29 Şubat 2016 Pazartesi

EŞREF BİTLİS SUİKASTİ, BÖLÜM 9




EŞREF BİTLİS  SUİKASTİ, BÖLÜM 9



YARGI YASAKLARI DELDİ,

Albay’ın Mahkeme İfadesi Resmi Açıklamaları Altüst Etti

“Taraf vekilleri geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Davacı tanığı Erdal Özben’in geldiği görüldü. Dinlenmesine geçildi. Davacı tanığı Erdal Özben, Salih oğlu 1942 doğumlu. Tarafları tanır, mani hali yok, ihtirat yapıldı soruldu.

“Dava konusu olayla ilgili olarak yabancı uzmanlar da geldikten sonra oluşturulan bir heyetle önce uçağın düştüğü yerde bir inceleme yaptık. Bu inceleme sırasında uçağın tüm parçalarını inceledik. Ancak orada kesin bir sonuca varamayınca bu parçaları toplayıp Havacılık Okulu’na götürdük. Orada parçaları mümkün olabildiğince yan yana getirerek adeta uçağı yeniden monte haline soktuk ve o şekilde incelemelerimize devam ettik. Bu incelemeler sırasında her iki motoru açıp ayrı şekilde tetkik ettik ve sonuçta bir rapor düzenledik. Sözünü ettiğim bu raporun içeriği doğrudur aynen tekrar ederim burada.

“Kısa ve öz şekilde belirtecek olursak motorların hava girişini sağlayan sistemin tamamen buzla kapalı olduğuna ve bu yüzden içeriye hava giremediğine ilişkin herhangi bir bulguya ve bu yüzden oluşan herhangi bir teknik arızaya rastlayamadık bu şekilde raporumuzu düzenledik” dedi.

Beyanı okundu. Yemini yaptırıldı. İmzası alındı.

18 Haziran 1996 günü saat 09.30’da, Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde yukarıdaki ifadeyi veren, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kara Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden’den başkası değildi.

Mahkeme tutanaklarına soyadı Özben olarak geçen Albay Özden’in ifadesi, Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’in ölümüne ilişkin devletin resmi açıklamalarını tümüyle geçersiz kıldı. Uçağın enkazı üzerinde yapılan incelemede, “buzlanma” gerekçesini doğru kılacak bir bulguya ya da bir “teknik arıza” belirtisine rastlanmadığı, mahkeme tutanaklarına böyle geçti. Emir komuta zinciriyle örtülen gerçek, yargı kanalıyla su yüzüne çıkıyordu.

Uçağın düşüşünü araştıran tek uzman subay olan Albay Özden’in resmiyet kazanan ifadesiyle, Orgeneral Eşref Bitlis suikastını açığa çıkarmada önemli bir kilometre taşı dönülmüş oldu.

Hukuk Planında Zorlu Mücadele

Eşref Bitlis suikastını ortaya çıkarmak için, sivil kesimde iki ayrı kanaldan mücadele yürütüldü. Biri, basın yoluyla kamuoyunu harekete geçirme çabasıydı. Bu yöntem önemli başarılar kazandı. İkincisiyse yargı kanalını zorlamaktı. Zorlamak sözcüğünü bilinçli seçiyoruz. Genelkurmay’ın soruşturmayı örtbas etme kararıyla birlikte askeri yargının da önü tıkanmış durumda. Kara Kuvvetleri Askeri Savcılığı’nın hukuka aykırı takipsizlik kararının bu emir komuta zincirinin parçası olduğunu, 3. Bölüm’de ayrıntılarıyla açıkladık. Takipsizlik kararı karşısında hukuk planında yapılacak iki girişim vardı. Bir üst mahkemeye itiraz ve soruşturmanın yenilenmesi için Milli Savunma Bakanlığı’na başvuru. Her ikisi de yapıldı. Emir komuta zincirinin duvarına çarpıldı.

Muhasara ne kadar muhkem olsa da azmettikten sonra bir çıkış noktası bulunabiliyor. Bulundu da: Uçağı satan Amerikan şirketi aleyhine tazminat davası açıldı. Resmi açıklamaları tuz buz eden Kara Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden’in ifadesi de, bu dava sayesinde alınabildi.

2. Pilot Yüzbaşı Tuğrul Sezginlerin ailesi tarafından, uçağı satan Beechcraft şirketi aleyhine Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan dava, Bitlis’in uçağının kaza değil, sabotaj sonucu düştüğünü kanıtlamada çok önemli bir işlev gördü. Bu zorlu mücadelenin nasıl başladığını, uçağın 2. Pilotu Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in ablası Saime Sezginlerin ağzından 9. Bölüm’de aktardık. Emir komuta engelini aşmada hukuk mücadelesinin başkahramanıysa Avukat Nusret Senem. 22 yıllık hukukçu Senem ile kitap için yaptığımız görüşme şöyle:

Av. Nusret Senem’le Görüşme:
“Sabotajı Belgeledik, Sıra Failleri Bulmada”

Soru: Kaç yıllık hukukçusunuz. Bu süre içinde siyasi sonuçları açısından bu kadar çetrefil olan başka bir davada bulundunuz mu? Bir tabunun kapağını açma girişimi olan bu davayı neden üstlendiniz?

Senem: Bizde hukukçu, herhangi bir hukuk fakültesini bitirdiğiniz zaman edindiğiniz bir sıfattır. Bu anlamda bakarsak 22 yılımı doldurmuş sayılabiliriz. Ancak savunma mesleğini, avukatlığı hukukçuluğumuzun başlangıcı olarak kabul edersek 19 yılımızı doldurmak üzereyiz.

Bu mesleğe fiilen başlamam Kahramanmaraş Katliamı davasıyladır.

Siyasi sonuçları bakımından her biri bence çok farklı, ancak, birbirinden önemli çok sayıda davada savunmanlık yaptım. Müdahil vekilliği görevinde bulundum.

Örneğin Kahramanmaraş Davası’nda ölenlerin, yaralananların vekiliydim. MHP hakkında 1980’de açılan, Türkeş ve arkadaşlarının yargılandığı davada müdahil vekili ve itirafçı sanıkların savunmanıydım.

TİKP davasında Doğu Perinçek ve arkadaşlarının vekili olarak görev yaptım.

Sosyalist Parti kurulur kurulmaz, Anayasa Mahkemesi’ne açılan kapatma davasında vekillerdendim. En son Sivas’ta şeriatçı kalkışma sonucu katledilen 35 aydın ve sanatçımızın yakınlarının vekili olarak bu davayı izliyorum.

Hiç şüphesiz Eşref Bitlis’in ve diğer dört subayın yaşamını yitirmesi ile sonuçlanan olay da, sonuçları bakımından bir hukukçu için ideal bir davadır. Bu davayı 4 yıldan bu yana savunman olarak yürütüyorum.

Bu dava, sorunuzda da belirtildiği gibi, bir tabunun kapağının açılması çabası olarak da nitelenebilir.

Neden üstlendiğime gelince; her şeyden önce avukatım. Bana gelmiş bir davayı meslek ahlakına, Cumhuriyetle kazandığımız temel değerlere, ülkemizin bağımsızlığına zarar vermemesi kaydıyla ve hukuk bilgimin de elvermesi halinde reddetmem. Bunlar haricinde hiçbir olumsuz etken kararımda etkin olamaz.

Bu davada da, gerçeğe ulaşmamızın karşısında çok önemli engellerin bulunduğunun bilincindeyim. Olayda çok önemli kuşkuların olduğu inancına varmamız, üstlenmek için yeterli oldu.

Müvekkillerim bana başvurduğunda, ceza soruşturması, KKK Askeri Savcılığı tarafından Takipsizlik Kararı verilmesi suretiyle sonuçlandırılmıştı.

Uzun yıllar sıkıyönetim mahkemelerinde ve diğer askeri mahkemelerde savunma görevi yaptığım için, zorluklarını iyi bildiğim bir sorun karşısında olmama rağmen, konu bir tabuya dokunmak olsa da üstlenmemeyi doğru bulmadım. Benim için önemli olan, müvekkillerimin işi sonuna kadar götürmekteki kararlılığıdır. Bu da onlarda fazlasıyla mevcuttu. Çok değer verdikleri bir yakınlarını kaybetmiş olmakla beraber aradıkları, sadece gerçekti. Gerçeğin peşinde koşmak kadar mutluluk verici bir şey tanımıyorum. Bu, her zorluğa değer.

Ceza Hukukunda Faraziye ile Hüküm Verilmez

Soru: Eşref Bitlis’in uçağının kaza sonucu düşmediğini hukuk planında açığa çıkarmak için ne gibi girişimleriniz oldu?

Senem: Başvuruları sıralamadan önce bir noktanın açıklanmasında yarar var.

Müvekkillerim bana, takipsizlik kararını ve uçağın buzlanmadan düşmesi iddialarını değerlendiren çelişkili iki adet rapor getirdi.

Raporlardan birinde uçağın motorlarında kalkıştan itibaren ani buzlanma meydana geldiği belirtilerek, düşme nedeni aşırı buzlanmaya bağlanıyordu.

Ancak bu raporu yazanların vardığı sonuç, tamamen akıl yürütme yoluyla faraziyeler üretilerek varılmış bir sonuçtu. Oysa Ceza Hukuku’nda faraziyenin yeri yoktur. Maddi, objektif kanıtlar aranır. Raporu yazanlar, CMUK’un bilirkişi olarak rapor vermeye yetkili kişilerde aradığı şartları, yasanın aradığı özellikleri taşımıyorlardı. Emir komuta ilişkileri içinde görevlendirilmiş kişilerdi. En önemlisi, bu kişiler, uçağın kalkış saatindeki meteorolojik verilere değil, kalkıştan 2 saat önceki bulut içinde buzlanma verileri içeren raporu, faraziyelerinin temel argümanı olarak kabul ediyorlardı. Açık bir usulsüzlük yapmışlardı.

Olayın kapatılmak istendiği yolunda önemli bir kuşkunun bir kanıtı karşısındaydık.

İkinci rapor ise, iki yabancı uzman ve KKK Kara Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden imzasını taşıyor ve uçak parçaları üzerinde yapılmış teknik bir incelemeyi içeriyordu.

Varılan sonuç ise, “motorlarda buzlanmanın pek muhtemel karşılanmadığı’ydı.” Askeri Savcılık, Takipsizlik Kararı’nda bu rapordan tek satırla söz etmemişti.

Dosyanın kapatılmak istenmesi kuşkusunu yaratan önemli etkenlerden ikincisi de buydu.

Bu belgeler ve uçak düştüğü günden itibaren basında yayımlanan haberleri birlikte ele alarak davayı kabul ettik. Hazırlıklar yaptık. O güne kadar ulaşabildiğimiz bütün belgeleri toparladık. Bazı pilotlarla konuştuk. Uçağın uçuş el kitabının buzlanmayla ilgili bölümlerini tercüme ettirip inceledik.

“Düşme nedeni buzlanmadır” denerek varılan sonucu çok kuşkulu bulduk.

Bu kanaate vardıktan sonra, eğer hukukçu iseniz işiniz kolaydır. Müvekkillerimi dinledikçe, birçok yol olduğu ortaya çıktı. Olayın üstüne gidebilirdik.

Takipsizlik Kararı’na itiraz ettik. Bazı müvekkillerime karar tebliğ edilmemişti, bazılarının ise süreyi kaçırmış olması karşısında, kararı almayanlar açısından KKK Askeri Savcılığı’na itiraz dilekçesi verebilirdik. Öyle de yaptık.

Aynı anda diğer bir usulü hakkımız olan yol da, MSB’nin bizzat soruşturmayı yenileme yetkisini kullanmasını talep etmekti. Oraya başvurarak soruşturmayı yenilemesini istedik. Takipsizlik Kararı’na itirazımız, Jandarma Genel Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından reddedildi.

Zamanın Milli Savunma Bakanı olan DYP’li Mehmet Gölhan, soruşturmanın yeterli olduğunu ve soruşturmayı yenilemeyeceğini bildirdi. İTÜ Uzay ve Havacılık Bilimleri Fakültesi öğretim üyelerinden oluşan heyetin hazırladığı bilirkişi raporundan sonra, Refahyol koalisyonu döneminde MSB’ye başvurumuzu yeniledik. Dönemin Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ile müvekkilem Saime Sezginler’le birlikte bir buçuk saatlik bir görüşme yaptık. Bu başvurumuza, aradan 9 ay geçmesine rağmen henüz bir yanıt almadık.

Red Kararları Yanlıştır

Soru: Soruşturmanın devamı için yaptığınız başvurulara verilen red yanıtları için değerlendirmeniz nedir?

Senem: Her iki red kararı da bizi ikna etmemiştir. Dosyada mevcut olduğunu sonradan gördüğümüz belgeler karşısında bu kararlar kesin olarak yanlıştır.

Bu görüşümüzün sebebi şudur: Bizim taleplerimiz üzerine her iki yetkili makam, şüphesiz Askeri Savcılığın Hazırlık Soruşturması dosyasını celbederek incelemişlerdir. Fakat hazırlık dosyasını, Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde uçağı satan Beechraft şirketi aleyhine açtığımız dava dosyasına celbettirerek inceledikten sonra, red kararlarının yanlışlığını daha iyi gördük. Haklılığımız konusundaki inancımız pekişti.

Uçağın düştüğü gün hazırlanmış üç teknik astsubay ve iki subaydan oluşan bir heyetin hazırladığı raporun varlığını gördük. Uçağın buzlanmadan düştüğünü ileri sürüyorlardı. Genelkurmay’ın olay günü “buzlanmadan düştü” açıklamalarının kaynağı bu. Bu raporu düzenleyen kişiler, 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde talebimiz üzerine, 7 Mayıs 1996 tarihinde tanık olarak dinlendiler.

Bu kanaate, uçağın düşmeden önce havadayken son çare olarak yaptığı “hatve” değişikliği nedeniyle çıkardığını ileri sürdükleri bir sese dayanarak varmışlardı. Buzlanmanın hiçbir maddi bulgusunu tespit etmemişlerdi. Zaten böyle bir bulgu da yoktu.

Uçağın çıkardığı ileri sürülen sesi tespit etmeleri ve uçak kalktıktan 5-6 dakika sonrasına kadar hangi sesi çıkaracağını beklemeleri mantıki değildi. Enkaz incelemesine kadar uçakla ilgili bir görevleri de olmamıştı.

Red kararlarında bu rapora dayanılıyordu. Oysa bu rapor tamamen gerçekdışı bir “ses” duyumuna dayalıydı. Uçağın Ankara üzerinde 6.400 fitte uçarken çıkardığı bir sesi, 8-10 kilometre uzakta Güvercinlik’teki karargâhta bina içinde görevli olanların duyması, fiziken olanaksızdı. Bu kişilerden başkası ses duymamıştı. Bu durum da ilginçti.

Ayrıca red kararları, dosyada, “uçağın motorlarında” buzlanma olmadığına ilişkin bir teknik raporu hiç nazara almıyordu.

Anlaşılan devlet, bu konuda hangi delil çıkarsa çıksın bir sonuca varmıştı ve asla bundan dönmek niyetinde değildi. Emir komuta zinciri içinde bir görüş ısrarla korunuyordu; “uçak buzlanma nedeniyle düşmüştür”. Uçağın düştüğü gün bir iki saat içinde bu sonuca varmak, ancak o günkü Genelkurmay’ın başarabileceği bir işti!

Buzlanma nedenini ileri süren ve Askeri Savcılığın itibar ettiği belge ise bilirkişi raporu değildi. Meteorolojik verileri saptırarak, buzlanma ihtimaline dayalı akıl yürütme yöntemiyle hazırlanmıştı.

Bu olgular kuşkumuzun temel nedenidir.

Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan dava, dört yıla yakın bir süredir devam ediyor. Dava, uçağın yapımcısı Amerikalı şirket hakkında açılan bir tazminat davası olmakla beraber, uçağın düşme nedenini, kusur durumunu tespit açısından önemlidir. Bizim için de tazminat değil, uçağın düşme nedenini belirleyebilmek en önemli ara amaçtır. Büyük ölçüde amacımıza ulaştığımızı söyleyebilirim. Bu dava sayesinde Askeri Savcılığın, olayla ilgili soruşturmaya ilişkin belgelerine ulaşabildik. Şimdi savcılığın yapmadığı şeyi yapma noktasına geldik.

Mahkeme, geçen yıl, dava dosyasını incelemek için uzman bilirkişilerin tayin edilmesi kararını verdi. Bu karar ışığında, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nin başında Prof. Dr. Nuri Yüksel’in bulunduğu öğretim üyeleri konuyu incelediler. Verdikleri rapor kamuoyunda büyük yankı yaptı. Vardıkları sonuç, uçağın pilotaj hatasından düşmediği, buzlanma iddiasının gerçekdışı olduğu, uçak motorlarında yapım hatası bulunmadığı, sabotaj ihtimalinin ciddi olduğu şeklindeydi.

Dört yılın sonunda sabırla yürünerek varılan nokta son derece çarpıcıdır. Sabotaj iddiası iddia olmaktan çıkmış, önemli delillerle kanıtlanmıştır. Failleri bulma aşamasına varmış bulunuyoruz. Ancak ceza soruşturmasını açmak zorunda olan makamların, yapılan başvurularımıza rağmen suskunluğunu hâlâ sürdürüyor oluşu hukuk adına esef vericidir. Biz önünde sonunda ceza soruşturmasının açılmak zorunda olduğunu biliyoruz. Bu noktaya varacağız.

“ Ölüler Konuşmaz ”

Soru: Davayı üstlenme kararınızdan bu yana, Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ile ya doğrudan ya da mahkeme aracılığıyla ilişki içine girdiniz. Adı geçen kurumların bu davada gerçeğin ortaya çıkması için üstlerine düşeni yaptığı kanısında mısınız?

Senem: Hayır. Özellikle Milli Savunma Bakanlığı’na soruşturmayı yenilemeleri konusunda dilekçe verdiğimiz zaman üst rütbeli bir Kurmay Subay’dan dinlediklerimiz tüylerimizi diken diken edecek nitelikteydi. Hatırladığım kadarıyla söyledikleri şöyleydi:

“Bu başvurulardan bir sonuç çıkmaz. Uçak kazalarında genellikle pilotlar suçlanarak olay kapanır. Soruşturmayı görevde olanlar aleyhine devam ettirirseniz birçok insanı görevden aldıracaksınız, terfileriyle oynayacaksınız, sıkıntılar yaşanacak. Ben bu olayı iyi biliyorum. Bu olay da böyle kapatıldı.”

Bunun üzerine yanımızda bulunan müvekkilem Saime Sezginler tepki göstererek, “ Ölüler konuşmaz değil mi?” dedi. Subay’ın cevabı “evet”ti.

Milli Savunma Bakanlığı son başvurumuzu, soruşturmayı açma emri vererek kabul etmek zorundadır. Yasal sorumluluğu bunu gerektirmektedir. Ancak sessizliğini hâlâ bozmamaktadır.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı Savcısı Görevini Yapmadı

Kara Kuvvetleri Komutanlığı ile doğrudan temasımız olmadı. Ancak Mahkeme’ye yeterince yardımcı oldular. Belgeleri gönderdiler.

Fakat, KKK Askeri Savcılığı, soruşturma dosyasının tam bir örneğini mahkemeye önce göndermedi. Kritik birçok belgeyi dosyadan çıkararak eksik fotokopiler gönderdi. Bunu kabul etmeyip ikinci kez Mahkeme kanalı ile tamamını göndermesi talebimiz kabul edilince de, dosyanın fotokopisinin taraflara verilmemesi kaydıyla tamamını gönderdi. Oysa içinde gizli belge yoktu. Ayrıca yasalarımız, böyle bir isteğin hukuka aykırı olduğunu söylemektedir. Neyin gizlenmesi peşinde oldukları kanımca yeterince açıktı. Yapması gerekenleri yeterli yapmadığı açığa çıkıyordu.

Bu olayda soruşturmayı yürütmekle yetkili olan, KKK Askeri Savcılığı’dır. Ancak görevini yeterince yerine getirdiği söylenemez.

Her şeyden önce uçağın düşme nedenini belirlemek için Askeri Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun kendisine verdiği görevleri yerine getirmemiştir. Bütün güçlü şüphelere rağmen, çelişik raporlara, faraziyelere itibar etmiş, dosyayı ehil bilirkişilere göndermemiş, görevini en hafif deyimiyle ihmal etmiştir.

Önemli bir tanığın söylediklerini görmezden gelmiş, basında çıkan haberlere rağmen, olay gecesi olay yerinden geçen pilot kıyafetli bir astsubayın kim olduğunu araştırmamıştır. Hazırlık soruşturması dosyası ve takipsizlik kararını okuyanların kolaylıkla tespit edebileceği gibi, esas gayreti, olayı bir an önce kapatmaktan ibarettir.

Genelkurmay Başkanlığı ve KKK’lığı ise olay gününden itibaren buzlanmadan düştüğü şeklindeki açıklamaları ile dosyayı incelemekle görevli olan makamlara adeta talimat vermişler, soruşturmayla doğrudan ilgili makam olmamalarına rağmen, soruşturmayı bitmiş farzederek yönlendirmişlerdir.

Bu iki makam dosyanın kapatılmasının doğrudan sorumlusudurlar.

Onların açıklamalarının aksine soruşturmayı derinleştirecek, başka yönlerini ortaya çıkaracak Askeri Savcı ya da Askeri Kurul, ülkemiz gerçeklerini eğer biraz biliyorsak, yoktur.

Askeri Savcılık Tahrifat Yaptı,

Soru: Askeri Savcılık, davayı kapatma kararının ekinde yer alan uçak şirketi ve motorları satan şirketin uzmanlarıyla Kara Havacılık Okulu Erkan Başkanı Albay Erdal Özden’in imzasının olduğu ortak raporu neden parçalama gereği duymuş? Askeri Savcı’nın ABD’li uzmanların buzlanmayı yalanlayan değerlendirmelerine, yetkili bir Türkiyeli subayın ortak olmasının üstünü mü örtmek istiyor?

Senem: Değerlendirmeniz doğrudur. Ancak başka bir yönü daha vardır. Biz KKK Havacılık Dairesi’nden uçağın düşmesiyle ilgili raporların, Türkçe metinlerini ve İngilizce asıllarını isteyinceye ve bunlar Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne ulaşıncaya kadar, uçağı ve motorları satan şirketlerin yetkililerinin enkaz üzerinde yaptığı incelemeyi ayrı bir rapor olarak biliyorduk.

Oysa belgeler gelince gördük ki, bu belgenin bir de ön analiz bölümü var. Bu bölüm de diğeriyle birlikte hazırlanmıştır. Altındaki KKK Havacılık Okulu Erkan Başkanı Albay Erdal Özden imzası yalnız değil. Bu değerlendirmenin altında iki teknik yabancı uzmanın da imzası mevcuttur.

Bizce bu raporun bölünmesi ve Askeri Savcılık dosyasında, bu bölünmüş halinin fotokopisinin bulunması ilginçtir. Bu tahrifatı Askeri Savcı’nın yaptığını sanmıyorum. Başka bir suç odağı tarafından yapılmış olmalıdır. Yapılan tahrifatla, raporu Askeri Savcı’nın da önemsememesi amaçlanmış olabilir. Çünkü bu ön analiz bölümünde, “motorların incelenmesi sonucu sıcak kısım tehlikesine rastlanmadı, fakat çarpma sonucu yüksek güç gözlemlendi. Dolayısıyla çarpma anında motor hava girişinin buzla kaplanması ve kompresör buz yutma durumu pek muhtemel karşılanmamaktadır” şeklindeki değerlendirmenin önemsiz hale getirilmesi amaçlanmıştır.

Oysa bu raporu hazırlayan heyet, olay yerinde ve enkaz üzerinde ciddi diyebileceğimiz tek incelemeyi yapan heyettir. Bu yöntemlerle hazırladıkları rapor gözlerden kaçırılmış oluyor.

Hangar Nöbetçisinin Bir İfadesi Kayıp

Soru: Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’nı veren KKK Askeri Savcısı Yüksel Ferah’ın uçağın düşmesinden bir gün sonra aldığı ifadelerden birisi çok dikkat çekici. 16 Şubat günü uçağın bulunduğu hangarın nöbetçilerinden Ordonat er Tahir Metin, ifadesinde 19.30’da astsubay olduğunu tahmin ettiği bir kişinin hangardan havacılık okuluna doğru gittiğini gördüğünü ve bunu çok garip bulduğunu belirtiyor. Soruşturma evrakında Askeri Savcılığın söz konusu olağandışı olayı araştırdığına ilişkin bir bulgu yok. Bu olayın aydınlığa kavuşturulması gerekmiyor mu? Siz bu konuda herhangi bir girişimde bulundunuz mu?

Senem: Biz ceza soruşturması esnasında neler olduğunu anlayabilmek için hazırlık dosyasına ulaşmayı, dava stratejimizin önemli bir unsuru olarak işin başında belirledik. Takipsizlik kararı ile sonuçlanan dosyaya KKK Askeri Savcılığı’nda ulaşmamız, soruşturmanın gizli olması nedeniyle mümkün değildi.

Bunu sağlamak için Amerikan şirketi aleyhine tazminat davası açtık ve mahkeme kanalıyla yukarıda izah ettiğim şekilde hazırlık dosyasını elde ettik.

Ancak bu safhada, tanığın varlığından haberdar olabildik.

Askeri Savcılık, bu tanığın ifadesinde ileri sürdüğü çok önemli bulduğumuz konuda bir araştırma yapmamıştır. Geçenlerde Show TV’de bu tanık açıklamalar yaptı. Yetkililer iki kez ifadesine başvurmuşlar. Ancak dosyada tek ifadesi var. Olayın kapatılması çabasının bir gerçek olduğunun dikkate değer bir kanıtı da budur.

Bu tanık, tazminat davamız açısından değil de ceza soruşturmasının yenilenmesi açısından önemlidir. Uçağın buzlanmadan düşmediğini yetkili bilirkişiler saptadıktan sonra bu noktaya geldik. Gerekli girişimlerde bulunduk. Sonuç alacağımızı da kuvvetle umuyorum.

Örtülü Ödenekten Usulsüz Harcama Belgelendi

Soru: Şehit Kara Pilot Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in yakınlarının Başbakanlığın ev bağışından mahrum edilmesini neye yoruyorsunuz? Bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak için girişimlerinizin sonucu ne oldu?

Senem: Başbakanlık, olaydan hemen sonra cenazeler defnedilirken bütün şehit yakınlarına örtülü ödenekten bedelleri karşılanarak birer ev verilmesini kararlaştırmıştır.

Bu işlem yürütülürken, Pilot Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in yakınları ayrı tutularak, diğer dört aileye birer ev satın alınarak verilmiştir.

Eşitsiz işlem yapılması karşısında, olayın maddi yanı ile hiçbir şekilde ilgilenmeyen müvekkillerimi, bu olayın üzerine gitmeye ikna ettim.

Bu eşitsiz işlemin askeri makamlardan, yani ceza soruşturmasıyla ilgili bulunan makamlardan kaynaklandığını saptadık. Üstüne gittik.

Husumet makamı Başbakanlık olduğu için, Danıştay’da, işlemin iptalini istedik. Danıştay 10. Dairesi, bu eşitsiz işlemi iptal etti. Örtülü ödeneğin kullanılması açısından da bazı objektif kıstaslar bulunduğunu açıkladı. 1930’lu yıllarda yürürlüğe konan Muhasebe-i Umumiye Kanunu’nun günümüz modern devletinde krallara bile tanınmayan harcama yetkisini savunmak abestir. Nitekim, Örtülü Ödeneğin nasıl amaç dışı çete faaliyetlerinde, komşu ülkelere darbe tezgâhlarında kullanıldığını, faili meçhul cinayetlerde kullanılan silah alımlarında harcandığını başbakanlar söylüyor. Böyle bir harcama yetkisi kesinlikle kaldırılmalıdır. Davamız bu gerçekleri ortaya çıkarmıştır. Örtülü Ödenek’in “gönül hazinesi” olmadığını kanıtlamıştır.

Örtülü Ödeneğin Parsadan gibi kişilere usulsüz olarak aktarılması iddiaları yönünden de önem taşıyan bu karar, son derece önemlidir.

Başbakanlık bu kararı temyiz etmişti. Dosya temyiz incelemesi de geçtiğimiz aylarda sonuçlandı. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, Danıştay 10. Dairesi’nin kararını onadı.

Onanan bu kararın uygulanması ve eşitsizliğin giderilmesi yönünde yaptığımız başvuruya Başbakanlık cevap vermedi. Bunun üzerine Orgeneral Eşref Bitlis’in yakınlarına verilen evin değerini tespit ederek tazminat davası açtık. Bu dava ise Danıştay’da yürümektedir. Sonuç aşamasındadır.

Söz konusu davayı da kazanarak, Başbakanlığı eşit işlem yapmaya mecbur kılacak bir sonuç alacağımızı umuyorum.

Yargıç Baskıyı İtiraf Etti ,

Soru: 13. Asliye Mahkemesi’nde süren davanın 15 Mayıs 1997 tarihli duruşmasında reddi hakim talebinde bulunmanızın nedeni neydi?

Senem: Ankara 13. Asliye Hukuk Hakimliği, tarafların karar verilmesi isteğinin aksine ve gerekçesini de belirtmeden, dosyanın yeniden başka bir heyete, bilirkişi incelemesi yapması için gönderilmesine karar vermiştir.

Bu karar, Hakimliğin yeterli inceleme yapmadığını, dosyadaki bilgi ve belgelere göre ara karar oluşturmadığını ortaya çıkarmıştır.

Ara kararda belirtilen ODTÜ “Havacılık Bölümü” ve “Uçak Motor Makinesi Bölümü” mevcut değildir.

Hakimliğin, ODTÜ’de mevcut olmayan iki afaki bölüme dosyamızı göndermeye karar vermesi, davamızı gereksiz yere uzatacaktır. Dosyadaki belgeye rağmen, bu maddi hatanın yapılmaması gerekirdi.

ODTÜ’den bilirkişi ismi bildirilip bildirilmediğini sordum. Sayın Hakim cevaben isim bildirilmediğini, zira buna gerek de bulunmadığını, İstanbul’da özel bir uçak şirketinde çalışan iyi tanıdığı bir pilotu, üçüncü bilirkişi olarak heyete dahil edeceğini ifade etti. Yeniden, bunu kabul etmediğimizi, dava üzerinde etkileme çabaları bulunduğunu, verilen ara karara uyulması gereğini kendilerine söyledik. Sayın Hakim bunun üzerine, Avukat Mehmet Cengiz’in de tanık olduğu şu cümleleri dile getirdiler: “Üzerimde ağır baskı var. Bilirkişi raporu hatalı, benim kanaatimce bu uçak pilotaj hatasından düşmüştür. Pilotlar planör uçuşu ile inebilirlerdi, bunu yapmamışlardır. Güvendiğim bir pilot arkadaşımla konuştum, böyle söylüyor, bilirkişi olarak bir pilot şart.”

Bu sözleri karşısında artık bu davaya bakması mümkün değildir. Kendi ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, bazı karanlık güçler tarafından kendisine baskı yapıldığı ortaya çıkmıştır. Dosya ikinci defa bilirkişiye gidiyor. Son bilirkişi heyetine, Anadolu Üniversitesi’nden mahkeme yargıcının “özel tanıdığı” olduğu kendisince ifade edilen Prof. Dr. Hidayet Buğdaycı, usule aykırı şekilde dahil edildi. Bu noktaya itirazımızla birlikte bilirkişi ücretini yatırdık, dosya bilirkişiye gitti.

Davamızda her aşamada hukuk dışı etkilerle karşılaştık. Bu etkileme çabalarını böylesi büyük bir olayda olağan karşılamak gerekir. Önemli olan, sayın bilirkişi heyetinin böyle etkilere pirim vermemesidir. Böyle olacağına da inanmak istiyorum.

“ Devlet Sırrıdır ” Denerek Örtülemez,

Soru: Eklemek istediğiniz bir başka nokta var mı?

Senem: Erbakan 27 Aralık 1993’te, bu olayın Çekiç Güç tarafından tertiplendiğini açıklamıştı. Bu açıklamalarının kaynağı olarak MİT’İ göstermişlerdi. Demek ki, devletin istihbarat arşivlerinde bu sabotajın bilgileri mevcuttur. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de, Erbakan’ın ifade ettiği gibi, olayın Çekiç Güç ve CIA’ya mensup kişilerce kararlaştırılıp bazı Özel Harpçi kişilerce gerçekleştirildiğini isimler vererek açıklamış, Genelkurmay Arşivi’nde faillere ilişkin sorgulama bandı bulunduğundan söz etmiş ve belgelerini TBMM Susurluk Komisyonu’na vermişti.

Artık belgelenmiş kabul ettiğimiz sabotaj olayının faillerinin bulunması ve cezalandırılması, ülkemiz üzerinde oynanan oyunların açığa çıkarılması, def edilmesi noktasındayız. Bunu da başaracağımıza inanıyoruz.

Ola ki, bütün Türkiye’nin bildiği belgelerden, bilirkişi raporundan, ceza soruşturmasının yenilenmesi beklentisinden, sorumluların ortaya çıkması talebinden, yetkili makamların henüz haberi yoktur. Biz resmi talepte bulanarak haberleri olmasını sağlıyoruz. Bu talebimiz ile ülkemizin bağımsızlığı ve güvenliği bakımından son derece önemli olan bir sabotaj olayının aydınlanmasını istiyoruz. Bu olayın üstü “devlet sırrıdır” denerek örtülemez. Son günlerde ortaya çıkan kimi gerçekler, bu olayın da devlet içindeki CIA ile bağlantılı çeteler kullanılarak gerçekleştirildiğini gösteriyor. Olayın üstündeki perdeyi aralamak için bir hukukçu olarak çaba sarf ediyorum. Kamuoyunda, bu konuda çok yoğun spekülasyonlar, iddialar, itiraflar var. Sanırım olayın aydınlanmasında, gerçeğin ortaya çıkmasında büyük siyasi yararlar var. Bu çabaya katkıda bulunan herkese teşekkür ederiz. Özellikle Aydınlık gazetesinin ve sizin çabanız takdire değer.

10 CU  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR



https://esrefbitlissuikasti.wordpress.com/2012/12/14/9-ve-10-bolum/


..

EŞREF BİTLİS SUİKASTİ, BÖLÜM 8





EŞREF BİTLİS  SUİKASTİ, BÖLÜM 8






BİR ABLANIN BÜYÜK MÜCADELESİ,

Bitlis’in 2. Pilotu Yüzbaşı Sezginlerin Ablası Saime Sezginler ile Görüşme:

Artık Abla Olarak Değil, Yurttaş Olarak Devredeyim!


Org. Bitlis’e suikastın, Türkiye için ciddi bir bağımsızlık ve güvenlik sorunu olduğu bugün toplumun ortak kanısı. Dahası, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının sabotajla düştüğü kanıtlandı. Dört yıl önce üstü örtülen, Aydınlık ve İşçi Partisi dışında kimsenin ağzına almadığı bu dosyanın açılmasında belirleyici rolü olanların başında, uçağın 2. pilotu Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in ablası Saime Sezginler geliyor. Saime Sezginler, avukatı Nusret Senem ile birlikte dört yıldır giz perdesini aralamak için mücadele ediyor. Para almak için değil, uçağa sabotaj yapıldığını ortaya çıkarmak için uçak şirketi aleyhine, Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtılar. Bu dava sayesinde dosya bilirkişiye gidebildi. İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi öğretim üyelerinin hazırladığı bilirkişi raporu suikastı belgeledi. Soruşturmanın yenilenmesi için Milli Savunma Bakanlığı’na ikinci kez başvurdular. Bakan Turhan Dayan, Sezginler ile avukatı Nusret Senem’i makamında bir buçuk saat dinledi.

Saime Sezginler 68 kuşağından. 1948 doğumlu. Subay çocuğu. Anadolu’yu gezerek okumuş. Ankara Eczacılık Fakültesi’nden 1972 yılında mezun olmuş. Kardeşi Tuğrul Sezginler şehit olduğunda İstanbul’da bir devlet hastanesinde çalışıyordu. Mücadele edebilmek için emekli oldu. Şimdi serbest çalışıyor. Lise son sınıfta bir oğlu var. Saime Sezginler şehit kardeşiyle arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyor:

“Ailede herkes onu çok severdi, ama benim için daha özel bir yeri vardı. Aramızda 12 yaş fark var. Annesi gibiydim. Mamasını ben verdim, altını ben bağladım. Çocuğumu kaybetmiş gibi oldum.”


Saime Sezginler ile 4 yıllık mücadelesinin seyrini, bu süreç içinde nasıl değiştiğini konuştuk, kitap için sorularımızı yanıtladı:

“Tuğrul Harp Okulu’na Kaydolduğunda Babam Kıbrıs Harekâtı’ndaydı”


“Mücadelenizden kardeşinize çok bağlı olduğunuz anlaşıldı, ilişkileriniz nasıldı?”

Sezginler: “O, bizim en küçük kardeşimizdi. Biz dört kardeştik. 6 kişilik bir aile, benim oğlumu da sayarsak yedi kişilik bir aile. En çok o kardeşimizi severdik. Belki de evden küçük yaşta ayrıldı diye. Ama bunda Tuğrul’un kişiliğinin de bir etkisi var sanıyorum. Davranışları bizden daha farklıydı, daha ağırbaşlı, çok güçlü, çok gururlu, yani tam bir askerdi. Mesafeli, kendini ezdirmeyen bir insandı.

“O küçük yaşta evden ayrıldı, ortaokulu bitirdiği yıl evden ayrıldı, yatılı olarak askeri liseye gitti. O yıl, hepimiz bir tarafa dağıldık. Ben Yozgat’a çalışmaya gittim. Bir kardeşim Norveç’e gitti.

“Annesinin dizinin dibinde bizim kadar uzun seneler kalmadı diye, bütün kardeşlerde Tuğrul’a karşı bir koruma duygusu vardı.”

“Asker olması kimin kararı?”

Sezginler: “Kendi kararı. Babam subaydı. Subay çocuklarında çok gördüm, babaya özeniyorlar. Bir süre sonra bizim ki de subay olacağım diye tutturdu. Hatta o yıl Kıbrıs harekâtı olmuştu. Babam albaydı, Kara Kuvvetleri’nde görevliydi. Eve gelmedi, babamızı aradık, İzmir’e gitti dediler, halbuki Kıbrıs’a gitmiş. Babamın bir arkadaşı bunu elinden tuttu Kuleli Lisesi’nin sınavlarına soktu. Bütün yaz boyunca herkes ayaktaydı, kazandı mı, kazanmadı mı diye. Sonra kıyamet koptu, kazanmıştı. O gün çok sevindik, şimdi üzülüyorum.”

“Kardeşinizin ikinci pilot olduğu uçağın, kaza değil de sabotaj sonucu düştüğü düşüncesi sizde ne zaman oluştu?”

Sezginler: “Benim için bugün artık olay kaza değil kesin olarak suikast. İlk başta tabii ki bunu söyleyemezdim. Biz Ankara’dayız. Farkında olmadan ben eve gelen herkesi izlemeye başladım. O andan itibaren büyük bir ilgi ile karşılaştık. İşte Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Kara Havacılık Okulu Komutanı Tuğgeneral Armağan Kuloğlu da dahil, yüksek rütbeli subaylar, askerler taziyeye geliyorlar. Bir kere, iki kere değil, hemen her gün geliyorlar. Bakanlar… Yurtdışından, yurtiçinden arkadaşları geliyor. Ev hep insan kaynıyor…”

“Doğan Güreş Taziyeye Gelmedi”

“Zamanın Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş de geldi mi?”

Sezginler: “Bir tek Doğan Güreş gelmedi. Eşi geldi. Bir ara ‘Doğan Güreş niye gelmedi’ diye sordum. Kardeşimin arkadaşları şöyle bir şey anlattılar: Birisi şehit olmuş, nerede ne zaman tam hatırlayamıyorum. Doğan Güreş evi ziyarete gitmiş. Şehitin ablası ayağındaki terliği çıkarıp Doğan Güreş’in kafasına atmış. Acaba ondan mı korktu da gelmedi gibi bir şeyler söylendi.

“Ertesi günden itibaren de gazetelere manşet oldu. Sorular çıktı; öldü mü öldürüldü mü, suikast mı diye… Sonra uçak nasıl düştü diye sormaya başladım. Hemen ertesi gün resmi açıklama yapıp, buzlanma sonucu düştü dediler. E nasıl anladınız buzlandığını diye soruyoruz. Bir şey söyleyemiyorlar.

“Fisunoğlu Şaşkın ve Bilgisizdi”

“Sonra bir şey çok dikkatimi çekti: Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu oturuyor evde, Kolordu Komutanı oturuyor, Tümen Komutanı bir yanda, Kara Havacılık Okulu Komutanı Tuğgeneral Armağan Kuloğlu da var. Uçağın neden düştüğü konuşuluyor. Sorumluluk sıralamasında bir numarada olan Fisunoğlu, öylece oturuyor. Sokaktan geçen bir hamalı oraya koysanız, o da onun kadar fikir sahibi gibi. Bana ‘Bir şeyler yazıyor bu gazeteler, ama ne olacak. Ee araştırsak ne çıkacak? Gidenler geri gelmeyecek ki. Hadi araştıralım, ama geri dönüşü yok ki bunun’ gibi saçma şeyler söylüyordu. Annem ‘Birinci Pilot nöbetten çıkmış, uykusuzdu deniyor. Pilotların uykusuz uçağa binmemeleri gerekmiyor mu?’ dedi. Bir yerde bu idareyi suçlamak gibi bir şey. Fisunoğlu şaşkınca, yardım ister gibi etrafına bakındı. Hemen Armağan Kuloğlu fırladı: ‘Pilotun emri Allah’ın emridir. Pilot istemese gitmez, biz ona ‘git’ diyemeyiz’ dedi. Sonra da döndü Fisunoğlu’na, eliyle göstererek ‘Komutanım pilotlar ice vane’i açmayı unutmuşlar’ dedi. Yani pilotların önündeki buz önleyici sistemin düğmesine basmamışlarmış. Bir şey diyemedim. Çünkü fazla bilgim yok o konuda. Pilotlar vardı, onlar da bu söz üzerine donup kaldılar.”

“Pilotlar dediğiniz arkadaşları mı?”

Sezginler: “Evet, genç pilotlar. O zaman yüzbaşı, üsteğmen, teğmenler vardı. Komutanlar kalkıp gitti. Tuğrul’un bir pilot arkadaşı, ‘Allah kahretsin. ‘Pilotlar ice vane’i açmayı unuttular’ diyor. Utanmadan bir de eliyle gösteriyor. Zaten şartlanmış’ dedi. Ardından ekledi, ‘Şimdi Orgeneral Fisunoğlu’nu da şartlıyor!’

“Ben çok sinirlendim. Neden sinirlendim. Hangi nedenle uçağın düştüğünü o an bilmem mümkün değil ama, o sözde kardeşime bir suçlama hissettim. Kardeşim hayatta olsa bunun müdafaasına geçerdi. Farkında olmadan, kendimi onun yerine koydum, onun yerine ben isyan ettim.

“O sıralarda da pilot arkadaşları geliyor, kalemdir, brövedir alıyorlar; ‘Hatıra diye saklıyacağım’ diyorlar. İçeriki odaya geçtim, kalın bir kitap gördüm, onu alıp yatakların altına sakladım. Sanki o kitabın bir gün bana lazım olacağını hissettim. Sonra oğlumu çağırdım. O sırada Robert Lisesi’ne yeni girmiş, çat pat İngilizce biliyor. Kitap, Beechcraft 200 uçaklarının uçuş el kitabı. ‘Yavrum buzlanmayı göster’ falan dedim. Kitabı okuyama çalıştım. Bir süre sonra onların çevirilerini buldum ama parça parça. Tuğrul, ders notu olarak çevirmiş. Asılları okuldaymış, onları okur gibi oldum. Baktım, biraz anlıyorum. ‘Allah Allah bu uçak buzlanmaz’ demeye başladım. Sonra rastladığım herkese öğrendiklerimi sormaya başladım. O ara pilotlar oluk oluk evimize geliyorlar. Yüzlerce soru… Kendimi Tuğrul’un yerine koyup, yanıtlar arıyorum. Tuğrul kurtulsaydı o da araştıracaktı.

“Meteoroloji Uzmanı: Buzlanma İddiasına İnanmayın

“Kaza mahalline gittim. Orda oturdum, saatlerce ağladım. Kazayı gören var mı diye sordum. Birkaç kişi bir şeyler anlattılar. Bir hafta içinde de Meteoroloji Müdürlüğü’ne gittim. Gidiş sebebim de, şöyle: ‘Buzlanmada acaba meteorolojinin bir hatası olabilir mi? Yani meteoroloji yanlış rapor vermiş olabilir mi?’ Aklıma böyle saçma şeyler geldi. Oraya gittim, yollarda ağlıyorum, korkunç vaziyetteyim. Beni karşıladılar, çok ilgi gösterdiler. Raporları verdiler. Oradan çıktım. Giderken orta yaşlı bir memur arkamdan geldi. ‘Uçak düştüğü günden beri, buzlanma diye açıklama yapıyorlar. Bu açıklamanın yalan olduğunu meteorolojiden birazcık anlayan herkes bilir. O gün Ankara’dan birçok uçak kalktı, bir tek bu uçak düştü. Oysa bu uçak çok daha kötü hava koşulları için hazırlanmış. Buzlanmadan falan düşmüş olamaz. Bunun altında başka şeyler arayın’ dedi. Böylece kulağımı bükmüş oldu. Artık benim için şaibeli bir olaydı. Henüz suikast diye düşünmüyorum. Ondan sonra ilerletmeye başladım. Bu arada Hava Kuvvetleri’nden, sivil hava yollarından pilotların fikrini alıyorum. Uçak düştüğü zaman ne yapılır, heyet nasıl toplanır, olay savcılığa nasıl intikal ettirilir öğreniyorum. Zaman içinde belge toplamayı hedef edindim kendime. Tabii belge toplamak için belgelerin ortaya çıkması gerek. Haziran’da Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı bize tebliğ edilinceye kadar görünüşte bekliyor gibiyim ama, sürekli koşturuyorum. Bir ipucu bulur muyum diye her şeyi didik didik ediyorum. Haziran’da belgeleri elde edince artık tahkikatın doğru yapılmadığı konusunda kesin bir kanaate varmıştım. Bir şeylerin gizlendiğine emin olmuştum.”

“Belgelere nasıl ulaştınız?”

Sezginler: “Bugün hâlâ merak ediyorum, bana bu belgeler nasıl gönderildi. Askeri Savcılığın ‘Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’ taraflara gönderilmesi gerekiyor. Şehit ailesi olarak bize tebligat yapılması gerekiyordu. Ama bana gelen belgeler normal olarak gönderilmemeliydi.”

“Askeri savcılıktan geldi değil mi?”

Sezginler: “Hayır, Askeri Savcılık’tan değil, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan postalanmıştı. Gönderdiğim dilekçeye babamın adını yazdım. ‘Şehitin babasıyım. Oğlumla olan her türlü tahkikatı merak ediyorum. Bana gönderebilir misiniz’ diye, böyle mektupla dilekçe arası duygusal bir şeyler yazdım. Hiç de beklemiyordum. Baktım geldi. Üstelik de fotoğrafları falan istememiştim. Çünkü bilmiyordum. Fotoğraflar, Amerikalı uzmanların Güç Kaynağı Analizi ve diğerleri geldi.

“Askeri Savcı Yüksel Ferah Ne Demişti, Ne Oldu?

“Bir buçuk iki ay sonra gittim, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcısı Albay Yüksel Ferah’la görüştüm. ‘Tahkikatı doğru yapmanızı bekliyorum. Bakın basında çeşitli şeyler duyuyoruz, suikast, şudur budur. Size güvenebilir miyim?’ diye açıkça söyledim. ‘Siz çok şanslısınız, böyle iyi bir hakime düştü soruşturma’ dediler. Yüksel Ferah da ‘Neredeyse yatağı yorganı oraya taşıdım. Hiç merak etmeyin’ dedi. Ancak, Kara Havacılık Okulu’na gidip ‘ifade vermek isteyen varsa gelsin’ demiş. E, kim gider oraya ifade vermeye? Hiç kimse gitmez. Araştırma sırasında uçağın satılmasına aracı olan Altay şirketine gittiğimde ‘uçağı alkollemişler mi veya alkollenmeyle ilgili bir cihaz sattınız mı’ diye sormuştum. ‘Biz satmak istemiştik, ama almadılar’ dediler. Bu bilgiyi Askeri Savcı’ya söyledim. ‘Uçak alkollenmemiş, belki alkollenseydi düşmezdi’ dedim. ‘Hayret ben öyle bir şey duymadım. İlk defa duyuyorum. Bana bu konuda bilgi getirir misiniz?’ dedi. ‘Ben size bir fotoğrafını getireyim. Bu öyle küçük bir cihaz değil, kamyon gibi itfaiye aracı gibi büyük bir cihaz’ dedim. Neyse, alkolleme cihazının fotoğrafını buldum. Bir zarfın içine koydum, 2-3 gün sonra götürdüm. ‘Bu konuda şu bilgileri topladım, haberiniz olsun’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Sonra şunu söyledi: ‘Artık benim işim bitti. Sadece Kaza Kırım Heyeti’nin Müşterek Kanaat Raporu’nu bekliyorum. O rapor gelsin. Ben kararımı ona göre vereceğim.’

“Askeri Savcılığın Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’nda beni en çok şoke eden alkolleme ile ilgili paragraf oldu. O paragrafı okuduktan sonra kesinlikle, yüzde 1500 ihtimalle bu tahkikatın doğru yapılmadığına inandım. Çünkü Askeri Savcı Yüksel Ferah, ‘Buzlanmayı önlemek için alkolle silme gerektiği konusunda bana bir şey söylemediler’ demişti. Ben anlatmıştım. Oysa kararda, ‘Pilotlar el pulvizatörüyle uçağın gövdesini alkollediler’ diye yazıyordu. Beni isyan
ettiren bu cümle oldu. O zaman dedim ki bu Askeri Savcılığa kesinlikle güvenilemez. Çünkü Askeri Savcı gözümün içine baka baka yalan söylemişti. Ondan sonra işte belgeler geldi, resimler geldi. Okuyorum, elimde belgelerle kalakaldım. Bana yardım edecek kimse yok. Nereye başvuracağımı bilmiyorum. Daha doğrusu ne yapabilirim diye düşünüyordum.

“Diğer Askeri Savcı: Soruşturma Doğru Yapılmadı

“O ara bir numara ile başka bir askeri savcıyı buldum. ‘Benim elimde bu tahkikatın doğru yapılmadığına ilişkin belgeler var ama ne yapacağımı bilemiyorum. Bana yol gösterir misiniz?’ dedim. Yani pat diye içeri girdim, beni görünce şaşırdı. ‘Belki aklınızdan geçiriyorsunuzdur’ dedim. ‘Evet, yalnızca aklımdan geçirmiyorum. Size de söylüyorum: Tahkikat doğru yapılmadı’ yanıtını verdi. ‘Peki, bana yol gösterebilir misiniz?’ diye sordum. ‘Evet’ dedi. Bana önce bir avukat tutmamı salık verdi. ‘Şu anda yasal itiraz süresi geçmiş bulunuyor. Bir tek Milli Savunma Bakanı istediği taktirde bu tahkikatı yeniden açtırabilir’ dedi.

“Sonra Aydınlık’a geldim işte. Ondan sonra her şey değişti.”

“Aydınlık’la nasıl buluştunuz?”

Sezginler: “Kardeşim bana telefon açtı. ‘Abla, Aydınlık’ı okudun mu? Bitlis’in uçağı suikastla düşürüldü. Buzlanma yalan yazıyor’ dedi. Koştum Aydınlık gazetesi aldım. O gün Hikmet Çiçek imzalı bir haber vardı. Hikmet Bey’i aradım. ‘İstanbul’dasınız, Haber Merkezi Müdürü Adnan Akfırat ile görüşün’ dedi. Sizinle tanıştık. Bu kadar çok ilgi göstermenizi beklemiyordum. Soranlara anlatıyordum: ‘Getirdiğim bütün belgelerin fotokopilerini aldı. Bir yandan sorular soruyor, öbür yandan boyuna fotokopi çektiriyordu’ diye. ‘Gazetecilik kaygısıyla mı ilgi gösteriyorsunuz, yani ilginç bir haber olsun diye mi uğraşıyorsunuz?’ soruma, ‘Hayır. Bu bir yurtseverlik sorunu. Türkiye’nin bağımsızlığı söz konusu’ demeniz beni çok etkiledi. Mücadeleyi bu noktaya getiren avukatım Nusret Senem’i de siz önerdiniz.”

“İlk Defa Başkaldıran Oldu da…”

“Ortaya çıktınız, üzeri örtülmek istenen bir konuda kahramanca mücadele ettiniz. Başlangıçta size tepki oldu değil mi?”

Sezginler: “Sanıyorum ki başlangıçta beni çok ciddiye almadılar. Bir yerde gariban bir ablayım. Bu noktaya gelebileceğimi düşünmediler. Bunu en son Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan’ın makamındaki görüşmede de gözledim. Bakanlığın Adalet Dairesi Başkanı Tuğgeneral, bana ‘Bugüne kadar da benzer olaylar oldu, kazalar oldu. Yani Genelkurmay hepsini doğru soruşturdu da bir tek bunda mı yanlış yaptı’ dedi. Ben şöyle yanıtladım: ‘Çok yanılıyorsunuz. İlk defa başkaldıran oldu da gerçekler ortaya çıktı.'”

“Milli Savunma Bakanı’nın, avukatınızla sizi makamında kabul edip, dinlemesi de köprünün altından çok su aktığını gösteriyor.”

Sezginler: “Sürekli, ‘bir şey elde edemezsin’ tavrıyla karşılaştım. Bugüne kadar kim böyle bir mücadeleyi kazanmış ki, ne yapabilirsin, nereye kadar gidebilirsin. Olan olmuş. Mücadele edemezsin, vazgeç, uğraşma diyenler çok oldu. Ama bugün anlıyorum ki artık bu iş Türkiye, hatta dünya çapında bir olay. Bu işin suikast olduğu artık kesinleşti. Genelkurmay için başta kesindi de bunu telaffuz etmiyorlardı. Artık onlar da konuşuyorlar. Şimdi her televizyon yayınından sonra destek telefonları alıyorum. Destek davranışları görüyorum. İşte, general eşlerinden, subaylardan ve sivillerden destek görüyorum. Vatandaşlar, 118’den telefonumu bulup kutluyorlar.”

“1997 Yılı Anma Töreni Daha Görkemliydi”

“Her yıl 17 Şubat’ta bir anma töreni düzenleniyor. 1997 yılı töreninde bir farklılık gözlediniz mi?”

Sezginler: “Bu yıl geçen yıllardan daha görkemli oldu.”

“Nasıl?”

Sezginler: “Daha kalabalık, daha canlı. Jandarma Genel Komutanı’nın önem verdiği anlaşılıyor. Bu yıl daha fazla general vardı. Daha büyük çiçekler yapılmıştı. İnsanlar daha heyecanlıydı. Orda olmak önemli bir şeydi.”

“Türkiye İçin Bağımsızlık ve Güvenlik Sorunu”

“Siz bir televizyon konuşmasında, olayın suikast olduğunu belirtip, ‘Bu Türkiye için bir bağımsızlık ve güvenlik sorunudur. Faili de bellidir. Çekiç Güç’tür’ dediniz. Kardeşinizin hakkını aramak kaygısıyla yola çıktınız, bugün vatan ve ulus için mücadele eder noktaya geldiniz.”

Sezginler: “Benim için birinci aşama olayın ne olduğunu bulmaktı. Bu suikast olduğuna göre, Orgeneral Eşref Bitlis’i kim yok etmek isteyebilir? Eşref Bitlis’in ortadan kaldırılmasında kimin menfaati var? Bu Güneydoğu sorunuyla ilgili olduğuna göre karşımıza bir devlet çıkıyor: Amerika Birleşik Devletleri. Bir devlet, haliyle gizli örgütleriyle düzenler bu suikastı. Sözünü ettiğimiz devlet, dost göründüğü zaman da düşmandır, düşman göründüğü zaman da düşmandır. Bizim bağımsızlığımız bu vesileyle ayaklar altına alınmış oluyor. Ben başlangıçta kardeşim için mücadele ettim, ama geldiğim bu noktada artık Türk vatandaşı olarak devreye giriyorum. Gördüklerime isyan eder hale geldim.

“Beni isyana teşvik eden bir başka husus daha var: Suikast düzenleyen bir yabancı devlettir. Buna isyan ediyorum, bir. Ama ikinci noktaya; o yabancı devletin çıkarı için, bir Türk vatandaşının bu suikasta katılmasına çok büyük bir şekilde isyan ediyorum. Hele hele Türk subayının katılmış olmasına veya subay olması şart değil, üzerinde üniforma olan bir Türk askerinin veya ekibinin karışmasına müthiş öfke duyuyorum. Şunun gibi: Siz benim annemi öldürebilirsiniz, bu çok büyük bir suçtur. Ama annemi öldürmek için beni kullanırsanız, benim açımdan bu çok daha büyük suçtur.”

“Silahlı Kuvvetlerin Çoğu da Benim Gibi Düşünüyor”

“Bir subay çocuğu olarak Genelkurmay Başkanı’na karşı mücadele etmek nasıl bir duygu?”


Sezginler: “Ben kesinlikle toptan Genelkurmay Başkanlığı’nı suçlamıyorum. İçindeki belirli insanları suçluyorum. Kimler görevlerini doğru yapmamıştır. Kimler bu işi örtbas etmiştir. Benim hedefim bu. Çünkü ben zaten Silahlı Kuvvetler’in içindeyim. Zaten gördüğüm, Silahlı Kuvvetler’in neredeyse tamamı benim gibi düşünüyor. Subayların, astsubayların da ortak kanısı, bu bir suikast. Onlarla her temasa geçişte yeniden buna tanık oluyorum. Hatta faillerin kimler olduğunu tartışıyorlar. Doğan Güreş’i, Havacılık Okulu Komutanı Armağan Kuloğlu’nu suçluyorum. Güreş emekli ama Kuloğlu şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı. Askeri Savcılığın bunlar tarafından yönlendirildiğini düşünüyorum.”

“Mücadele İçinde Ben de Değiştim”


“Dönüp baktığınızda mücadeleyle geçen 4 yıl içinde kendinizde ne gibi değişiklikler görüyorsunuz?”

Sezginler: “Ben bu kadar mücadeleci bir yapıda olduğumu bilmiyordum. İnsan bazı şeyleri yaşadığı zaman görebiliyor. Birtakım şeylerden korkmayacağımı bu derece bilmiyordum. Bu mücadeleden artık beni hiç kimse çeviremez. Her şeyi göze aldım. Kapalı kapılar ardından alıp bu noktaya getirdik. Daha da gitmesi gereken yere kadar götüreceğim. Kendime karşı büyük güven duyuyorum. Özgürleştiğimi hissediyorum.”

“Teşekkür ederim.”

9 CU  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR


...

EŞREF BİTLİS SUİKASTİ, BÖLÜM 7




 EŞREF BİTLİS  SUİKASTİ, BÖLÜM 7



CUMHURİYETİN VAKUR GENERALİ, 

Bir Sosyalist Partinin Anma Toplantısı Düzenlediği İlk Orgeneral

Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’in uçağının kaza değil, sabotaj sonucu düştüğünü kanıtlarıyla ortaya çıkaran İşçi Partisi, 4. ölüm yıldönümünde Org. Bitlis’i anma toplantısı düzenledi. Org. Bitlis şehit edildiği gün, 17 Şubat 1997 Pazartesi, saat 18.00’de Ankara Harb İş Salonu’ndaki toplantıda anıldı. Org. Bitlis’i tanıtan bir sinevizyon gösterisinin ardından İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in yanı sıra, oğlu Tarık Bitlis ve uçağın 2. pilotu Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in ablası Saime Sezginler de birer konuşma yaptı.

Türkiye tarihinde ilk kez bir sosyalist parti, bir orgeneral için anma toplantısı düzenledi. Çünkü ilk kez, Türkiye’nin bir orgenerali, CIA tertibiyle şehit edilmişti.

Şövalye Tavrını Sürdüren Bir Kuvvet Komutanı *

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde artık iki tür subaydan söz ediliyor: Kıta subayları ve salon subayları. Hizmet sürelerinin çoğunu karargâhlar ve dış görevlerde geçiren subaylara salon subayı deniyor. En zahmetli görevleri üstlenip elini taşın altına koyan subaylar da, kıta subayı olarak anılıyor.

Orduda daha çok sevilenler, kuşkusuz yaşamlarını astlarıyla birlikte geçiren kıta subayları. Ne yazık ki, terfilerde tercih edilenler, NATO kalıplarına sıkı sıkıya uyan salon subayları oluyor. NATO’ya girip, Amerikan ordusunun kurallarını benimsemenin getirdiği bir durum bu. Bir de TSK’nın daha eskilerden süren bir geleneği var: Şövalye tipi subay. Bu, ilkelerini mevki ve makamın üstünde tutan subaylar için kullanılan bir niteleme. Kıta subaylığını tercih edenlerin çoğu, bu özelliği taşıyanlar. Ta, Osmanlı Devleti’nin son döneminden, Mustafa Kemal’in askeri okul öğrencisi olduğu dönemden sürüp gelen bir gelenek. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri okullarında da, subaylara bu niteliği kazandırmaya öncelik veriliyor. 27 Mayıs sonrasında ilk büyük tırpanı yiyen bu gelenek, 12 Mart ve 12 Eylül’ün darbeleriyle iyice tahrip edilmiş durumda. Bugün subaylar, harp okullarından genç bir teğmen olarak çıktıklarında, bu özelliği edinmiş olsalar bile, ancak taviz vererek yükselebiliyorlar. İşte Orgeneral Eşref Bitlis, şövalye subay tipini, kuvvet komutanlığına kadar taşımış özel bir örnek. Oğlu Tank Bitlis’in, bir sonraki bölümde anlattığı gibi, ulusal onuru her koşulda koruyan, vakur, aydın bir cumhuriyet generali.

* NATO üyeliği ve ABD’ye kölece bağımlılığı getiren ikili antlaşmalara karşın, TSK’de Cumhuriyet Devrimi’nin derin izlerinin bulunduğu, Kuzey Irak’ta CIA peşmergeleriyle Çekiç Güç karargâhını tasfiye eden operasyon ve 28 Şubat tarihli MGK kararlarıyla kanıtlandı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emperyalizme karşı mücadelenin ateşi ve Cumhuriyet Devrimi’nin büyük atılımı içinde oluşmasının getirdiği yapı, bütün aşınmalara rağmen yok edilemiyor. NATO kurslarından, CIA sınavlarından geçse bile, Cumhuriyet’in ilkelerine bağlı subayların komuta konseyinin tepelerine çıkabileceği, Amerikan gözlüğüyle bakıldığında anlaşılmayacak bir olgudur. Neoliberal 2. Cumhuriyetçilerin TSK’ya “demokrat ve antimilitarist” hücumunun arkasındaki gücün. Yeni Dünya Düzeni’nin patronları olduğu biliniyor. Bir kısım aydınımızın da bu kervana katılması, teorilerinin düzgün olmamasından ve ülkeye yabancılaşmış olmalarından kaynaklanıyor.
Bu “şaşırtıcı” tablo, Türkiye’nin, yüzyılın başında gerçekleştirdiği Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki büyük dönüşümün ve Türkiye’nin, tarihin hiçbir döneminde sömürge olmadığı gerçeğinin bir sonucudur. Tabii ki tayin edici olan, Türkiye halkının sırtını bu kaleye dayanarak yürüttüğü mücadeledir. Hesapları değiştiren, 1989 Bahar eylemleriyle başlayan, işçi sınıfının başını çektiği halk hareketidir. Bugün, aydınlanma devrimini ve Cumhuriyet’in ekonomik kazanımlarını korumak için diş dişe verilen milyonların mücadelesi, o “paşa”yı halkın safına çeken itici güçtür. Tarihin, coğrafyanın haysiyeti, yolundan sapmışları bile geri çevirmektedir. “Tak-şak paşa” Güreş’lerin, “NATO’ye girdik Hava Kuvvetleri’ne ihtiyacımız yok” diyen Menderes’in, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhunlar’ın, CIA şefi Paul Henze’nin “Our boys” dediği 12 Eylül’ün beşibiryerdesinin yanında Eşref Bitlis’ler de var. Şövalye tavrını kuvvet komutanlığında sürdürmede Org. Bitlis’in bir istisna olmadığı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya örneğiyle de perçinlendi. Erkaya’nın Cumhuriyetçi kişiliğinin çarpıcı iki boyutu, bir gün arayla gazete sayfalarına taşındı. Milliyet’ten Yavuz Donat, 21 Eylül günü, Deniz Harb Okulu’nda Oramiral Erkaya’nın başlattığı öğrenci inisiyatifini yazdı. 22 Eylül tarihli Sabah’ta ise M. Ali Birand, Erkaya’nın çıkacak yasayı beklemesi önerilerini elinin tersiyle itip, yazlığını satarak tedavi parasını sağladığını yazdı.

Hep En Kritik Görevlerde

Eşref Bitlis, 1933 Malatya doğumlu. Ana baba terzilik yapan yoksul bir ailenin çocuğu. En büyük şansı, sağlam bir Cumhuriyet eğitimi alması. Malatya Lisesi’nden arkadaşlarının büyük çoğunluğu, yüksek eğitimini sürdürüp mesleğinde başarılı olmuş kişiler. Genç Eşref Bitlis, lise eğitimini tamamlayıncaya kadar bölgenin dışına çıkmamıştır. Deniz görmemesine karşın, amacı deniz subayı olmaktır. Ama bir arkadaşı, gidip kaydını Kara Harp Okulu’na yaptırır. Eşref Bitlis, 1952 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun olup teğmen rütbesini alır. Dönemin gözde sınıflarından topçuluğu tercih eder. 1954 yılında Topçu Okulu’nu bitirir. Elazığ ve Erzurum’da çeşitli topçu birliklerinde komutanlık yapar. 27 Mayıs 1960’ı Trakya’da Uzunköprü’de üsteğmen olarak karşılar. Kıtalarda göze giren Bitlis, kurmaylığı tercih eder. 1966 yılında Kara Harp Akademisi’ni bitirir. Hemen ardından yabancı dil bursu kazanıp Almanya’ya gider. Goethe Enstitisü’nü bitirdiği 1967 yılında, iddiasını bilgiyle güçlendirme tavrına hız verir. 1969’da Silahlı Kuvvetler Akademisi mezunu kurmay binbaşıdır. Amasya’da Tugay Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü ve Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulunur. Ardından Kara Harp Akademisi öğretim üyeliği yapar. Adalet Partisi’nin, Cumhuriyet’in kazanımlarını ortadan kaldırma tavrına karşı örgütlenen subay hareketin içinde yer alır. “9 Martçılar” diye anılan Sol-Kemalist subay örgütlenmesinin merkezindedir. Amerikancı darbecilerin 12 Mart 1971’de yönetime el koymasının ardından Türkiye’den uzaklaştırılır. 1973 yılında Alman Kara Harp Akademisi’nden de diploma alarak Türkiye’ye döner. Bir yıl Kara Harp Akademisi’nde başöğretmen olarak görev yapar. 1. ve 2. Kıbrıs Harekâtları’nda görev yapan sayılı alay komutanları arasındadır. Ardından yine kritik bir göreve atanır.

1978 yılına kadar Konya’daki Yurtiçi Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanıdır. 1978’de Tuğgeneralliğe terfi eder etmez, Bolu Komando Tugay Komutanlığı’na atanır. Türkiye’nin en seçkin birliklerini eğitip barındıran bu tugayda tam dört yıl görev yapar. 12 Eylül darbesinde Bolu’da görevlidir. 1982’de Tümgeneral olur. Ve yine olağandışı bir tayinle en seçme subayların yollandığı Kıbrıs’taki 28. Tümen Komutanlığı’na atanır. İki yıl Kıbrıs’ta görev yaptıktan sonra, 3. Ordu Kurmay Başkanlığı’na atanır. Korgeneral olduğu 1986 yılına kadar Erzurum’daki 3. Ordu Karargâhı’ndadır. Buradan Korgeneral rütbesiyle Gelibolu’ya atanır. En önemli kolordulardan sayılan 2. Kolordu Komutanlığı’nda 2 yıl kalır. 1988’de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı’na atanır. 1990’da Orgeneral olur ve olağandışı bir tayinle Jandarma Genel Komutanlığı’na getirilir.

Org. Bitlis, “Kıbrıs Harekât Madalyası” ve “Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Hizmet Madalyası” almaya hak kazanmış az sayıda subaydan biridir.

Körfez Savaşı’nda Özal’a Direndi

TSK’de, kuvvet komutanlıklarına atanmadan önce ordu komutanlığı yapmış olma geleneği vardır. Orgeneral Bitlis, bu engele takılmadan, en sıkışık dönemde bu makama oturdu. Körfez Savaşı’nda Türkiye’yi cepheye sürmeye çalışan ABD’nin ve Özal’ın oldubittilerine direnen “paşaların” başındaydı. Körfez Savaşı’nın ardından “globalleşen” Kürt sorunuyla baş etme yükünü omuzladı. Sorunun çözümü için belirlediği Irak Kürtlerini Bağdat’la anlaştırma politikasının başarısı, ölümünden üç yıl sonra kendini gösterdi. Başından beri Çekiç Güç’e karşı çıktı. Jandarma Genel Komutanlığı süresince Çekiç Güç’ün suçlarının çetelesini tuttu. Bunları rapor edip, Genelkurmay Başkanı’na, Başbakan’a ve Cumhurbaşkanı’na verdi. Bununla da yetinmedi, Çekiç Güç’ün yasadışı ve Türkiye karşıtı faaliyetlerini kamuoyuna duyurmak için basına yardımcı oldu.

Özal’ın “Bush’a Şükran Mektubu”nu Basına Sızdırdı

Basında en çok sevdiği yazar Uğur Mumcu’ydu.
Özellikle Körfez Savaşı’ndan sonra Turgut Özal’a açık tavır aldı.
Amerika’nın Kürt planlarının karşısına dikildi. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Çekiç Güç’e eleştiriler onun döneminde yüksek sesle dile getirilmeye başlandı.

Özal ile Orgeneral Bitlis’in başında olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Amerika’ya mesafeli kesim arasındaki ilişkilerin en gergin olduğu dönemde, “Şükran Mektubu”, basında bir bomba gibi patladı. Gazeteci Muammer Yaşar Bostancı, Cumhurbaşkanı Özal’ın, Amerikan Başkanı George Bush’a yazdığı “Şükran Mektubu”nu, Sabah gazetesinde tam metin olarak yayımladı. Haber, Özal’ı çok kızdırdı. Mektup, Bostancı’nın eline nasıl geçmişti? Orgeneral Bitlis, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın, Amerikan Devlet Başkanı’na “şükran duyguları” içinde yazdığı mektuba tahammül edememişti. Türkiye kamuoyunun da, bu mektuptan haberdar olması gerektiğini düşünüyordu. Mektubun Bostancı’ya bizzat Bitlis tarafından iletildiği söylendi.

ABD’nin Hedefi Oldu

Org. Bitlis, yalnızca Çekiç Güç’ü karşısına almıyordu. ABD’nin Kuzey Irak’ta, kendine bağlı bir Kürt devletçiği kurma planlarını da boşa çıkarmada büyük başarı gösterdi. Bu nedenle defalarca ABD Büyükelçiliği ve JUSMMAT Komutanlığı tartından şikâyet edildi. 17 Aralık 1992’de, Kuzey Irak’a giderken, Çekiç Güç uçaklarınca helikopteri taciz edildi. ABD’li subaylar, Çekiç Güç gözlemcisi Türkiyeli meslektaşlarına, “Amerika’nın menfaatleri, bir Türk orgeneralinden daha değersiz değildir” diyorlardı.

ABD Savunma Bakanı Dick Cheney’in onayıyla, 10 Ocak 1993’te, Adana’da İncirlik Üssü’nde, ABD Dışişleri Bakanlığı Kuzey Afrika ve Yakındoğu Masası sorumlusu Elizabeth Shelton’un başkanlığında düzenlenen toplantıda cinayet kararı verildi.

Çekiç Güç ve JUSMMAT’ta görevli Amerikalı subayların da katıldığı toplantıda, suikast; Özel Harpçi Türk subaylara havale edildi. 17 Ocak 1993’te Güvercinlik’ten Diyarbakır’a hareket eden uçak, 7 dakika sonra düşüp parçalandı.

Ölmeseydi Genelkurmay Başkanı Olacaktı

Orgeneral Eşref Bitlis’in kanlara bulanmış üniformasının sağlam kalan bölümlerinden birinde apoleti sallanıyordu. Yani orgenerallik armasıyla 4 yıldız. Bunlar, bir kurmay subayın varabileceği en üst 5 makamdan birinin simgesiydi. Bundan sonraki aşama, Harbiye’ye giren her gencin mesleki olarak varabileceği en üst makam olan Genelkurmay Başkanlığı’ydı. Bitlis ölmeseydi, o yılın Ağustos’unda, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu’ndan sonraki dönemin Genelkurmay Başkanı olacaktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in görev süresi dolmuştu. Fisunoğlu’ndan boşalan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın en güçlü adayı Orgeneralliğinde 3. yılını bir kuvvet komutanı olarak tamamlayan Bitlis’ti. Bu makama talip olan 1. Ordu Komutanı personel sınıfından Orgeneral olan İsmail Hakkı Karadayı’ya karşı, muharip görevlerde bulunması nedeniyle avantajlıydı. Orgeneral Fisunoğlu’nun, kötüye giden durumu düzeltmek için Orgeneral Bitlis’i tercih etmesi en makul olanıydı. Ancak Orgeneral Bitlis, uçağı düşürülerek ekarte edildi, Genelkurmay Başkanlığı’na neredeyse kesin gözüyle bakılan Orgeneral Fisunoğlu’nun ayağı da, olağandışı bir tutumla emekliye sevk edilerek kaydırıldı. 12 Eylül sonrasının en Amerikancı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in görev süresi bir yıl uzatıldı. CIA görevlisi Tansu Çiller, o yılın Haziran’ında, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı oldu. Çiller-Güreş ikilisi, ABD’nin bir dediğinin iki edilmediği bir dönemi birlikte yürüttüler. Güreş, bu durumu, “Çiller şak diye söylüyor ben tak diye yapıyorum” diye veciz bir şekilde ifade etmişti. Güreş, hizmetinin ve suçlarının karşılığında, Çiller’in kontenjanından DYP milletvekili yapılarak ödüllendirildi. 24 Aralık 1995 seçimlerinde Kilis milletvekili yapıldı. Böylelikle, bu dönemde ağır suçlar işleyen Çiller Özel Örgütü’nün şefleriyle birlikte o da, dokunulmazlık zırhına kavuşturulmuştu.

Ama Cumhuriyet yıkıcılığı faaliyetinde en aktif konumlarda bulunup, Refahyol koalisyonunu son ana kadar terk etmeyen Doğan Güreş’e TSK’nin tepkisi sert oldu. Kahramanmaraş’ta Genelkurmay Başkanlığı sırasında inşa edilen bir kışlaya verilen adı, kışla duvarından silindi.

General Palton’un Akıbeti

Org. Bitlis, silah arkadaşlarınca, İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü komutanlarından General Patton’a benzetiliyor. ABD’li General George Patton, Kuzey Afrika’da, Hitler’in ünlü panzerlerini çöle gömmesiyle ün kazanmış, ABD’nin en seçkin generallerinden. Sicilya’nın kurtarılmasının ardından, Batı Avrupa’nın Nazi işgalinden kurtarılması harekâtının komutanlığını yaptı. Askeri okullarda, ataklığı, yerinde verdiği kararları ve ileriye yönelik planlarının isabetiyle örnek gösterilir. General Patton’a ün kazandıran bir diğer özelliğiyse, doğruluğuna kanaat getirdiği kararları kimseye bakmadan, cesaretle uygulamasıydı. Orgeneral Bitlis’e de “TSK’nin General Patton’u” unvanı en çok bu özellik nedeniyle takılmıştı. Ne yazık ki, akıbetleri de aynı oldu. Orgeneral Bitlis’in, bir CIA tertibiyle katledildiği kanıtlarıyla ortaya çıktı. ABD yönetimi, General Patton engelinden de kaza süsü verilen bir suikastla kurtuldu. General Patton, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bavaria Askeri Eyalet Başkanı iken, ABD yönetimiyle ters düşmüştü. Tavrını açıkça ilan etmesinin bedelini yaşamıyla ödedi. 9 Aralık 1945’te, Heidelberg’de bir Amerikan çavuşunun kullandığı aracın çarpması sonucu boynu kırılarak öldü. General Patton’u ortadan kaldıran bu “kaza”nın üstündeki örtü kalkmadı.

9 Martçı Tümgeneral Celil Gürkan Açıkladı: “Bitlis Kuryemizdi”

Aydınlık gazetesi Ankara Temsilcisi Hikmet Çiçek, Eşref Bitlis’in kişiliğini tanımak açısından önemli bir nokta olan 9 Martçı kimliğini aydınlattı:

12 Mart 1971 askeri darbesinden önce yaşanan sürecin en kritik tarihi 9 Mart. 12 Mart bir bakıma, 9 Mart’ta yapılması düşünülen askeri harekâta karşı yapıldı.

9 Martçılar, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde İttihat ve Terakki’den beri süregelen Jakoben geleneğin temsilcileriydi.

“Hürriyet” isteği ile dağa çıkan Resneli Niyazi’lerin, 31 Mart gerici ayaklanmasını bastırmak için Harekât Ordusu kuranların, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri ile Türkiye tarihinin en büyük zaferini kazanan Kemalistlerin, Kuvayı Milliyecilerin ve nihayet 27 Mayıs 1960 askeri harekâtı ile Bayar-Menderes diktatörlüğünü deviren Jakoben geleneğin bir devamıydı.

Kara, Hava ve Deniz kuvvetlerinde, özellikle genç subaylar arasında şekillenen örgütlenmeler, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler (9 Martçıların arasındaki kod adıyla Selim Bey) ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un (kod adı Yavuz Bey) şahsında liderlerini buldular.

9 Mart’ta kartlar ortaya döküldü. Ordu içindeki öbür klik galip geldi.

9 Mart, bu harekete katılanların deyişiyle, Gürler-Batur ikilisi tarafından “satıldı”. İki kuvvet komutanı, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ile uzlaştı.

Dört komutanın, muhtırayı vermelerinden dört gün sonra, 16 Mart günü, 5 general/amiral ile 8 albay, tepeden inme bir kararname ile emekliye sevk edildi.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensipler Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan, Genelkurmay Merkez Daire Başkanı Tümgeneral Şükrü Köseoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Daire Başkanı Hava Tuğgeneral Ömer Çokgör, Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Daire Başkanı Tuğgeneral M. Ali Akar, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Teknik Daire Başkanı Tuğamiral Vedii Bilget, Kurmay Albay Nedim Arat, Kurmay Albay Bahattin Taner, P. Albay Kadir Tandoğan, P. Albay Ömer Şamlı, Kara Pilot Albay Hidayet Ilgar, Muhabere Albay Mehmet Namlı, Tank Albay Kadir Ok ve Tank Albay Cavit Bayer’den oluşan 13 subayın askerlik yaşamı, o gün, Genelkurmay’dan kendilerine iletilen birer “sarı zarf” ile sona erdi.

Ardından operasyonlar başladı. Ordudan tasfiyeler, sıkıyönetim ilanı, sabotajlar, provokasyonlar, aydınlara yönelik baskılar… Ziverbey Zihni Paşa Köşkü’nde işkenceli sorgular… Türkiye’nin, gelecek yıllarda faili meçhul çok sayıda cinayete ve olaya damgasını vuracak olan kontrgerilla ile tanışması da aynı günlerde yaşandı.

Talat Turhan: Ziverbey’de Bitlis Aleyhinde ifade istediler

O dönemde Harp Akademileri Komutanlığı’nda bir binbaşı, öğretmen olarak görev yapıyordu. O öğretmen, geleceğin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’ti.

Binbaşı Eşref Bitlis, yalnızca öğretim görevlisi değildi. Silahlı Kuvvetler içindeki örgütlenmelerden o da etkilenmişti. 27 Mayıs’ın teğmeni, 9 Martçıların İstanbul kanadına dahildi. 9 Martçıların etkin isimlerinden Emekli Kurmay Yarbay, yazar Talat Turhan, Bitlis için, “Birlikte ihtilal planladığımız bir subaydı” diyor.

Talat Turhan, “Orgeneral Bitlis’i kim öldürmüş olabilir?” sorusuna, “Bizleri, Ziverbey’de işkenceli sorgulardan kim geçirdiyse onlar” yanıtını veriyor.

12 Mart döneminin en uydurma davalarından biri olan, “Bomba Davası”nın bir numaralı sanığı Talat Turhan, Ziverbey sorgucularının kendisinden, Binbaşı Eşref Bitlis aleyhine ifade almak istediklerini söylüyor.

Emekli Tümgeneral Celil Gürkan ise, “ Bitlis kuryemizdi ” diyor!

Gürkan, Eşref Bitlis’i şöyle anlatıyor:

“Eşref Bitlis’le temasımız oldu. Binbaşı idi o zamanlar. İstanbul’dan özel bir misyonla geldi. Kara Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanı olarak benimle konuştu. İstanbul’dan gelip benimle konuşmak için randevu aldı ve bizlerin arasındaki parolayı söyleyerek kendini tanıttı. Rütbesi icabı, ‘kurye’ görevini görüyordu. Rütbesi gereği üst kademe toplantılarına katılmazdı tabii. Karar verici konumda değildi ama bizim arkadaşımızdı.

“Ben emekli olduktan çok sonra, Muharip Gaziler Derneği Genel Başkanı olarak Bolu’ya gittim. Orduevi’nde kalıyordum. Eşref Bitlis de Bolu Jandarma Tugay Komutanı idi. Orduevlerine emekli de olsa üst rütbeli bir kişi geldiğinde, orduevi müdürleri, garnizon komutanına haber verirler. Benim geldiğimi de
Bitlis’e haber vermişler. Hemen telefonla aradı. ‘Paşam, neden gelişinizi haber vermediniz, size gücendim. Yarın akşam yemeğini beraber yiyelim’ dedi. Döneceğimi söylediysem de bırakmadı. Akşam, bahçede bize güzel bir yemek verdi. Tatlı tatlı sohbet ettik. Eski anılarına ‘hafifçe’ temas etti. Tabii ben de kendisini müşkül durumda bırakamazdım. Allah rahmet eylesin, iyi bir asker, iyi bir komutandı.”

***

OĞLU BABASINI ANLATIYOR,

Tarık Bitlis: “Babamdan Parayla Ölçülmeyecek Çok Büyük Bir Miras Kaldı”

Tarık Bitlis, Orgeneral Eşref Bitlis’in oğlu. Ailenin büyük çocuğu. Bir de kız kardeşi var. Orgeneral Bitlis 23 yaşındayken doğmuş. Memur çocuklarının kaderidir, bütün Türkiye’yi dolaşırlar. Subay çocukları bir adım öteye geçer, babalarıyla birlikte askerlik yaparlar.

Tarık Bitlis’le babası arasında sıradışı bir ilişki var. Gazeteciler ona şimdiye dek, hep babasının uçağının düşmesine ilişkin sorular sordular. Tarık Bitlis haklı olarak, bu sorunun birinci derecede muhatabının Genelkurmay Başkanlığı olduğunu söyledi. Olayla ilgili kanaatlerinin bir yurttaşın değerlendirmesi olduğunu belirtti.

Tarık Bitlis’le evinde üç saatlik bir görüşme yaptık. Bilinmeyen yönleriyle Orgeneral Eşref Bitlis’i anlattı.

“Orgeneral Bitlis nasıl bir babaydı?”

Tarık Bitlis: “Yaşamımı etkileyen birkaç olay anlatayım. Lise 1’inci sınıftaydım sanırım. O zaman, okula gitmediniz mi veliden imza isterlerdi. Babama götürdüm kâğıdı. ‘Bu ne?’ dedi. Ben de, ‘İşte gitmedik okula, imza edecekmişsin’ falan dedim. ‘Bundan sonra beni bu tür işlerle uğraştırmayacaksın’ diyerek kâğıda bir imza attı ve ‘Bu benim imzamın kısa şeklidir. Okula gitmediğin zaman kendin bu imzayı atarsın. Bir daha bana böyle lüzumsuz şeyler getirme!’ dedi. Yanı sıra bir de uyarı yaptı: ‘Bizim zamanımızda devamsızlığın bir limiti vardı. Sanırım şimdi de vardır. 30 gün mü 20 gün mü, onu öğren, imzayı ona göre at. Sınırı aşarsan benden çözüm bekleme’ dedi. Ondan sonra ben çok nadir okula gitmemezlik ettim. Çünkü, okula gitmememin bir anlamı kalmadı.

İkinci olay şöyle: Üniversite yıllarım çok olaylıydı. Öğrenci olayları falan oldu, ben okul değiştirdim. Yaşım 20 falandı. Teknik Üniversite’den ayrıldım. Yeniden imtihanlara gireceğim. Kaos içindeyim. Bir akşam, ‘benim askere gitmem lazım, askere gideyim’ diye tutturdum.”

“Evde Maaş Demokratik Bir Şekilde Bölüşülürdü”

“Yıl kaç?”

Bitlis: “Bolu’daydık, 82 ya da 81. Sigarasını dudak tiryakileri gibi içerdi. O akşam içkisini de yudumluyordu. Çok sakin bir sesle, ‘Benim maaşım belli, biliyorsunuz ki bu maaşı yıllardır demokratik bir şekilde bölüşüyoruz. İşte annenin harçlığı, kız kardeşinin harçlığı, senin harçlığın. Sen 19 yaşına da gelsen, 24 yaşına da gelsen bir şey üretmediğin sürece böyle devam edecek. Bir kere boştayım diye, maddi açıdan babama zarar veriyorum diye düşünme. Diğer taraftan parayı almayayım diye şövalyeliğe girme. Bu parayı almazsan, benim için 2 şişe daha fazla rakı parası olur ya da bir ceket daha fazla alırız. Yani büyük bir para da değil. Almayarak bana bir katkın da olmaz. Ben sana baba olarak şu garantiyi veririm: İster çalış, ister oku. Ne yaparsan yap beni ilgilendirmez. İstersen evlen. Ömrü billah, ben yaşadığım sürece, bu paranın bu kadarı sana aittir. Ha azdır çoktur dersen, o da maaşla ilgili. Şikâyet de etmemen lazım. Çünkü ne artış olursa aynı artış sana yansır’ dedi. Ve ‘Buna rağmen hâlâ askere gitmek istiyorsan’ diyerek hemen zile bastı. Bir asker geldi. ‘Şu Bolu Askerlik Şubesi’ni bağlayın bana’ dedi. Telefonu bağladılar. Gece vakti oluyor bu. Dedi ki, ‘Bizim oğlan askere gitmek istiyormuş, sabah gelecek işlemleri ne ise, ne evrak lazımsa hazırlayın. Bir an evvel gitsin, sıkıntıya düşmesin’ dedi, kapattı telefonu. Ben o akşam oturdum düşündüm, askere gideyim mi gitmeyeyim mi? Tabii askere gidemedim. Ama ben emindim, eğer gideceğim diye sürdürseydim, ertesi gün askerdim. Kesinlikle, verdiği kararı geri almazdı. Normalde ne beklenir, babanın, ‘askere gidip de ne yapacaksın oğlum, otur, yapma, etme, eyleme filan demesi, sonra oku adam ol’ demesi değil mi? Yani böyle bir tavır bekliyorsunuz, ama bunların hiçbirisi gelmiyor. Son derece gerçekçi bir tablo çiziyor. Boş konuşmamayı öğrettiği gibi, bir genci nasıl yönlendirmenin de örneği. Bu beni çok etkiledi yaşamda.”

“Evde paralar demokratik bir şekilde paylaşılıyor dediniz. Kaç yaşından itibaren?”

Bitlis: “Ben kendimi bildim bileli öyledir. Zaten maaşlar belli. Herkesin yaşına, ihtiyacına göre belirlenir. Bizim hiçbir zaman büyük bir birikimimiz de olmadı zaten. Yani oraya yatıralım buraya yatıralım gibi tutkularımız olmadı. Bildim bileli hep böyle kısıtlı bir parayla geçindik. Yaz tatiline çıkılacaksa herhalde Oyak’tan falan para çekiyordu. Mesela giyim kuşam alımında da aynı yöntem uygulanırdı. Diyelim kışa giriyoruz, ailece oturulur, kimin neye ihtiyacı var, konuşulurdu. Derdik ki, ne kadar, şu kadar. Adam başı paylaşılır. Herkes gitsin kışlığını karşılasın denirdi.”

“Gidip kendiniz mi alıyordunuz?”

Bitlis: “Ben bir kış paltosuz gezdim ve dondum. Böyle bir üleşimde parayı aldım. O sırada Hacettepe’de okuyorum. Gidip üst baş alacağım. Adamcağız ona göre bir şey vermişti. Ceket, ayakkabı falan alacağım. Hiç unutmam, gittim çizme aldım. Beğendiğim çizme biraz pahalıydı, onu aldım. Palto almadık, parayı da yedik. Öğrencilik hali. O kış devamlı ceketle dolaşıyorum. Hatta bir kere, ‘ne oldu, parayı yedin herhalde’ diye sordu. Yok, bir aksilik oldu dedim. Güldü geçti. Böyle durumlarda bir şey de söylemezdi. Yani bir şey yapılacaksa onu baştan söylemiyorsa sonra da karışmazdı. Peşine düşüp taciz etmezdi. ‘Aldın mı, almadın mı? Bak bir daha vermem’ demezdi. Ama ondan sonra ben, tabii hemen ikinci mevsim paramı ihtiyacıma göre düzenledim. Ondan aldığım dersler şunlar: Bir; insan doğruyu söylemeli; yanlışı oldu mu görmeli, ikincisi; sınırlarını herkes kendisi çizmeli. Ancak, hep vurguladığı şuydu: ‘Olaylarda sınırlarını çiz, ama bu sınırların da yalnız senin sınırların değil, toplumun içinde de bir sınırlar olduğunu bil ve ona uyuma da çok dikkat et.”

“Senin Adına Gidip Kız İstemem”

“Sorumluluk sizde yani?”

Bitlis: “Hep bendeydi, yaşam boyu hep sorumluluk bende oldu. Mesela evlenirken çok hoş bir tavır aldı. Normal sürece girdik, işte, gidilecek kız istenecek falan. Babam, ‘Ben senin adına gidip hiçbir yerden kız mız istemem’ diye diretti. Nasıl olur deyince, şöyle açıkladı: ‘İstemem derken şunu kastediyorum: Ben gideceğim kızın babasına, ‘oğluma sizin kızınızı istiyorum’ diyeceğim. Eh ondan sonra diyelim ki bir terslik çıktı, anlaşamadınız, uzlaşamadınız, benim sözümü dinleyecek misiniz o zaman? Hayır! İkiniz de haklı olarak, ‘biz anlaşamadık’ diyeceksiniz. E… adama sözü ben verdim ne olacak? Böyle saçma şey olmaz.’

“Ne yapabileceğini de anlattı: ‘Ben giderim sizin bu anlaşmanıza, anne baba olarak karşı olmadığımızı, bundan mutluluk duyacağımızı söylerim.’ Bu kadar da inceydi yani.”

“Cumhuriyet Eğitiminin Birikimi”

“Bu yaşam tarzını, bu ilkeleri nasıl edinmiş?”

Bitlis: “Tabii gençliğini bilemiyorum. Ama yaşadığı çevreyi biliyorum. Bize hep, ‘sizler şanslısınız, ben futbol maçları haricinde lise bitene kadar Malatya dışına çıkmadım’ derdi. Lise takımında futbol oynarmış, takım bir yere giderse, Elazığ’a falan, oralara gidermiş. Malatya’dan çıkışı lise sonrası. Anlattığına göre denizci olmak istermiş, gemici. Malatya’da nerde gemi görmüşse! İşte olamamış o zaman, herhalde imtihan mimtihan da yokmuş, arkadaşlarından birisi gelmiş kaydettirmiş, öyle subaylığa geçmiş. Harp Okulu eğitiminden çok şey almış mutlaka. Annem ‘baban yurtdışına gittikten sonra daha değişti’ der. Bu noktayı o da önemserdi. Bir subayın, daha doğrusu bir insanın dünyayı görmesinin neleri değiştirebileceğini annem çok net ifade eder. ‘Almanya sonrası baban daha bir şey oldu’ der.”

“Sizin ailede başka subay var mı?”

Bitlis: “Yo, dedem terzi, babannem terzi, amcam yüksek mimar. Başka subay yok, subaylıkla hiçbir alakamız yok.”

“Amcanızın mı etkisi olmuş okumasında?”

Bitlis: “Yo amcam ufak, daha küçük, zannedersem sağdan soldan, memleketten gelen parayla okumuş.”

“Bu ilkeleri edinmesinde ailesinin ya da öğretmenlerinin mi etkisi olmuş?”

Bitlis: “Bakın şu çok ilginç. Malatya’da aldığı lise eğitimi, çok kaliteli bir eğitimmiş. Kendi yaşıtları, okul arkadaşlarının çoğu, o liseden çıkıp yüksekokullarda doçent, profesör falan olmuş kişiler. Cumhuriyet sonrası verilen eğitimin en alevli zamanı. Düşünebiliyor musunuz, o senelerde Malatya lisesinde alınan Fransızcayı, siz 1970’lerde yurtdışında gidip kullanabiliyorsanız. Bu büyük başarı. Babam 1933 doğumlu, 15 sene koyun, işte 48-50’lerdeki lise eğitimi insanı böyle yetiştiriyor.”

“Hem de Malatya’da!”

Bitlis: “Ben babamın birikimini Cumhuriyet eğitimine bağlıyorum. Yalnız babam da değil, amcam Güzel Sanatlar Akademisi mezunu, yüksek mimar. Sonra bütün arkadaşları yüksek okul bitirmişler. Cumhuriyetin yetiştirdiği kuşak. Harp Okulu’nda belirli bir eğitim almış, sonra subay olarak Elazığ’a gitmiş. Türkiye’nin çok değişik yerlerinde görev yapmış. Benim onu tanımamla da ilgili tabii, ama 68-70 yıllarından sonra daha bir oturma var kişiliğinde veya dünya görüşünde daha bir genişleme var. Tabii o günün toplumsal koşulları da bu değişimi sağlıyor.

“Rahmetlinin en çok kullandığı cümle, ‘Allah devlete millete zeval vermesin’di. Bunu içtenlikle söylerdi. Nedeni de şu: ‘Benim sanatım yok, benim param yok, benim babadan kalma mirasım yok. Ama ben öyle veya böyle, bu devletin ya da işte bu Cumhuriyet’in olanaklarından yararlandım. Malatya’dan Harp Okulu’na geldim, burda okudum, şimdi orgeneralim. Ha, burda benim çabam olmuştur, ama neyimiz varsa şu anda, her şeyi bize bir yerde devlet verdi, millet verdi’ derdi. Devletin, milletin verdiğini yalnız maddiyatla ölçmezdi. ‘Sen şimdi devletin bana verdiğini nasıl hesap ediyorsun? Bordrodan şu kadar diye hesap etme’ derdi. ‘Bir de bu mesleğin toplumda yeri var. Mesela, ben bir yere gittiğim zaman parayla alınmayacak bir itibar görürüm’ derdi. Bunu paşa olduktan sonra değil, hep söylerdi.

“Almanya’da tanık olduğu şu örneği verirdi: ‘Elimde bavul gördüler mi, işçiler koşuyordu, aman bizim subay bavul taşımasın diye. Sorun bavulu taşımak taşımamak değil. Ama 8 tane yabancı subay bir istasyona iniyorlar, benim elimde bavul var, halk koşuyor, elimden alıyor. ‘Aman biz Türk subayına burda bavul taşıtmayız’ deyince, öbür ülkelerin subayları anlamıyorlar bile bunun değerini. Yani öbür adam da para verip itibar alıyor, örneğin gidiyor otele veriyor parasını, bir itibar görüyor. E bize de bir itibar var.’

“Babam öldükten sonra bunun farkına daha net vardım. Yaşam içinde aldığınız verdiğiniz şeylerin maddi boyutu çok önemli gibi gözükse de asıl olan iç dünyanıza ilişkin değer yargıları.

“Babamdan bana kalan, çok büyük bir miras. Bir kere, böyle bir insanla yaşamışız. İkincisi, o, devletin verdiği şeyleri iyi yöne kullanmış ki, örneğin sizinle iletişime giriyoruz, sizinle tanışıyoruz. Bunun tek nedeni var; onun yapısı, başka sebebi yok. Annemin çok ilginç gözlemleri vardır. O çok gezer, böyle sıkıntı bastı mı gider. Yanında şoförü var. Konuşma esnasında kim derlerse şoför söylüyor: İşte Eşref Paşa’nın hanımı… Bunu söylediği anda köftecisinden tutun, benzincisine, bakkalına kadar insanlar para almıyorlar. Taksiye binse taksici para almıyor. İnsanların samimi olduğunu anlıyorsunuz. Çıkar için yapmıyorlar. Ne çıkarları olacak ki. Hem de bir kere iki kere falan değil, nereye gitse aynı tutumla karşılaşıyor.”

“Önemli değil ama kökende Kürtlük var mı?”

Bitlis: “Valla, bir zamanlar peder değil ama bizim tanıdıklar, yedi göbek ilerisini kapsayan bir araştırma yaptılar. Şurdan burdan geliyoruz falan diye. Hatta bir ceylan derisine yazılmış şeceremiz. Bana geçmişti ama maalesef onu kaybettim. Söylentiye göre Bitlis yörelerinden sürüp gelen bir kök var. Bunun sonunda Kürtlük de olabilir, ama ne Kürtçe bilirdi, ne de Kürtlüğe bir ilgisi. Kürtmüş Türkmüş, o tür şeyleri yoktu. Bu tür kısıtlamalı dünya görüşü yoktu yani.”

“Hemşehrilik duygusu var mıydı?”

Bitlis: “Hiç öyle kavramları yoktu. Denizlili neyse, Malatyalı da oydu, der.”

“Örneğin biri gelip ‘Komutanım ben Malatyalıyım, sizin yakın köylünüzüm. Benim şöyle bir derdim var’ dediğinde, daha özel bir ilgi göstermez miydi?”

Bitlis: “Onu kırmadan Malatyalı olarak değil de, işte yani bir Antakyalı bile gelse aynı şekilde davranır gibi davranırdı. Bazı insanlarda hemşehrilerini önde görme tutumu vardır, ama onda yöre tutkunluğu yoktu. Saf, dürüst olan insanları çok severdi, onlara özel davranırdı. Saflığın sonunda hiç beklenmedik davranışları olur bu insanların, bu da toplum tarafından yadırganır. Ancak babam o tür yargıları hiç kaale almazdı. O, Anadolu insanında var olan saflığı çok severdi. Bu tür kişileri hep el üstünde tutardı.”

“Sorun Yoksa Birbirimizi Aramayalım”

“Arkadaşlarıyla nasıl bir ilişkisi vardı?”

Bitlis: “Malatya Lisesi’nden birkaç arkadaşı vardı. Onlarla hep ilişkideydi. Onun dışında pek arkadaşı yoktu. Çok yer değiştirdi. Sanırım bir neden bu. İkincisi, lüzumsuz konuşmazdı hiç. Evde havadan sudan konuşmalar olmazdı. Her ilişkinin, her konuşmanın bir işlevi olmalıydı. Bazen kendime bakıyorum, ‘ya ben ne kadar çok konuşuyorum’ diyorum. Çünkü pederi düşünüyorum, bu tür şeyler olmazdı hiç. Ancak bir sorun varsa konuşulurdu. Sorun yoksa konuşulmazdı. Genelde felsefesi böyleydi. Bana, ‘birbirimizi bir sorun yoksa aramayalım, sorun varsa arayalım’ demişti. Aramızda böyle bir iletişim vardı.

“Yaşamda birtakım şeylere çok yukardan bakardı, onu da hissettirirdi. Mesela ben bunalmışım, üniversiteyi bırakmışım, buraya mı gireceğim, oraya mı gireceğim diye sıkıntıdayım. O her şeye çok yalın yaklaşırdı. ‘Nedir olay?’ derdi. Üniversiteye hazırlanıyorum deyince ‘inşallah girersin’ yanıtını verdi. Bu kadar basit! Yani, aman oğlum işte şöyle yap böyle yap, hiç olmadı. Ankara Hacettepe Üniversitesi’ni kazandım. Hemen ‘Ankara’da şunları ayarlaman lazım’ diyerek yapabileceklerimi sıraladı. Ancak ihtiyaç olunca hemen devreye girerdi. Bunu bence kasıtlı yapardı. Çok kayıtsız görünmesine karşın, çok detay düşünürdü. Benim karar vermem gereken konularla, hangi üniversiteye gideceğim, ilerde ne olacağım gibi konularla uğraşmazken, üniversite imtihanını kazandıktan sonra, ‘sen muhakkak arkadaşlarınla kutlama yaparsın’ derdi. Arkadaşlarla gidip iki duble içeceğimiz yere korkunç yükleme yapardı. Bir bakarsınız meyveler gelmiş, kolalar, içkiler. Beni onore ederdi. Milletin gizli saklı içtiği ortamda, bakarsınız kutlamamıza bir kasa bira yollamış. O tür şeyleri hayatta unutmazdı.

“Her konuda, her zaman, her aşamada, ‘baştan yapaydın’ zihniyeti vardı. Eylem anında eleştiri olmaz ilkesi vardır ya. Bu ilkeyi yaşamının her alanında çok net bir şekilde uygulardı. Ne ektiysen onu biçersin ilkesini hayatına geçirirdi.”

“Misketleri Nasıl Kurtardı?”

“Çocukluğunuzda ilişkiniz sıkı mıydı?”

Bitlis: “Kız kardeşimi çok severdi. Çocukluğumdan hiç unutmadığım bir başka anı; birinci sınıftaydım, Uzunköprü’deydik. Dışarıda misket oynuyorum. Birden babam yukardan, ‘çabuk eve gel’ diye bağırdı. Pencereden bağırışı mahalledeki çocukları korkuttu. Ben de çok şaşırdım. Hiç kızmazdı. Hayatta hiç böyle bir şey duymadım. Hemen topladık misketleri, çıktım. Kapıda, yüzünde muzip bir gülümsemeyle ‘kârda mısın zararda mısın’ diye sordu. Ben ne oldu baba, beni neden çağırdın deyince, ‘Bak oğlum, şimdi sen kârda olsan, ben gel desem, seni bırakırlar mı? İşte böyle bağırdık da ‘babam çağırıyor’ diye fırttın. Eğer zarardaysan git oyna, yok kârdaysan gel’ dedi.

“Çocukları, gençleri hiç sıkmazdı. Saflığı çok severdi. Mesela torunuyla da aynı detaya inebildi. Torunuyla da aynı bizimle ilgilendiği gibi çok sabırla ilgilenirdi. Çocuklarına sevgi ve güven verdi. Ve sorumluk. Herkes kendi işini yapacak. Sorun oldu mu gel dön geriye, sana yardıma hazır. Büyük özgürlük verdi ve korkunç güvendi. Bazen düşünüyorum, bütün insanlar onun tavrını benimsese dünya çok değişik olurdu diyorum.”

“Hapse Girdim, ‘Ne Yaptın’ Diye Sormadı”

“Siyasal görüşünüzün oluşmasındaki tavrı nasıldı, engeli oldu mu?”

Bitlis: “O konuda tavrı çok daha abartılıdır. Benim öğrencilik zamanı, 78’ler. Türkiye’nin o yıllarından herkes nasibini nasıl aldıysa biz de aldık. Okurken bazı şanssızlıklar oldu, ben öğrenci olaylarından içeri girdim. O zaman albaydı. Biz Gayrettepe’de gözaltındayız. Anneler günüymüş. Benden haber alamayınca annem işkillenmiş. Oğlana kesin bir şeyler oldu demiş. 15 gün sonra öğrendiler gözaltında olduğumu. Babam beni ziyarete gelmiş. O sırada hücredeyiz. Çıkarttılar yukarıya. Albay gelmiş ya, beni Emniyet Müdürü’nün odasına aldılar. Babam geçmiş olsun dedi, sarıldı öptü. ‘Sen çay içmemişsindir. Bir çay getirin’ dedi. Çayı içtikten ve biraz hoş beşten sonra, ‘Şimdi buradan Adliyeye gidecekmişsiniz, ordan ya bırakırlar ya da cezaevine yollarlar’ diye kısa bir açıklamada bulundu. Sormadı bile ne yaptın, ne ettin diye. Nitekim Adliyeye gittik, orada tutuklandık. Toptaşı Cezaevi’ne gönderildik. Toptaşı Cezaevi’nde o resmi elbisesiyle ziyaretime gelirdi, sigara getirirdi, tesbih getirirdi. O kadar detay düşünürdü. Cezaevine girdim diye bir gün ters bir laf duymadım babamdan. ‘Beni şöyle zor durumda bıraktın, ben askerim de falan’ demedi. Bu konulara hiç girmedi, isnat edilen suç doğru mu, öyle bir şey var mı yok mu diye sordu. Yok dediysen yoktur deyip bitirdi. Bir daha da sormadı.”

“Ona Yakışır Bir Ölüm”

“Orgeneral Bitlis’in subaylığa başladığından beri dikine bir tırmanışı var. Hep en kritik görevlerde. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?”

Bitlis: “Evet, eli hep taşın altında. Bolu Komando Tugay Komutanlığı’nda 4 sene. Bu çok dikkat çekici, iki Kıbrıs Barış Harekâtı’nda var. Kıbrıs’ta hep zor görevlerde. Daha önemlisi, orgeneral olur olmaz kuvvet komutanlığına atanması. Kuvvet komutanlıklarına gelirken bir kıdem sırası vardır. Şimdi siz buraya yeni terfi eden orgenerali oturtuyorsunuz. Bu olağanüstü bir atama. Bundan evvel de fi tarihinde bir kez daha olmuştu belki. Devamlı uçlarda görevlendirilmiş. Yaşantısı da öyle geçti. Ben bu nedenle, ölümünün de felsefi açıdan kendine yakışır bir şekilde olduğuna inanıyorum. Bir insan düşünün, hayatını mesleğine adamış. Mesleği eleştirebilirsiniz askerdir, o ayrı bir felsefi konu. Ama mesleğinde istediği şeyleri yapmış, mutlu olmuş, askerlik gibi o kadar komplike bir meslekte en uç noktaya gelmiş biri, görev başında ölmek isterdi. Bir mimar çizerken ölmek ister değil mi? Doğal değil midir bu? Bir doktor ölümüne dek, sonuna kadar görev yapmak ister. Böyle bir açıdan baktığınızda, babam sonuna kadar bu görevi götürmüştür. Felsefi boyutta baktığınızda, bence güzel bir ölüm.”

“Ağaçlar ayakta ölür!”

Bitlis: “Evet. Kendisi de bu tür şeyleri çok severdi. Yani efsanevi değil de sonsuz. Öbürü zor bir olay. Başka türlü de çok acı olurdu. Diyeceksiniz ki, bütün insanlar emekli olur. Olabilir ama bu kadar zirveye tırmanan bir insan için zor olurdu. Tabii emekli olmazdı demiyorum. Ama bence emeklilik onu daha çok etkilerdi. Oturup sonradan yorum yapmazdı. Yapısı öyle değil.”

“Benim Cendermem İyidir”

“Zor görevler üstlenmiş olmasının, hep sorumluluk almasının getirdiği bir üstünlük duygusu var mıydı? Biz bu işin çok mihnetini çektik filan der miydi?”

Bitlis: “Hayır. Böyle kriterlere hiç rastlamadım. Peder, jandarma değildi biliyorsunuz. Topçu. Jandarma Genel Komutanlığı’na geldiğinde, nerden çıktı bu Jandarma diyebilirdi. Oysa tavrı tam tersiydi. Ben kaygılandım, ne olacak falan dedim. ‘Üç ay sonra görüşürüz’ dedi. Hep ‘Benim cendermem iyidir’ derdi. Severek sarılırdı her görevine. Art niyetsiz, hiçbir başka düşünce olmadan keyifle yapıyordu yaptığını.

“Sanırım bu tavrında, her şeye yukardan bakışın etkisi var. Atatürk’ün, çevresindekilere ‘çocuk’ diye hitap etmesinden çok etkilenmişti. Bana hep söylerdi bunu. Çok aklında kalmış nedense. Bak derdi, kaç yaşında olursa olsun herkese çocuk dermiş. Atatürk’ün, ‘Bak çocuk sen öyle yapmışsın ama bu işin aslı böyle’ dediğini, onun mimiklerini taklit ederek naklederdi. ‘Demek ki kendini nerde hissediyormuş’ derdi.

“Cumhuriyet konusuna çok önem verirdi. ‘Biz Cumhuriyet çocuğuyuz’ derdi. İlerici nesillerin temelinin sağlam atılmasına vurgu yapardı. ‘Afyon muharebesinde askeri konularda çeşitli alternatifler getirebilirsin, politikada da getirebilirsin, o sorun değil, ama bir halkın nasıl şekilleneceğini, milletin ruhunun nasıl şekilleneceğini, bu şekillenmedeki detayları bilmek biraz dehalığa kaçıyor’ derdi. Atatürk’ün bu yönünü çok hayranlıkla anlatırdı. Atatürk’ün ilişkilerini çok beğenirdi. Elçilere davranışını, ağırlık koyduğu yerleri söylerdi hep. Atatürk dış geziye fazla gitmezmiş. Bunun bir nedeni de, işte onlar benim ayağıma gelsin felsefesi derdi. Bunu ben küçükken hep anlatırdı.”

“Türkiye’nin onurunu savunma tavrı…”

Bitlis: “Tabii tabii. Ama ötesi var. Onurunu savunurken, onları kendi politikasına alet etme hesaplılığı da var. Boş bir efelik değil. Bir tavır koyarken o tavrın yansıması da başka yerlerden çıkıyor. Çok detaylı ince hesaplar, hani böyle tilki hesabı. Babam böyle davranmayı çok severdi.”

Bitlis, Talabani’yi Nasıl Yola Getirdi?

Tarık Bitlis, babasını yitirdikten sonra, silah arkadaşlarının naklettiği bir olayı anlattı. ABD’nin Org. Bitlis’i neden hedef aldığını bu anekdot çok iyi anlatıyor: Kuzey Irak’ta Talabani ile görüşmeye gitmiş. Bir konuda Talabani ayak sürüyor. Org. Bitlis ısrar ediyor. Talabani, Özal’la o konunun görüşüldüğünü ve Org. Bitlis’ten farklı düşündüğünü ihsas ettiriyor. Org. Bitlis tınmıyor, tavrında ısrar ediyor. Talabani bunun üzerine görüşmeyi kesip Ankara ile görüşeceğini söylüyor. Org. Bitlis yine çok sakin bir şekilde, “Bakın Bay Talabani, siz teknolojinin en son imkânını kullansanız da, karargâhınıza 15 dakikada varırsınız. Diyelim ki, hemen Ankara’yı buldunuz, söylediniz. Size cevap vermek için bir mütalaa yapılmak zorunda. Bunun için en kestirmeden 20 dakika gerek. Sizi tekrar bulacak. Kararı bildirecek… Geçti mi biraz daha zaman. Bu da yetmez. Beni bulup bildirecekler. Bana, burada ancak ben istediğim zaman ulaşabilirler. Nereden baksanız birkaç saat geçecek. Bu sürede ben burayı dümdüz ederim. Sonra da Ankara’nın telefonuna çıkıp ‘Pardon’ derim. Ama sizin için iş işten geçmiş olur” diyor. Talabani yerine oturuyor ve kararı kabul ediyor.


8 BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

https://esrefbitlissuikasti.wordpress.com/2012/12/14/6-7-ve-8-bolum/



..