sesleri ile karşılık vermiştir. Bu esnada, üniversite binasının kapıları mütad hilafına memurlar tarafından kapatılmakta ve kilitlenmekte idi. Etraf sivil polisler tarafından sarılmıştı. Bu arada, İstanbul Üniversitesi Genel Sekreteri bahçeye gelmiş ve talebelerden dağılmalarını rica etmiştir. Fakat gençler, kararlarını değiştirmemişlerdir. Bilahare talebeler, “Dağ başını duman almış” marşını söyleyerek Atatürk heykelinin önünde dizilmişlerdir. Aralarından bir talebe, kendilerini Atatürk için bir dakikalık saygı duruşuna davet etmiştir. Bu arada üniversite bahçesinin büyük kapısı da polis tarafından kapatılmıştır. Talebeler, saygı duruşundan sonra İstiklal Marşı’nı söylerken, dört cip ve bir kamyonetle, coplu ve gaz bombalı polisleri taşıyan polis arabaları büyük bir hızla bahçeye girmişlerdir. Bir anda etrafı saran polisler, İstiklal Marşı söylemekte olan devrimci gençleri copla döğerek dağıtmış, Bumin Yamanoğlu, İstiklâl Marşı’nı idare eden genci döverek polis jeep’ine sokmuştur. Polisler, ayrıca, 16 talebeyi gözaltına alarak polis arabalarına doldurmuşlardır.

Gözaltına alınanlardan bir tanesi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Öğrenci Derneği’nden Nuri Yazıcı’dır.

Birinci Şube’de nezaret altına alınan 16 öğrenci, saat 23.00 sıralarında serbest bırakılmışlardır. Serbest bırakılan öğrenciler, polisler tarafından dövüldüklerini açıklamışlardır.
Nuri Yazıcı, Mete Akıncı ve Cengiz Yüksel adlı devrimci öğrenciler, muhtelif yerlerinden bereli olup, diğer öğrencilerle birlikte, dövülme olayını tespit gayesiyle, doktor raporu almak için teşebbüse geçmişlerdir.
Bunlar arasında olan Nuri Yazıcı ise gece yarısı serbest bırakıldıktan sonra ayakta duracak hâl ve takati kalmamış bir halde kendisi ile görüşen gazetecilere vücudunun muhtelif yerlerindeki çürük ve morlukları göstererek Birinci Şube’de hususi bir odaya kapatıldığını ve polis memurlarından Bumin Yamanoğlu tarafından insafsızca dövüldüğünü açıklamıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Nuri Yazıcı, şunları söylemiştir:
“Emniyet Müdürlüğü’nde ifademi alırlarken bana, ‘MTTB’nin gösterisine izin verilmediği halde niçin katıldınız? Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nu bilmiyor musunuz?’ sualini sordular. Cevap olarak: ‘Bu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na girmez. Zira yürürlükteki Üniversiteler Kanunu’na göre, Rektörün izni olmadan, polis üniversiteye giremez. Üniversite bahçesi de üniversitenin müştemilatıdır. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, üniversitenin içinde tatbik edilemez. Polis, Üniversite Kanunu’na bu suretle ağır bir saldırıda bulunmuştur. Kaldı ki, İstiklal Marşı söylemek, Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’na hiç girmez’ dedim. Bu ifadem üzerine evvelce bana husumeti bulunan siyasi polis memuru Bumin Yamanoğlu, beni çağırarak, küçük bir odaya aldı. Şapkamı eli ile gözlerimin üzerine çekerek, yoruluncaya kadar suratıma, sırtıma, mideme vurdu. Şimdi, Adli Tıp’dan dayak yediğime dair rapor almağa gidiyorum.”
Polisler tarafından dün dağıtılan eylemden alınarak emniyet müdürlüğüne götürülen ve burada Bümin Yamanoğlu adındaki polis memurunun yumruk ve tokatlarıyla dövülen Nuri Yazıcı, 10 Ocak 1960 Pazar günü, rapor almak için hastahaneye müracaat etmiştir. Kendisine Beyoğlu Belediye Hekimliği tarafından beş günlük rapor verilmiştir. Vücudunda yara ve bere izleri bulunan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Münazara Kolu Başkanı Nuri Yazıcı, kendisini dövdüğü iddiasıyla Birinci Şube polislerinden Bumin Yamanoğlu hakkında dava açacağını bildirmiştir.
16 üniversitelinin emniyet müdürlüğüne götürülmesi ve burada bir kısmına dayak atılması nedeniyle gazetecilere bir açıklama yapan Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Yaşar Özdemir, şunları söylemiştir:
“Bu olay ile üniversite muhtariyetinin zedelendiği düşüncesindeyiz. Bumin Yamanoğlu adındaki polisin arkadaşlarımıza atmış olduğu dayak ve tekmeleri Atatürk sevgisine ve Atatürk gençliğinin haysiyetine atılmış olarak kabul ve ilan ediyoruz.”
Yapılan açıklamada, Milli Türk Talebe Birliği’nin avukatları bu herkesi döven polis hakkında dava açmaya karar vermiştir.
27 Mayıs 1960 ihtilaline yolaçan, en önemli olaylardan birisi olan 28 Nisan 1960 olayların başlatıcısı olarak anlatılan “Kastro Nuri”nin bu süreç içindeki katkılarına yakından tanık olanlarla söyleşi yapmıştım.
Raif Ertem, bu konuda özetle şunları anlatmıştı:
“27 Nisan’ı 28 Nisan’a bağlayan gece. Artık aramızda yok. Nuri Yazıcı (Kastro Nuri) ile birlikte. Yurtları dolaştık. Sabah. 28 Nisan 1960. Hukuk Fakültesi’nin birinci anfisine geldik. Nuri Yazıcı kürsüye çıktı. Söz aldı. Olayları anlattı. ‘Artık hukuk okumanın bir anlamı kalmadı’ dedi. Siyasi Partiler ve Bir Kısım Basın hakkındaki yasadan sonra. Hukuk okumanın anlamı kalmamıştı. Üniversitenin bahçesinde toplandık. Vilayete doğru yürüyüşe geçtik. Turan Emeksiz vuruldu, öldü. Kucaklayarak arabaya koyduğum anı unutamam. Hüseyin Onur, Cengiz Ballıkaya yaralandı. Hüseyin Onur bir ayağını kaybetti. Alp Kuran akıl hocası. Hocamız. Sonra, arka yollardan Sirkeci üstünden Vilayet’e gitmeye karar verdik. Gittik. Vali odasına aldı. Çay kahve içirdi. Arabalarla evlerimize dek gönderdi. Ertesi günü. Beyazıt, Cağaloğlu yörelerinde resimlerimiz. ‘Yakalanacaktır. Kaçarsa vurulacaktır.’ Hakkımızda vur emri. Verilmişti.”
Bozkurt Nuhoğlu da, 28 Nisan olayları hakkında özetle şunları anlatmıştı:
“28 Nisan’ın tek hazırlayıcısı Kastro Nuri idi. 28 Nisan olaylarının ateşleyicisi, örgütleyicisi Kastro Nuri idi. Çünkü, böyle bir olayın patlak vereceğini seziyordu. Tahmin ediyorum askerlerden de kesin sinyali vardı. Akşam-sabah bir darbe olacağını biliyordu. Ama benim haberim yoktu. Kastro Nuri, ilginç yönleri olan birisiydi. Ben ona her konuda sürekli sorular sorardım. O da bana, “Bana soru sorma. Sadece dediklerimi yap” derdi. Karşı koyunca, ‘Sen hiç bir zaman iyi bir militan olamayacaksın’ derdi. Bunu o kadar çok tekrarlardı ki, ‘Sen militan olamazsın. Çünkü sen devamlı bana soru soruyorsun. İyi militan soru sormaz. Yapar’, derdi. Ben bu söylenenin ne kadar doğru bir tanımlama olduğunu günün birinde kitleleri sevketmeğe ve idare etmeğe başladığım zaman anladım. Çünkü gerçekten çok doğru bir tanımlama yapıyor. Orada doğru bir şey yapıyor. Eylem anında sorunun yanıtını sana verirse zaten esprisi kalmıyor. Neden? Zamanı yok hareket içinde. 28 Nisan günü anfide olağanüstü bir kalabalık vardı. Kastro Nuri, sabahın saat 10.00’unda, anfiye geldi ve birdenbire fırladı kürsüye konuşmaya başladı. Kısa bir konuşma yaptı ve sözlerini Namık Kemal’in bir şiirinden bir dizeyle bitirdi:
“Artık burada oturup hukuk eğitimi yapmamızın bir anlamı kalmamıştır. Tahkikat Komisyonu’nun yeni aldığı kararlar hukukçuların şeref ve haysiyetine indirilen ağır bir darbedir. Hepimizi dışarıda bir mücadele bekliyor, bu hürriyet mücadelesidir. Fazla bir şey söylemeyeceğim. Yalnız Namık Kemal’in bir şiirini size hatırlatacağım:
Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bu
azimetten.”
Kasro Nuri yukarıdaki konuşmayı yaptı ve kapıya doğru yürümeye başladı. Çevresi zaten bizim gibi militanlarla doluydu. Biz de yürümeye başlayınca bütün anfi boşaldı. Topluluk halinde Rektörlüğe doğru yürüdük. Rektörlükten sonra olay üniversiteden dışarı taştı. Örgütlü bir kalabalık. Kastro Nuri, bunun alt yapısını örmüştü. Beyazıt Meydanı’nda toplandık. Polisler ile taşlı sopalı kavgalar oldu. Turan Emeksiz orada vuruldu. Hüseyin Onur sakat kaldı. Sıkıyönetim ilan edildi. Sonuçta hepimiz yurtlarımıza döndük. İkinci gün olaylar yine devam etti. Kastro Nuri, yine en öndeydi. Aşağı-yukarı onbine yakın bir kalabalık Valilik binasının önüne gittik. Kastro Nuri, beni buldu. ‘İstanbul Teknik Üniversiteliler Radyoevi’ni işgal etmiş. Biz de Vilayeti işgal edeceğiz, diye arkadaşlara yay’ dedi. ‘Haber doğru mu?’ diye sordum. ‘Sen adam olmayacaksın’ dedi bana. Neyse ben bunu derhal yaygınlaştırdım. Müthiş bir saldırı halinde Valilik binasına girmek istedik. Ama bina tanklarla çevriliydi.
Tankları aşmak, askerleri geçmenin imkânı yoktu. Gene Kastro Nuri’nin ‘Üniversiteye dönüyoruz’ talimatı üzerine üniversiteye döndük. Bu ve buna benzer olaylar devam etti gitti. 2 Mayıs 1960 günü NATO’nun İstanbul Belediye Sarayı’nda toplantısı vardı. Orada büyük bir gösteri oldu. Orada da vardım. Başbakan Adnan Menderes’in 15 Mayıs 1960’ta İzmir’de meydan toplantısı vardı. Nuri Yazıcı bizi İzmir’deki gösteriyi baltalamamız için görevlendirmişti. Kendisi gelmedi. Raif Ertem ile beni görevlendirmişti. Raif Ertem de önemli bir kişiydi. Benden daha yukarıda bir kişiydi. İzmir’e gittik. Müthiş bir kalabalık. Bütün Ege bölgesi alanı doldurmuştu. En az 50 bin kişi vardı. Belki de 100 bin kişi vardı. Gösteri alanında Menderes’e karşı küçük bir hareket yapmak istedik ama DP’liler tarafından bize karşı müthiş bir tepki oldu. Bizi linç edebilirlerdi. Hemen gösteri alanından ayrıldık. İstanbul’a geldik. Sıkıyönetim baskısını çok artırmıştı. O günlerde, ‘Küçük duvar pulları’ hazırlamıştık. Alp Kuran evinde basmıştı bu pulları. Bizim hocamızdı. Küçük bir baskı makinesiyle basıyorduk. Ya da damga ile hazırlıyorduk. Üzerinde, ‘Katil iktidar’, ‘İktidar istifa’ gibi şeyler yazıyordu. Üzeri yazılı bu küçük pulların arkası zamklıydı. İstediğimiz yere yapıştırıyorduk. Ben, DP iktidarı çok kötü bir iktidar. Böyle bir iktidar olamaz. Bu hukuk dışı bir iktidardır diyordum. İktidarın temel görevi: halkın huzurunu, güvenini, ihtiyacını karşılamaktır. Bu iktidar ne halkın ihtiyaçlarını karşılıyor, ne huzurunu sağlıyor, ne de adaletli bir ortam yaratıyor. Bu nedenle, bu ortamı gerçekleştiremeyen siyasi iktidara karşı mücadele etmek genç bir insanın görevidir diye düşünüyordum. Bu duygular içerisinde iktidara karşı eylem yapıyordum. Yoksa benim öyle iktidar olma gibi bir perspektifim yoktu. Zaten Kastro Nuri de, ‘Sen şimdi sadece savaş.’ diyordu. ‘Niçin savaş?’ diye sorduğumda, ‘Sonra öğreneceksin’ diye yanıt veriyordu. Yıllar sonra Che Guevera ile ilgili bir kitap okumuştum. Regis Debray, Che’ye, ‘Militanların niçin öldüklerini bilmiyorlar. Bu iyi bir şey değil’ diyor. Che de, ‘Onlar sadece savaşmasını ve ölmesini biliyorlar. Niçin öldüklerini yarın öğrenecekler’ diye karşılık veriyor. Gerçi Kastro Nuri, bunu o günden biliyordu. Bu olaylar sırasında ben bir şey gözlemledim. Askerlerin bize karşı tavrı çok yumuşaktı. Bunu Nuri Yazıcı’ya sorduğum da, ‘Sen iyi bir militan olamayacaksın. Ayrıca, bugün bana hiç soru sorma. Bunun ne anlama geldiğini yakında anlayacaksın’ demişti. Zaten bir ay sonra da 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu.”
27 Mayıs 1960 ihtilali nedeniyle DP iktidarı sona erdi. Yöneticileri ve sorumluları tutuklandı. Yargılandılar. Bir kısmı idam cezası, bir kısmı hapis cezası aldı. İdam cezası alanlardan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildiler.
Yeni bir iktidar kurulmuştu ve gençler bu iktidarın ortağı sayılıyordu. Bu anlayış bir süre devam etti.
28 Nisan 1960 olaylarının yıldönümü kutlaması nedeniyle, 27 Nisan 1961 günü yayınlanan bildiri bu anlayışı yansıtması bakımından önemlidir. Bildiri şöyledir:
“Yurdun her yerinde olduğu gibi İstanbul’da da 28 Nisan Hürriyet ve Kurtuluş Günü kutlanacaktır. O günün havasını içimizde tekrar dalgalandıracak olan bu mesut yıldönümünde İstanbulluların huzur ve emniyet içerisinde törenleri yer yer takibedebilmeleri için Silahlı Kuvvetler ve Zabıta Kuvvetlerince her türlü tedbirler alınmıştır. Mesut ve bahtiyar Türkiyemizin böyle nice mutlu günlere ve yıllara kavuşmasını temenni ve Ulu Tanrıdan niyaz ederim. Cemal Tural, Korgeneral, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Kumandanı.”
“27 Mayıs”, diğer bayramlar gibi bayram ilân edildi ve her 27 Mayıs günü bayram olarak kutlanmaya başladı. Ta ki, 12 Eylül 1980 darbesine kadar. Bu tarihten sonra 27 Mayıs, bayram olmaktan çıkartıldı.
Sadece, bu değişmedi. Gençliğe bakış açısı da değişti. Gençliği iktidar ortağı gören anlayış, 1960’lı yılların ortalarından itibaren değişmeğe, gençliği her şeyin suçlusu olarak görmeye başladı.
12 Mart 1971’den sonra, 27 Mayıs 1960 ihtilalini savunan anlayışlardan intikam alındı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idam edildiler. Yüzlerce genç hapishanelere tıkıldı. İşkence edildi.
27 Mayıs 1960 ihtilali ile toplum her alanda yeni bir arayış içine girmiş, bu arayış politika alanına da yansımıştı. 27 Mayıs 1960 ihtilali öncesi, CHP’de politika yapan gençlerden bir kısmı, 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasında CHP’nin politikasını yetersiz bularak eleştirmeye, değiştirmeye çalışmışlar ama bunu başaramamışlardır.
CHP Birinci Gençlik Kurultayı, 2 Ağustos 1961 Çarşamba günü, Ankara’da Gölbaşı Sineması’nda çalışmalarına başlar. 1960 sonrası yapılan bu ilk gençlik kurultayının sabahki oturumunda yoklamanın yapılıp, çoğunluğunun bulunduğu tespit edildikten sonra Başkanlık divanı seçimlerine geçilmiştir. Gençlik Kurultayı Başkanlığı’na Ünal Konman, ikinci başkanlıklara Nedret Yalçı, Yalçın Kasaroğlu, katipliklere İlhan Uslu, Coşkun Gürcan, Ali Hikmet Korkmaz, Aydener Tandoğan, Tahsin Önal, Neptun Çağlar seçilmişlerdir.
Bilahare topluca İstiklal Marşı söylenmiş, marş söylenirken ellerinde meşale bulunan altı genç sahnenin önüne gelmiştir. Atatürk ve şehitler için yapılan saygı duruşunu takiben teklifler üzerine gündemde bazı maddelerin yerleri değiştirilmiştir.
Gündemle ilgili teklifler karara bağlandıktan sonra CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Gençlik Kurultayı’nın açış konuşmasını alkışlar arasında yapmıştır.
İsmet İnönü yerine oturduğu sırada Milli Birlik Komitesi üyesi Ahmet Yıldız beraberinde Cemil Sait Barlas olduğu halde salona girer. Gençler, Ahmet Yıldız’ı da, “Ya ya ya, şa şa şa, Ordu ordu çok yaşa” tezahüratı ile karşılar.
Kurultay, CHP Merkez İdare Kurulu üyesi ve İstanbul milletvekili Suphi Baykam ile Kasım Gülek taraftarları arasında yaşanan tartışmalar çevresinde geçmiştir.
Sabahki oturum saat 12.35’de sona ermiş, delegeler topluca Anıt-Kabir’e giderek Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunmuşlardır.
Öğleden sonraki oturum saat 15.15’de başlamış Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulu Başkanı Erol Ünsal, kürsüye gelerek faaliyet raporunu okumuştur.
CHP İstanbul İl Başkanı Ali Sohtorik de, Gençlik Kolları Kurultayı’na bir kutlama açıklaması göndermiştir.
Rapor üzerinde ilk sözü Kemal Anadol almış, onu takiben Necati Atasay, Alev Coşkun, Naci Yeşilyurt, Mesut Ergün, Tarhan Erdem konuşmuşlardır.
Ankara delegesi Necati Atasay, elinde bir polis copu olduğu halde kürsüye çıktı ve Gençlik Kolunun çalışmalarından şikayet etti. Necati Atasay, yaptığı konuşmada, özellikle Genel İdare Kurulu üyesi Dr. Suphi Baykam ile Temsilciler Meclisi üyesi Alev Coşkun’a çatmıştır. Ankara delegesi Necati Atasay, Suphi Baykam’ın 1953-1960 yılları arasında kendisine verilen yetkileri suistimal ettiğini söyledi. Elindeki copu göstererek, şu açıklamayı yapar: “Alev Coşkun, Üniversite’de hâdiseler olunca İstanbul’dan kaçtı ve 27 Mayıs’tan sonra da temsilci oldu. Bu copu yiyenler Meclise giremedi, başkaları girdi.”
CHP Gençlik Kollarının Birinci Kurultayı, ikinci gün çalışmalarına, 3 Ağustos 1961 Perşembe günü devam etmiştir. Sabahki oturum saat 10.00’da başlamış, rapor üzerindeki görüşmelere geçilmezden önce çeşitli teşekküllerden gelen başarı mesajları Başkanlık Divanınca okunduktan sonra Sabri Ünal Erkol kürsüye gelmiş ve Genel merkez tarafından Gençlik Kolları Merkez Yönetim Kurulları’nın feshedilip yeni heyetler kuruluşunun usulsüz olduğunu söylemiştir. Engin Aydın, yapılan tenkidlerde yıkıcı değil, yapıcı olmak gerektiğini belirtmiştir.
Bilahare Nuri Yazıcı, Ayhan Toraman, Yalçın Kasaroğlu konuşmuşlardır.
İstanbul’da 28 Nisan 1960 olayları sırasında isminden çok bahsedilen Nuri Yazıcı, CHP içindeki şahıs mücadelesine işaret etmiş ve “Burada görülüyor ki bazı arkadaşlarımız prensip peşinde değil şahıs peşindedirler. Bunlara ‘kuyruk’ diyelim arkadaşlar”, demiştir.
Nuri Yazıcı, ayrıca, Kurucu Meclis’te üye olan Alev Coşkun’a hücum etmiş ve kendisinin 28 Nisan ile 27 Mayıs 1960 arasında ortada görülmediği halde, Kurucu Meclis’e seçildiğini açıklamıştır.
Ayhan Toraman, gençlik kollarının bazı kimselere basamak ve merdiven olmak isteyenlerin yeri olmadığını söylemiş, Yalçın Kasaroğlu ise Halkevleri’nin hâlâ açılmamış olmasının ıstırap teşkil ettiğini belirtmiş, Gençlik Kurultayı’nın halkevlerinin bir an önce açılması ve Türk gençliğinin hizmetine girmesi kararını almasını istemiştir.
İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı, İstanbul Delegesi Ayhan Toraman, Genel Merkeze mensup birkaç makyevelist şahsın Gençlik Kollarını kendi şahsi mücadelelerine vasıta yapmak istediklerine dikkati çekmiş ve konuşma müddeti bittiği için bu sırada sözünü kesmek isteyen Divan Başkanına hitaben şöyle demiştir:
“Bırakın da kimin ne mal olduğunu açıklayayım. Şimdiye kadar zabıta ile mücadele ettik. Şimdi fazilet mücadelesi yapmak istiyoruz. Bırakınız da mikroplu farelerin içimizden atılmasını temin için konuşayım.”
Bu sözler itirazlarla karşılanmış ve kimi kasteddiğini açıklaması kendisinden istenmitir. Fakat, Divan Başkanı buna izin vermemiş ve hatibi kürsüden indirmiştir.
Dündar Çiğit ve Yılmaz Deniz’in konuşmalarından sonra İlhan Uslu, Mustafa Emin Tekin, Özer Özoran ve Nevruz Aslan, İlhan Keser kürsüye gelmişlerdir.
Delegelerin rapor üzerinde konuşmaları sona erdikten sonra Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeleri tenkidlere cevap vereceği sırada CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal, kurultaya gelmiş ve delegelerin ayakta alkışları, coşkun tezahüratı ile karşılanmıştır.
İsmail Rüştü Aksal’ın gelişini takiben Genel Merkez Yönetim Kurulu Başkanı Erol Ünal, kürsüye gelerek tenkidlere cevaplandırmıştır.
Bilahare tenkidlerin diğer kısımlarına Genel Merkez Yönetim Kurulu’ndan Çağlar Kırçak, cevap vermiştir. Çağlar Kırçak, “Hiziplerin içlerinde bulunan gençlerin bu parti içinde yeri yoktur. Fikirlere uşaklık etmek ayıpların en büyüğü, en ayıbıdır. Birlik ve beraberlik fikrinin bizi ileriye, iyiye getireceğine inanıyoruz” demiştir.
Bundan sonra Başkanlık divanına verilen ve CHP Gençlik Kollarının diğer batılı memleketlerde olduğu gibi, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’na (TMGT) da üye olabilmesi için Genel Merkez’den izin istemeyi hedef tutan teklif üzerinde görüşmelere geçilmiştir. Bu konuda ilk konuşan Tarhan Erdem, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın kuruluş ve gayeleri üzerinde durarak teklifin lehinde bulunmuş, bilahare konuşan Muzaffer Yüce ise teklifin aleyhinde konuşarak, bunun hukuken ve her iki teşekkülün gayeleri bakımından uygun olmadığını, bu bakımdan teklifin reddini istemiştir. Oylamada teklif kabul olunarak bu konuda gelecek Yönetim kurulunun CHP Genel Merkezi’ne müracaatla TMGT’na üye olabilmesi için izin istemesi kararlaştırılmıştır.
Kurultayın öğleden sonraki oturumu saat 14.30’da başladı ve komisyon raporları okundu. Tüzük, Gençlik Kolları’nda çalışma, Gençlik Davaları ve Dilekler Komisyonları raporlarının incelenmek üzere seçilecek Yönetim Kurulu’na havalesinden sonra gündem gereğince seçimlere geçildi.
Saat 17.00’de başlayan seçimlerin sonucu saat 20’de alınabildi. Tasnif sonunda Yönetim Kurulu’na Hikmet Çetin, Erol Ünal, Alev Coşkun, Sezen Türken, Yavuz Soysal, Nedim Tekin, Muzaffer Selçuk, Çağlar Kırçak, Sertaç Tüzün, Uğur Yener ve Orhan Akbulut seçilmişlerdir.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra kısa bir konuşma yapan kurultay başkanı, CHP Gençlik Kolları Birinci Kurultayı’nın iki günlük çalışmalarını bitirdiğini söylemiş ve alınan kararların hayırlı olmasını dileyerek kurultayı kapatmıştır.
CHP Gençlik Kurultayınca seçilen Gençlik Kolları Genel Merkez Yönetim Kurulu, 4 Ağustos 1961 Cuma günü, saat 16.00’da, ilk toplantısını yaparak iş bölümünü yapmış ve Başkanlığa ittifakla Erol Ünal’ı seçmiştir. Sekreterliğe Yavuz Soysal’ı, Muhasipliğe Nedim Tekin’i, Sekreter yardımcılıklarına Sertaç Tüzün ve Muzaffer Selçuk seçilmişlerdir.
Yeni Genel Merkez Yönetim Kurulu, bu toplantısında ayrıca çalışma programını üzerinde de görüşmelerde bulunmuş ve seçim çalışmaları ile ilgili faaliyetler hakkında kararlar almıştır.
Nuri Yazıcı’nın da içerisinde yeraldığı bazı gençler, umduklarını bulamadıkları CHP’den giderek uzaklaşmışlar ve kendi düşündükleri doğrultusunda hareket etmişler, buna uygun örgütler kurarak çalışmalarını sürdürmüşlerdir.
27 Mayıs 1960 ihtilalinin gerçekleşmesine yolaçan olaylarda liderlik yapan öğrenci liderlerinden bir kısmı, amaçlarını gerçekleştirmek amacıyla, 1962 yılında, “27 Mayıs Fikir Kulübü” adında bir örgüt kurmuşlardır.
Kulübün kurucuları şunlardır: Memduh Eren, Nuri Yazıcı, Önder Dai, Osman Zeki Telci, Engin Uludağ, Adil Öner, Attila Yağız, Yüksel Burgutoğlu, Osman Çalışkan, Engin Alpat, Hüseyin Onur, Cengiz Ballıkaya.
27 Mayıs 1960 ihtilalinin ikinci yıldönümü dolayısıyla, 27 Mayıs 1962 Pazartesi günü, 27 Mayıs Fikir Kulübü’nün açılışı dolayısıyla düzenlenen toplantıda söz alan hatiplerden Memduh Eren, aralarında DP’lilerin de bulunduğu birçok siyasi tutuklunun affedilmesi lehinde çıkartılmak istenen af aleyhinde konuşmuş, “İhtilal olursa bu sefer kanlı olacaktır”, demişti.
İstanbul Belediye Sarayı’nda düzenlenen törende yaptığı bu konuşma nedeniyle Savcı, 27 Mayıs Fikir Kulübü başkanı ve yönetim kurulu üyeleri hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 161/6. maddesine aykırı harekette bulundukları iddiası ile dava açmıştır.
Duruşma, 3 Aralık 1962 Pazartesi günü, saat 11.00’de, İstanbul 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başlamış, 27 Mayıs Fikir Kulübü yöneticilerinden ve 28 Nisan olayları sırasında yara almak suretiyle bir ayağını kaybeden Hüseyin Onur da bulunmak üzere 10 sanık dava esnasında hazır bulunmuş, askerde bulunan Nuri Yazıcı duruşmaya gelememiştir.
Antidemokratik görülen Türk Ceza Kanunu’nun 161/6 maddesinin sulh zamanında tatbik edilmemesi ile ilgili kanun maddesi yürürlükten kaldırıldığı için 27 Mayıs Fikir Kulübü yöneticileri aleyhine bu yönden açılmış olan dava düşmüş, yöneticileri yalnız Cemiyetler Kanunu’na aykırı hareket ettikleri iddiası ile yargılanacaklarına dair karar verilmiştir.
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra ülke genelinde okuma-yazma seferberliği başlatılmıştı. Öğretmen açığını doldurmak için lise mezunu gençleri, askerlik görevini Milli Eğitim Bakanlığı nezdinde görev yaptırmak amacıyla bir yasa çıkartılır. Bu yasa tasarısının verdiği olanakla binlerce öğrenci gibi Nuri Yazıcı da, gidip iki sene yedeksubay öğretmenlik yapmıştır. Nuri Yazıcı, bu süre içinde sık sık İstanbul’a gelir ve bütün eylemlere katılırdı.
1966 yılında, Türkiye’nin değişik bölgelerinde Atatürk anıtlarına, Atatürk büstlerine ve Türk bayrağına birbiri peşi sıra saldırılar olmuştu.
Son olarak, İzmir’de Atatürk anıtına yapılan saldırıyı kınamak amacıyla TMTF yöneticileri tarafından, 8 Nisan 1966 Cuma akşamı, bir eylem yapılır.
TMTF yöneticileri, Taksim’deki Atatürk Anıtı’nın etrafında sabaha kadar nöbet tutmak ve çelenk koymak üzere karar almış, bunu mensuplarına duyurmuştur. Saat 21.00 sıralarında Vezneciler’deki Site Öğrenci Yurdu ile diğer yurtlardan çıkan öğrenciler topluluklar halinde Cağaloğlu’na doğru gitmişler, Vilayet yolunu takiben Sirkeci’ye inmişlerdir. Sayıları 500 civarında olan gençler, ellerinde Türk bayrakları, pankartlar ve anıta bırakacakları çelenk olduğu halde Eminönü meydanına gelmişler, fakat Galata Köprüsü’nün Eminönü tarafı polis arabaları, cipler ve polisler tarafından tutulduğu için daha ileri geçememişlerdir. Saat 22.30 sıralarında polis, topluluğun dağılmasını, izin alınmadığı için böyle bir yürüyüşün yapılamayacağını gençlere bildirmiştir. Bu arada bir genç, arkadaşlarına hitaben konuşmuş ve toplu olarak Taksim’e gidip gitmeme konusunda arkadaşlarının karar vermesini istemiştir. Gençler hep bir ağızdan “gideceğiz” deyince topluluk polislerin bulunduğu yere daha yaklaşmış ve barikattan öbür tarafa geçmeğe teşebbüs etmiştir. Polislerin, gençlerin bu hareketine mani olmaları ve dağıtmağa kalkışmaları üzerine gençler hep bir ağızdan, “Atatürk izindeyiz”, “Taksim’e gideceğiz, çelenk koyacağız”, “Ata’mızı bekleyeceğiz” diye bağırarak Yeni Camii’nin kapısının önüne çekilmişlerdir. Polisler ile gençlerin karşılıklı itişmeleri sırasında konuşmayı yapan gencin ve bayrak taşıyan bir diğeri ile birlikte iki genç polisler tarafından gözaltına alınmıştır.
Yeni Camii kapısının merdivenlerine biriken gençler, burada, “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” marşını söylemeğe başlamışlardır. Bu arada olay yerine Emniyet Müdürü Haydar Özkın ile Hazır Kuvvet ekipleri gelmiştir. Emniyet Müdürü Haydar Özkın, gençleri yatıştırıcı bir konuşma yapmış, dağılmalarını istemiş, aralarından seçecekleri üç kişilik bir grubun Taksim’e çelenk götürebileceklerini söylemiştir. Buna karşılık gençler, arkadaşlarının polisler tarafından hırpalandığını, gözaltına alındığını, bayraklarının elinden alınıp yırtıldığını belirtmişlerdir. Bu arada Öcal Okay adlı öğrenci, arkadaşlarına hitaben heyecanlı bir konuşma yapmıştır. Gençler, Emniyet Müdürü’nün, konuşan arkadaşlarının yakalanması emrini verdiğini duyunca, gösteri yaparak polisleri kınamağa başlamışlardır. Bu nedenle Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) Genel Başkanı Alp Kuran ile polisler arasında tartışma olmuştur. Bu arada Öcal Okay ile birkaç genç daha polisler tarafından gözaltına alınmıştır.
Saat 23.15 sıralarında Emniyet Müdürü, gençlerle yine konuşmuş, dağılmalarını istemiştir. Emniyet Müdürü ile görüşen gençlerden bir grup aralarından beş kişilik bir temsilci seçerek Taksim Anıtı’na çelenk götürme imkânını sağlamışlardır.
Saat 24.00’e doğru dağılan gençlerden bir grup Beyazıt’taki Hürriyet Meydanı’na gelmişler, İstanbul Üniversitesi bahçesindeki Atatürk Anıtı önünde saygı duruşunda bulunmuşlardır.
Öte yandan olaylar sırasında yaralanan Öcal Okay, Taksim İlk Yardım Hastahanesi’nde tedavi edilmiştir.
Bu olaylar sürüp giderken ellerinde meşaleler bulunan İTÜ’lü gençlerden bir grup da Taksim’deki Atatürk Anıtı’nın bulunduğu yere gitmiştir. Gençler, Mustafa Kemal Atatürk’e olan bağlılıklarını belirttikten sonra anıtın çevresinde nöbet tutmaya başlamışlardır.
Eminönü Meydanı’ndaki olaylar sırasında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle nöbetçi savcı tarafından Nuri Yazıcı (Stajyer avukat), Hıdır Yüksel (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), Kenan Ergenç (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi), İrfan Atabek (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), Mustafa Yıldırım (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Metin Sarı (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi), Orhan Atılgan (Stajyer doktor), İhsan Doğaner (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), İrfan İnanöz (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Niyazi Demircan (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) Tuna Öztemur (İTÜ), Atilla Salt (İTÜ), Öcal Okay (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Bozkurt Nuhoğlu (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) adlı gençlerin ifadeleri alınır ve serbest bırakılır.
Olaylardan sonra, Vali Vefa Poyraz ile görüşen TMTF ikinci başkanı Cavit Savcı ve TMGT Genel Başkanı Alp Kuran, gençlerin bir yürüyüş yapmak üzere harekete geçmediklerini, amaçlarının sadece Taksim Anıtına bir çelenk koymak olduklarını ifade etmişlerdir.
Atatürk anıtına yapılan saldırıyı kınamak için TMTF’na mensup gençler, 8 Nisan 1966 Cuma gecesi, saat 22.45’te, İzmir’de de Basmahane’den ellerinde meşaleler ve büyük bir bayrak olduğu halde sessiz bir şekilde yürüyerek Cumhuriyet alanına gelmişler ve burada heykele bir çelenk koyduktan sonra nöbet tutmağa başlamışlardır. Nöbet sabaha kadar devam etmiştir.
Atatürk heykeline yapılan saldırıyı kınamak amacıyla TMTF tarafından, 9 Nisan 1966 Cumartesi günü İstanbul’da düzenlenen gösteri, Amerika ve Adalet Partisi Hükümeti karşıtı bir durum almış, üniversiteli gençler, caddelerde, “ Yaşa yaşa Devlet Paşa, Dolarla geçti başa ” ve “ Yanke Go Home ” diye bağırmışlardır.
“Atatürk’e bağlılık yürüyüşü”, saat 11.00’e doğru, dün gece polis tarafından yırtılmış Atatürk portresi ellerinde olduğu halde saat 11.00’e doğru, İstanbul Üniversitesi avlusundaki Atatürk ve Gençlik Anıtı önünde toplanmaya başlayan gençler tarafından başlatılmıştır. Bütün öğrenci kuruluşlarının gönderdiği ve üzerinde “Sana uzanan eli kırarız” yazılı çelenkler anıta konduktan sonra marşlar söylenmiş ve Atatürk’ün Bursa Nutku okunmuştur.

Dün geceki olaylar anlatıldıktan sonra üniversitenin içine gidilerek Hukuk ve İktisat Fakülteleri anfilerindeki öğrenciler gösteriye davet edilmişlerdir.
Prof. Sulhi Dönmezer, hemen dersini kesmiş ve dışarı çıkmıştır. Fakat İktisat Fakültesi birinci sınıfında ders vermekte olan asistan Feridun Özgü çıkmayınca öğrenciler de dışarı çıkamamışlar, bu yüzden öğrenciler arasında olaylar olmuş, asistan öğrenciler tarafından şiddetle yuhalanmıştır. Sonunda ders kesilerek bütün öğrenciler gösteriye katılmışlardır.

Tekrar avluda toplanan gençlerin ellerinde, “Kuvvetimiz inancımız”, “Bu topraklar Atatürkçülere vatan, art düşüncelilere mezar olacaktır”, “Komünizme lanet, dilimizde kelime-i şahadet”, “Gafillerin başına vur Allah aşkına”, “Sosyalist yalan söylemez ama yalanı kendi imal eder”, “Hangi komünist ülkede grev var”, “Vietnamcılar Türkistan’dan ne haber”, “En büyük hürriyet milli hakimiyettir”, “Yine en önde, yine en ilerdesin” yazılı pankartlar olduğu görülmüştür.
Saat 12.00’de toplantıyı açan TMTF ikinci başkanı Cavit Savcı, geceki olayı anlattıktan sonra: “Pek çok söz söylenebileceğini, konuşmalar yapılabileceğini” söylemiş ve “Bizleri hangi tedbirler olursa olsun susturamıyacaklardır. Bizler yeni bir 28 Nisan yaratacak güçteyiz. Ata’ya yapılan saldırılar aynı şiddetle karşılık grecektir. Kaybedecek vaktimiz yok. Atatürk’ün Bursa Nutku, yürüdüğümüz ülkücü devrimci yoldur” diyerek sözünü Atatürk’ün Bursa Nutku’nu okuyarak bitirmiştir.

TMGT Genel Başkanı Alp Kuran da, yayınladığı bildiriyi gençlere okuduktan sonra geceki olaylara geçmiş ve özetle şunları söylemiştir: “Şeriatçılık hortlatılıyor. İzmir’deki olay irticaın hortlatılmasıdır. Ata’nın heykeline uzanan eller, son yılların devrimlere taviz veren zihniyetin ürünüdür. Türk gençliği Türk ulusu artık uyutulamaz, susturulamaz. Memleketi peşkeş çekenlere karşı gençlik sonuna kadar savaşacak ve başarıya ulaşacaktır. Düşük iktidarın artıkları arasında dünkü olayların tertipçiliğini aramak yerinde olacaktır. Türkiye aleyhtarı kuvvetleri bugün melun yuvalarına yani yurt dışına çıkarılacaktır.”
Üniversite bahçesinde “Castro Nuri” adı ile tanınan eski öğrenci liderinin (Nuri Yazıcı), yaptığı konuşmada, özetle, şunları söylemiştir:

“Kırıyorlar heykelini kırılası eller Mustafa Kemal, yurdunu kurtardığın için. Dövüyorlar beni Mustafa Kemal, seni sevdiğim için, halkı sevdiğim, halktan yana olduğum için dövüyorlar. 
Atatürkçülük demek milli bağımsızlık demek, milli ekonomiden yana olmak, milli güce dayanan milli orduya sahip olmak, milli sanayiden yana olmak, bağımsız adliyeye sahip olmak, milli iradenin tecelli etmesi demektir. 
Sırtını yabancı sermayeye dayayan hükümet hiç bir zaman milli iradeye dayanamaz. 
İkili antlaşmalarla memleketimiz yer yer işgal edilmiştir. 6. Filoyu kovuncaya kadar savaşacağız. 
Biz yabancılardan emir alan iktidar istemiyoruz. Amerikalıların temsilcilerini istemiyoruz. Milli hükümet istiyoruz.”

Yapılan bu konuşmalar, öğrenciler üzerinde büyük etki yapmış, yol boyunca bu etki devam etmiştir.

Saat 13.00’e doğru Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi Merkez Binası bahçesinden yürüyüşe geçen gençler, arka kapıdan çıkmışlar, Vezneciler Bozdoğan Kemeri altına geldikleri zaman Süleymaniye Camii’ni görmeye giden Amerikan 6. Filosuna mensup erleri taşıyan 3 otobüs ile karşılaşınca birden galeyana gelmişlerdir.
Dar bir sokakta içi Amerikan askerleri ile dolu otobüsleri gören gençler, ilkin, “Yuh” çekmişlerdir. Daha sonra, “Ne Amerika, ne Rusya, bağımsız politika”, “Yanki Go Home”, “Amerikalı defol” diye bağıran gençler, otobüslere tükürmüşler, Amerikan askerlerine yumruk sıkmışlardır. Burada durum gerginliğe dönüşmüş, fakat TMTF yöneticileri, taşkınlık yapan gençleri yatıştırmışlardır.

Öğrenciler, “Morrison Süleyman, yolculuk ne zaman” diye tempo tutarak yürürken, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi önünde, Toplum Zabıtası Müdürü Yaşar Okçuoğlu eylem yapan öğrencilerin önlerine çıkmış, yürüyüşlerinin kanunsuz olduğunu bildirmiştir.

Toplum Polisi Müdürü Yaşar Okçuoğlu, “Copluları dinlemiyoruz. İzindeyiz Atatürk” bağırışları arasında susturulmuştur. Bozkurt Nuhoğlu adındaki genç, megafonla arkadaşlarına hitap ederek, “Hiçbir kuvvetin kendilerini durduramayacağını, fakat toplum Zabıtası Müdürü’nün sözlerini sukünetle dinlemelerini” söylemiştir.
Yaşar Okçuoğlu: “Vali adına, Toplum Zabıtası Müdürü olarak yürüyüşünüzün kanunsuz olduğunu size ihtar ediyorum, dağılın” demiştir.
Gençler, konuşmayı yuhalıyarak, “Biz tanırız eskiden, coplar çıktı yeniden” sözleri ile yürüyüşe devam etmişlerdir. Bu arada, Harbiye Marşı ile sık sık Gaziosmanpaşa Marşı’nın 27 Mayıs çevirisini söyleyen gençler, “Ne Amerika, ne Rusya, bağımsız politika”, “Gericiler kahrolsun” diye bağırarak Beyazıt’ta Turan Emeksiz’in anıtı önüne gelmişler ve buradaki saygı duruşunda, “Yüzbin Turan geliyor” demişlerdir. Gençler, İstiklal Marşı’nı söyledikten sonra, “Amerika, Amerika, döndüremezsin Vietnam’a”, “Amerika’lı defol, Türkiye Türk’lerindir”, “Gençlik geliyor”, Millet gençlik ele ele” diye bağırarak Çarşıkapı’ya gelmişlerdir.
Divanyolu’nun Cağaloğlu’na dönen bölümünde yer alan Toplum Polisi arabasından gençlere megafonla: “Vali Bey’in emri var, yolunuz Sultanahmet’ten geçecek, bundan sonraki yürüyüşlerinizde de bu yolu takip edeceksiniz” diye seslenilmiştir. Öğrenciler buna rağmen, “Olur mu böyle olur mu?” marşını söyleyerek Cağaloğlu’ndan yollarına devam etmişlerdir.
Cağaloğlu’ndan geçen gösterici gençler, Vilayet önünde, “Vali istifa”, “Vefa Poyraz çok yobaz” diye bağırmışlar, Türkiye İşçi Partisi binası önünde de Parti lehine tezahürat yapmışlardır.
Sirkeci meydanından geçerlerken halk kendilerini alkışlamıştır. Bu sırada meydana bakan yazıhanesinin penceresinden gençleri izleyen AP’den ayrılan Burhan Apaydın ile kardeşi Orhan Apaydın’a da lehte tezahürat yapılmıştır.
Gençler, “Ne Amerika, ne Rusya, bağımsız politika”, “Gericiler kahrolsun” şeklinde tezahürat yaparak Eminönü’ne geçmişlerdir. Yürüyüşlerine devam eden gençler, Galata Köprüsü ve Bankalar caddesinden gelmişlerdir. Bankalar caddesinden Amerikan Konsolosluğu’na giden yolda emniyet kuvvetlerinin çok sıkı bir barikat kurması dolayısıyla Konsolosluğun önünden geçememişler, Tünel yoluyla İstiklal Caddesi’ne çıkmışlardır. Rus Konsolosluğu’nun önünde “Ne Rusya, ne Amerika bağımsız politika” diye bağıran üniversiteli gençler, Amerikan Haberler Merkezi önünde bir süre, “Bayrak, bayrak” diye bağırmışlardır. TMTF ikinci başkanı Cavit Savcı, yürüyüşe katılanlara hitap etmiş ve “Kendilerini istemediğimiz insanlardan niçin bayrağımızı asmalarını istiyoruz? Asmasınlar” demiştir.
Bu arada gençlerden bazıları, Amerikan Haberler Merkezi’nin camlarını taşlamışlardır. Gençler, AP İl Merkezi’nin önünden geçerken de “Yuh” çekmişler ve “Morrison Süleyman, yolculuk ne zaman?” diye bağırmışlardır.
Yürüyüş Taksim’e kadar sakin geçmiş, yol boyunca rastlanan Amerikalı denizciler, güvenlik kuvvetleri tarafından ara sokaklara gönderilmiştir.
Marşlar söyleyerek Taksim’e gelen gençler, Taksim Cumhuriyet Anıtı önünde iki dakikalık saygı duruşunda bulunarak bir meşale yakmışlardır. Meşalede, “Membalarında dolar” olduğunu iddia ettikleri dört gazete tutuşturulmuştur. Gençler anıta, “Sana uzanan eller kırılacaktır” yazılı bir çelenk bırakarak sessizce dağılmışlardır.
Gençlerin “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek geçtikleri yollar boyunca evlere, müesseselere Türk bayrakları asılmış ve vatandaşlar, gençleri alkışlamışlardır.
İstanbul’daki bu hadiseler üzerine İstanbul Limanı’nda bulunan 6. Filo’ya mensup gemilerdeki Amerikalı subay ve erlerin izinleri kaldırılmıştır.
İstanbul’da bu gösteriler olurken, Atatürk heykeline yapılan saldırıyı kınamak için Başkent Ankara’da düzenlenen gösteri sessiz geçmiş ve kısa zamanda dağılmıştır. Saat 13.00’de başlayan gösteride halk, Hürriyet Meydanı’ndaki Atatürk heykeli etrafında toplanan gençleri sessizce seyretmiştir.
Gösteri, saat 13.30’da başlamış ve TMTF ikinci başkanı Hüseyin Günday’ın daveti üzerine Atatürk için iki dakikalık saygı duruşunda bulunulmuş, ardından gençler Gaziosmanpaşa Marşını, “Olur mu böyle olur mu, kahrolası gericiler, bu vatan size kalır mı?” şeklinde değiştirerek bir kaç kere söylemişlerdir.
Adalet Partisi Gençlik Kolları, İkinci Kuvayı Milliye Derneği, TMTF, TMGT ve bazı öğrenci dernekleri, gruplar halinde Zafer Meydanı’na gelmişler ve toplu halde İstiklal Marşı söyleyip, saygı duruşunda bulunduktan sonra dağılmışlardır.
Ayrıca, TİP de bir heyet halinde gelerek bir çelengi anıta bırakmıştır.
İzmir’de de baltayla saldırılan ve yıkılmak istenen Atatürk Anıtı’nda üniversiteli gençler, sabaha kadar nöbet beklemişlerdir.
Gençler, nöbet sırasında meşalelerin yakılması için Belediye Başkanı’na başvurmuş ve olumlu cevap alamayınca da Güney Deniz Saha Komutanı Tümamiral Kemal Kayacan’dan yardım istemişlerdir. Amiral Kayacan, meşalelerin yakılmasını sağlamıştır.
Bir basın toplantısı düzenleyen TMTF İzmir Bölge Temsilcisi Yalçın Dağgüden ile diğer öğrenci kuruluşları, Amiral’ın bu davranışından ötürü “Orduya şükran ve bağlılıklarını” bildirmişlerdir.
İzmir’de Atatürk heykeline yapılan saldırıyı kınamak için, Beyazıt ve Taksim’de eylem yaptıkları gerekçesiyle “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”na muhalefet suçlarından Nuri Yazıcı, Hıdır Yüksel, Kenan Ergenç, İrfan Atabak, Mustafa Yıldırım, Metin Sarı, Orhan Atılgan, İhsan Doğaner, İrfan İnanöz, Niyazi Demircan, Tuna Öztimur, Atilla Salt, Öcal Okay ve Bozkurt Nuhoğlu adlı öğrenciler hakkında dava açılır.
Bu eylemlerin hemen ardından 28-29 Nisan 1960 olaylarının 6. yıldönümü dolayısıyla TMTF, TMGT, Türk Kadınlar Birliği ve 27 Mayıs Devrim Derneği tarafından 28-29 Nisan olaylarının yıldönümü dolayısıyla düzenlenen “Ata’ya Ulusal Bağlılık Nöbeti”, 28 Nisan 1966 Perşembe günü öğle üzeri başlatılmıştır.
28 Nisan olaylarının altıncı yıldönümü Ankara, İstanbul ve İzmir’de düzenlenen çeşitli törenlerle anılmış, yapılan konuşmalarda 28 Nisan olaylarına yol açan zihniyet, emperyalizm ve Türkiye’yi sömürenler lanetlenmiştir.
İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği (İÜTB) tarafından düzenlenen toplantıda bir konuşma yapan Numan Esin, “Gelecek, zaferlere gebedir” demiş, 27 Mayıs’ın hedefine ulaşamadığını belirterek, “Türkiye’nin artık gerçek bağımsızlık savaşına başladığını, gençliğin bir toplumculuk yaratma peşinde olduğunu söylemiştir. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ekrem Şerif Egeli de, 28 Nisan’ın “aydınlar seferberlik günü” olarak ilan edilmesini teklif etmiştir.
27 Mayıs Fikir Kulübü ile İstanbul Üniversitesi İktisatçılar Fikir Kulübü’nün Beyazıt’ta düzenledikleri toplantıda Akşam Gazetesi Genel Yayın Müdür Doğan Özgüden, avukat Nihat Türel, Türkiye Milli talebe Federasyonu (TMTF) ikinci başkanı Cavit Savcı, Doçent İdris Küçükömer, İlhan Selçuk birer konuşma yapmışlardır.
Devrim gazisi Hüseyin Onur, olayların gençliği, 27 Mayıs öncesine doğru ittiğini söylemiştir.
27 Mayıs Fikir Kulübü Başkanı Dr. Memduh Eren de, “Bu vatana hiyanet edenleri ipten de beteri bekliyor. Onlar atların kuyruklarında sokak sokak süründürüleceklerdir” demiştir.
Bağımsız bir dış politika isteyen Nuri Yazıcı (Kastro Nuri), “Kanli katil Johnson. Benim Adana’mdan, benim Mersin’mden defol. Çürük gemilerini, çürük peynirlerini, çürük teyyarelerini de al istemiyoruz. Al da başına çal ve defol git memleketimizden” demiştir.
Çeşitli yerlerde yapılan anma törenlerinden sonra gençler Taksim’de toplanmışlar, 15 gündenberi devam etmekte olan “Atatürk’e Ulusal Bağlılık Nöbeti”nin bitirilmesi dolayısıyla TMTF tarafından düzenlenen toplantıda konuşan TMTF ikinci başkanı Cavit Savcı, güçlerini Atatürk’ün dirketiflerinden aldıklarını, söylemiştir. Daha sonra, “TMTF 1966 Turan Emeksiz Armağanını” kazanan Muammer Aksoy ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya armağanları verilmiştir.
Nuri Yazıcı, 26 Ocak 1967’de, İstanbul Barosu’na başvurarak avukatlığa başlamıştır.
İstanbul Limanı’nda bulunan Amerikan 6. Filosu’nu kınamak amacıyla İstiklâl Caddesi’nde gezen Amerikalı askerlere, 16 Temmuz 1968 Salı gecesi, çata-pat ve mürekkep atılır. Bu eylemler nenediyle Nuri Yazıcı, Sadettin Güven, Yusuf Güven, Kemal Ortaç ve Yusuf Baha Gürcan gözaltına alınmıştır.
1969 yılında Adalet Partisi (AP) tarafından Demokrat Parti (DP) eski yöneticilerinin siyasi haklarını iade etmek amacıyla hazırladıkları yasa önerisi TBMM’ne getirilir. Zaten hepsi affedilmiş ve hiçbirisinin cezaevinde bulunmadığı DP’li eski yöneticilerin siyasi haklarının verilmesi meselesinin istismar edilmemesini isteyen CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, bu teklife olumlu oy vereceklerini açıklar. Yoğun tartışmalar yapılır. Öyle ki, Silahlı Kuvvetler’in müdahale edeceği iddiaları bu günler sürekli toplumun gündemindedir. 27 Mayıs 1960 ihtilaline ve onun getirdiklerine sahip çıkan kişi ve kurumlar, tepkilerini değişik yolla dile getirirler.
28 Nisan 1960 ve 27 Mayıs 1960 olaylarının içinde gençlik önderi olarak yeralanlardan, Hüseyin Onur, Nuri Yazıcı ve Raif Ertem “28 Nisan Gençliği Adına” imzaladıkları bir basın bildirisi yayınlarlar. Şu anda hiçbirisi hayatta olmayan bu üç şahsın, 27 Nisan 1969 Pazar günü, yayınladığı basın bildirisi şöyledir:
“Son tutumuyla sayın İnönü ve yakınları tamamen karşı devrimin içine girmişlerdir. 27 Mayıs devriminden hemen sonra ‘Atatürk devrimlerinden rütuş yapılması gerektiğini söyliyenler bugün gerçek yerini almışlardır.
Artık anlaşılmıştır ki: sayın İnönü’nün arap harflerini bırakıp latin harflerini yazmaktan başka devrimciliği kalmamıştır. Bu kadro CHP’ni de Atatürk partisi olmaktan çıkartmıştır. CHP bugün başsız ve yöneticisiz kalmıştır.
Zaten 28 Nisan ve 27 Mayıs olaylarında da İnönü ve etrafı devrimci görünmesine rağmen aslında ters bir rol oynamaktadır. Meclislerde söylenen devrimci sözler gelen hareketi durdurmağa güçleri yetmediği içindir. Olayların gerçek yüzünü yakında açıklayacağız.
27 Mayıs suçluların af edilmesi diye bir konu yoktur. Zaten onlar af edilmişlerdir. Hapishanelerde bugün bir kişi dahi kalmamıştır. Hatta eski DP’liler düşünmedikleri nimetlere kavuşturulmuşlardır.
Son olay, 27 Mayıs devrimine gizliden karşı olanlarla açıktan karşı olanların birleşmesidir. Yıllar boyu halkı aldatarak yaptıkları mavuzaaların ortaya çıkmaması için yeni bir oyun daha ortaya koymaktadırlar. Bunlara dayanarak devrimci güçleri tasfiye edenler herhalde yaptıkları hataları anlamışlardır.
Türk devrimcileri, Atatürk devrimini yürütmek kararındadırlar. Onun geriye götürülmesi şöyle dursun, duraklamasına dahi tahammül edemezler.
Türk devrimci çizgisinden saptırıldığı, Anayasa çiğnendiği takdirde 1960 öncesi savaşını yapan Türk aydını, 28, 29 Nisanı yapan Türk gençliği, 27 Mayıs’ı yaratan Türk ordusu elbette varlığını gösterecektir. Kimsenin şüphesi olmasın.”
İkinci bir 27 Mayıs özlemi içindedirler. Bunun için çaba göstermektedirler. Fakat, tersi olur. 12 Mart 1971’de askeri muhtıra verilir. 27 Mayıs 1960 Anayasası, “Türk halkı için lüks bulunarak” değiştirilir.
Nuri Yazıcı, 12 Mart 1971 askeri muhtırasından sonra “Bomba Davası” ve “Sabotaj Davası” diye bilinen davalar nedeniyle tutuklanmış, yargılanmış ve uzun süre hapishanede kalmış, işkence görmüştür.
Avukatı Alp Kuran, bu davalar nedeniyle yaşanan bir olayı şöyle anlatmıştır:
“İşkence gördükleri her hallerinden belliydi. Tutukevinde, yasalara aykırı olarak, birer hücreye kapatılmışlar, ihtilâttan menedilmişlerdi. Talât Turhan, içinde gece gündüz lamba yanan rutubetli bir zindana kapatılmıştı. Hücrede zehirli hayvanlar ve akrepler vardı. Aynı hücreye daha sonra Avukat Nuri Yazıcı atılmış, kendisini akrep sokmuş, hayatı zor kurtarılmıştı. Sayın Talât Turhan ise, hücresindeki akreplerden birini canlı olarak yakalamış, bir kutuya koymuş, Komutana sunulması dileğiyle görevlilere teslim etmişti.”
Serbest bırakıldıktan sonra Nuri Yazıcı’nın durumu gördüğü işkence nedeni ve yaşadığı olaylar nedeniyle her açıdan kötüleşmiştir. Sağlık sorunları giderek artmış, geliri azalmıştır. Bunların yarattığı ruhsal çöküntü nedeniyle içki ve sigaraya daha çok bağımlı hale gelmiştir.
Nuri Yazıcı’ya ayrıca “ Bomba Davası ”nda birlikte yargılandığı arkadaşları tarafından, “tutarlı davranamadığı” gibi bazı eleştiriler yöneltilmiştir. Üst üste yaşadığı olayların yükünü kaldıramayan, göğüsleyemeyen Nuri Yazıcı, giderek ümitlerini kaybeder. Süreç içinde yalnızlaşır.
Bozkurt Nuhoğlu, bu konuda şunları anlatmıştır: “ Kastro Nuri, ince, orta boylu ve sürekli ağzında sigara bulunan birisiydi. Sigaradan sigara yakardı. Sigarası söndüğü zaman ‘Bana bir ateş ver’ derdi. O zamanlar şarap içiyorduk. Nuri Yazıcı bu konularda çok titizdi. Bizim kahvehanelerde oturmamıza ve içki içmemize müthiş derecede karşı çıkan bir adamdı. Kahvehanelerde, meyhanelerde görünsün bize hemen oralardan çıkartırdı. Kendi de asla içki içmezdi. Allah rahmet eylesin. Benim arkadaşım, sevgili dostum, hocam Nuri Yazıcı çok hüzünlü bir şekilde hayatına son verdi. 1960’ın intikamını, hesabını devletin şer güçleri ondan sordular. 12 Mart döneminde çok ağır işkenceler gördü. Müthiş iradeli, sarsılmaz, boyun eğmez, bir bakıma her şeye karşı anarşist ruhlu adam 12 Mart’taki işkencelerden sonra yenildi ve teslim oldu. Cezaevinden çıktıktan sonra alkole başladı. Uzun müddet alkol serüveninden sonra hayatını kaybetti.”
“Kastro Nuri” diye anılan Nuri Yazıcı, 30 Ağustos 1987 Pazar günü, uzun süredir tek başına yaşadığı Çayeli’ne bağlı Maden köyünde ölmüştür.

Nuri Yazıcı ile birlikte aynı okulda okumuş, birlikte aynı eylemlerde yeralmış Raif Ertem, 27.11.1997 tarihinde yayınlanan yazısında, “ Nuri Yazıcı kahrından öldü ” demiştir.

Sosyal mücadeleler tarihi her zaman istenildiği gibi olmuyor ve ne yazık ki, bazan, çok acı örneklerle de karşılaşılabiliyor. Nuri Yazıcı’yı sevgiyle anıyorum.