14 Temmuz 2016 Perşembe

3 CÜ MEŞRUTİYET MECLİSİ.., AB DAYATMA YASALARI - İLE NEREYE KADAR..




3 CÜ MEŞRUTİYET MECLİSİ..,  AB DAYATMA YASALARI - İLE NEREYE KADAR..





Erkin Yurdakul
12.08.2002/Sayı:10


3. Meşrutiyet ilan edildi

3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç çığlıklarıyla ilan edildi

3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “ Tarih Yazdık ” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘ 265 Adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları Anayasası haline getirdi.

Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.

Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.
Meşrutiyet’in temeli azınlık politikasıdır

Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.
Her Meşrutiyet ilanını bir toprak kaybı izledi
Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.
Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.
Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in Kahramanları,

Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan Sezer, DSP’yi bölen Özkan ve Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “sivil toplum” ise ‘gizli’ kahramanlardır.
Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.
Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.
DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.
3. Meşrutiyet yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan kaldırılmasıdır
Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.

Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.
Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.

Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, Sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.
Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.
Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak
Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.
Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.
Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili Bile olabilir,

İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.
Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.
Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.
HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.

Yeni Tanzimat’ın azınlık sevdası

Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.

AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.
Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.
Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.

Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu Safdışı ediyor,

Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.
Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.
Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.
Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.
Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.
Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.
Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.
Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.
Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.
Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır
Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.
Devrim yaparak vatanı kurtarmak
Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.
Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.

BUGÜN 14 TEMMUZ 2016 İŞTE GELİNEN NOKTA.



..

3 Temmuz 2016 Pazar

Suriye Savaşı İran İle Yapılan Pazarlığın Parçası mı

Suriye Savaşı  İran İle Yapılan Pazarlığın Parçası mı. ?


Yazar: Ümit Özdağ
14 MAYIS 2012 PAZARTESİ


Türkiye'nin menfaatlerini temsil etse ve gerçekleşebilecek hedefler olsa Ortadoğu politikalarına girmemizin hiçbir mahsuru da yok. Ancak çok daha az kaynak, çaba ve yaklaşım ile çok önemli neticeler alabileceğimiz Kafkasya ve Orta Asya Türk Dünyasından ise her geçen ay biraz daha uzaklaşıyoruz. Rusya ise Türk Dünyasında Avrasya Birliği politikası adı altında büyük bir atılıma geçmiş görünüyor.

Türk Dünyasına tamamen sırtını dönmüş olan Davutoğlu ise "Balkanlar'dan Kafkasya'ya oradan Ortadoğu'ya uzanan coğrafyada bölgedeki düzenden kendimizi sorumlu hissediyoruz" demektedir. Bir başka konuşmasında Türkiye'yi Davutoğlu Ortadoğu'nun sahibi, öncüsü ve hizmetkarı olarak nitelendirmektedir. Tabii kimse 2 aydan buyana Ortadoğu'nun sahibi olman bir ülkenin iki gazetecisini nasıl olup da Suriye'nin elinden alamadığını soramıyor? Daha kötüsü, bu olay bir başka şeyi ortaya çıkarıyor. 1998'de Türkiye, Suriye'yi Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması için tehdit ettiği zaman Şam hem de baba Esad'ın yönettiği Şam Ankara'nın tehdidini ciddiye almış, korkmuş ve Öcalan'ı Suriye'den çıkarmıştı.

Oysa bugün Suriye oğul Esad'ın yönettiği Suriye, kendisini hergün tehdit eden Türkiye'nin tehditlerinden hiç etkilenmiyor, korkmuyor, geri adım atmıyor. Tutukladığı gazetecileri geri vermediği gibi casuslukla yargılayacağını açıklıyor.

Bu mu Ortadoğu'da sahip, öncü olan Türkiye? 

Suriye'nin bu kadar rahat olmasının nedeni ne? TSK'nın savaş yeteneği konusunda farklı değerlendirmeler mi yapması? Yoksa cari açık içindeki Türk ekonomisinin turizmden gelecek paraya ihtiyaç duymasından dolayı bu yaz savaşmak istemeyeceği mi?

Üstelik, Ortadoğu'da Suriye'den büyük bir denklem var. O da İran'ın nükleer silah üretme yeteneğine sahip olması. Nükleer İran, ABD ve İsrail için Suriye'deki rejimden çok daha büyük bir problem. İran için ise Suriye'deki Esad rejimi kısa vadede nükleer silah yapımından daha önemli. Esad rejimi yıkılır ise İran'ın Batı Afganistan'dan Akdeniz'e uzanan jeopolitik zincirinin çok önemli bir halkası kırılacak ve önemli müttefiği Hizbullah ile kara bağlantısı kesilecek. Oysa nükleer silahta bir gecikme Tahran için daha sonra telafi edilebilecek bir gecikme olacaktır.

Bu çerçevede stratejik gücünü bir an önce Ortadoğu'dan Asya-Pasifik bölgesine Çin'e doğru aktarmak isteyen ABD için tahran ile bir pazarlık alanı ortaya çıkabilir. Washington, Ortadoğu'da daha uzun kalmasına neden olacak ve batı kapitalizminin İsrail'in İran'a saldırmasından dolayı çıkacak bir Ortadoğu savaşından dolayı yükselen petrol fiyatları sonucunda alacağı ağır darbeden kaçınmak için Tahran'a " Nükleer güçten vazgeç, Esad rejimi kalsın " teklifinde bulunabilir. Veya bu teklif Tahran'dan Washington'a gelebilir.
Böyle bir teklif üzerinde anlaşılması durumunda Ankara, güneyinde iki düşmen bir de onların arkasındaki ülke olan Suriye-Maliki Irak'ı ve İran ile karşı karşıya kalacaktır. Buna başarılı dış politika denilebilir mi? Hiç sanmıyorum. Ankara'nın Suriye politikasında radikal bir değişiklik yaparak tekrar barış çizgisine oturması lazımdır. Demokrasi isteyen kitleler veya diktatörler tarafından ezilen Suriye halkı şeklinde retorikler ile siyaset izahıyapılmasın. 

Şu anda Şam'a karşı Ankara'nın ortak tavır aldığı Suudi Arabistan'da ve Katar'da hiç demokratik seçim yapıldığını gören oldu mu? 

Sudan'ın uluslar arası ceza mahkemesi tarafından hakkında soykırım suçlaması ile arama emri çıkarılmış liderine Erdoğan destek olmadı mı?


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2012/05/14/6602/suriye-savasi-iran-ile-yapilan-pazarligin-parcasi-mi


..

Öcalana Verilen Taviz Türkiyenin Eyaletlere Bölünmesi

Öcalana Verilen Taviz Türkiyenin Eyaletlere Bölünmesi..,



Yazar: Ümit Özdağ
31 MART 2013 PAZAR

Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında bir çok kez gündeme geldi. Yasanın çıkması aşamasında AKP Hükümeti cenahından bu eleştirilere sert cevaplar geldi. Ancak tasarının  yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır. Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde devletçiklere dönüşeceğini görünen bir gerçektir. Böylece mevcut idari federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir.  Büyükşehir yasası ile aynı süreçte çıkar diğer bir yasa Kürtçe savunmayı mümkün kılan yasa olmuştur. Bu iki yasanın TBMM’de görüşüldüğü sırada hapishanedeki PKK’lılar sahte bir açlık grevi başlatmışlar ve Öcalan açlık grevinin sona erdirerek, siyasal sahneye tekrar güç olarak dön(dürül)müştür. 

Bu adımlar A. Öcalan ile PKK’nın Türkiye dışına çekilmesi müzakerelerinin kamuoyuna açıklanması izlemiştir.
Başbakan Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, Türkiye’nin 2023’de  yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek açıklamıştır. Erdoğan “ Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz ” demektedir. Erdoğan’ın “On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır.

Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok adım ile “Yeni Türkiye”nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest kalacaktır. Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve Türk Milleti bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta “etnik değil coğrafi federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini unutmamak gerekmektedir.

Başbakan Erdoğan, “ Güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması gerektiğini ” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 

16. Yüzyılda 19. Milyon kilometrekarelik bir alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için uygulanması gereken formül aynı olamaz. Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. 

Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir.  

Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin parçalanmadan yaşama imkanı yoktur. 
Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, bu proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür ve sonra Türkiye Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar küçülür. 

Özetle, bir devlet en güçlü zamanı  dikkate alınarak değil, en zayıf zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar.   



http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/03/31/6918/ocalana-verilen-taviz-turkiyenin-eyaletlere-bolunmesi

Kurtulmuş’tan olay yaratacak '‘HABUR '’ Açıklaması



Kurtulmuş’tan olay yaratacak '‘ HABUR '’ Açıklaması


AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, çözüm süreciyle ilgili takvimi ve hükümetin projeleri anlattı.







Habur Rezaleti,1

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, 19 Ekim 2009’da Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan olaylardan ‘paralel yapı’nın sorumlu olduğunu açıkladı.
İnternethaber’den Hadi Özışık’ın sorularını yanıtlayan Kurtulmuş, “ Habur’daki o güne ait bir çeşit paralel yapıydı. Daha öncekiler nasıl aşıldıysa bugünküler de aşılacaktır ” dedi.
Hükümetin çözüm süreci için çalışmalarını sürdürdüğünü de söyleyen Kurtulmuş, nihayi sonuç için tarih verdi:

“2015 seçimleri öncesinde kamuoyunun, “tamam, bu iş çözüldü” diyeceği noktaya kadar adımlar atılacaktır.”

Çözüm süreci ve Selahattin Demirtaş’la devam edelim. Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy oranı küçümsenmeyecek bir rakam ve o da bir dil geliştirdi daha bir kucaklayıcı oldu ve hakikaten aldığı oy oranı da HDP için azımsanmayacak ölçüde. O rakamı seçimlerde Selahattin Demirtaş koruyacak mı bir, sizin öngörünüz bu konuda nedir, yani bundan sonra nasıl bir yol izlerlerse halk yine teveccüh eder? İki, çözüm süreci siz bu konuyu da önemsiyorsunuz, takvim nasıl ilerleyecek?

NUMAN KURTULMUŞ-
 

HDP açısından bu seçim sonuçlarının üç önemli noktada özetlenmesi mümkündür. Birincisi, HDP’nin temsil ettiği tabanda artık bundan sonra kimse silahları elimize alalım iddiasını ortaya süremeyecek. Bu HDP’nin temsil ettiği taban bakımından, Kürt siyaseti bakımından silahsızlanmanın artık onaylandığı, hem de çok yüksek düzeyde onaylandığı anlamına gelen bir gelişmedir ve olumlu bir gelişmedir.
İkincisi, bundan sonra HDP’nin, yani Kürt siyasal hareketinin kullanacağı siyasal dil bakımından önemli ipuçları veriyor, o da şu: artık Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kürt versiyonu olan bir HDP’ye Kürtlerin ihtiyacı yok. Yani statüko partisi, Kemalist bir Kürt partisi kodlarında bulunan bir partiye…
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, İnternethaber Yönetim Kurulu Başkanı Hadi Özışık’ın sorularını yanıtladı.
Bu, CHP ilelebet Güneydoğu’da, Doğu’da olmayacak anlamına mı geliyor?
NUMAN KURTULMUŞ- 

Olmayacak, o anlama geliyor. İlelebet?
NUMAN KURTULMUŞ- CHP’nin, AK Parti’nin yaptığının üstünde şeyler yapması lazım artık Kürt oylarını alabilmesi için. Bir ara biliyorsunuz eski partiler işte HADEP vesaire onlar statükocu CHP diline yaklaşmışlardı. Selahattin Demirtaş’ın kampanyada kullandığı dil ve halkın ona vermiş olduğu teveccüh CHP gibi bir Kürt partisine ihtiyaç olmadığının Kürtler tarafından ortaya konulmasıdır bu da önemli bir gelişmedir. Üçüncüsü de, bu sonuçla Türkiye’deki siyasal Kürt hareketi Türkiyelileşmiştir. Yani ayrılıkçı, ayrışmacı, hele bölgenin diğer ülkelerindeki çatışmaları da göz önüne alırsanız, Türkiye’yi bir türbülansa sokacak, Türkiye’yi bir çatışma ortamının içerisine sokacak bir siyaseti, bir dili, bir üslubu artık benimsemeyeceklerinin sinyalini vermiştir bu seçim sonuçları. Ben her üçünün de Türkiye için olumlu olduğunu, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkıda bulunacak sonuçları olduğunu düşünüyorum. Ama bu genel seçimlerde de aynı oy oranını koruyacaklar anlamına gelir mi; zannetmiyorum ama onu göreceğiz, şimdiden bir tahminde bulunmak yanlış olur, bu HDP’nin izleyeceği siyasete bağlı çünkü…
Türkiye’nin batısında da oy alabilmiştir HDP. Ama hala büyük oranda Güneydoğu ve Doğu illerinde sıkışıp kalmış bir parti görüntüsü veriyor. Bunu biraz daha aşması, daha fazla Türkiyeli bir parti haline gelmesi gerekir.













Habur Rezaleti,2

Böyle olursa CHP, HDP’nin gerisine düşer mi?
Ben HDP bu dili kullanırsa, CHP’nin de bu statükocu tavrını, politik muhafazakar tavrını değiştirmek mecburiyetinde kalacağını düşünüyorum. Bunların hepsi Türkiye’nin hayrına olur. Türkiye’nin siyasal partileri statüko alanında hangimiz daha fazla statükocuyuz diye rekabet etmesinler. Türkiye’nin siyasal partileri değişim süreçlerinde hangimiz daha reformcuyuz, hangimiz daha değişimciyiz diye mücadele etsinler. Türkiye’de mücadele buraya doğru gidiyor, doğru olan budur. Bu mücadeleyi her partinin eğilimi, bundan sonra nasıl evrileceği belirleyecek, AK Parti burada da motor güç olacak. Yani AK Parti bu devrimci, dönüşümcü, reformcu istikametini koruduğu, geliştirdiği oranda ister istemez HDP de bundan etkilenecek, HDP etkilendikçe CHP de, MHP de bundan etkilenmek durumunda kalacak.
Ben son seçim tablosu sonuçlarını Türkiye için olumlu bir tablo olarak değerlendiriyorum.
KAMUOYU TAMAM BU İŞ ÇÖZÜLDÜ DİYECEK!
Çözüm süreci takvimi?
NUMAN KURTULMUŞ- 

Çözüm süreci ilerliyor, çok mesafe alındı, yüzlerce adım atıldı, bunların bir kısmı yasal düzenlemeler, bir kısmı yönetmelikler. Zannediyorum 2015 seçimleri öncesinde kamuoyunun, “tamam, bu iş çözüldü” diyeceği noktaya kadar adımlar atılacaktır. Tabi ki bu iş, bir günde halledilecek bir mesele değil, 30 senelik bir silahlı mücadele, 90 senelik bir siyasi mücadele. Bu mücadelenin geldiği noktada bütün sorunları belki 2015’e kadar çözmek mümkün değil, ama ana meseleler, yani örgüt üyelerinin topluma kazandırılması, bir demokratikleşme paketinin kalan unsurlarının süratle bitirilmesi, yerel yönetimler reformu vesaire…
Nihai çözüm dağların boşalması mı, Türkiye’ye kesin dönüş mü?
NUMAN KURTULMUŞ- 

Tabi ki, bir tek kişinin bile dağda kalmamasıdır. Bunların hepsi nihayetinde bu ülkenin çocukları…

HABUR’U ŞİMDİ DAHA İYİ ANLIYORUZ
O zaman Habur şovuyla yarım kalan şey tamamlanacak mı?
NUMAN KURTULMUŞ- 

Şimdi daha iyi anlıyoruz Habur’un da bir provokasyon olduğunu.
Habur‘da paralel mi vardı?

NUMAN KURTULMUŞ- 

Bugüne kadar Türkiye’nin esenliği için atılan önemli adımlar hep bir takım paralel yapılar eliyle engellenmeye çalışılmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat, 17 Aralık vesaire, isimleri ve temsilcileri değişse de bunların hepsi birer paralel yapılanmadır. Habur’daki de o güne ait bir çeşit paralel yapıydı. Daha öncekiler nasıl aşıldıysa bugünküler de aşılacaktır, inşallah ve muhakkak…


..

Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi



Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi




Yazar: Ümit Özdağ
04 MART 2014 ÇARŞAMBA

           Türk Milleti sonunda Dolmabahçe Sarayı’ndan Abdullah Öcalan’ın PKK’ya silahlı mücadeleyi sona erdirin mesajının verilmesine de şahit oldu. Devletlerin yaşamında bir çok şey semboller ile ifade edilir. Örneğin Polonya eski adı ile Lehistan Alman ve Rus imparatorlukları arasında paylaşılmıştır. Ancak Osmanlı, Lehistan’ın parçalanması ve ilhakını kabul etmemiştir. Bundan dolayı Osmanlı sultanları Avrupalı Büyükelçileri kabullerinde hep “ Lehistan Büyükelçisini ” sormuşlar, görevliler de hep “yolda” olduğunu söylemişlerdir. Ancak devlet algısı zayıf olan bir iktidar ne yazık ki bir terör örgütünün liderine Dolmabahçe Sarayı’ndan terör örgütüne çağrı yaptırmıştır. Arkaya bir öne iki Türk bayrağı koyarak yaşananların olumsuzluğunu örteceklerine inanmışlardır.,




          








Önce neden şimdi böyle bir açıklamanın yaptırıldığını tespit edelim. 

AKP iktidarı yorgun ve kendi içinde parçalanmış bir iktidardır. Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında çok sert ve derinden bir kavga devam etmektedir. Erdoğan, AKP’yi %50 bandına taşımaya çalışırken, Davutoğlu, AKP’yi %45 bandında tutmayı hedeflemektedir. Çünkü Erdoğan başkanlık sistemini kurmayı hedeflerken, Davutoğlu kendisini işsiz hale getirecek başkanlık sistemine karşıdır. İki siyasi kendi kadrolarını oluşturmaktadır. Aralarındaki sorunu çözemedikleri zaman bugün olduğu gibi MİT gibi önemli bir kurum vekaleten yönetilebilmektedir. Çünkü Erdoğan, MİT’in başına Washington büyükelçisini atamak istemektedir. 

Davutoğlu mevcut büyükelçi ile devam etmektedir.

         Ekonomi tam anlamı ile bir kriz içindedir. İşsizlik ve döviz patlamıştır. 10 seneden buyana itici sektör olan inşaat sektörü durmuştur. Çünkü faizler yüksek olduğu için kimse kredi alıp gayri menkule yatırmamaktadır. Bundan dolayı Erdoğan, Merkez Bankası Başkanına saldırmaktadır. Öte yandan 10 seneden buyana ekonominin patronu olan Babacan artık inşaat sektörü ile yola devam etmenin mümkün olmadığını bildiği için Merkez Bankası başkanının arkasında durmaktadır. Davutoğlu ise Babacan’ın arkasında Erdoğan’a karşı tavır almış durumdadır. Haziran 2015’e kadar ekonomide bir iyileşme görülmesi şu anda mümkün görünmemektedir. Erdoğan’ın istediği “başkanlık sistemi” eksenli bir propagandanın AKP seçmeninde de başkanlık karşıtlığının yüksek olması ve Davutoğlu’nun bu fikri sahada güçlü bir şekilde savunmayacağının anlaşılmasından dolayı seçim propagandasının siklet merkezini başkanlık sistemi tartışmalarının oluşturması mümkün görünmemektedir.

       Halen seçimler için bu riskli adım algı yönetimi teknikleri ile AKP seçim propagandasının ekseni haline dönüştürülmüş görünmektedir. Seçmene 2015 seçimlerinde ekonomik anlamda ne yeni mega projeler ne siyasal özgürlükler vaat edebilecek durumda olan AKP seçimlerde 2015 sonrasında “barış” vaadini siyasal propagandasının eksenine oturacak görünmektedir.  Diğer bir ifade ile iktidarın seçmene sunabileceği ancak seçimlerden sonra terörün bittiği barışın geldiği bir gelecek olmaktadır. Dolmabahçe açıklamasının arkasındaki neden budur. Halk artık sonuçsuz müzakerelerden bıkmıştır. PKK’nın Güneydoğu Anadolu’ya nasıl hakim olduğunu görmektedir. Türkiye’nin bölünebileceği endişesi artmaktadır. İktidar, ustaca bir siyasal manevra ile Dolmabahçe açıklaması ile seçmene “Bizimle devam ederseniz barış gelecek” mesajını vermiştir. Ancak bu mesajın AKP açısından iki büyük riski vardır. 

Birinci risk, muhalefetin 10 madde halinde şifrelenen açıklamayı seçmene iyi anlatabilmesi durumunda Türkiye’nin üniter ve milli devlet yapısının tehlikeye gireceği ortaya çıkacaktır. 

Bu seçimlerde AKP’ye ağır bir darbe vuracaktır. 

İkinci risk ise  seçimlerden önce PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakmak yerine bir ayaklanma denemesinde bulunması, çatışmalar çıkarmasıdır. 

Bu durumda AKP  seçmen nezlinde daha büyük bir sıkıntıya girecektir. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/03/04/8109/ocalanin-10-maddesinin-genel-secimler-ile-ilgisi

..


2 Temmuz 2016 Cumartesi

Unutma, 1993 Yılında Sivas Katliamında Neler Oldu?



Unutma, 1993 Yılında Sivas Katliamında Neler Oldu? 




Sivas katliamı.1993 yılı.35 kişi öldü.Yanarak ve boğularak öldüler.Unutma.

Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında aralarında Aziz Nesin’in de olduğu pek çok sanatçı ve fikir insanı Sivas’a geldi,


pir-sultan-abdal-senlikleri

1 Temmuz 1993’de Sivas’a gelen aydınlar Vali Ahmet Karabilgin’in davetlisiydi

sivas-valisi-karabilgin

Bu arada Aziz Nesin’in Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabını Türkiye’de yayımlaması İslam dünyasının tepkisini çekmişti

salman-rüsdi-seytan-ayetleri-sivas-katliami

Ali Nesin daha sonra babasının aslında kitabı yayımlamadığını söyleyecekti

ali-nesin

Olayların tansiyonu, şenliklerin ikinci günü, 2 Temmuz 1993’te yükseldi

sivas-katliamı-madimak

Binlerce kişi cuma namazından sonra Hükümet Konağı’na yürümeye başladı

sivas-katliamı-binlerce-kisi-hukumet-binasina-yurudu

Hükümet Konağı’nı taşlayan grup ardından Madımak Otel’e ulaşarak slogan atmaya devam etti

madimak-otel

16 bine yakın olduğu bilinen göstericiler “Şeytan Aziz”, “Sivas Aziz’e mezar olacak” sloganları atarak otel önüne geldi

madimak-oteli-sivas-katliamı

Grup ilk önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi

madimak-yakilan-araclar-sivas

Daha sonra otelin perdelerini tutuşturmak suretiyle oteli ateşe verdiler

madimak-oteli-yaniyor

O esnada Metin Altıok, Uğur Kaynar ve Behçet Aysan kendilerini savunmak (!) için süpürgelerle bekliyorlardı

metin-altiok-ugur-kaynar-behcet-aysan-sivas-katliamı

Otele sığınmış olan aydınlardan aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu…

sivas-katliaminda-olenler

35 kişi yanarak ya da boğularak hayatını kaybetti

sivas-1993-olenler

35 KİŞİ YANARAK YA DA BOĞULARAK ÖLDÜRÜLDÜ!

kanli-cuma-sivas-katliami-madimak

35 CAN…

sivas-madimakta-olen-kisiler

Aziz Nesin kendi imkanlarıyla hayatını kurtarırken, linç girişiminden de son anda kurtarıldı

aziz-nesin-sivas-katliami-linc-girisimi

3 Temmuz günü otel bu hale gelmişti

yangin-sonrasi-madimak-oteli-goruntuleri

Otel ateşe verilmeden birkaç saat önce çekilen bazı fotoğraflar her şeyin planlı olduğunu ortaya koyuyordu

benzin-deposu-sivas-katliamı

Benzin bidonunun yanı sıra, molotofumsu silahlar da vardı

molotof-sivas-katliamı

Bazı görüntüler kafa karıştırmıyor da değildi

telsizli-adam-sivas-katliami

Akşam saatlerine doğru 2 günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve güvenlik güçleri kontrolü ancak ele aldı

sokaga-cikma-yasagi-sivas-katliami

Olaylardan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı, bu sayı ilerleyen günlerde 190’ı buldu

sivas-davasi-gozaltilar

Gözaltına alınanların 124’ü hakkında “laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçundan dava açıldı.

sivas-katliami-serbest-kalanlar

26 Aralık 1994 yılında alınan kararla 22 sanık 15, 3 sanık 10, 54 sanık 3 ve 6 sanık 2’şer yıl ceza aldı. 37’si serbest bırakıldı

sivas-davas-tutuklular

Yargıtay 9. Ceza Dairesi katliamın “Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye yönelik olduğunu” söyleyerek bu kararı bozdu

yargitay-sivas-katliami

28 Kasım 1997’de alından kararla 33 sanık idama cezasına, 14 sanık 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı

sivas-katlimi-idam-cezalari

Yargıtay 9.Ceza Dairesi bu kez hapis cezalarını onarken, idam cezalarını usulsüzlük nedeniyle bozdu

sivas-katlimı-davasi

Sanıkların avukatları arasında Refahyol iktidarı Adalet Bakanı Şevket Kazan da vardı

sevket-kazan-sivas-davasi

Bununla beraber diğer avukatlardan 8’i AKP Milletvekilliği yaptı

madimak-sivas-katliami-milletvekilleri

16 sanık 2000 yılında yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezası kalktığı için cezalar müebbet hapse çevrildi

idam-cezasi-kalkti-sivas-katliami

Bu süreçte firar eden Sivas Belediye Meclis Üyesi Cafer Erçakmak ve diğer 8 sanık halen yakalanamadı

cafer-ercakmak-sivas-davasi

Davanın firari olan kişilerle ilgili olan kısmı 13 Mart 2012’de zaman aşımından dolayı düşürüldü

sivas-madimak-yuruyus-eski

Başbakan’ın zaman aşımıyla ilgili yorumu ise şöyleydi:

erdogan-sivas-madimak-zaman-asimi

2010 yılında Madımak Oteli’nin kamulaştırılma süreci başladı

otel-madimak

Halkın istediği aslında Madımak Oteli’nin müze olmasıydı

madimak-oteli-muze-olsun

Kamulaştırılma davası tamamlandığında Madımak Oteli, Bilim ve Kültür Merkezi oldu

madimak-bilim-kultur-merkezi

Katliamda ölen 37 kişinin ismi otelin lobisinde yapılan panoya alfabetik olarak yazıldı

madimak-bilim-kultur-merkezi-isimler

Bu listede oteli ateşe verirken ölen 2 kişinin adı da yer aldı

insanlik-sucu-zaman-asimi-sivas-katliami

Sivas Valisi Ali Kolat, olaya insan merkezli baktıklarını, hiçbir ayrım yapmadıklarını söyledi

sivas-valisi-ali-kolat

Yıl 2015. Sivas’ta ölenler unutulmadı.

sivas-davasi-zaman-asimina-ugradi

Sivas’ı sen de unutma. Yananları, boğulanları, ölenleri unutma.

penguen-sivasi-unutma-madimak

..