2 Kasım 2015 Pazartesi

SALTANATIN KALDIRILMASI




SALTANATIN KALDIRILMASI


623 yıllık Osmanlı saltanatı 1 Kasım 1922'de, TBMM'de oybirliğiyle kabul edilen bir yasayla kaldırıldı. Yazıyı; saltanat heveslilerinin arttığı günümüz ortamında, ders çıkarılır düşüncesiyle yayınlıyoruz.

Vahdettin, ulus vicdanını gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”; Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için“kendini feda ederken”, o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını değil, onu yok etmeye gelenlerin başarısını diliyordu. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.



Kaçış


Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini bildirdi.II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u ağırlamak için 1889’daYıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve Vahdettinakşam Köşk’e geçti.
Görevliler, durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak için geliyordu.
Davranışı, önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul, altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler. Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in“dikkatli gözetimi altında”, özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17 Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük toplulukKöşk’ten ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından karşılanan “kaçaklar topluluğu”, Boğaz’da bekleyen Malaya zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara sığınıyordu”.1

Kaçışın Etkisi

Vahdettin’in kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi hoş olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın yardımıyla” kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi, kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. AtatürkNutuk’ta ondan, “canını kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak”diye söz edecektir.3

Akılcı Tutum

Vahdettin’in kaçışı ‘kendiliğinden’ gelişen bir olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’, Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilmişti. Saltanatın kaldırılmasını amaçlayan demokratik düşünce, herhangi bir eyleme başvurmadan, Padişahı kaçmak zorunda bırakmıştı.
İşbirlikçiliği ve ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği,“Padişahın ve Saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle yürütülmüştür. Ancak, Saltanatın kaldırılmasına savaşın sürdüğü günlerde karar verilmişti.
Altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı alışkanlıklar, böylesi bir girişimi o günlerde gerçekleştirilmesi güç ve çekinceli (tehlikeli) bir eylem durumuna getiriyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptadığı gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağlamıştı.

Ulus Vicdanı

Vahdettin“milletine, ırkına ihanet eden tüm Osmanlıların İmparatoru, tüm müminlerin emirihalifesi, Tanrı’nın dünyadaki gölgesi, Mekke, Medine ve Kudüs’ün hadimi, Osmanlı hanedanının 37.hükümdarı; zayıf, beli bükük, esmer, korkak bakışlı bir ihtiyar”dı.4Şimdi düşmana sığınarak gizlice kaçıyor, kaçarken de İngilizlerin isteği üzerine, Türkiye’yi, Hindistan başta olmak üzere, dünya Müslümanlarına şikayet etmeyi ihmal etmiyordu.
Dağıtmak ve yaymakla görevlendirdiği Şeyhülislam Sabri Bey’e imzalayıp verdiği metinde; “Müslümanlar, ben 380 milyon Müslümanın Halifesiyim. Ne varki Anadolu’daki sekiz milyon dindaşınızın kutsal ilkeleri hiçe sayan şimdiki yöneticileri, kişisel çıkarları için beni, atalarımdan kalan Osmanlı tahtından uzaklaştırıp Halife sıfatımı elimden alarak, İslamın kutsallığına kastettiler” diyordu.5
 Bu davranışıyla, Ankara’da yeni devletin kurucuları üzerindeki önemli bir yükü kendiliğinden kaldırmış oluyordu. Saltanat adına karşıtçılık yapanlar, artık sonsuza dek bu silahı kullanamayacaktı.

Karşıtçılar Cephesi

Vahdettin’in kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş Savaşı’na karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum başarıyla siyasi yaymaca (propaganda) aracı durumuna getiriliyordu.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, kimi komutanlar düzeyinde yaşanan bir gerçek vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar, geleceğini duyumsadıkları devrimci atılımlardan korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istemiyordu. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı,“diktatör olacağı” ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca yürütülüyordu.

Silah Arkadaşları Karşı Çıkıyor

Böyle bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay) Bey; 12 Ekim 1922 günü, Refet (Bele)PaşaAli Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı, Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın ve belki de Hilafetin” ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte yapılacaklardan kuşku duyduğunu”, bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.6
Mustafa Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf Bey soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve hilafete duyunç ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.7
Mustafa Kemal, kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar, Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır” diyerek8, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu durum, zafer sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca oydu. Batıyla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.

Geleceği Kim Belirleyecek

Zafer’e karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı Kemalist devrimciler mi, Batıyla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı egemen olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”9insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan ortak ruh hali”10, yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların etkisi altında, çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen milletvekilleri ortaya çıkmıştı.11

Bilinç ve Kararlılık

Saltanat ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar Müfit’e (Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.12
Meclis’te yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.

Eylemde Ustalık

Saltanatı kaldırmak için, önünde iki taktiksel seçenek vardı. “Ya uygun koşulların oluşmasını bekleyecek, ya da koşulları kendisi yaratacaktı”.13
Genel tutumuna uygun olarak, her iki seçeneği birlikte kullandı ve olayların da yardımıyla “harekete geçeceği koşulları” umduğundan önce elde etti. Bu olanağı ona, ilginçtir, yıllarca savaşım verdiği İngilizlerin siyasi öngörüsüzlüğü verdi.
İngiltere, 16 Ekim 1922’de Vahdettin’e bir yazı göndererek, barış koşullarını görüşmek üzere Lozan’a bir kurul göndermesini ve yaptıkları çağrıyı Ankara’daki Meclis’e iletmesini istedi.
Çağrının biçim ve içeriği, Saltanatın korunmasını isteyen İngilizler için,Armstrong’un söylemiyle; “düşüncesizce yapılmış vahim bir hataydı”14 ve bu girişim;“tam zamanında yapılmış bir beceriksizlik, ustaca yararlanılacak bir davet ve monarşiye karşı onu devirmek için kullanılacak bir silahtı”.15
İngiltere yaptığı resmi davetle, Vahdettin’i hala Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak görüyor, zafer kazanmış Ankara’ya ona bağlı birim gibi davranıyordu. Bu davranış, ülkede ve Meclis’te büyük bir öfkenin doğmasına yol açtı. Siyasi hava bir anda değişti. Vahdettin, İngilizler ve Yunanlılar’ın yanında yer alan bir vatan hainiydi; o ve ona çağrı yapan Lloyd Geoerge, Türk ulusunun düşmanıydı; TBMM, Türkiye’nin tek meşru temsilcisiydi... Artık bunlar konuşuluyordu.
Padişahçılar sokağa çıkamaz olmuştu. Meclis hemen toplanmış, milletvekilleriVahdettin karşıtı ateşli konuşmalar yapıyordu. “İstanbul Hükümeti de kim oluyordu. Modası geçmiş yaşlı budala Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama yetkisini kimden almıştı? Bunlar Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı?”16 İstanbul’da, “hükümet adını ve kimliğini takınan kişilerin” Türkiye’yi temsil etmek bir yana, “Vatan Hainliği Yasası’na göre cezalandırılması” gerekiyordu.17 Meclis’e böyle önergeler veriliyordu.

Uygun Zaman

Uygun zaman gelmişti ve hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Birşey yapılmazsa, kendiliğinden oluşan olumlu hava dağılabilir ve girişim en azından bir süre, yapılamaz duruma gelebilirdi. Saltanatın kaldırılmasını başarmak, oluşan uygun havaya karşın hala çekinceli ve güç bir işti. Yapılacak değişiklik, yönetim sorunuyla sınırlı kalmayan ve padişahın aynı zamanda halife olması nedeniyle dinsel boyutu olan duyarlı bir konuydu.
Gösterilen anlık tepki, esas olarak, Saltanat Makamına değil, Vahdettin’in kişisel ihanetineydi. Vahdettin’e duyulan öfke, doğru yere, yani Saltanata yönlendirilmeli ancak Hilafet şimdilik bunun dışında tutulmalıydı. Hilafete karşı bir hareket, halkın din duygularını incitebilir, yeni ve önemli sorunlar yaratabilirdi. Türkiye, çok duyarlı bir kavşak noktasındaydı; toplumsal denge, en küçük bir yanlış davranışla bozulabilecek durumdaydı.

Saltanat Kaldırılıyor

30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verildi. Onun da imzaladığı önergede, “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söyleniyor18, bunun kabul edilmesi isteniyordu. Mustafa Kemal ertesi gün, 31 Ekim’de, Müdafaa-i Hukukkümesi’nde konuştu ve Saltanat’la Hilafet’in birbirinden ayrılmasını istedi, isteğinin hukuksal ve dinsel dayanaklarını açıkladı. Bir gün içinde ard arda gelen kararlar, karşıtçıları hazırlıksız yakalamış, ortak bir karar oluşturmalarına fırsat vermemişti. Önergeler, birleştirilerek birlikte görüşme isteğiyle; Anayasa, Din İşleri ve Adalet Komisyonlarına gönderildi.
Bir gün sonra, 1 Kasım 1922’de, Meclis’te; yönetim biçimleriyle din ilişkilerini ele alan, geniş kapsamlı etkili bir konuşma yaptı ve komisyonların toplantı durumunda olduğu salona geçti. Üyeler sonuç vermeyeceği açıkça belli olan kısır tartışmalarla, karar vermeyi bilerek uzatıyordu. Tartışmaları, uzunca bir süre, “komisyon odasının bir köşesinden” izledi. Daha sonra söz aldı ve “önündeki sıranın üzerine çıkarak” ünlü konuşmasını yaptı: “Egemenlik ve Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik ve saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlar; bu zorbalığı, altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de, Türk ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenlik ve saltanatınıeylemsel olarak eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir (emr-i vaki)Sözkonusu olan, ulusa saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı açıklamaktan ibarettir. Bu, kesinlikleyapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım iyi olacaktır. Aksi durumda, yine gerçek, yöntemine göre ifade olunacaktır; ancak, belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişe etmelerine gerek yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunabilirim”.19
Daha sonra; bilimsel değeri olan, yorum ve kanıtlarla; yönetim sorunu ve yönetim biçimleriyle ilgili, İslam hukukuna dayanan geniş açıklamalarda bulundu. Peygamber hadislerinden ve İslamiyetin yayılma dönemindeki uygulamalardan örnekler verdi. Bilgisi derin, savları somut, konuşması güçlüydü.
Komisyon üyelerinin hemen tümü etkilenmişlerdi. Eksikliklerini gördüler ve bunu açıkça dile getirdiler. Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi“affedersiniz efendim; biz sorunu başka bakımdan (nokta-i nazardan) ele almıştık; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi ve konu Karma Komisyonca bir çözüme bağlandı.
Aynı gün Meclis Genel Kurulu’na getirilen tasarı oybirliğiyle kabul edildi. Yalnızca bir kişinin “ben karşıyım” sesi, “oylamaya geçilmiştir söz yok” sesleri içinde kayboldu ve Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatına, 1 Kasım 1922’de son verdi.

DİPNOTLAR

1                           “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2                           “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
3                           “Nutuk” Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
4                           a.g.e. sf.20
5                           Journal des Debats (Paris), 19.11.1922; ak. Bilal Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.55
6                           “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
7                           a.g.e. sf.913
8                           “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
9                           “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
10                      a.g.e. sf.49
11                      “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
12                      “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
13                      “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
14                      a.g.e. sf.157
15                      “Mustafa Kemal” Prof.Paul Dumont, Kültür Bak.Yay., Ank.-1994, sf.99
16                      “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
17                      “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.919
18                      “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.56
19                      “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.921

.

Tayyip’in koltuk değneği: Devlet Bahçeli




Tayyip’in koltuk değneği: Devlet Bahçeli

bahceli




Mantık hatası değil karakter hatası.,

Devlet Bahçeli sürpriz (!) bir hamleyle Tayyip’in ve AKP’nin adayı İsmet Yılmaz’ı TBMM Başkanı seçtirdi. AKP dışındaki bütün partilerin oylarıyla Deniz Baykal’ın seçilmesine garanti gözüyle bakılıyordu. Ancak Bahçeli seçimlerin ilk iki turundan sonra Deniz Baykal’a HDP de oy verecek bahanesiyle son turda 80 MHP vekilinin gecersiz oy vereceğini açıkladı.
Ve böylelikle İsmet Yılmaz seçildi. Bahçeli ve MHP yöneticileri bir de utanmadan Deniz Baykal’a oy vermenin HDP ve PKK ile yan yana gelmek olduğunu ileri sürdüler. Bu saçma mantıkla Tayyip’in ve onun en sadık dostu cani Apo’nun yanına kendilerini attılar.
Öncelikle Bahçeli’nin garabet mantığına hiç girmiyoruz. HDP oy verince eğer Baykal HDP’li oluyorsa, HDP defalarca bugün Bahçeli’nin desteklediği AKP’yle de birlikte oy kullandı. Hepsini bir yana bırakalım Bahçeli bizi aptal yerine koymasın çünkü MHP de pek çok kez HDP’yle birlikte oy kullandı. Bir kaçını sayalım mı?
1. AKP ve HDP ile birlikte türban düzenlemesi için oy.
2. AKP, HDP ve CHP ile birlikte milletvekillerine ballı maaş kanunu için oy.
3. CHP ve HDP ile birlikte İç Güvenlik Yasasına karşı oy.
4. CHP ve HDP ile birlikte dokunulmazlıkların kaldırılması için oy.
5. CHP ve HDP ile birlikte MİT Yasası’na karşı oy.
Kısacası klasik bir Devlet Bahçeli hesap veya mantık hatası durumu söz konusu değil. Bahçeli yalan söylüyor. Dürüst davranmıyor. Baykal’ı değil Yılmaz’ı desteklemelerinin HDP ile hiçbir ilgisi yok. Dürüst bir şekilde çıksa ve biz ilkelerimiz çerçevesinde AKP ile koalisyon için anlaştık dese… Veya AKP’li Meclis Başkanı ve AKP’nin azınlık hükümetiyle seçime gitmeliyiz dese…
Yine de anlaşılabilir. Ancak PKK’nın en büyük destekçisi AKP’ye koltuk değneği olup sonra da utanmadan bunu eleştirenleri PKK yandaşlığıyla suçlamak ikiyüzlülük ve acizliktir. Bunun adına siyasi ahlaksızlık denir.
Tayyip’e stepnelik mi millilik?
Bahçeli sadece yaptığı siyasi hatadan dolayı değil ahlaki olarak da suçludur. Hem HDP’yi 13 yıllık en büyük koruyucusu olan AKP’nin muhalifi bir parti olarak göstermiş hem de “milli tavır” adı altında en büyük millet düşmanı Tayyip ve AKP’yi aklamaya çalışmıştır. Son 13 yılda;
Irak’a “Kürdistan” kurduran kim?
Bu yetmeyince Suriye’ye ikincisini kurduran kim?
Bu da yetmeyince Türkiye’nin güneydoğusunu resmen tek kurşun atmadan PKK’ya teslim eden kim?
Şehide “kelle” diyen kim?
Hain Apo’ya “sayın” diyen kim?
Devlete PKK’yı ortak eden kim?
PKK’ya karşı savaşan bütün asker ve polisleri hapse atan kim?
“Milliyetçiliği ayaklar altına aldım” diyen kim?
Kim Bahçeli? Baykal mı?
Sen Baykal’a oy verince HDP’nin yanına gitmiş olacaksın ama Tayyip’in adayını destekleyince “milli”?! Buyur o zaman kucak kucağa oturmuş Tayyip ve Apo’nun yanına git “milli”, “milli”. Sana da yer bulurlar belki. Bir de tepkiler karşısında Ekmeleddin Bey’in arkasına sığınma. Neymiş? “Çatı Adaya niye destek olmadınız? CHP neden İhsanoğlu’nu desteklemedi?”
Sen bütün MHP teşkilatlarını yaz tatiline gönderdin. İhsanoğlu için bir tane düzgün miting yapmadın. Sen niye seçtirtmedin? Kendi cumhurbaşkanı adayını niye sabote ettin? Ya da gidip CHP’ye şunu dedin mi: “Koalisyon kuramayız ama bari ortak Meclis Başkanı seçelim. İhsanoğlu’nu gösterilim.” Hatta CHP açıkça başbakan ve Meclis Başkanlığı önerdi MHP’ye. Etmediği hakaret kalmadı Bahçeli’nin. Üç tur bitmiş. İhsanoğlu zaten elenmiş. Elenen adaya oy mu istenir?
Amacın üzüm yemek değil Bahçeli, bağcı dövmek. Cumhurbaşkanlığı seçimlerin kendi adayın seçilmesin diye her şeyi yaptın, Meclis Başkanlığında da Tayyip’inki seçilsin diye. Yeter artık İhsanoğlu’nun arkasına saklanma. Çık açıkça “ben Tayyip Bey’i beğeniyorum” de.
Dürüstsen sine-i millete dön Bahçeli
“Biz HDP’nin yanında olmayız. CHP olur.” Ey Bahçeli; sen değil miydin “gel Hasip Meclis’in renkleri tamamlansın” diye Hasip Kaplan’ın sıkı sıkı elini tutan? Kanlı katil Apo’dan el almış Ahmet Türk’ün eline yapışan kimdi? Selahattin Demirtaş ile el sıkışan? O zaman tutarlı ol. Her fırsatta HDP’lilerin elini sıktığın sağ elini kesmeye hazır mısın? Ne alakası var deme?! Baykal’ın HDP’lilikle ne alakası varsa o kadar var! Hadi bıraktık eli kolu…
Asla yan yana gelmem dediğiniz HDP’lilerle iki dönemdir aynı Meclis’tesiniz. Adamlar kürsüden teröristbaşına defalarca övgüler dizdiler, milli değerlerimize hakaret ettiler, hatta daha üç gün önce İstiklâl Marşı’mızı bile boykot ettiler. Bir kere bile tepki gösterdin mi? Dik duruşunu göremedik, kükreyişini duyamadık. Ha “artık tepki göstereceğim, onlarla asla aynı karede olmam, olamam” diyorsan…
Buyurun 80 vekil ile istifa edin. “Biz PKK’nın olduğu Meclis’te olmayız” deyin. Sine-i Millete dönün. Yemin ediyorum ben de sizden özür dilerim. MHP de tek başına Meclis’e gelir belki. Yok, HDP’yle aynı seçim pusulasına da girmem diyorsan; o zaman seçime de girme sokağa çık, milliyetçi mücadele ver. Yok, yok o da olmaz di mi? İtidali bırakmazsın! Ülkücü gençliği zincirlemişsin, milletin Tayyip ve Apo’ya karşı çıksınlar diye seçtiği MHP vekillerini zincirlemişsin, halk hangi MHP’liyi sevse hemen kapı dışarı etmişsin, Türkiye’yi AKP ve PKK birlikte bölüyor 13 yıldır gıkın çıkmamış; şimdi Baykal’a ve CHP’ye kükrüyorsun. Hadi oradan!
Kızılcık şerbeti değil Apo ile Reza’nın şarabı
İlkelerden tavizin ve siyasi dönekliğin kalıplaşmış bir ifadesi vardır Türkiye’de: “kızılcık şerbeti içeceğiz.” Nitekim 7 Haziran gecesi AKP’nin seçim hezimetinden hemen sonra sosyal medyada yeni türeyen MHP maskeli binlerce Aktroll: “MHP kızılcık şerbeti içip AKP ile birlikte koalisyon kurmalı” paylaşımları yapmaya başladı.
Neden içilecekmiş “kızılcık şerbeti”? HDP’ye karşı olmak adına AKP ile birlikte olmak için… Kızılcık şerbeti içilmeyecek ki! Reza’nın hırsızlık şarabı, Tayyip ve Apo’nun bu millete içirmeye çalıştığı ihanet zıkkımı içilecek! Bahçeli, Tayyip’in hatırına İsmet Yılmaz’ı seçtirtir seçtirmez “bu ülke hükümetsiz bırakılamaz” dedi. Acaba içilen bu “kızılcık şerbeti” aslında Tayyip’in sunduğu iktidar şarabı mı? İnanın böyle olsa bile, bu işi siyasi ahlakın dışında ve seçmenlerini kandırarak yaptığı için Bahçeli’yi kınarız ama yine de “hayırlı olsun, bir kez olsun elini taşın altına koydu; bari şimdi görelim dik duruşunu” deriz.
İşin kötü yanı Bahçeli’nin öyle korkak bir çizgisi var ki, AKP ile koalisyona da cesaret edemeyebilir. “AKP kursun, biz dışarıda kalıp, dik duruş yapacağız” diye kaçabilir. O zaman ne olur? AKP Hükümeti ve Meclis Başkanı Türkiye’yi seçime götürür. MHP’nin AKP’den geri kazandığı seçmenleri ise hiçbir işe yaramayan bir partiye oy vereceğine, tekrar AKP’ye verir ve Tayyip yine muradına erer. “Kızılcık şerbeti” yine bir hiç için içilmiş olur. Daha doğrusu Tayyip için!
MHP baraj altında kalır ama milliyetçilik bitmez
İlkelerden fedakârlık olmaz diyen Bahçeli sırf hep bunu yaptığından; yani her kritik dönemde milliyetçilikten taviz verdiği için partisini yenilgiden yenilgiye sürükledi.
2002 yılında barajın altına partisini böyle sokmadı mı? Bahçeli, Apo’nun asılmasını “ertelemek” için Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit ile özel protokol imzaladı. Kızılcık şerbeti dedi. Tayyip’in kazanacağını bile bile 2002’de erken seçim diye tutturdu. Ne oldu? Kızılcık şerbeti içildi Tayyip kazandı ve Türkiye bugünlere, yıkımın eşiğine geldi.
Sonra seçim meydanlarında ipler mipler atıldı. Meğer o ip AKP’yi kuyudan çıkarma ipiymiş. Bahçeli yine yardıma koştu. Meclis’ten kaçılmaz deyip Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirdi. Şimdi de kaçıp İsmet Yılmaz’ı seçtirdi.
Tüm hatalarına rağmen halk Bahçeli’yi affetti. Bu ülkenin MHP’ye ihtiyacı var dendi. Yeri geldiğinde CHP’lisi de solcusu da oy verdi.

Şimdi de köşeye sıkışmış, süngüsü düşmüş Tayyip ve aslında Apo için yine “kızılcık şerbeti” içiliyor. Daha kaç kez Apo ve Tayyip’i kurtaracaksın Bahçeli? Bu halk MHP’ye bunun için mi oy verdi? Meclis’e gidin ve kaçın diye mi? PKK’nın en büyük ortağı AKP’ye stepne olun diye mi? Böyle giderse MHP yine baraj altı kalır. MHP biter mi bitmez. Ama Bahçeli artık biter. Ocak dışı kalır. Milliyetçilik biter mi? O hiç bitmez. Bu milletin de artık ne CHP’yi ne MHP’yi ne de başka bir partiyi bekleyecek lüksü pek kalmadı. Adam gibi Atatürkçü ve milliyetçi olmazlarsa su akar yolunu bulur.


..

Perinçek, AİHM’de “Ermeni Soykırımı”nı kabul ettirdi!




Perinçek, AİHM’de “Ermeni Soykırımı”nı kabul ettirdi!

perincekaihmermeni






Özgür Erdem
26 Ekim 
/ 2015


Perinçek’in AİHM kararı bir başarı falan değil aksine, büyük bir başarısızlık, hatta Türkiye’nin başına bela olacak bir karar. Çünkü, AİHM kararına “Ermeniler katledilmiştir” ifadesi girmiştir. Zaten bu yüzden Ermeni tarafı göbek atıyor, “Soykırım iddialarını AİHM metnine soktuk” diye seviniyor.
Yandaş medyanın parlattığı Perinçek
Önce Habertürk’te canlı yayına çıktı, sonra da CNN Türk… Milliyet gazetesinde Aydınlık’ı aratmayan övgüler…
Perinçek, AİHM davasının sonuçlanmasının ardından medyada bu şekilde kendine yer buldu. Habertürk’ü, özellikle de Milliyet’i “yandaş” medyadan çok farklı görmemek lazım. Akit vs. gazetelerde yapılacak Perinçek övgüsünün çok bir anlamı olmazdı, çünkü bu Perinçek’i allayıp pullama kampanyasının tek bir amacı var: CHP’nin oylarını bir nebze bile olsa bölmek…
Bu açıdan Perinçek’i parlatma kampanyasının “havuz” medyasının Habertürk ve Milliyet’e verdiği bir görev olarak görmeli. AİHM kararı hakkında bir şeyler söylemeden önce şu ilginç gerçeği tartışmak gerekiyor:
Perinçek 25 yıldır katıldığı bütün seçimlerde %0,2-0,3 bandında oy alan bir lider. Aynı oy oranına sahip diğer partileri düşünün. Mesela Merkez Parti, Anadolu Partisi, Yurt Partisi, HEPAR, Bağımsız Türkiye Partisi… Hiçbirinin lideri Perinçek kadar çok çıkmaz televizyona… Hatta Perinçek kendisinin 5 katı oy alan BBP’den de 10 katı oy alan Saadet Partisi’nden de çok görünür ekranlarda. Bir de “sansüre uğruyoruz” diye sızlanır!
AİHM kararını bir zafermiş gibi sunma kampanyası
AİHM kararının açıklanmasıyla birlikte İP-troller, sosyal medyada “Perinçek milli kahraman” kampanyası başlattı. AK-troller kadar yaygın olmasalar da, öz itibariyle pek farkları yok! Olayları görmek istedikleri gibi görüp yarattıkları büyük yaygarayla insanları etkilemeyi hedefliyorlar. Öncelikle, AİHM davasında çıkan kararı “Perinçek, soykırım yalanını tarihe gömdü” olarak sunmak büyük bir çarpıtma. AİHM’in kararı internette var, herkes okuyabilir. Kararda “Ermeni Soykırımı yoktur” denmiyor, aksine “Ermeniler katledilmiştir, ancak bunun bir soykırım olmadığını savunmak düşünce özgürlüğü kapsamındadır” deniliyor. Yani bu bir başarı falan değil aksine, büyük bir başarısızlık, hatta uzun vadede Türkiye’nin başına bela olacak bir karar. Çünkü, AİHM kararına “Ermeniler katledilmiştir” ifadesi girmiştir. Zaten bu yüzden Ermeni tarafı göbek atıyor, “Soykırım iddialarını AİHM metnine soktuk” diye seviniyor.
Perinçek yüzünden AİHM “Ermeni soykırımı vardır” kararı aldı
Öncelikle şunu belirtelim, AİHM kararında Perinçek’i 10 hâkim haklı görürken, 7’si haksız buldu. Perinçek’in haklı bulunması “Ermeni soykırımı yaşanmamıştır” anlamına gelmiyor, çünkü bu bir “düşünce özgürlüğü” davasıydı ve konusu Ermeni soykırımının olup olmadığını değil, olmadığını savunmanın mümkün olup olmadığıydı.
Perinçek’i haklı bulan 10 hakimin görüşü özetle şu:
“AİHM, Ermeni halkına 1915 ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından yaşatılan katliamların ve kitlesel tehcirin, terimin uluslararası hukuktaki anlamı dahilinde, soykırım olarak tanımlanıp tanımlanamayacağına dair, bu noktada hukuki olarak bağlayıcı bir hüküm vermeye gerek duymamaktadır.” Görüldüğü üzere Perinçek’i suçsuz gören 10 hâkim dahi, Ermenilerin “katledildiği”ni kabul ediyor, hatta bu katliamın “soykırım” olmadığını söylemiyor. Sadece “Lahey Adalet Divanı varken bu konuda karar verme yetkisi bizde değil” diyor.
Karşı oy yazan 7 hâkimin söyledikleri ise çok daha çarpıcı ve Türkiye aleyhinde ileride problem yaratabilecek düzeyde. Tam olarak şöyle diyor bu 7 hâkim karşı oy yazılarında: “Ermeni Soykırımı, açık bir biçimde var olan tarihsel bir gerçektir. Onu inkâr etmek, aşikâr olanı inkâr etmektir.”
Böylece sözde “Ermeni soykırımı” AİHM kararına girmiş oluyor.
AİHM kararı bir “zafer”se Ermeniler niye seviniyor?
İP-trollerin yaymaya çalıtığı havanın tersine Ermeniler de AİHM kararından son derece memnun. Ermeni cemaatinin yayın organı Agos’ta yazıldığına göre davaya müdahil olarak katılan İsviçre Ermenistan Derneği kararı şöyle yorumlamış: “Türk devleti ve Talat Paşa Komitesi, istedikleri şeyin tam tersini başardılar: Ermeni Soykırımı’na dair sesleri bastıramadılar. İsviçre’de ve dünyada bu suç, hiçbir zaman bu kadar detaylı bir şekilde ele alınmamıştı; artık bunun gerçek olduğuna dair geri alınamaz bir mutabakat oluştu. İsviçre Ermenistan Derneği küçük bir kurum olsa da büyük bir fırsat yakaladığının farkında; hem Doğu Perinçek’i tüm sonuçlarına katlanarak adalet önüne çıkardı, hem de Türkiye hükümetini hatalar yapmaya zorladı. Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere, uluslararası insan hakları derneklerinin bir araya gelişi emsalsiz bir durumdu; böylece, Türk devletinin yalanlarının dağılmakta olduğu ortaya konmuş oldu. (…) Bu karar, bizde hayal kırıklığı yaratmış olsa da 2007 yargılamaları sırasında Talat Paşa Komitesi’nin inkârcılığının arkasında Türkiye’nin olduğunu ve bu anlamda suçlu İttihat ve Terakki rejimi ile bugünkü Türkiye hükümeti arasında hiçbir fark olmadığını, tüm dünyanın gözleri önünde ortaya koymayı başardık.”
Ermenistan’ın avukatı Clooney: “Karar Ermenistan için zaferdir”
Benzer şekilde Ermenistan’ın avukatı Amal Clooney ise şöyle yorumlamış kararı:
“AİHM’in, Doğu Perinçek ile İsviçre arasındaki davaya müdahil olan Ermenistan hükümeti adına sunduğumuz argümanları onaylamış olmasından dolayı mutluluk duyuyoruz. Karar, Ermenistan için bir zaferdir.
Ermenistan bu davaya tek bir sebeple müdahil oldu: Çünkü alt mahkeme, 1915’te Ermeni halkına uygulanan soykırım gerçeğiyle ilgili bazı şüpheler olduğunu dile getirdi. Müdafi olarak, Büyük Daire’nin de yaptığı gibi, bu ciddi hatayı düzeltmiş olduk. Açıklanan karar, Ermeni Soykırımı gerçeğini tartışmaya açmıyor. 10 yargıç, bu konuya değinilmemesi gerektiğini söylerken, 7 yargıç, ‘Ermeni Soykırımı tartışmasız tarihsel bir gerçektir.’ dedi. Karar, aynı zamanda Ermenilerin haklarının ve haysiyetlerinin Avrupa yasalarınca itibar edilip korunacağını gösteriyor. Bu haklara, Osmanlı Türklerinin, ulusun nüfusunun yarısından fazlasını imha etmesiyle oluşan toplumsal kimliğin tanınması da giriyor.”
“Ermenici” Baskın Oran’ın AİHM kararının ardından Perinçek’i kutlaması bir tesadüf değil. Nitekim Ermeni tarafı da kararı memnuniyetle karşıladı. Çünkü Ermeni meselesinin uluslararası hukuk için bir dava konusu olması onlar için en büyük zafer.
“Ermenici” Baskın Oran’ın AİHM kararının ardından Perinçek’i kutlaması bir tesadüf değil. Nitekim Ermeni tarafı da kararı memnuniyetle karşıladı. Çünkü Ermeni meselesinin uluslararası hukuk için bir dava konusu olması onlar için en büyük zafer.
Benzer sevinç nidaları Ermenici aydınlardan Baskın Oran tarafından yine Agos’ta dile getirildi. Kendisi de 10 yılı aşkın bir süre Aydınlık yazarlığı yapmış olan Oran, bu karardan dolayı Perinçek’e teşekkür ediyordu:
“Şimdi Perinçek kararı sayesinde İsviçre ve Fransa gibi ülkeler ‘Soykırım yoktur’ diyenlere saldıramayacak, Türkiye de ‘Soykırım vardır’ diyenlere. (…)Mahkeme, ‘1915 soykırım değildir’ DEMİYORDU. ‘Perinçek’in ‘1915 soykırım değildir’ demesini mahkum etmek ifade özgürlüğünün ihlalidir’ DİYORDU. Evet, Doğu Perinçek’e milletçe teşekkür ederiz. İroni yapmıyorum. Samimi söylüyorum.”
AİHM sözde Ermeni Soykırımı ile “Holokost”u birbirinden ayırdı mı?
İP-trollerin bir başka iddiası ise AİHM kararında sözde “Ermeni soykırımı” ile “Holokost”un (yani Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımın) birbirinden ayrıldığı… Halbuki böyle bir durum yok. İP-troller her zamanki gibi gerçekleri çarpıtıyorlar.
AİHM kararında “holokost” özetle şu şekilde geçiyor:
“Ermeni soykırımını inkar etmekle Holokost’u inkar etmek birbirinden bağımsızdır. Çünkü İsviçre hem Holokostun yaşandığı coğrafyada yer almaktadır hem de Holokost mağdurlarının yoğun bir şekilde yaşadığı bir ülkedir. Halbuki Perinçek’in söylemleri İsviçre’de Ermeni toplumuyla Türkler arasında bir gerilim yaratmadığı gibi İsviçre’de yaşanmış bir olay hakkında da değildir.”
Şimdi böyle bir karar “AİHM sözde Ermeni soykırımının Holokost’tan farklı olduğuna hükmetti” gibi nasıl yorumlanabilir? Klasik bir Aydınlıkçı çarpıtma… Her seçim öncesi “Barajları aştık” deyip %0,2-0,3 oy almaya benziyor değil mi?
Sonuç olarak özetlemek gerekirse, yaşanan şu: Bir alacak-verecek davasında taraflar birbirine giriyor ve bir taraf (İsviçre) diğerini (Perinçek) hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye veriyor. Mahkeme ise ortada bir hakaret olmadığına hükmediyor. Şimdi, bu sonuçla alacak-verecek davasını da kazandığınızı söyleyebilir misiniz?
Perinçek provokasyonu
Bu dava başlı başına bir provokasyondu. Perinçek yüzünden Türkiye ve Ermenistan bir AİHM davasında taraflar olarak yer almış oldu. Halbuki Türk devlet politikası sözde soykırım iddialarını hiçbir uluslararası mahkemede tartışmaya açmamaktır. Bunun nedeni de gayet açık, AİHM’i bu konuda yetkili kabul ederseniz, bütün tarihinizi Avrupalıların insafına (ve tabii kinine) teslim etmiş olursunuz. AİHM’in “yaşananların soykırım olup olmadığına karar vermesi gereken Lahey Adalet Divanı’dır” demesi büyük bir tehlike. Konu tam da Ermenilerin istediği şekilde Adalet Divanı’na gidebilir.
Ayrıca, bu davada Ermenistan’ın taraf olması da Türkiye açısından bir geri adım. Malum, Karabağ meselesi ve Ermenistan’ın anayasasındaki Doğu Anadolu’yu “Batı Ermenistan” olarak nitelendiren ifadeler yüzünden Türkiye Ermenistan ile diplomatik ilişki kurmuyor. Davayla ilgili Ermenilerin yazdıklarına bakarsanız, onların da AİHM’de taraf olmaktan ve bu durumun Türk tarafınca kabul edilmesinden son derece memnun olduklarını göreceksiniz.
Üstelik Perinçek ve Ermeni meselesi dendi mi, orada bir duracaksınız. Perinçek, sözde Ermeni soykırımı iddialarını 1974’teki mahkeme savunmasında “İttihatçı Kompradorlar yüz binlerce Ermeniyi katletti” diyerek ilk dile getiren insandır. Bakın “dile getiren” demiyoruz. “İlk” dile getiren diyoruz. Vatan hainliği değildir de nedir böyle bir şey savunmak? (Aynen, Bekaa’ya iki kere gidip Apo’ya sırıtarak gül vermek gibi) Bir gecede Maoculuğu bırakıp “ulusalcı” takılabilirsiniz. Ama vatan hainliğinden “vatan kahramanlığı”na geçmek öyle kolay değil, çocuk mu kandırıyorsunuz…
Kimileri Perinçek’i Ermeni meselesini bir seçim kampanyasına dönüştürmekle suçluyor. Anlaşılan provokasyonun bütün boyutu görülemiyor. 40 yıl önce sözde soykırım iddialarını “ilk kez” diye getirmiş biri çıkmış İsviçre’de bir provokasyon gerçekleştirmiş ve sonucundan Ermeni tarafı da memnun: Meselenin uluslararası hukuk konusu haline gelmesi sağlandı… İsviçre’deki davalar başladığından beri bu konuda uyarıyoruz kamuoyunu. Dediklerimizin doğruluğu sanırız artık anlaşılmıştır.
Zaten, Perinçek’in “milli kahraman” ilan edilmesi tam bir komedi. Bunu yapanlar sanırım Perinçek’in mahkemedeki savunmasını hiç okumamış. Mesela Perinçek şöyle diyor: “1915 sonrası Ermenilerin katledildiği gerçeğini reddetmiyorum.” Bu mu milli kahramanlık?
“Milli mesele” Perinçek’e emanet edilir mi?

..

Tayyip’ten Perinçek’e görev: Dışarı çık, CHP’yi böl!



Tayyip’ten Perinçek’e görev: Dışarı çık, CHP’yi böl!

perincek



GÖKÇE FIRAT,
02 ŞUBAT 2014

Türkiye’nin en kritik bir yılı

Seçimlere doğru gidilirken siyaset bugüne kadar hiç olmadığı kadar çalkantılı bir dönemden geçiyor. Türkiye’nin önümüzdeki on yılını belirleyecek son bir yıla girdik çünkü.
Bir yerel seçim, bir cumhurbaşkanlığı seçimi ve bir de genel seçim var önümüzde. Yani ne olacaksa bu bir yıl içinde olacak.
Önümüzdeki bir yıllık tabloyu kısaca özetleyelim.
1- AKP ile Cemaat arasındaki kavga başlamıştır ve bu kavga gittikçe daha da şiddetlenecektir.
2- AKP içinde bir parçalanma gerçekleşecektir, yeni bir AKP oluşumu kurulmaktadır.
3- İlk defa AKP’nin hem İstanbul’da hem de Ankara’da seçimi kaybedebilme ihtimali belirmiştir.
4- Cumhurbaşkanı Gül AKP içindeki bu saflaşmada Tayyip Erdoğan’dan bağımsız hareket etmektedir ve ona rakiptir.
5- Tayyip Erdoğan’ın dış politikası iflas etmiştir, artık arkasında bir Batı desteği kalmamıştır.
6- Ekonomik durum ilk defa kötüye ve artık çevrilemez noktaya doğru gidiyor.
Yani tablo net; AKP gidici!
Elbette bu tabloyu Tayyip Erdoğan da görüyor ve gidişatı durdurmak ve tersine çevirmek için çeşitli hamleler yapmaya çalışıyor.
Tayyip, Apo, Doğu üçlüsü
Bu kadar önemli bir dönemden geçerken iktidar tüm imkanlarını kullanarak süreci kendi lehine çevirmeye çalışacak ve 2023’e AKP ile girilmesinin yolu açılmış olacak. Buna hem kanunsuz uygulamaları dahil hem de siyasi kumpasları.
Siyasi kumpaslar kısmında ise, Apo ile Tayyip arasında geçtiğimiz yıl başlayan görüşmelere yeni bir ittifak kuvvetinin daha katıldığını görüyoruz: Doğu Perinçek.
Kimileri bunu biraz şaşırtıcı bulabilir ama şaşıracak bir şey yok, Aydınlık gazetesini açın, künyesine bakın, bu gazetenin dağıtımını zaten Sabah Grubu’nun yaptığını göreceksiniz!
Apo’dan Tayyip’e tam destek
AKP’nin tüm bu süreç içinde en önemli destekçisi PKK ve Apo oldu. Son bir yıldır PKK AKP’nin başını ağrıtacak hiçbir sorun çıkartmadı ve her koşulda da destek verdi.
Apo’nun bu destek karşılığında Tayyip Erdoğan’a bir çağrısı olduğunu artık çok açık bir şekilde biliyoruz. PKK Güneydoğu’da Cemaat’i istemiyor ve her fırsatta da AKP’nin Cemaat Paralel Devleti’ne açtığı savaşı sürdürmesi gerektiği yolunda tavsiyelerde bulunuyor.
PKK’nın destekçi olarak tutulması son derece önemli. Yerel seçimler için olmasa bile genel seçimlerde oluşacak Meclis tablosunda ve elbette ki şimdiki Meclis tablosunda AKP açıklarını BDP’li vekillerin oylarıyla kapatacak.
Kaldı ki asıl büyük pazarlık Cumhurbaşkanlığı için. PKK’nın %6’lık oyu Tayyip Erdoğan’a giderse neredeyse seçilmeyi garantilemiş olacak.
Tayyip’in asıl düşmanı: Abdullah Gül
AKP’nin Kürt cephesini bu şekilde garanti etmesinden sonra kendi saflarında yani sağ ve dinci seçmen için birkaç tedbiri var.
Birinci tedbir, Cemaat’i bitirmek ve o cepheden Gül’e gelecek bir desteği kesmek.
İkinci tedbir, Gül’e üstü örtülü bir yıpratma kampanyası organize etmek.
Üçüncü tedbir, tabana dinci, Şeriatçı mesajlar vermek. Bunun için zaten türban serbestisi çıkartıldı. Yani AKP’nin Cemaat’e savaşından önce türban kararı alınarak cephe tahkim edilmiş oldu.
Saf olmaya gerek yok. Tayyip Erdoğan artık Başbakanlığı bırakacağını açıkladı. Bunun anlamı net. Cumhurbaşkanı adayı olacak. Ve elbette Cumhurbaşkanlığını yetkisiz bir kurum olarak tutmayacak onu bir Başkanlık sistemine dönüştürecek.
Bu açıdan baktığımızda Tayyip Erdoğan’ın tek bir rakibi var diyebiliriz: Cumhurbaşkanı Gül!
CHP ve MHP’yi bölmek
Kürt-İslam cephesinin iç dengeleri ve çatışmasını bu şekilde değerlendirdikten sonra muhalif güçlerin durumuna bakabiliriz.
CHP açısından bir yükselme eğilimi başlamıştır. Yerel seçimlere güçlü girecek olması AKP’yi ciddi şekilde endişeye sürüklemektedir.
AKP’nin Kürt Açılımı ve PKK ile görüşmesi AKP tabanından MHP’ye bir geri dönüşü başlatmıştır.
Şu anda ilk defa hem CHP hem de MHP birbirlerinden değil AKP’den oy alacak noktada bulunmaktadır.
İşte AKP’nin buna tahammülü yoktur. Bunu engellemek için hem CHP’yi hem de MHP’yi bölecek bir formülünün olması gerekmektedir.
Bulunan o formül ise Doğu Perinçek’tir.
Tayyip’ten Aydınlık’a destek
Aslında bu da yeni bulunmuş bir formül değildir, yıllardır beslenen formüldür.
Türk Ordusu’na kurulan büyük kumpas, yani Ergenekon bir taraftan Türk Ordusu’nu darmadağın ederken diğer taraftan Silivri’de esir subayların Perinçek’e teslim edildiği bir kumpas örgütlenmiştir.
Perinçek sözde terör örgütü kurmak ve yönetmekten yargılanmıştır ama ne hikmetse kendisine cezaevinden tüm süreci yönetme imkanı tanınmıştır. Yani AKP’nin sunduğu imkanla Silivri’nin koğuş ağası yapılmıştır.
Aydınlık gazetesi iktidarın desteği ile çıkmıştır. Sabah Grubu Aydınlık’ı sudan ucuza dağıtmaktadır. Üstelik promosyon olarak dağıtılan ve tiraja yansıtılan önemli bir gazete miktarı olduğu da iddia edilmektedir.
Şimdi soru son derece basit: Tayyip Erdoğan’ın bizzat sahibi olduğu bu şirket neden Aydınlık’ı dağıtır?
Ya da şöyle soralım: Aydınlık’ı dağıtan Sabah grubu neden Türk Solu’nu dağıtmaz?
Cevap basittir. Türk Solu Tayyip Erdoğan’a karşıdır, gerçek muhalefettir, oysa Aydınlık gizli Tayyipçi çakma muhalefettir!
Aydınlık: Tayyip’in yandaş gazetesi
Aydınlık gazetesinin misyonunu iyi okumak gerekir.
Aydınlık gazetesinde yazılanlar Tayyip Erdoğan’ın siyasal mücadelesinde işine gelmektedir.
Aydınlık’ın baş düşmanı Cemaat’tir.
Aydınlık’ın baş düşmanı Abdullah Gül’dür.
Aydınlık’ın baş düşmanı CHP’dir.
Ne tesadüf değil mi? Tayyip’in tüm rakipleri Aydınlık’ın asıl yıprattığı ve saldırdığı güçlerdir!
Aydınlık’ın yeni dönem için görevi ikilidir.
Birinci görev tıpkı Sabah ve Yeni Şafak gibi, aynı argümanlarla, aynı belgelerle ve aynı üslupla Cemaat’e saldırmaktır. Son dönemde Aydınlık gazetesinin manşetleri ile Sabah’ın manşetleri arasındaki paralellik sizce de manidar değil mi?
Ama Aydınlık, Sabah ve diğer yandaşların henüz yapmadığını da yapmaktadır, Abdullah Gül’e de saldırmaktadır. Yani bu bakımdan Tayyip’in tam istediği yayını yapmaktadır.
MİT Perinçek’le Silivri’de görüştü mü?
İkinci görev ise CHP’yi bölmektir.
Tayyip Erdoğan ÖYM’leri kaldıracak, Perinçek’i dışarı çıkartacak ve CHP’yi bu şekilde bölmeye çalışacaktır.
Şimdi bir soru soralım iktidara, bizzat Tayyip Erdoğan adına, MİT’ten ve Adalet Bakanlığı’ndan görevliler Perinçek’le görüştürüldü mü?
Bu görüşmede yeniden yargılama için pazarlık yapıldı mı?
Dışarı bırakılma karşılığında Perinçek’e ne sözler verildi?
İP, CHP’yi böler mi?
Şimdi diyeceksiniz ki iyi de İşçi Partisi CHP’yi bölemez ki!
Elbette bölemez. İP’in tarihi boyunca aldığı en yüksek oy binde 5’tir.
Ama bu yerel seçimlerde, kimi ilçelerde seçimlerin birkaç yüz oyla el değiştirdiğini biliyoruz. Yani yüzde yarımlık bir oy bile AKP için son derece önemlidir. Ve emin olun İP’in seçimlere güçlü girmesi için Sabah daha fazla Aydınlık gazetesi dağıtacaktır!
Bu arada Ulusal Kanal’a değinmeye bile gerek yok. Sahi Ulusal Kanal’a, nasıl oluyor da iktidar dokunmuyor!
Tayyip’in lejyonerliği mi!
Yeniden yargılama meselesine gelince.
Ergenekon başta olmak üzere Türk Ordusu’nu suçlu gösteren yargılamaların birer tertip olduğu biliniyor. Ama bu tertip Cemaat’in tek başına yaptığı bir şey değil. Tam tersine asıl sorumluluk sahibi Tayyip Erdoğan’dır.
Şimdi AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı aklayıp, tüm suçu Cemaat’e atmak, gizli Tayyipçilik değilse nedir?
Tamam, Türk subayları esir ve dışarı çıkmalı. Ama bunun yolu zaten açılmış durumda. Çünkü AKP yıkılıyor. AKP iktidarı yıkıldığı zaman zindanlarda esir subay kalmayacak.
Ama Tayyip Erdoğan’ın klasik Hitler taktiklerini yine uyguladığını görüyoruz. Hitler de, Rus Ordusu karşısında zor duruma düştüğü zaman, iktidarı yıkılırken, elinde esir bulunan Türkistanlı askerleri serbest bırakıp Rusya ile savaştırmıştı.
Şimdi Türk Ordusu’nun subaylarını birileri Tayyip Erdoğan’ın lejyoneri yapmaya çalışıyor ki, gel de isyan etme!
Tayyip’in ve Perinçek’in Türk Solu korkusu
Türk Solu’nun bayilere çıkması anlaşılan Perinçek’i de Tayyip Erdoğan’ı da fena halde ürkütmüş. İkisi de panik halinde engel olmaya çalışıyor.
Perinçek’in gazetesi bildik MİT suçlamalarını yapmış gazetesinde. Sözde Türk Solu MİT’çiymiş!
MİT’çi gazeteye bak sen: Dağıtımı iktidar tarafından engellenen, PTT’nin bile sansür uyguladığı gazete mi MİT’çi?
MİT’çi olsa bil ki Sabah gazetesi Türk Solu’nu da dağıtırdı tıpkı Aydınlık’ı dağıttığı gibi!
Bu arada Aydınlık’ta çıkan habere göre, Gökçe Fırat imzalı başyazımız komplo teorisi bile denemeyecek saçmalıktaymış!
İyi de madem o kadar saçma, neden cevap vermek için manşet yaptınız gazetenizde?
Üstelik çok da saçma ise, basın Aydınlık’ta millet şu Gökçe Fırat’ın neler saçmaladığını görsün!
Hadi…
Perinçek Tayyip Erdoğan’ın vergi denetmeni mi?
Tayyip Erdoğan ile Doğu Perinçek arasındaki karakter benzerliği son derece dikkat çekicidir.
İkisi de özgür basına düşmandır. Çünkü ikisi de diktatördür.
Mesela Başbakan bir gazetede muhalif bir yazar görürse mutlaka işten attırmaya çalışır. Eğer patron biraz direnirse hemen vergi incelemesi, mali denetim başlar.
Tamam anladık adam iktidar ve bu gücü var.
İyi de Perinçek’e ne oluyor?
Türk Solu’nun ilanını alan gazeteleri tehdit ediyor, baskı uyguluyor: Makbuzlarınızı gösterin diyor!
Nesin be adam sen; vergi memuru musun maliye denetmeni misin?
Devletin memuru isen bilelim de ona göre davranalım.
Perinçek’i serbest bırakın!
Bu arada Tayyip Erdoğan’ın Perinçek’i içerde tutması bir zorunluluktu. Çünkü hiçbir siyasi etkisi olmayan, tecrit bir adamı nasıl etkin kılabilirdi?
Apo nasıl İmralı’da işlevli ise Perinçek de Silivri’de işlev kazandı.
Bizim isteğimiz bir an önce Perinçek’in dışarı çıkartılması.
Böylelikle şu anda mecburen yanında duran isimler de ondan uzaklaşacaktır.
Perinçek’in siyasal tarihini iye inceleyin: Her tecrit olduğunda hapse sokulur, güçlendirilir ve öylece dışarıya çıkartılır.
Ama dışarı çıkınca yine güçsüzleşir.
Bu da onun kaderidir.
TGB’yi Genç Türk mü böldü Perinçek mi?
Aydınlıkçıların bir diğer yakınması da Genç Türk’ün TGB’yi böldüğü.
Kendilerinin şu yerel seçim öncesi aday çıkartarak CHP’yi bölmeleri ortadayken, Genç Türk’ü bu şekilde suçlamaları ayrı bir yüzsüzlük örneği ama TGB’li gençler gerçeği bilmeli.
TGB; gerçekten güçlenen bir oluşumdu. Güçlenmesinin nedeni ise Atatürkçü zemini kullanmanın getirdiği rahatlığın ötesinde Türk milliyetçiliğini desteklemeleriydi. Bu ise PKK ile görüşmeler yapan Perinçek’in işine gelmezdi.
Ayrıca güçlü bir gençlik oluşumu Perinçek’i rahatsız ederdi. Tarihi boyunca kendi partisindeki tüm gençlik oluşumlarını tasfiye etmişti. O alanda iş yapan adamı sevmez, onları büroya sokup denetlemeyi tercih eder.
Gelelim işin bam teline. TGB, CHP ile içli dışlı olmuş bir kuruluştu. Ama CHP Perinçek’in isteklerini kabul etmedi.
TGB’nin CHP yörüngesine girme ihtimali ortaya çıkanca Perinçek alalecele tüm Gençlik önderlerini partiye çekti ve CHP ile temaslarını kesti.

Bu arada Aydınlık’ın tirajı gittikçe düşüyor. Dün Gençlik’in başından İlker Yücel’i alıp tasfiye eden Perinçek göreceksiniz şimdi de onu Aydınlık’ın başından alıp ikinci bir tasfiye yapacak!

.