8 Eylül 2015 Salı

PKK sınırın ötesinde mi?



PKK sınırın ötesinde mi?


Gökçe Fırat
01.08.2005/
Sayı:87
ABD-PKK ittfakı
Gerek Genel Kurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un, gerekse Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, yeniden terör kampanyasına başlayan PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi için gerekirse Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon düzenlenebileceği yolundaki açıklamalarıyla birlikte PKK sorunu ülke gündeminde yeniden merkezi bir yer işgal etmeye başladı.
PKK sorununun gündeme gelmesi, Türkiye’nin bölücü teröre karşı mücadelesi açısından olumlu bir gelişme olarak algılansa da, PKK’ya karşı mücadele için önerilenlerin kapsamı ve içeriği, Türkiye’nin yeniden büyük bir tuzağa doğru çekildiğini gösteriyor. Bu bakımdan bölücü terörle doğru mücadele için doğru bir mücadele yöntemi belirlenmesi gerekiyor. Biz bu yazımızda bölücü terörle mücadelede doğrularla yanlışları, tuzaklarla çıkış yollarını ortaya koymaya çalışacağız.
Öncelikle PKK meselesinin ve yeniden başlayan terörün nedeninin doğru tespit edilmesi gerekir. Son dört yıldır neredeyse duran terör neden birden bire başlamıştır?
Bu sorunun cevabı Apo’nun 1999’da yakalanmasının ardındaki sır perdesinin kaldırılması ile çözülebilir. Son dönemde Apo’nun yakalanması üzerine bir kaç kitap yayınlanmış bulunuyor. Ama daha önemlisi eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eski Başbakan Bülent Ecevit’in Apo’nun yakalanması ile ilgili açıklamaları. Her iki devlet yöneticisi de Apo’nun yakalanmasını ABD’nin sağladığı ve bu nedenle Türkiye’nin başarısının arkasında ABD’nin payının olduğu fikrini açıkladılar. Böylelikle Türkiye, PKK ile mücadelede ABD’nin yardımı ile bir sonuç almış oluyordu.
Bu açıklamaların elbette çok önemli bir sonucu var. Eğer Apo’yu Türkiye’ye ABD verdi ise, PKK’nın arkasında ABD yok demektir. Ve eğer PKK’nın arkasında ABD desteği yok ise, Kuzey Irak’ta oluşan PKK-ABD ittifakının da farklı gerekçelere bağlanması gerekir. Bu gerekçe ise günlük basınımızda Irak’ta zaten batağa saplanan ve canını zor kurtaran ABD’nin bir de PKK ile mücadele edecek gücünün ve imkânının olmadığı şeklinde açıklanmaktadır.
Olaya ABD’den bakınca ya da ABD’yi aklamak için bir gerekçe bulmak gerekirse, doğrusu bunun iyi bir gerekçe olduğu söylenebilir. Ama bunun da çok gerçekçi ve zekice olmadığı çabucak ortaya çıkabilir.
90’lar: Güçlenen Türkiye
1990’ların ortasından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında güçlenen PKK terörünün arkasında ABD’nin fiili askeri yardımının olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türk Devleti kendi içinde bir sorgulama dönemi yaşadı.
O yıllar Türkiye açısından içerde terörle mücadele, dışarda ise özellikle Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ortaya çıkan potansiyel, Ortadoğu’da özellikle Irak ile geliştirilen olumlu ekonomik ilişkilerle birlikte dikkati çeker. Böyle bir Türkiye potansiyel bir tehdittir.
Ortadoğu’da güçlenen, Orta Asya’da beliren bir Türk önderliğinin üzerinde dikkatle durulması gerekir. Türkiye bu gücünü ve potansiyelini tespit eder. Ama bu tespitle birlikte ülkede her gün onlarca asker ve yurttaşın ölümü ile sonuçlanan PKK terörü vardır. O halde güçlü Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bir önderliği olacaksa öncelikle kendi içindeki teröre karşı gücünü göstermelidir.
Terör, uluslararası bir organizasyon olduğu için bu uluslararası organizasyonla baş etmek için uluslararası bir mücadele gerekmektedir. 1994’ten itibaren Türkiye bu yönde bir kararlılık beyan eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik Irak devleti ile mutabakat içerisinde müdahalesi başlar. 1999’a kadar süren beş yıl boyunca Türkiye Cumhuruyeti ülke içine sızan teröristleri etkisiz hale getirmeyi başarır.
Ancak başarı askeri alanda değildir yalnızca. Türkiye’nin güçlü sınırötesi operasyonu Kürt bölücülüğünün gelişme motivasyonunu kırar. Nitekim tüm bu dönem boyunca Kuzey Irak’ta sadece PKK değil, KDP ve KYB de güç kaybedecektir. Bunun böyle olması da çok doğaldır çünkü uluslararası bir Kürt hareketi vardır ve bu hareket Türkiye’nin etkin müdahalesiyle sinmek zorunda kalır.
Türkiye’yi dizginlemek: Sivas, Gazi, Uğur Mumcu suikasti
Fakat 99’a gelindiğinde Türkiye artık iyice dizginlenemez bir güç halini almıştır. Türkiye Şam’da yönetimi devirebilecek kadar güçlüdür ve bunu açıktan beyan eder. Türkiye’nin Irak’tan sonra Suriye’ye de girmesi bölgede Türkiye’nin mutlak üstünlüğünün sağlanması olacaktır. Bu durum ise, Körfez’e ilk müdahalesini gerçekleştiren ABD’nin uzun vadeli hedefi için en büyük handikaptır.
Fakat tehlike bununla sınırlı değildir. Türkiye’de rejim içinde de bir değişiklik gözlemlenmektedir. Doksanlı yıllar boyu gelişen işçi hareketleri, laiklik eksenli mücadeleler toplumsal bir uyanışın habercisidir. Türk milleti adeta silkinmektedir.
Bu silkinmenin en önemli yansıması ise Ordu’da gözlemlenmektedir. Türk Ordusu içinde komuta kademesi Kıvrıkoğlu ve Karadayı dönemleri boyunca sürecek olan sekiz senelik bir laik, bağımsızlıkçı ve ABD’ye mesafeli döneme girmiştir. Kısacası bunca yıllık sadık NATO müttefiki Türkiye’de ipler ABD’nin elinden çıkmaktadır.
Özal’ın ölümü ile başlayan süreçte Türkiye’nin rota değiştirmesi ABD tarafından çok yakından takip edilir. Türkiye bu tür bir rota değişikliği nedeniyle çeşitli vesilelerle uyarılır. Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayları Türkiye’ye ABD müdahalesinin işaretleridir.
ABD’nin kontrolünde PKK, bu üç büyük provokasyonda da başroldedir. Hedef ise, Alevi-Sünni ayrımı ile Kürt hareketine bir ihtiyat kuvvetinin kazandırılmasıdır. Bunun dışında doğrudan askeriyeye uyarıdır. Bugün Soros tarafından düzenlenen Turuncu Devrimler gibi, Türkiye’de operasyon yapılmaktadır. Fakat komuta kademesindeki sağlam duruş nedeni ile ABD her seferinde başarısızlığa uğrar.
Türk Devleti açısından ise önemli bir karar alınmıştır. Birincisi uluslararası planda PKK’ya barınma şansı tanınmayacaktır. Özellikle Irak’a yerleşen Türk Ordusu uzun vadeli bir tedbiri almaktadır. İkinci tedbir ise PKK’nın ekonomik ağının çökertilmesidir. Bu amaçla, devlet içindeki belli bazı güçler Kürt işadamları ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı infazlara başlar. Böylesine sistemli bir hareket ABD’yi iyice korkutur. PKK’nın gerek iç, gerek dış dayanaklarının çökertilmesi ABD’nin Ortadoğu’ya elveda demesi olacaktır. Bu aşamada ABD üç büyük tezgah kurar.
Susurluk’tan, Apo’nun teslim edilmesine
Birincisi Susurluk olayıdır. Susurluk’la birlikte ABD’nin sadık ajanı, karanlık yayınlarla devlet içinde PKK’ya karşı mücadele eden ekibi tasfiye ettirir. Böylelikle PKK ile mücadelenin ekonomik ayağı kırılır.
İkincisi Jandarma Genel Komutanı’nın bir suikastle öldürülmesidir. PKK ile mücadelenin dış askeri operasyon kısmını koordine eden ve bitirici bir askeri operasyon hazırlayan Eşref Bitlis uçağı düşürülerek öldürülür. Eşref Bitlis’in öldürülmesiyle birlikte hem bitirici dış operasyon engelenmiş olur, hem de Eşref Bitlis önderliğinde Güneydoğu’da PKK’nın şehir milislerine yönelik devlet mücadelesi durmuş olur.
Susurluk’la başlayan ABD denetimindeki kampanya Güneydoğu’ya uzanır. Yine bölgede PKK’ya karşı mücadele eden bir binbaşının aynı karanlık medyada konuşturulduktan sonra öldürülmesi dikkat çekicidir.
Bu iki büyük operasyondan sonra PKK biraz olsun rahatlar. Ama başta bu komutanlar olduğu sürece PKK ve ABD için işler kötüye gidecektir. O nedenle ABD-PKK ittifakı büyük bir kumar oynar ve son büyük provokasyonnu gerçekleştirir.
Suriye’ye müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye Apo teslim edilir. Teslimat danışıklı dövüştür. Teslim edilen Apo’ya yaşam güvencesi verilir. Apo da PKK’ya silah bırakma çağrısı yapar. Böylece ABD bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem PKK üzerindeki hakimiyetini sağlayacak Apo’nun yaşamasını sağlamış olur, hem de PKK’ya silah bıraktırarak Türkiye’nin sınırötesi hareketlerini gerekçesiz bırakmış olur.
Apo’nun İmralı’ya hapsedilmesiyle birlikte Türkiye yavaş yavaş Irak’tan çekilmeye başlar. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki açılma politikasının bitmesi demektir. Geri çekilen Türkiye yavaş yavaş Türkiye sınırlarına hapsolur. Şu an yaşanan durum bir hapsolma pozisyonudur. Türkiye, müttefiki ABD tarafından usta provokasyonlar ve hareketlerle kuşatılmıştır.
PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonel öncü gücüdür
Apo’nun İmralı’da hapsedilmesi ile başlayan dönem Türkiye 
Ortadoğu ve Orta Asya’da açılma politikasını tümüyle terk ederek AB rotasına sapmıştır. AB süreci Türkiye açısından mutlak bir zayıflama dönemi olmuştur.
Sürecin ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde de tahlil edilmesi gerekir. ABD, Türkiye ile zayıflayan ilişkilerini bir süreliğine bu soğuma seviyesinde buzdolabında bekletmiştir. Böylelikle gerilen ilişkilerin düzeleceği ana kadar pusuya yatmıştır. Bu aşamada Kürt bölücülüğünü AB’ye havale ederek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yorularak güçsüz düşmesini beklemiştir. Şu an başlayan terör, tam da bu yorgun Türkiye’ye karşı başlatılmıştır.
Geçen beş yıl içinde AB uyum yasaları ile elde edilen dil hakkı, örgütlenme hakkı, belediyelerde kazanılan seçimlerle güçlenen ve ülke içinde kendisine kendince demokratik bir taban oluşturan, kamuoyu yaratan PKK, yeniden ABD elinde eyleme sokulmuştur. PKK’nın eylemlerini ABD’nin eylemleri ile birlikte ele almak gerekmektedir.
Türkiye’de başlayan terör tam da ABD’nin Irak’a müdahalesi ertesinde başlatılmıştır. Bunun anlamı açıktır, PKK ABD’nin müttefiki olarak ABD’nin yanında Irak savaşına dahil olmuştur. Bilindiği gibi Irak’a karşı savaş, dar anlamıyla Irak’a karşıdır, ama kapsamı geniştir, tüm Ortadoğu’yu içine almaktadır. ABD’nin açık hedefi İran ve Suriye’dir. Türkiye ise örtülü hedeftir.
Bu noktada PKK, bu üç ülkeye karşı da aynı anda silahlı savaş başlatmıştır. Son bir ayda gerek İran’dan, gerek Suriye’den gelen çatışma haberleri dikkate alınmadan, PKK’nın Türkiye’de başlattığı terör kampanyası anlaşılamaz. PKK, doğrudan ABD’den aldığı direktifle öncü bir savaş başlatmıştır. Hemen ardındansa ABD’nin müdahalesi gelecektir.
PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaşın bir de AB cephesi vardır. ABD için eline silah alan PKK, kaçınılmaz bir şekilde AB ülkelerinden de kopmaktadır. Bu aşamada PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaş, aynı zamanda AB ülkelerinin Ortadoğu çıkarlarına karşı da bir savaş anlamına gelmektedir.
PKK’nın sivil terörü
Olayı bu uluslararası boyutları ile ele alırsak PKK’nın Türkiye stratejisini de daha iyi görebiliriz. PKK uluslararası bir fedai mangası görünümü çizmekle birlikte, esas yığınağı ve görev alanı Türkiye’dir. Ancak Türkiye’deki görevini iyi bir şekilde yerine getirebilmek için de son derece ince bir politika izlediğini teslim etmemiz gerekir.
1- PKK Apo’nun tutsaklığı boyunca silahlı mücadeleyi bırakmış ve sivil alanda sivil mücadeleye başlamıştı. Sivil alandaki mücadelenin ne aşamaya geldiğinin muhasebesini yaparsak özellikle iki alanda önemli bir başarıdan sözederiz.
a- PKK, Güneydoğu’nun kent merkezlerinde önemli bir halk hareketi örgütlemiştir. Eskiden, gerilla hareketinin temel destekçisi köyler iken, sivil mücadelede köylerin yerini kent merkezleri almıştır. Son birkaç yıldır, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkari, kent merkezleri ile ilçe merkezleri, PKK’nın hakimiyetine girmiştir.
Bunda en önemli pay ise elde edilen PKK’lı belediyelerdir. Bugün PKK’lı teröristlerin cenazeleri belediye ambulansları ile taşınmaktadır. Dokunulmazlık zırhına bürünen PKK’lı belediyelerle birlikte, Güneydoğu’da fiili bir özerklik ilan edilmiştir. Her il ve ilçe merkezinde Apo’nun salıverilmesi için düzenlenen imza kampanyaları, dilekçe eylemleri, yürüyüşler, açlık grevleri ile, PKK ayrılıkçı bir sivil hareket inşa etmiş durumdadır.
b- Sivil mücadelenin ikinci ayağı aydın hareketi yaratmaktır. PKK, bu doğrultuda da önemli kazanımlar elde etmiştir. Eli kanlı bir terör örgütü imajını silmek için, silah bırakma ve sivil mücadele ile birlikte, pek çok Türk aydınını tuzağa düşürmüştür. Hem devlete hem PKK’ya silah bırakma çağrılarının ardında, PKK’yı devletle eş görme anlayışı yatmaktadır ki, bu da PKK’nın neredeyse işgal edilmiş bir devletin sözcüsü konumuna getirilmesidir.
PKK’nın aydın hareketinin merkezi İkitelli basınıdır. PKK’nın her talebini demokratikleşme adına coşkuyla karşılayan, her fırsatta Türk Devletine karşı PKK militanlarının yanında yer alan medya, böylelikle PKK’yı haklı, devleti haksız savaşan bir güç konumuna getirmiştir.
Bu aydın takımının kullandıkları kirli savaş kelimesi boşuna değildir elbette. Türk Devleti, Susurluk’tan beri hain bir karalama kampanyasının hedefidir. Katil devlet, işkenceci devlet propagandası altında, Türkiye devlet güçlerinin eli kolu bağlanmıştır.
Ya asker gibi alalım ya da asker gibi ölsün
PKK, sivil savaşın yarattığı bu özgür ortamda tekrar silaha sarılmıştır. Ancak bu silaha sarılmanın bile hem askeri hem de sivil ayağı bulunmaktadır. Örneğin son olarak Tunceli karayolunda kaçırılan erimizin durumu buna örnektir. PKK, silahlı bir eylemle bile barışçı bir sivil hareket imajı çizmektedir.
PKK, askeri serbest bırakacağını açıklamıştır. Aslında asker serbest bırakılmak üzere kaçırılmıştır. Böylelikle iyi bir propaganda malzemesi elde edilmiştir. Bir kısım aydının, hatta milletvekilinin kaçırılan eri almak üzere heyet kurmuş olması bu propagandanın başarısıdır. Böylelikle hem Türk Devleti güçsüz, askeri kaçırılan bir devlet konumuna getirilmektedir. Hem de PKK, Türk Devletine insaf gösteren hümanist bir örgüt konumuna gelmektedir.
Burada alınacak doğru tavır, bir açıdan Genel Kurkmay İkinci Başkanı’nın gösterdiği şekilde olmalıdır. Medya, bölücü örgütün propagandasını yapmaktan vazgeçmelidir. PKK’nın propagandası ile sonuçlanacak, PKK’yı kamuoyunda güçlü ve barışçı gösterecek tüm girişimlerin önü kesilmelidir.
Ancak bu noktada iş Ordu’ya düşmektedir. Düşmanla savaşan bir ordunun askerleri öle de bilir, esir de olabilir. Bu savaşın doğasıdır. Ordu, kaçırılan askerini ya askeri gücüyle kurtaracaktır, ya da feda edecektir. Ailenin gözyaşı, askeri askerlikten uzaklaştırmamalıdır.
Ordu, aileye ve halka, askeri kurtaracağını, teröristle pazarlık yapılmayacağını, teröristlerle buluşacak heyetlerin içinde milletvekilleri bile olsa teröre yardım ve yataklık etmiş olacağını, Ordu askeri kurtaramazsa askerin vatana feda olmasının tüm halk tarafından kabul edileceğini açıklamalıdır. Bu açıklama yapılmadığı sürece PKK, Türk eri üzerinden daha çok propaganda yapacaktır.
Apo’nun sözcüsü sözde milliyetçi yazar
PKK’nın bir diğer propaganda yöntemi daha bulunmaktadır. Sözde, PKK içinde bölünme olduğu, ABD ile Apo arasında mücadele olduğu izlenimini yayan örgüt, Türk kamuoyunu PKK’nın yanına itmektedir.
Burada esas malzeme ABD düşmanlığıdır. Toplum içinde yükselen ABD düşmanlığını gayet güzel değerlendiren PKK, sanki ABD ile Apo arasında görüş ayrılığı varmış, hatta ABD, PKK içinde Apo’ya karşı hareket ediyormuş izlenimi yaratmaktadır. Böylelikle Apo masumiyet kazanırken günah ABD’ye yüklenmektedir.
Bu korkunç zehirli propaganda ise sözde milliyetçi Yeniçağ gazetesinin sözde milliyetçi yazarı Arslan Bulut tarafından yapılmaktadır. Apo, içinde Sarp Kuray’ın da bulunduğu temsilcilerini Arslan Bulut’a göndermiş ve terörün arkasında kendisinin değil ABD’nin olduğunu söylemiştir. Sözde milliyetçi yazarımız da bölücü örgütün propagandasını Türk milliyetçilerine lanse etmektedir.
Ancak gerek Yeniçağ, gerekse Arslan Bulut kamuoyunun yakından bildiği isimlerdir. Bilindiği gibi Arslan Bulut, Doğu Perinçek’le yaptığı röportajlarla gündeme gelmişti. Yıllarca PKK’nın propagandasını kendi dergilerinde yapan, Suriye’ye gidip Apo’ya gül veren Perinçek’in milliyetçilere takdimi Arslan Bulut eli ile yapılmıştı.
Bugün ise Apo başka temsilcilerini Arslan Bulut’a göndererek propagandasını yapmaktadır. Apo, neden başka bir gazeteci ya da milliyetçi bulamadı da bula bula Arslan Bulut’u buldu dersiniz!
ABD düşmanlığı yaparak Amerikancılık yapmak ülkücülerin öteden beri en önemli özellikleridir. 80 öncesinde ABD emriyle ve ABD silahlarıyla kardeş kanı akıtanların, 80 sonrası birden inlerine girmeleri sebepsiz değildir. 80 öncesi 5.000 solcuyu öldüren ülkücülerin 80 sonrası 30 bin şehide mal olan PKK’ya karşı bir fiske bile atmamalarının elbet bir sebebi olmalı!
Aynı ülkücü kesimin bu defa basın yayın yolu ile Apoculuk yapması bizleri hiç şaşırtmışor. Çünkü arkasında Kürt işadamları olan, ABD desteği olan bir kısım medya olacaktır ve milliyetçilik de yapacaktır, çünkü ABD’nin çıkarları bunu gerektirmektedir.
PKK propagandasının daha üsturuplu biçimi ise Doğan medyası tarafından yapılıyor. Doğan medyası ise, PKK içinde bir bölünme olduğu, Kürt hareketi içinde Apo’ya ve PKK’ya karşı demokratik bir muhalefetin başladığını yazıyor. Özellikle Hikmet Fidan cinayetinin üzerine giden Milliyet eli ile, birden demokratik bir Kürt hareketi çağrısı yapılıyor.
Bu tür bir propaganda, PKK’yı zayıflatmak yerine güçlendiriyor. Çünkü doğrudan Türk medyasının destek verdiği kesimler PKK tarafından daha kolaylıkla tasfiye edilebiliyor. Böylece Apo kendi muhaliflerini Doğan medyasına deşifre ettirerek kendi önderliğini güçlendiriyor.
Bizim gazetecilerimiz ise bilinçli ya da bilinçsiz bu tuzağa düşüyor. Şu ülkeye bakın ki, burjuva basını Apo muhalifi Kürtçülerin propagandasını, milliyetçi basını ise ABD karşıtı Apo’nun propagandasını yapıyor!
Basındaki bu karmaşaya bakan Apo ve ABD ise keyifleniyordur. Her örgüt hele hele her devlet, iyi propaganda yapmak zorundadır. Propaganda ise kimi zaman doğrudan yapılmaz. PKK ve ABD şimdi bu taktikle Türk Devletini hareket edemez hale getirmektedir. Koparılan tartışmanın içinde Türkiye’nin terörle ne şekilde mücadele edeceği, kime karşı kimi destekleyeceği bilinememektedir. Böylesi bir karmaşa ise en fazla Apo’ya ve onu destekleyen ABD’ye yaramaktadır.
Sınır ötesi tartışması
Son sınır ötesi tartışmaları da ancak bu çerçevede ele alınabilir. PKK’nın artan terör eylemleri karşısında dile getirilen sınır ötesi ne anlam taşımaktadır, şimdi de bunu sorgulayalım.
Sınır ötesi operasyon, terörün sınır ötesinden kaynaklandığı tespitine dayanır ki, bu en büyük yanlıştır. Gelişen PKK terörünü yaratan ortam, Irak’tan PKK sızması değildir. Terör, PKK’nın sivil mücadele ile elde ettiği beş yıllık zeminde gelişmektedir. Türk Devletinin, bölücülüğe verdiği beş yıllık taviz, PKK’nın sivil alanda elde edeceklerini elde etmesine yetmiştir. Şimdi ise yeni hedefler için yeni mücadele yolları devreye sokulmaktadır. Bu nedenle terörün merkez üssü Kuzey Irak değil Türkiye’dir!
Bu noktada Türkiye’de yıllardır süren Apo’yu önemsememe çizgisi Apo’yu gerçekten çok güçlendirmiştir. Bu noktada terörün başı Apo’dur ve o da İmralı’dadır. O halde terörle mücadeleye İmralı’dan başlamak gerekmektedir!
Ancak bu tek başına ele alınamaz, çünkü İmralı gücünü doğrudan Washington’dan almaktadır. Yani sınırın ötesi Kuzey Irak değil Washington’dur.
Türkiye’nin terörle mücadelede alacağı önlem, birincisi Apo’nun Türkiye içindeki yönlendirmesinin kesilmesi, örgütsel yapısının dağıtılmasıdır, ki bu da terörle etkin mücadeleyi gerektirir. Ancak girilen AB sürecinde bunun yapılamayacağını gayet iyi bilen PKK, çok rahattır. Diğer yandan Türk Devletinin sınır ötesine geçerek ABD ile savaşmayı göze alamayacağını da bilen PKK, aynı anda silahlı eylemlerini de arttırmaktadır.
Tezkere geçse sınırın içine de geçemezdik
Kısacası AB-ABD kapanına sıkışan Türkiye, teröre karşı ne yasal ne de askeri önlem alamaz noktadadır. Böyle bir noktada sınır ötesi operasyon yaparız çıkışı çok açık bir şekilde korkutucu değil, komik olmaktadır.
Tam da bu noktada Türk Devletine bir tuzak daha kurulmaktadır. Türkiye’nin sınır ötesi harekat yaparsa ABD ile savaşmak zorunda kalacağını, bunun ise Türkiye için hiç de hayırlı olmayacağını yazıp çizmeye başlayan ve kendilerini milli olarak adlandıran ayrı bir medya grubu da devrededir: Akşam.
Akşam’ın Amerikancı milliyetçi yazar kadrosu ise, sınır ötesinin ABD provokasyonu olduğunu, Türkiye’nin PKK tarafından kışkırtıldığını, böyle bir tuzağa düşmemek gerektiğini, yani sınır ötesinden uzak durmak gerektiğini salık vermektedir. Bu Amerikancı yazar kadrosu, sınır ötesi kozunun Türkiye’nin elinden çıkmasının sebebi olaraksa reddedilen tezkereyi göstermektedir. Eğer Türkiye ABD ile birlikte Irak’a girseydi bugün PKK sorunu olmayacaktı demektedirler.
Kendi içinde mantıklı görünen tez aslında son derece salakçadır. Bugün ABD Kuzey Irak’ta diye Kuzey Irak’a giremiyorsak; tezkere geçseydi ABD, Diyarbakır’da olacaktı, o halde Diyarbakır’a bile giremeyecektik! Hatta tezkere koşullarına göre Samsun’a, Trabzon’a, İskenderun’a bile giremeyecektik. Yani Türkiye işgal edilmiş olacaktı.
Şimdi aynı Amerikancı tayfa, askeri öne sürerek tezkereyi AKP geçirmedi demektedir. Bu, Amerikancı darbe senaryosunun ifadesinden başka bir şey değildir. Eğer tezkereyi gerçekten AKP engellemişse AKP gerçekten hayırlı bir iş yapmış ve Türkiye’nin işgalini önlemiştir. Ve yine eğer tezkereyi Ordu istemişse ve aynı fikirlerinde hâlâ diretiyorlarsa, böyle bir Ordu’nun Türkiye’nin güvenliğini savunacak uzak görüşlülüğü yok demektir.
O halde iki kanaldan birden seslendirilen sınır ötesi tehdidini nasıl algılayacağız? Bugün sınır ötesi Türk kamuoyunda gerekirse ABD ile savaşalımın güçlenmesine yol açsaydı, o zaman doğru bir talep olurdu. Ama tam tersine sınır ötesi ABD ile savaşılamaz, keşke onunla birlikte hareket etseydik fikrini güçlendirmeye yaramaktadır. İşin garibi, sınır ötesine provokasyon diyen Amerikancılarımız da, demeyen Amerikancılarımız da aynı propagandayı yapmaktadır!
Sınıra, sokağa, medyaya hakim olmak
Tüm bu tartışmalar sürerken önlem almayan, hedef belirlemeyen ve harekete geçmeyen taraf olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gerek ABD gerekse PKK her türlü önlemi alarak aşama aşama hedefe ilerlemektedir. Bu tartışmaların en önemli zararı da Türk Devletini adeta kontrpiyede bırakarak etkisiz hale getirmesidir. En kötü karar bile kararsızlıktan iyiyken, Türk Devleti kararsızlığa mahkum edilmektedir.
Oysa köşeye sıkıştırılan Türkiye’nin, bu kuşatmayı yarmak için elbet elinde belli bazı kozları vardır ve dahası, Türkiye’nin ABD dahil herkesle savaşacak gücü de vardır. Bunun içinse uygun bir harekat planı çıkarılmalıdır.
1- Sınıra hakim olmak:Türkiye PKK ile mücadelede kararlılığını göstermek ve Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini tecrit etmek için Kuzey Irak sınır kapısını hemen kapatmalıdır.
2- Sokağa hakim olmak: PKK’nın sivil mücadelesi ancak tersine bir sivil mücadele ile engellenebilir. Bu devletin mutlak çoğunluğu ve tek sahibi olan Türkler, her alanda sokağa hakim olmalıdır.
3- Medyaya hakim olmak: PKK’nın ve ABD’nin en büyük gücü olan medya, uygun bir takvim içinde devletin yanına çekilmeye zorlanmalıdır.
Böylelikle ülke içinde gücünü gösteren ve kendisi de hisseden Devlet, yeniden devlet gibi davranmaya başlayabilir. Bunun için ön şart olarak, her alandaki ve kademedeki Amerikancıların safdışı edilmesi gerekir. Türkiye’nin en güçlü yılları, Amerikancıların en güçsüz olduğu dönemdi unutmayalım!
Bu önlemleri alan Türkiye PKK’nın orta vadeli hedefinin Apo’nun affedilmesi, PKK’ya siyasetin serbest bırakılması olduğundan hareket etmelidir. Düşmanının hedefini bilen bir devlet buna engel olabilir. Bu ise sınır ötesinde değil sınır içinde alınacak önlemlerle alınacaktır.
Kaldı ki sınır ötesi Türkiye için elbette tek çıkış noktasıdır. Ama bunun için iki çıkış alanı vardır; Azerbaycan’dan ve Kıbrıs’tan sınır ötesine çıkmak. Sınırı güçlü olduğumuz yerlerden aşarsak, düşmanla güçlü olduğumuz yerde çarpışırız.
Sınır ötesi çağrısı yapan devlet yöneticilerimiz bu yönde bir adım atarlarsa gerçek niyetlerini anlayabiliriz…
..

ERDOĞAN’IN ABD’YE ÇIPALI FELSEFESİ



ERDOĞAN’IN ABD’YE ÇIPALI FELSEFESİ



Daha önce Batı’ya seslenen ve “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye rest çeken Başbakan Erdoğan, alışılageldik bir şekilde yine çark etti. Erdoğan, NATO Libya konusunda devreye girecekse Türkiye’nin bazı şartları olduğunu belirtti: “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yer altı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil. Libyalı kardeşlerimiz, güçlü, istikrarlı, huzurlu bir geleceği inşa etmek için her türlü imkâna sahipler. Libya halkına bu fırsat tanınmalı, operasyon işgale dönüşmeden, Libyalıların kendi kararlarını vermeleri için fırsat tesis edinmelidir”.
LİBYA AÇILIMI
Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın oldukça felsefi olan bu “Libya Açılımı”nı üç adımda anlamaya ve kavramaya çalışalım:
1.. Görülmüştür ki, Erdoğan “NATO’nun Libya’da ne işi var” dediğinde, aslında rest çekmemiş, tersine gayet normal bir soru sormuş. Ve Erdoğan, bu sorusuna yanıtını da şimdi vermiştir ve demiştir ki, “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir”.
2.. Erdoğan’a göre NATO bir tespit ve tescil kurumuymuş. NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tescil için oraya girmeliymiş. Ki anımsayınız, Başbakan Erdoğan, daha önce de NATO’yu Kuzey Irak’a davet etmişti. Demek o zaman da, NATO’yu, Kuzey Irak’ın Irak’a değil, Kürdistan’ın Kürtlere ait olduğunu tespit ve tescil etmesi için davet etmiş! Ki Erdoğan, 1 Mart 2003 öncesi de, yine NATO’yu, yani ABD ve İngiltere’yi, Türkiye’nin güneydoğusuna yerleştirmek için TBMM’de milletvekillerine baskı uygulamıştı. Acaba o zaman NATO (ABD-İngiltere) neyi tescil edecekti?
3.. Erdoğan’a göre NATO’nun operasyonu işgale dönüşmemeliymiş. İşte burası Libya Açılımı’nın en önemli noktasıdır. Bu noktayı en iyi anlayan Kemal Kılıçdaroğlu, Batı’nın Libya’ya müdahalesini ve AKP’nin tutumunu doğru bulduğunu söylemiş ve “yapılan operasyonun, kan dökülmeden gerçekleşmesini istiyoruz” demişti. Anlaşılıyor ki, kan dökmeyen ve işgale dönüşmeyen tipteki bir operasyon, olabiliyormuş(!)
ERDOĞAN’IN “U” DÖNÜŞLERİ
Şimdi gelin Erdoğan’ın, Libya’ya NATO müdahalesiyle ilgili bu iki açıklamasını, geçmişteki açıklamalarını anımsayarak, birlikte değerlendirelim:
Erdoğan Davos’ta “one minute” demiş ve Şimon Peres’in şaşkın bakışları arasında “bir daha da Davos’a gelmem” diyerek salonu terk etmişti. Erdoğan diğer salona geçtiğinde, “Ben one minute’i Peres’e değil, moderatöre dedim” demişti! “Bir daha da Davos’a gelmem” diyen Başbakan Erdoğan, iki yıl sonraki Davos’a katılmıştı!
Başbakan Erdoğan, Genel Sekreterliği gündeme gelen eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’e “Danimarka’da Müslüman karşıtı karikatürlere engel olmadığı” için karşı çıkmıştı! Rasmussen, bir hafta sonra NATO Genel Sekreteri olduğunda, Başbakan Erdoğan “istediğimizi aldık” demişti!
NATO’nun Lizbon Zirvesi öncesinde, füze kalkanıyla ilgili şart koşan(!) Başbakan Erdoğan, “komuta bizde olacak” demişti. Erdoğan, zirveden sonra yaptığı ilk açıklamada, “komuta NATO’da olmalıdır” demişti!
Örnekleri artırmak mümkün…
EKSEN KAYMADI
Erdoğan’ın açıklamalarını doğru okuma kılavuzunun başına, mutlaka iktidarını Washington’a borçlu olduğu maddesini ve BOP Eşbaşkanı olduğu maddesini ekleyiniz.
Aksi takdirde “eksen kaydı” sanıp, Kılıçdaroğlu gibi gidip Erdoğan’ı Brüksel’e şikâyet edersiniz!

Mehmet Ali Güller
21 Mart 2011
http://maliguller.blogspot.com.tr/2011/03/erdoganin-abdye-cipali-felsefesi.html

..

Org. Karadayı Amerika'nın hedefinde idi




Org. Karadayı Amerika'nın hedefinde idi



Org. Karadayı


9 Ocak 2013 Çarşamba


1994-1998 arasında Genelkurmay Başkanı olan Org. İsmail Hakkı Karadayı, Amerika'nın hedefinde idi.
Çünkü, Amerikan planlarına darbe üzerine darbe vurmuştu.
İşte darbe listesi:
-- Mart 1995 Çelik Harekatı ile ABD hakimiyetindeki Kuzey Irak'a girdik. PKK büyük zayiat verdi.
   Amerika'dan "Türk komutanları hizadan çıktı, Türk Ordusu Türkiye - ABD ilişkilerini bozuyor" feryatları yükseldi
-- Eylül 1996'da ABD'nin eğittiği Peşmerge gücüne büyük darbe indirdi.
   ABD, üç bine yakın Peşmergeyi uçakla Guam Adası'na kaçırmak zorunda kaldı.
   Bu operasyon, ABD'de "Vietnam'dan sonra aldığımız en büyük yenilgi" olarak yorumlandı.
-- Ocak 1996'da SAT Komandolarımız Kardak' açıkarak bayrak diktiler.
   Böylece Yunan komandolarının adaya bayrak dikmelerine cevap verilmiş oldu.
-- 28 Şubat, Fethullah'a darbe indirdi. Fethullah kaçıp ABD'ye yerleşti.
   160 subay irticadan dolayı tasfiye edildi. Ordu içindeki Gladyo unsurları temizlenmişti.
-- 28 Şubat içinde ABD'nin Truva Atı olan Çevik Bir de 1998 sonrasında tasfiye edildi.
   Bu sayede Haçlı İrtica, 2002 sonuna kadar iktidara el koyamadı.
-- Org. Karadayı, ABD ve NATO yuvalanmasını, yani Kontrgerillayı Genelkurmay Karargahından çıkardı.
    Özel Harp subaylarımızın Çin'in Uygur bölgesinde ve Çeçenistan'da kullanılmasına engel oldu.
 
31 Ağustos 2008 günlü Aydınlık dergisi kapağı haber vermişti:
"5 Genelkurmay Başkanı Ergenekon'la suçlanıyor"
Suçlananlardan biri, Org. Karadayı idi.

Aydınlık, 4 Ocak 2013


Aydınlık, Org. Karadayı'nın ABD'ye vurduğu darbelerden ikisini, Çelik Harekatı ile 28 Şubat'ı öne çıkararak "ABD'ye iki büyük darbenin mimarı" başlığını attı.
 
********
 
NATO'ya girmemizle başlayan Türk-ABD askeri dostluğu, hangi süreçlerden geçerek düşmanlığa dönüşmüştü?
İşte kısa tarihçe: Başlangıç noktası Seferberlik Tetkik Kurulu'nu kuruluşu, bitiş noktası Ergenekon ve Balyoz tertipleri.
 
********
 
Özel Kuvvetler Komutanlığı  (ÖKK) kısa tarihi
 
İlk kurulduğu zaman adı "Seferberlik Tetkik Kurulu" idi. (STK)
Türkiye'nin 1951'de NATO'ya girmesinin bir sonucu olarak 1952 yılında ordu bünyesinde kuruldu. NATO'ya giren tüm ülkelerde benzer örgütler kurulmuştu.
Bu örgütler sayesinde ABD, üye ülkeleri NATO aracılığıyla denetim altında tutacaktı.
Giderlerini ABD'nin  karşıladığı bu örgütler, NATO'nun gizli örgütü olan Süper-NATO'nun (yani Gladyo'nun) denetimi altında idiler.
Türkiye'deki örgütün çekirdek kadrosunu Kore'den dönen ve Gayri Nizami Harp stratejisini öğrenmiş olan subaylar oluşturdu.
Kurulun gizli görevi, Türkiye'de Amerika karşıtı bir rejim değişikliğini engellemekti. Aynen diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi.
Ama STK'nın görünürdeki amacının "Sovyet istilasına uğrayan bölgelerde direnişi örgütlemek" olduğu söyleniyordu..
Plana göre, yurt çapında çeşitli yerlere silah gömülecek, istila anında önceden belirlenmiş kişiler bu silahları çıkararak direniş başlatacaklardı.
Bunun için, topluma sürekli "Sovyet tehdidi" propagandası yapılıyordu.
CIA ve Adnan Menderes hükümeti arasında imzalanan 1959 tarihli bir anlaşmada, "Gizli Ordu"nun "rejime karşı iç ayaklanma durumunda" harekete geçirileceği belirtiliyordu.
 
Seferberlik Tetkik Kurulu'nun ismi 1965 yılında Özel Harp Dairesi oldu. (ÖHD)
Daire, ABD'nin kontrolünde uzun yıllar Kontrgerilla (Gladyo) olarak hizmet verdi.
Daire'nin resmi varlığı, 1974 yılında Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın Başbakan Ecevit'ten "Acil bir ihtiyaç için" para istemesiyle ortaya çıktı.
Ancak yapının varlığı 12 Mart'ta işkence gören yurtseverlerce zaten öğrenilmişti!
Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilla varlığını 12 Eylül öncesi ve sonrasında da tüm ağırlığıyla sürdürdü.
 
Bu süre içinde faili meçhul cinayetler, 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum türünden provokasyon ve katliamlar, Kültür Sarayı sabotajı, Sirkeci, Yeşilköy bombalamaları, Ecevit’e suikast girişimi, devrimcileri işkenceli sorgulamalardan geçirmeler; yurtsever aydınların suikastlerle öldürülmeleri hep bu örgüt tarafından gerçekleştirildi.
 
Çünkü TSK, böyle yapmakla Sovyetlere karşı Türkiye'nin bağımsızlığını savunduğuna ve ABD'nin stratejik müttefikimiz olduğuna inandırılmıştı.
NATO eğitimlerinden geçen Türk subaylarının beyni yıkanmıştı. Onlar ABD'nin her dediğinin çıkarlarımıza uygun olduğu konusunda şartlandırılmışlardı.
 
İlk olay: Torumtay'ın istifası
 
Ancak 1980'lerin sonuna doğru TSK içinde, ABD'nin stratejik hedefleri konusunda fikir değişiklikleri oluşmaya başladı.
1986 yılında ABD, şimdilerde uygulatmaya çalıştığı "Türkiye himayesinden Kürdistan Planı"nı Evren ve Özal'ın oluruyla Türk Ordusu'na da dayatmıştı.
Plan, Genelkurmay Başkanı Org. Nejdet Üruğ'un sert direnciyle karşılaştı ve engellendi.
 Komutanlar, Amerika'nın Türkiye'yi bölmeyi amaçlayan planlar yaptığını ve bu planları Türk ordusu eliyle uygulamaya koymak istediğini anlamışlardı.
 
Daha sonra, ABD emrinde Kuzey Irak'a girme planına karşı çıkan Org. Torumtay istifa etti, plan suya düştü. 3 Aralık 1990
Böylece, Türk Ordusu, Amerikancı planlarda rol almayacağının ve direneceğinin ilk işaretini vermiş oldu.
O andan itibaren Türk Ordusuna karşı Ergenekon tertibi planlanmaya başlandı.
Amerikan planlarına engel olan komutanlar, Ergenekon çeteciliği ile suçlanacaktı.
 
Her şey 1991 yılı başında ABD'nin Körfez saldırısı ile başladı.
 
ABD, Bağdat'a yürümedi, Irak'ın kuzeyinde bir Kürt isyanı kışkırttı.
Arkasından, Irak Ordusunun 36. enlemin kuzeyine geçmesini önleyerek buradaki Kürt oluşumunu güvence altına aldı.
ABD'nin planı şuydu: Önce Kuzey Irak'ta bir Kukla Kürt Devleti kurmak ve sağlamlaştırmak, sonra Irak'ı tümüyle işgal etmek.
Daha sonra, Kukla Devleti Türkiye'nin güneydoğusu, Suriye'nin kuzeyi ve İran'ın batısından koparacağı parçalarla birleştirerek Büyük Kürdistan'ı, yani İkinci İsrail'i kurmak.
"Büyük Ortadoğu Projesi" denen şeyin merkezinde işte bu Büyük Kürdistan'ın kurulması vardı. (Tayyip ve Gül'ün eşbaşkanları olduğu proje; Buş'un deyimiyle "Haçlı Seferi")
Amerikan ordu dergisinde Türkiye'nin güneydoğusunu da içine alan Büyük Kürdistan haritası yayımlandı. Aydınlık, Ulusal Kanal, Cumhuriyet haber yaptı.
Belki anlamayanlar vardır diye İtalya'daki NATO toplantısında ABD'li subaylar bu haritayı ekrana yansıttı.
Türk subayları toplantıyı terk etti.
Böylece ABD, Türk Ordusu'na karşı savaşı fiilen başlattığını alenen açıklamış oluyordu.
Türkiye'deki bütün hükümetler, İncirlik'e yerleşen Çekiç Güç'ün görev süresini uzatarak ABD'nin Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurmasına yardımcı olmuşlardı. ("ABD Ordusu ile mükemmel işbirliği !!!)
 
İşte Türk Ordusu bu süreçte Kuzey Irak'taki oluşum üzerinden Türkiye'nin bölünmesi tehlikesini ve tehdidini algılayınca, ABD ile cephe cepheye geldiğini anladı.
 
Özel Harp  Dairesi'nin millileştirilmesi  

 
Sovyet tehdidine karşı kurulmuş olan Özel Harp Dairesi ABD güdümünde idi, ama Sovyetler yıkıldığı için oradan gelen tehlike ortadan kalkmıştı.
Şimdi ise tehdit, Kuzey Irak'taki ABD varlığından geliyordu.
Dolayısıyla, ABD güdümünde olan Özel Harp Dairesi, ABD'den gelen bir tehdide karşı durmak için kullanılamazdı.
Geçmişteki Kontrgerilla eleştirileri de Ordu'da rahatsızlık yaratmıştı.
Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Özel Harp Dairesi'ni yeniden örgütleme ve adını Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) olarak değiştirme çözümünü uyguladı. Yıl 1991.
1992'de de personeli yeniden yapılandırıldı.
Bu sadece bir isim değişikliği değil, ABD ilişkilerinin sorgulandığı sürecin de somut bir sonucuydu. 
ÖKK'nın bölücü terörü hedef alması ve Kuzey Irak'taki Kukla Devlete karşı tavır alması, ABD denetiminden kurtulma sürecinin başlangıcıydı.
Tugay düzeyindeki birlik, tümen düzeyine çıkarıldı.
ÖKK, Kuzey Irak'ta ABD ile karşı karşıya geldi ve ABD tehdidine karşı uyanışın öncüsü oldu.
 
Özel Kuvvetler Komutanlığı ile Daire ABD ve Gladyo'nun sultasından çıkarıldı!
ABD görevlileri Org. Karadayı döneminde ÖKK binasından çıkarıldılar.
NATO ve ABD ilişkileriyle, ABD parasıyla, ABD eğitimiyle milletine karşı oluşturulmuş olan bir yapı, artık Milli Kuvvet haline dönüştürülmüştü.
Bundan dolayı ÖKK, ABD'nin hedefi haline geldi!

Ankara Gölbaşı'nda, ÖKK için yeni bir yerleşim yerinde yönetim ve eğitim tesisi yapımına başlandı. ABD bundan son derece rahatsız oldu, ajanları vasıtasıyla Askeri Savcılığa ÖKK tesis inşaatında yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla dava açtırdı ve ÖKK'nın yapılandırılmasını uzun süre felce uğrattı.
Yapısı sivilleşen, içi boşaltılan, etkisi kısıtlanan Milli Güvenlik Kurulu'nunToplumsal İlişkiler Başkanlığı'nı ÖKK bünyesine dahil etmesi veÖKK'nın 2006 yılında tümen seviyesinden kolordu seviyesine çıkarılması da ABD'nin kızgınlığını arttıracaktı.
 
ABD, Muavenet Muhribimizi batırdı

 
2 Ekim 1992. Ege'de yapılan NATO tatbikatında, ABD Uçak Gemisi Saratoga, gece karanlığında, Sea Sparrow füzeleri ile Muavenet Muhribimizi hedef alarak batırdı.
Sonuç: 5 şehit, 22 gazi ve hurdaya çıkmış olan muhribimiz.
Bu, ABD'nin ilk tehdidi idi ve arkası gelecekti.
 
Org. Eşref Bitlis'in şehit edilmesi

 
 ABD'nin Kuzey Irak'taki Kukla Devleti pekiştirme planlarını bozan bir planı uygulamakta olan Org. Bitlis,   Amerikan Çekiç Güç Helikopterlerinin PKK'ye silah ve malzeme attığını saptadı ve raporlarında bunu belirtti.
Orgeneral Eşref Bitlis işte, Jandarma Genel Komutanı olarak, Amerika'nın Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini hedef aldığını gördüğü; bu tehlikeyi önlemek için tedbirler aldığı ve ülke savunmasına yönelik bir strateji geliştirdiği için Amerika tarafından hedefe konuldu.
 
Org. Bitlis, helikopterle Kuzey Irak'a giderken, bu seyahat Amerika'ya haber verilmiş olduğu halde, iki Amerikan jeti yakın uçuş yaparak saldıkları yoğun egzost gazı ile helikoperi oksijensiz bırakıp motorunu durdurarak düşürme denemesi yapmışlarsa da, usta pilotumuz ani dalış manevrası ile bu suikasti boşa çıkarmıştı. Bu suikasttan hemen sonra Amerikalılara saldırdıkları helikopterde orgeneralimiz olduğu tekrar bildirilmesine rağmen iki Amerikan jeti saldırıyı  tekrarlamışlar fakat usta pilotumuz olaya tekrar hakim olabilmişti.
İkinci teşebbüs başarılı oldu. CIA tarihinin en önemli suikasti 17 Şubat 1993 günü gerçekleşti. Uçağına yapılan sabotaj sonucunda Org. Bitlis şehit edildi.
 
Gazi olayları
 
Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'a müdahale kararı aldığını öğrenen Amerika, yurt içinde karışıklıklar kışkırtarak harekatı önlemeyi planladı.
Atatürk döneminde Kerkük-Musul sorunu dolayısıyla İngiltere'nin içerde Kürt isyanı kışkırtmasına benzer bir plan.
 
CIA'nın Moskova İstasyon Şefi, CNN televizyonundan, "Türkiye'nin karışacağını", daha doğrusu Amerika'nın Türkiye'yi karıştıracağını tüm dünyaya şöyle ilan etti:
"Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi Türkiye'dir...  Şu anda Türkiye, gizli servislerin gündeminde ilk sıraya yerleşmiştir."
 
Gazi Mahallesi tertibinden birkaç gün önce de, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Holbruk (Holbrooke), Türkiye'nin Kuzey Irak sınırında yaptığı yığınağa dur demek için tertip yapacaklarını şöyle ilan etti:
"Kuzey Irak sınırına asker yığıyorsunuz. Önümüzdeki günlerde terör olaylarının artma ihtimali var. Oraya yapacağınız bir harekatta dikkatli olmanızı  tavsiye ederim"
 
CIA Şefinin ve Holbruk'un haber verdiği gibi,12 Mart 1995 gecesi İstanbul'da Gazi Mahallesi tertibi düzenlendi.
Ancak Türk Ordusu bu tehdidi önemsemedi ve Çelik Harekatı yapıldı.
 
 
Çelik harekatı, Mart 1995

 
Özel Kuvvetler Komutanlığı, Türk Ordusu'nun Kuzey Irak cephesindeki gücü olarak ABD ile karşı karşıya geldi ve ABD tehdidine karşı uyanışın Ordu'daki öncüsü oldu. 1994 yılı Ağustos ayında Org. İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay Başkanı oldu.
1995 Mart'ında da Türk Ordusu, Kuzey Irak'a girdi. Türk birlikleri, Çelik Harekâtı'yla ABD'nin egemenlik alanına müdahale etmişti. Çünkü o bölge ABD ordusunun işgali altındaydı.
 
İşte ip burada koptu.
Türk Ordusu üzerindeki denetimi elinden kaçırdığını anlayan ABD ateş püskürmeye başladı.
Foreign Affairs, Foreign Reports, Mediterranean Quarterly ve Joint Forces Quarterly gibi yarı resmi Amerikan dergilerinde "Türk Generalleri hizadan çıktı", "Türk Ordusu Türkiye-ABD ilişkilerini bozuyor" cinsinden haber yorumlar yayımlandı.
 
Eylül 1996 Harekatı

 
ABD ordusu, Irak'ın kuzeyinde 7,500 "CIA peşmergesi"nden oluşan bir askeri güç örgütlemişti.
Türk Ordusu, Kuzey Irak'a sınır ötesi harekat yaparak CIA tarafından eğitilen Peşmerge gücüne büyük darbe indirdi. Harekat, Eşref Bitlis Planı çerçevesinde yapıldı. ABD Bitlis Paşa'yı öldürtmüş ama onun yaptığı planın uygulanmasını engelleyememişti. Plan uyarınca Türk genelkurmayı tarafından yönlendirilen Barzani, Sadam ile işbirliği yaparak harekata yardımcı olmuştu.
Amerika, 3 bine yakın CIA eğitimli Peşmergeyi uçakla Guam Adası'na kaçırmak zorunda kaldı.
Bu operasyon ABD'de "Vietnam'dan sonra uğradığımız en büyük yenilgi" olarak yorumlandı.
 
Bu harekattan 20 gün önce, bir Tuğgeneral, iki Albayın önünde, Aydınlık Dergisi'ne bir demeç vererek, Eşref Bitlis'in uçağının ABD'ye bağlı "Çiller Özel Örgütü"ndeki Gladyo görevlilerinin düşürdüğünü açıkladı.
Aydınlık, 25 Ağustos 1996 günkü sayısında bu haberi yayımladı. Bu Tuğgeneralin Veli Küçük olduğu, emekliliğinden sonra Doğu Perinçek tarafından açıklandı.
 
Türk Ordusu, Çelik Harekatı'nı Başbakan Çiller'e haber vermeden gerçekleştirmişti. Çünkü ABD vatandaşı Çiller'in ABD'ye örgütsel bağlılığı İşçi Partisi tarafından açıklanmıştı ve TSK tarafından biliniyordu.
 
28 Şubat 1997

 
28 Şubat harekatının en önemli başarısı, Fethullah Hoca'ya indirdiği darbe oldu. Fethullah Hoca kaçıp ABD'ye yerleşti.
Mayıs 1977 YAŞ toplantısında 160 subayın irtica bağlantısı nedeniyle ordudan atılması başbakan Erbakan'a dayatıldı.
Bu uygulama, ordu içindeki Gladyo'yu, yani ABD görevlilerini temizlemek anlamına geliyordu. Çünkü artık Kontrgerilla, Fethullahçı Gladyo idi.
28 Şubat kadrosu içinde ABD'nin Truva Atı olan Çevik Bir de, 1998 sonrasında tasfiye edildi.
Bu sayede Haçlı İrtica, 2002 yılı sonuna kadar iktidara el koyamadı.
 
Org. Kıvrıkoğlu'nun tavrı

 
1998 yılında Genelkurmay Başkanı olan Org. Kıvrıkoğlu, ABD'nin bölge ülkeleri için tehdit oluşturduğunu açık bir dille belirtti. Kıvrıkoğlu, Vaşington ziyaretini iptal etti ve NATO döneminde ABD'yi ziyaret etmeyen ilk Genelkurmay Başkanı olarak tarihe geçti.
Kıvrıkoğlu, "28 Şubat'ı BİN YILLIK MÜCADELE AZMİYLE sürdürmeye kararlıyız" dedi. Yani ABD tehdidine karşı bin yıl da sürse direnilecekti.
 
CASA uçağının düşürülmesi
++++++++++++++++++++++++
 
Amerika, ÖKK Birliğimizi taşıyan uçağa sabotaj yaptı. Uçak Malatya'da düştü. 34 şehit.
17 Mayıs 2001
 
Amerika, Türkiye'yi işgal tatbikatı yapıyor

 
ABD ordusu 24 Temmuz 2002'de Nevada Çölü'nde "Millenium Challenge 2002" (Binyılın Meydan Okuması) adı altında Türkiye'yi işgal tatbikatı yaptı.
Bu tatbikat, ABD tarihinde o güne kadar görülen en kapsamlı ve en uzun süren tatbikat idi. ABD tarihinin en büyük askeri tatbikatı idi.
Org. Kıvrıkoğlu, "28 Şubat'ı BİN YILLIK MÜCADELE AZMİYLE sürdürmeye kararlıyız" demişti. Yani ABD tehdidine karşı bin yıl da sürse direnilecekti.
Mesajı alan ABD, aynı kelimeleri kullanarak cevap veriyordu.
Türk Ordusu'nun "Bin Yıl" mesajına ABD Ordusu "Evet, bin yıllık meydan okumanı kabulleniyorum, ben de sana bin yıl meydan okuyorum" diye cevap veriyordu.
 
ABD'nin en önemli yarı resmi ajansı ASSOCIATED PRESS, tatbikatın Türkiye'yi işgal senaryosu üzerine kurulu olduğunu yazdı.
Deprem (bir karışıklık kastediliyor) sonrası ordu yönetime el koyuyordu. Bunun üzerine ABD Deniz Kuvvetleri ülkenin güneyindeki adayı (Kıbrıs) kuşatıyor ve 96 saat içinde hedef ülkeyi işgal ediyordu.
Türk ordusunun saldırıya karşı hazırlanma müddeti olan 96 saat seçilerek, hedef ülkenin Türkiye olduğu adeta gözlere batırılıyordu.
 
A. Gül - C. Powell gizli anlaşması

 
Dışışleri Bakanlığı Koltuğunu işgal eden A. Gül, 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Ankara'da 2 sayfa 9 maddelik bir gizli anlaşma yaptığını itiraf etti, haber Vatan Gazetesi'nde yayımlandı. Bu haberde Gül, anlaşma içeriğini açıklayamayacağını, gizli olduğunu söyledi.
 
13 Temmuz 2003 günü, Doğu Perinçek, bir basın toplantısı ile, bu gizli anlaşmanın maddelerini açıkladı.
Birinci madde: "Türk askeri ve Özel Kuvvetler 4 ay içinde aşamalı olarak Kuzey Irak'tan çekilecek" şeklindeydi.
 
Perinçek'e göre, bu bir anlaşma değil, bir hizmet sözleşmesi idi. Çünkü ne Bakanlar Kurulu'na, ne de Meclis'e sunulmuştu. ABD devletinin haberdar olduğu bu sözleşmeyi Türk Devleti bilmiyordu.
 
 
Çuval Olayı

 
2 Nisan 2003 günü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile bir gizli anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmanın ilk maddesi "Türk askeri Kuzey Irak'tan çıkacak" idi.
Temmuz 2003'de Kuzey Irak'ta Süleymaniye'de Özel Kuvvetler birliğimizin başına "Kürt liderlere suikast yapacaklardı" bahanesi ile çuval geçirdi.
ABD, PKK'ya karşı konumlanan ve Türkmenlerin haklarını korumaya çalışan Türk Birliğinin Kuzey Irak'ta yani Barzanistan'da kalmasını istemiyordu.
A. Gül'ün yaptığı anlaşmayı uygulamayan Türk Ordusu, çuval geçirilerek tehdit ediliyordu. Türk askerinin başına çuvalı aslında bu gizli anlaşmayı yapan Abdullah Gül geçirmişti.


Ayrıntılar için bakınız: 

 
Tayyip'in "Müzik notası" vecizesi, anlaşmanın uygulanması gerektiğine ilişkin orduyu uyaran bir açıklamaydı.
"Biz anlaşma yaptık, Kuzey Irak'tan çık artık" diyordu Tayyip Bey Türk Ordusuna.
 
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in, Çuval Olayından sonra, Başbakanlık koltuğunu işgal eden Tayyip'e gönderdiği mektupta şöyle deniyordu:
"TSK Kuzey Irak'ta sizin bilginiz haricinde eylemler yapmaktadır"
Rumsfeld, çuvalı Tayyip Bey'in değil, Türk Ordusunun başına geçirdiklerini böyle veciz bir şekilde anlatmış oluyordu.
 
Milli devlet ve Kemalizm karşıyı pervasız açıklamalar yapan, "Milli Egemenlik ve Milli Güvenlik kavramlarının artık geçersiz olduğu"açıklamaları yaparak Orduyu zehirleyen Org. Hilmi Özkök, böylece, tarihe "başına çuval geçirilen komutan" olarak kaydedildi. Ve böylece, Ergenekoncu olarak suçlanmaktan kurtuldu.

Vatan, 24 Mayıs 2003

Bundan başka, Milli Güvenlik Kurulu, iç tehdit kavramını değiştirdi.
Eskiden solculuk ve komünizm "iç tehdit" olarak görülüyordu.
Şimdi ise "ırkçı milliyetçilik, bölücülük ve irtica" iç tehdit kapsamına alınmıştı.
Yani MGK, Amerika'nın maşası olan akımları iç tehdit kapsamına almıştı.
Bu durumda, ABD'nin Türk ordusuna karşı savaş ilan etmekten başka bir çaresi kalmamıştı.
 
Çok önceden beri planlanan Ergenekon, Balyoz vesaire tertipleri birbiri ardısıra sahneye konulmaya başlandı.
 
AKP yandaşı Fehmi Koru, bu durumu şu veciz sözlerle Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde anlattı ve daha sonra bir TV programında tekrarladı:
"Ergenekon'un düğmesine Oval Ofis'te Tayyip Erdoğan ile Bush görüşmesi sırasında basıldı."
Yıllardır bu sözler tekzip edilmedi.
 
*******

..

7 Eylül 2015 Pazartesi

TRT ŞEŞ E RAKİP BARZANİ DEN HAVA RAPORU..




TRT  ŞEŞ'E  RAKİP  BARZANİ DEN HAVA RAPORU..


''  HAVA NASIL ORALARDA ?  ÜŞÜYORMUSUN ''



Düşmanın Psikolojik Harp Dairesinde İşbaşı yapmak



Ali Serdar Bolat     
28 Ağustos 2015

Av. Cemil Can, "Saray Savaşı" konusunu yorumladı.
Bakınız:



Cemil Can özetle şöyle diyor:

"Savaşı Tayyip'in başlattığı tespiti yanlıştır.
1-Savaş, ABD ile Türkiye arasındadır.
2-Savaşı başlatan TSK değil, PKK'dır.

PKK 11 Temmuz'da "çatışmasızlık bitti" diyerek askerlerimize saldırdı.
(20 Temmuz'da provokatif Suruç olayı meydana geldi.
Bunu bahane eden PKK saldırılarını arttırdı.)

TSK bunun üzerine 24 Temmuz'da operasyonlara başladı.
Ağır darbe alan PKK, "Barış Bloku" oluşturarak savaşın psikolojik cephesini ayakta tutmaya çalışıyor.

Yaygın Tayyip karşıtlığından yararlanarak bu haklı savaşı "Sarayın Savaşı" gibi gösterme çabalarına ne yazık ki Y-CHP de katılmıştır."

Peki, PKK 11 Temmuz'da neden çatışmasızlığı bitirdi? Cemil Can'ın yazısında açıklanmayan bu konunun içyüzü şöyle:

Tayyip, BOP Eşbaşkanlığını kabul etmiş, Kürdistan kurulması için çalışacağına dair ABD'ye söz vermişti. Bu sayede 2002 darbesi ile AKP Türkiye'nin başına geçirilmişti.

Tayyip bölgede alan hakimiyetini PKK'ya bırakmak amacıyla askeri kışlaya kapatmış, Ergenekon tertipleri ile askeri pasifleştirmiş, PKK'nın özerklik için altyapı oluşturmasına olanak sağlamıştı.

Ancak, Dersimli Kemal'in de "Avrupa Özerklik şartını bütünüyle uygulayacağız, çekinceleri kaldıracağız" diye destek vermesine rağmen, AKP, özerklik konusunda adım atamıyordu.

Tayyip her seçimden önce PKK'ya "Çatışma çıkarma, hükümette kalmaya devam edeyim, özerkliği seçimden sonra uygulayacağım" diye söz veriyordu. Ancak seçimden sonra, verdiği sözün üzerine yatıyordu.

11 Temmuz 2015'de PKK "Artık yeter" dedi. "Yüzde 13 oy da aldım, artık vereceksen ver özerkliği"

Tayyip HDP ile hükümet kurmaya da yanaşmadı. Verdiği özerklik sözünden yan çizmeye devam etti. Halbuki AKP - HDP hükümeti özerkliği kabul ederek açılımı taçlandırabilirdi. Ancak Tayyip korktu.

Korkmasının yanısıra, Gezi eylemleri sırasında takındığı diktatörce tavırdan dolayı Obama tarafından üzerinin çizilmiş olması ve kendisine karşı 17-25 Aralık darbe teşebbüsü yapılmış olması, Tayyip'i ne yapması gerektiğine karar veremez bir duruma sokmuştu.

Bu ortamda, "Bu kadar kandırılmak artık yeter" diyen PKK, hatalı bir taktik karar vererek, çatışmasızlığı bitirdi. PKK, TSK'nın inisiyatif alarak bu derece yoğun bir saldırıya geçebileceğini öngöremedi.

PKK'nın 11 Temmuz günlü meydan okumasına karşı TSK'nın sinmesi, cevap vermemesi mümkün değildi. Ergenekon - Balyoz tetiplerinden kurtulan TSK'nın özgüveni geri gelmişti. Yıllardır açılım uğruna elini-ayağına bağlayan Tayyip'i daha fazla dinleyemezdi. Tayyip, TSK'yı frenleme gücünü de kaybetmişti.

Tayyip, bu durumdan yararlanmaktan başka seçeneği olmadığını anladı. Ve "PKK'ya karşı mücadelenin başkomutanı" pozuna büründü. Bu sayede oylarını artıracağını düşündü, yeniden tek başına AKP hükümeti hayaline kapıldı, erken seçime bu yüzden karar verdi.

PKK -HDP tarafından başlatılan "Barışkes ilanı", "Saray Savaşı" propagandasına, Tayyip düşmanlığı ile gözleri kör olmuş insanlar balıklama atladı. "Savaş değil barış, Açılıma geri dönelim, Saray Savaşı bitsin, insanlar boş yere ölmesin" feryatlarının nedeni "TSK eğer PKK'ya karşı başarı kazanırsa bundan Tayyip faydalanır, o halde PKK ile mücadeleye son verilmelidir" sakat düşüncesi idi.

Cemil Can diyor ki:
"Yoktan yere "Yurtseverliği" ve "Vatan savunmasını" AKP'ye bırakıyorlar."

Evet, sen "PKK'ya karşı mücadele Tayyip'in savaşıdır" diyerek PKK ile mücadeleye karşı çıkarsan, halkı Tayyip'in kucağına itmiş olursun.

Halk ne düşünür? "Bu kendisine Atatürkçü diyenler PKK ile mücadeleye karşı çıkıyorlar, PKK ile mücadeleyi Tayyip yapıyormuş. O halde ben de Tayyip'i destekleyeyim." diye düşünmez mi?


Cemil Can devamla diyor ki:
"Acaba ABD'nin Tayyip'in üzerini çizme nedeni nedir?
Biliyoruz ki, 17-25 Aralık Yolsuzluk operasyonlarının düğmesine basan Obama'dır."

Cemil Can, sorduğu soruya yanıt vermiyor. Tayyip'in üzeri çizildiği için bu operasyon yapıldı. Ama çizilme nedeni ne?

Sorunun yanıtı için bakınız:

Emperyalistler Tayyip Bey'e niçin kızgın


Cemil Can, asıl nedenin sonucu olan başka bir olayı çizilme nedenlerinden biri olarak gösteriyor: Rusya ile yürütülen Türk Akımı.

Can şöyle diyor:
"Jeo-stratejist Thierry Meyssan, "Erdoğan Sisteminin Sonuna Doğru" başlıklı makalesinde, Erdoğan'ın Türk Akımı adımını, "NATO kurallarını çiğneme cesareti" olarak nitelemektedir"

Halbuki, Türk Akımı, Tayyip'in, üzeri çizildikten sonra şantaj amacı ile attığı bir adımdı. Doğaldır ki, bu adım, üzerine atılan çiziği kuvvetlendirmekten başka sonuç vermemiştir. Tıpkı Çin ile yürüttüğü füze görüşmeleri gibi, tıpkı Putin'e "Türkiye'yi Şanghay Örgütü'ne alın" demesi gibi, tıpkı İran ile altın karşılığı yaptığı ticaret gibi, tıpkı Şi Cinpin'e "İslamcı Uygur örgütlerini terörist olarak görüyoruz, Çin'in bütünlüğünden yanayız." demesi gibi... Bunların hepsi NATO kurallarının çiğnenmesi anlamına gelir. Ve çiziği derinleştirmekten başka sonuç vermez.

Cemil Can, yazısını şu cümlelerle bitiriyor:

"Dolayısıyla, bundan sonraki gelişmeler Erdoğan'ı iktidardan düşürmek ve uyumlu yeni işbirlikçileri iktidara getirmek üzerine kurulmuştur.

Bu durumu bilen Erdoğan, Saddam ve Kaddafi'nin akıbetine uğramamak için kendini korumaya almıştır.

Bu durumu "Sarayın savaşı" gibi gösterme çabaları, küresel güçlerin tarafına geçip onların psikolojik savaşını yürütmekten farksızdır.

RTE'nin 13 yıldır yarattığı nefretten yola çıkarak PKK'nın ortadan kaldırılmasını hedef alan bu operasyonlara karşı çıkmak dürüst bir yurttaşın işi olamaz.
Dolayısıyla, operasyonların başarısından Erdoğan da yararlanacak diye "Barış" çığlığı atarak karşı tarafta yer almak, doğrudan düşmanın psikolojik harp dairesinde işbaşı yapmak anlamına gelecektir."

Evet, emperyalizmin "AKP - CHP hükümeti kurarak Tayyip'i etkisizleştirme" projesi Tayyip'in direnmesi üzerine şimdilik suya düşmüştür. 1 Kasım seçimlerinde benzer tablonun ortaya çıkması durumunda Tayyip yeni bir erken seçim kararı alabilecek midir?

Çıkmazdan kurtulmanın yolu Vatan Partisi'nin barajı aşması ve CHP-MHP-Vatan Partisi koalisyonu ile hem Tayyip'in hem de AKP'nin saf dışı edilmesidir.

Başka bir çıkar yol olmadığını halkımız büyük acılar çekerek öğrenecektir.

Meyssan'ın yazısı için bakınız:





..