28 Mart 2015 Cumartesi

Kanlı Makas,



Kanlı Makas,


Yekta Güngör Özden
12.09.2005/Sayı:90

Irak’ı işgal eden ABD’nin zulmü ve katliamı sürüyor. Aklı başında hiçbir kimse bu kanlı eylemlerin demokrasi için olduğunu söyleyemez. Kitle imha silâhları bahanesiyle Irak’a girip sonra böyle bir belirti bulamadıklarını itiraf etmeleri bile ne ölçüde haksız olduklarının göstergesidir. PKK yuvalanmasına sessiz kalmaları, Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirip Türkmenleri güç durumda bırakmaları, Türkiye’nin yakınmalarını alaycı tutumlar ve çocukça sözlerle karşılamaları kurdurdukları kürt devletini daha etkin ve daha güçlü kılmak çabasından başka bir şeye yorumlanamaz. Böylece ortadoğu üzerindeki çıkarcı oyunlarını daha kolay sürdüreceklerini sanmaktadırlar.

Katrina kasırgasının sonuçları yetersizliklerini ortaya koymuştur. Irkçılık sayılacak biçimde yanlı davranışlara girmeleri tepkilere neden olmuştur. Biçimsel demokrasinin de sözde kaldığı izlenmiştir. Gerçekte Başkanlık sistemi, kişisel diktanın maskeleridir. Bırakınız içerdeki yetkileri, dünyaya karşı savaş kararını veren bir kişinin donandığı aşırı yetkiler, demokrasi çağında bir kişinin önlenemez gücünün sakıncalarını anlatmaktadır. Denetimi güç, sınırsız yetkiler demokrasiyle bağdaşamaz. Türkiye’de de iktidar liderinin bu durumda olduğu gözlenmektedir. Herkes onun ağzına bakmakta, iyi yetiştiği sanılan, önemli görevlerde bulunmuş, mesleğinin üst katlarına gelmiş bilim adamları bile onun buyruklarını özler durumda beklemektedir. Memur aylıklarının tartışmalı görüşmeleri onun belirlemesiyle bitiyor, o ne derse büyük kesimiyle medya övgü yarışına girişiyor. Sözler birbirini tutmasa da. Yurtdışında “Kürt sorunu yoktur” deyip yurtiçinde “Kürt sorunu vardır, bu sorun benim sorunumdur” çelişkisine uzanan, iktidar öncesi lâiklik ve demokrasi anlayışındaki çarpıklıkları iktidara geldikten sonra klişe sözlerle yadsıma durumuna düşen RTE’nin konuşmalarının içeriği, havası, sesinin tonu ve el-kol işaretleriyle bir özenti içinde olduğu görülmektedir.

AB yetkililerinin birbiriyle çelişen sözleri de başka bir yöneliş. Fransa’nın başını çektiği Türkiye karşıtları baskı kurarak başka ödünler koparmaya çalışırken Türkiye’den yana görünenler de Kıbrıs’ın tanınması konusunda eylemli açılımlar istemektedir. Diyarbakır Belediye Başkanı’nı, özel konuk etmeye varan katılık ve yandaşlıkları Türkiye için neler düşündüklerinin bir kanıtı sayılabilir. Nato’da birlikte bulunulan Danimarka’yla ilgili yakınma gerçekte hemen hemen tüm Nato üyelerinin tutumuyla sırıtan bir boşluğu göstermektedir. Güvenilecek dost, inanılacak söz gitgide azalmaktadır. Batının Lozan kindarları makası daraltmaktadır. PKK’nın kanlı eylemleri onları ilgilendirmemekte ama kendileri ne yapsalar (Londra’da bir teknisyeni metroda başından vurduktan sonra “yine vururuz” demeleri gibi) haklı olduklarını savunmaktadırlar. Terör varsa onlara karşı vardır, başkalarına, özellikle Türkiye’ye karşı terör yok, bağımsızlık savaşı vardır kanısındadırlar. Bu nedenle PKK’ya sempati duyup açık-kapalı destekliyorlar. Makasın dışardaki bölümü böyle sıkılıyor.

Üç yılda maganda kurşunlarıyla yitirdiğimiz 7639 kişiyi unutmayarak makasın öbür ucuna geçelim.

Kavgalar

İçerde terör örgütünün güdümündeki kuruluş ve kişiler giderek azgınlaşıyor, işi azıtıyorlar. Başbakan “Kürt sorunu” diyerek ayrımcılıkla yetinmeyip “Abartmayın, bir kısım partililer yapıyor” derse olayların önünü almak güçleşir. Yıllardır ulusal bağlamda her yurttaşın duyarlık gösterip özenle davranması gereken ulusal ilkelere yönelik tehditler ve tehlikeler için uyarıcı konuşmalar yaparak, yazılar yazarak üzerimize düşenleri yapmaya çalıştığımızda “Çok konuşmak”la suçlanmıştık. Oysa, yargıçlık niteliklerine, meslek gereklerini aykırı hiçbir davranışımız, görevle ilgili hiçbir sakıncalı, aykırı konuşmamız olmamıştı. Şimdi yeni yeni uyanan kimileri, tehlike kapılarını çalıp ateş bacayı sarınca “itidal, soğukkanlılık, sağduyu” çağrısı yapmaya başladı. Bölücüler şimdi deneme kalkışmaları yapıyor. Yarınlarda ayaklanma her yerde başlayınca ne yapacaklar? Halkımızı tedirgin etmemek için ölçülü konuşmak, devlet adamlığının, yurttaşlık niteliğinin gereği olarak yatıştırıcı, barışçı, önleyici konuşmalar yapmak elbet yeğlenir. Ama kimi askerlerin de kullandığı “Provakasyon” nitelemesiyle gerçeklerin üstünü örtmenin, olayları küçümsemenin hiçbir yararı yoktur. Tersine, zararı vardır. Parti binalarına, karakollara, konutlara, işyerlerine, bankamatiklere saldırıların anlamı nedir? Askerlerin aracını taşlamak, yakmaya kalkışmak, yolları kesmek nedir? Bayrağı yırtmak, yurttaşları dövmek, polisleri yaralamak ne anlama gelmektedir? Teröristlerin cenaze törenlerine katılmakla neyin mesajı verilmektedir? Hele kırk bine varan ölümün sorumlusunun posterini taşıyarak, onun lehine sloganlar atarak, onun serbest bırakılması için yakıp yıkarak yürüyüşler düzenlemek, otobüsler dolusu insanların kentten kente taşıyarak olay çıkarmak nedir? Bunlar yalnız ABD’ne, AB’ne güvenerek yapılmıyor. Bunlar iktidara güvenerek tırmandırılıyor. Bunların provakasyonla ilgisi yok. Kışkırtan dışardan değil. Kendi başlarındaki, “Partimiz” dedikleri kuruluşların sözde liderleri. Tehditler, gözdağları açık. Türkiye’de kurulmuş -Türkiye’nin partisi olmak gereken kuruluşların toplantı, bildiri, eylem ve önerileri ortada. Bunların Türkiye Cumhuriyeti ile ne ilgisi var? Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya amaçlayanlara etkin hangi yaptırım uygulanıyor? İşte Fatih Camii’ndeki hilâfetçi gösteri. Bilgisiz, terbiyesiz, saplantılı ve sapkın yobaz sürüsünün kolluk güçlerince izlenmesi. Terörist başının konuk edildiği yerden avukatları aracılığıyla talimat yağdırmasını önleyemeyenler neyi önlerler? Memura, öğrencilere, sanatçılara, gençlere coplarla saldırıp en ağır sözlerle karşı çıkanlar şeriatçı ve bölücülere karşı evsahipliği yaparcasına yumuşak, anlayışlı, hoşgörülü, hattâ destekçi sayılacak bir gülümseyiş içinde. Bir başbakan cezasını çeken adamın ülkeyi karıştıran davranışları için “Demokrasi” derse olacağı budur, giderek daha kötü şeyler olabilir. PKK’cılar içerden makasın öbür bölümünü daraltıyor. Demokrasinin ne olduğunu gereğince ve yeterince bilmeyenlerin yazı ve konuşmalarıyla destekledikleri açılımı Başbakan da söylemeye başladı. Bunu bile yetersiz bulan bölücüler, bekledikleri federatif yapının açıklanmasını istiyorlar. Elini veren, kolunu kurtaramaz. Feodal yapıya karşı çıkacak, kendilerini kullanan, haklarına elkoyan, ölüme gönderen, karanlığa gömen aşiret reisliğinin, tarikat şeyhliğinin karşısına çıkacak yerde ayaklanmaya kalkışanlar iyi düşünmelidir. İktidar sözcüleri kuruntu ve övünmeyle “İktidarımız güçlendiği için böyle olaylarla karşıtlık yapıyorlar, bitmek üzere olanların son çırpınışıdır” diyerek yanılgılarını açıklıyorlar. İktidar güçlenmediği gibi terör örgütü de bitmiş değil. Üç bin nüfuslu bir ilçede teröristin cenazesi kırk bin kişiyle kaldırılıyorsa durum acıdır. Kalkışma, iktidara karşı değil, kanımca, iktidara güvenerek devlete karşıdır. Devletin niteliklerine iktidar karşıdır, yapısına da PKK’cılar karşıdır. Birleştikleri bir nokta vardır. Kesişme yeri, 3 Ekim beklentisiyle şalla örtülmüştür. AB’ne girmek için devleti gözden çıkarma sayılacak aymazlıklar yaşanmaktadır.

Karıştırıcılar

Siyasal çalkantılarla ilgilendirilmesini asla istemediğimiz Silâhlı Kuvvetlerin anlamlı ve etkin bakışlarıyla kötü yönelişlere engel olması dileğini çok kimse açıklamaktadır. Kimilerinin değişik amaç ve anlam yüklenen sessizlik, destek sayılacak tepkisizlikleri sürerken Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “Filistin’e benzetmek istiyorlar” sözü çarpıtıldı. Yazılarıyla kişiliğini daha iyi ortaya koyup ne olduğunu bir kez daha belli eden kimi yazarlar amacı gözardı edip benzetmeyi eleştirdiler. Komutan “Ayaklananlar toprağın sahibi yerliler, biz işgalci yabancılar” demek istemedi. Olaylarla yaratılan kargaşa, karşıtlıklar, yaralanmalar, yangınlar, sabotajlar ve öldürmelerle gelinecek ortamı anlatmak istedi. Anlamayanlar ve anlamak istemeyenler yazacak birşey bulamayınca saçmalıklarla sütunları dolduruyor. Bu tür gelişigüzellikler medyanın niteliğini de ortaya koyuyor.

Adamların yüzsüzlüğüne bakınız: “Devlet operasyonları durdurursa PKK da durdurur.” Devlete saygısızlığın, devletle pazarlığın, devleti tehdidin çirkin örneği. Yollara daha rahat mayın döşemek ve aldatılmış köylülere döşetmek için operasyonları durduracaklar. Sonra daha şiddetli saldırılarla, vurkaçlarla ortaya çıkacaklar. Hesap sorulmayan parti başkanı esip üfürecek. Ne durumlara düşürüldü.

Bir malûm da “Tüm ulus-devlet ağaçları kanla sulandı” diyerek kurtuluş ve kuruluşu karalıyor. Artık utanma, sıkılma kalmamış. Atatürk de 4 Aralık 1923’de “Biz bu Cumhuriyeti kanla kurduk” demişti. Gerçeği yansıtan, geleceği güvenceye alan bu sözün bilincinde olmayan bilgisiz ve terbiyesizler neler yazacaklarını şaşırıyorlar.

“Demokratik açılım” hiç kuşkusuz kürtçülerin istediği yapıyı sağlayacak gelişmelerle şeriatçıların istedikleri düzeni getiren oluşumlardır. Bir an için düşününüz, Fatih Camii’ndeki olay ya da kürtçülerin saldırıları bir Avrupa ülkesinde olsa ne yaparlardı? ABD’nde yıllar önce bir çiftlikte 200’e yakın tarikatçının öldürüldüğünü anımsayınız. Bizde olayları izlemekle yetinen kolluk güçleri sorumlularıyla bürokratların “Özür dilemekle” geçiştirmesine bakınız. Hilâfet çığırtkanı bildiri yayımlıyor, hâlâ yakalanmıyor. Devlet adına yetkili olanlar devlete yaraşır olsalardı sorumlular yerlerinde bir dakika kalamazdı. “Ulus devletin defterinde böyle utançlar vardır” demekten çekinmeyenlere olanak tanıyanlar acaba utanma nedir biliyorlar mı?

Bir de “Oyuna gelmeyin” öğüdünden geçilmiyor. Teröre terörle karşılık vermeyi, olayları ırkçılık boyutuna çekip kürtçülükle ırkçılık yapanları haklı çıkarmayı, milliyetçiliği kötüye kullanmayı düşünmek elbet çok yanlıştır. Ama haklı tepkileri durdurmak için (söz ve yazıyla olanları) öğüt vermek de yanlıştır. Eylemsiz sürede şehitler veriliyor. Saldırılar sürüyor. Toplum kışkırtılıyor. Sözler ve yazılarla yangına körükle gidiliyor. Taşlama, molotof kokteyli, mayınlar oyuncak mı? Polise ve askere saldırmak oyun mu? Siz çocuk musunuz? Provakasyon böyle mi olur? AB’ne karşı olanlar değil, yandaş olanlar olay çıkarıyor. Olanlar, kürdistan söylemcilerinin kürtçülerin isyan denemeleridir. Sağduyuya evet, sağırlığa hayır.

Haksız eleştiri

Türksolu gazetesinin aylıklı, kadrolu yazarı olmadığımızı, gençlerin Atatürkçü çabalarına destek verdiğimizi, kendi yazılarımızdan sorumlu olup gazetenin yönetiminde bulunmadığımızı, bir etkimiz ve başka katkımız ya da sorumluluğumuzun geçmediğini yazmıştık. Türksolu’nun 15.8.2005 günlü, 88. sayısının kapağındaki “Kürt sorunu yok, kürt istilâsı var” yazısına takılmışlar. Evet kürt sorunu yok. Peki kürt istilâsı var mı? Kapak yazısının iç sayfalardaki açılımını iyi okuyup iyi değerlendirenlerin bir şey söyleyeceğini sanmıyorum. Kapaktaki “Kürt istilâsı var” bölümü, kürtçülerin yayılma çabalarıyla şimdi bulunndukları il ve ilçelerdeki donanımlı, olanaklı, en iyi düzeydeki durumlarını anlatmak içindir. Asla bir ayrımcılık için yazılmamıştır. Biz inanç bağı, soybağı ne olursa olsun tüm yurttaşlarımızı aynı duygular, aynı düşüncelerle, her yönden tam eşitlikle kucaklıyoruz. Söz, kürt kökenli olanlara değil, kürtçülük yaparak ayrımcılık ve bölücülük güdenleredir. Türkiye’yi istilâ etme amaçlarının, oyunlarının, çılgınlıklarının karşısında duyarlı olmak, uyanık olmak çağrısıdır. Başka türlü anlam verilmesi ve anlaşılması üzücüdür. Kaldıki, kapak yazısını koyanlar gazete yöneticileridir. Sakıncalı bir durumda ülkemize düşeni yapmak da bizim bileceğimiz iştir. Irkçılığa, ayrımcılığa karşıyız. Başkalarının yazıları bizi bağlamaz, onlardan sorumlu tutulamayız. Ayrımcılığı, Türk düşmanı kürtçüler yapıyor.

Gidiş nereye

Millî Eğitim Bakanlığı’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çalışmalarına Kültür Bakanlığı’nın Devlet Tiyatroları operasyonu eklendi. Gidiş nereye göreceğiz. TRT’nun bir başteknisyeni Atatürk için olmadık sözlerle kitap yazıyor, kovuşturmadaki savunmasıyla kendini haklı çıkarmaya çalışıyor. Böyle bir iktidar olmasaydı böyle bir kitap yazabilir miydi? Fatih Camii’ndeki rezalet yaşanır mıydı? Bunlara cesaret edebilirler miydi? Ne yazık her gün doğrulanıyoruz. Kendilerini ilerici, bizi gerici sayan Atatürk düşmanları için sakıncalıyız.“İstediğimiz bir kötülük, içinde bulunduğumuz bir çirkinlik varsa söylesinler” diyoruz, ses yok. Ama arkamızdan gerçekdışı anlatımlarla eleştirmeleri kendi küçüklüklerinin sonucudur. Atatürkçü olmaktan başka (onlar için) suçumuz varsa göstersinler. Bu tip bozguncular her yerde var. Ben yıllarca uyarmaya çalıştım. Çok konuştuğum savıyla uyarmak, etkilemek isteyenler oldu, yanıtlarını aldılar. Unutmayalım, kötüler boş durmuyor. Nasıl PKK demokratik ortam için değil ayrı devlet için çabalıyorsa, Atatürk karşıtları da yapay bir devlet için uğraşıyorlar. Kötülerin amaçları örtüşüyor. 12 yerde birden olay çıkması, yavuz hırsız ev sahibini bastırır sözünü anımsatan biçimde savunulması. Hem Gemlik’e çıkarma yapmaya çalış, dönünce olay çıkart, sonra bahane uydurup her yere saldır. PKK/ Kongra-gel siyasal yapılanması Komo Komelen Kürdistan Yürütme Konseyi Başkanı Mustafa Karayılan’ın çağrısıyla başlayan sözde mitingler birer ayaklanmadır. Yasadışı kuruluşun adındaki “Kürdistan” sözcüğü ne için kurulduklarının kanıtıdır. Hangi demokrasi? Kendi karşıtlarını öldürüp temizleyerek mi? Destek veren belediye başkanlarının tutumu da mı demokrasiyle açıklanır? Mitingleri düzenleyen Tutuklu-Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED)’nun rolü yok mu? Sözde aydınlar savıyla ortaya çıkıp, teröristleri kurtarma çabalı girişimlere oynayanların etkisi yok mu? Savunmayı değil, saldırmayı destekleyen gösterişçilerin “Kürt sorunu” deyişine nasıl sarıldıklarını herkes gördü. Batman-Beşiri olaylarının büyütülmemesini isteyenlerle örtüştükleri noktalar karşılıklı beğeni nedenlerini oluşturuyor. Dünya Barış Günü’nde bunlar yaşanırsa ilerde neler olmaz, iyi düşünmek gerekir. TBMM Başkanı “Daha çok demokrasi, daha çok cesaret” diyor. Bizim demokrasi istemediğimizi kimse söyleyemez. Ama böyle demokrasi değil. Kürt devletinin zeminini oluşturacak çözülme değil. Cesarete ise gereksinim duymuyoruz, sanmadıkları kadar cesuruz. Böyle süslü sözlerle gerçekleri saklamanın kimseye yararı yok. Köktendinci açılımları amaçlayarak “Daha fazla demokrasi”den dem vurmak daha fazla dincilik, daha fazla dinsellik ve şeriat demektir. Lâiklik karşıtı davranışlardan kaçınmamakta direniyorlar. İşte, giyim-kuşam gericiliği, tutuculuğu, zavallılığı ırka özgü demokrasi ırkçılığa destek olur.

Kürtçülerin “Kürt sorunu yok, Türk sorunu vardır. Bu devlet, bu bayrak bizim değil” sözlerinin neresine değinseniz kötülüğü belirgin. Bunu söylemek için bırakınız yurttaşlığı, insanlıktan uzaklaşmak gerek. Amaçlarını iyice açıklayan bu sözler, bağımsızlık bildirisi yöneticilere her şeyi gösteremiyorsa diyecek söz çoktur. Suriye uyruklu PKK teröristini “Şehidimiz” diye bağrına basanlardan ne umulur? Irak Anayasa taslağını ABD’nin övmesi bu doğrultuda bir tutum. Apo’yu övmek “Dillerine, ellerine, emirlerine sağlık. İyi ki Türkleri öldürttün. Bunun için seni kutluyor, baştacı ediyoruz” demek değil mi?

Gereksiz “kavga” nitelemesi

Anayasa Mahkemesi hakkında Yargıtay Başkanı’nın Adalet Yılı Açış konuşmasında söylediklerine katılmak olanaksız. Herkesin, bir başka kuruluş ve kişi için söyleyeceği çok söz olabilir. Eleştiri de yapıcı bir katkıdır. Ancak yerini, gereğini, zamanını çok iyi seçmek gerekir. Yalnızca kararların geç yazılması ve yayımlanması gibi bir gerçeğe değinmek, konuşmayı haklı kılamaz. Kararların açıklanmasıyla sonuç bildirmeyi karıştıran, üye seçiminde kendi rollerini yadsıyan, kendi kuruluş ve görevlilerinin tutumlarını unutan, kendi geliş ve çalışma alanını, Yargıtay üyelerinin seçiminde Adalet Bakanı ile Müsteşarının payını, Yargıtay üyelerinin dairelere verilişini, 43 yıllık Anayasa Mahkemesi uygulamalarını, 1961 Anayasası’nın düzenleyen Meclis üyeleriyle o zamanki Yargıtay yöneticisilerini iyi değerlendirmeyen Yargıtay Başkanı’nın Yüce Divan’la ilgili isteği yanlış ve yanıltıcı olduğu kadar Anayasa Mahkemesi’nin yurttaşların doğrudan başvurularını alacak yapıya kavuşturulması konusundaki sözleri de hâtalıdır. AKP iktidarının Anayasa değişikliğiyle yargıya dokunmasının gündemde olduğu sırada bu tür çıkışlar öncelikle yargıya zarar verir. Demekki Yargıtay Başkanı’nı öbür ulusal sorunlar, iktidarın yanlış gidişi, yurttaşların güçlükleri, dış baskılar, kötü gelişmeler o kadar ilgilendirmiyor. Birlikte oturup görüşerek çözecekleri konuları, yargıya inan ve güveni sarsacak, sürmekte olan Yüce Divan çalışmalarını kuşku duyuracak biçimde tartışmak herşeyden önce yakışıksız olmuştur. İlkeler bağlamında göstermelik, geçiştirici, klişe sözden öte gitmeyen vurgulama Başkanın yapısı, anlayışı, tutumu ve ilişkileri için bir ölçü olarak algılanabilir. Yıllardır kimi Yargıtay ilgililerinin Danıştay’ı da dışlayarak, yanıltıcı anlatımlarla Yüce Divan isteminde bulunmaları alışılmış bir tutkularıdır. Cumhurbaşkanını yargılamakla en yüksek mahkeme olunmaz. Yasama organının düzenlemelerini denetleyip Anayasanın bağlayıcı yorumunu yapan mahkeme zaten en yüksek mahkemedir. Yüce Divan görevini yasama organı vermiştir, Anayasa Mahkemesi kendisi almamıştır. Bakanların görev suçlarının özelliği bu görevi Anayasa Mahkemesinin yapmasını daha uygun kılmaktadır. Genel mahkemelerde dernek, siyasal parti genel kurullarına ilişkin dâvalarla, kimi para cezalarına da Asliye Hukuk ve İdare Mahkemeleri bakmaktadır. Konu, sorun durumuna getirilmeden yargıya yaraşır olgunlukla, bilimsel çalışmalarla doyurucu bir sonuca ulaştırılır. Şimdilik bu kadar değinmeyi yeterli sayıyorum. Ancak, Anayasa Mahkemesi yöneticilerinin emeklilik yaş sınırının 67’ye yükseltilmesi için girişimlerde bulunmakla kışkırtıcı ve sorumlu olmuşlardır. Böylelikle yargının başına çorap örülmesi, iktidarın ekmeğine yağ sürülmesine neden olunmuş, ayrıca medyanın gereksiz “kavga” nitelemesi topluma yansımıştır. Oysa bir kavga yok, gereksiz bir tartışma vardır.

Bir örnek daha

Federal Almanya Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde öğretmenlerin de sıkmabaş (türban diye dayatılıyor) kullanması yasaklanıyor. Prof. Özer Ozankaya, nitelikli Atatürkçülerimizin önde gelenlerindendir. Atatürkçü devlet politikasından uzaklaşmanın sakıncılarını anlatıyor. Kaç kişi uyanıyor bilmiyoruz. Bizim sözde aydınlar ise yağmacılığı savunuyor. Uzmanlıkları yok, her şeye karışıp her konuda bilgiçlik taslıyorlar. Uzmanlık alanlarını bırakıp bilgisi olmadığı alanlara elatıyorlar. Ermeni sorunu savıyla ortaya çıkanlar bunlardan kimileri. Peki ermeni sorunu var da bu ülkenin, bizlerin ekonomi, eğitim, işsizlik, üniversite, yargı, sağlık, özelleştirme, hattâ bağımsızlık ve devlet sorunları yok mu? Bu konuları ele alınmaktan kaçınıp yabancılara yaranmak için yozlaşıyorlar.

Umutlu bir gelişme: Başbakan 30 Ağustos iletisinde “Atatürk’ün Yolundayız” demiş. Demekki yola geliyor.

OYAK’ı TÜPRAŞ için kutluyorum. Medyamızı 9 Eylül suskunluğu nedeniyle kınıyorum. Büyük Atatürk’ü ve arkadaşlarını, laik Türkiye Cumhuriyetini kurma kaynağı olan 30 Ağustos zaferinin İzmir’de bayraklaşması nedeniyle yürekten en derin saygıyla ve özlemle anıyorum.

http://www.turksolu.com.tr/90/ozgun90.htm

.

27 Mart 2015 Cuma

Sözde Sorun,



Sözde Sorun,




Yekta Güngör Özden,
29.08.2005/Sayı:89


Bireyler ve toplumlar çağın gereklerini dışlayan davranışlarıyla şaşkınlık yaratıyorlar. Yeni Papa, ülkesi Almanya gezisinde çevresine toplananların günahlarını bağışlayacağını söyleyince kalabalıklar birbirine eklendi. Allah-Tanrı yerine geçme görüntüsünden rahatsızlık duyulmadı. Futbol maçları için camilerde dua, imamların aylıklarının artması amaçlı toplu dualı gösterileri Türkiye’ye yaraşır girişimler biçiminde karşılandı. Uzay çağında yağmur dualarından sonra spor yarışması, aylık artırımı için dua kanımca işlerin iyiden iyiye Allah’a havalesidir. Köktendinciliğin sinsi sinsi kalkışmaları nasıl olsa kadrolaşmayla her yeri etkileyecektir. Yükselmek, istediği yere geçmek ya da yerinde kalmak için iktidara ayak uyduran, yaranmak amacıyla resmî arabasıyla namaza giden, milletvekili önünde el-pençe divan duran, parti yöneticileriyle ilişkiler kuran, her kılığa giren görevlilerin her düzeyde bulunduğunu duydukça nasıl bu durumlara düştüğümüz sorusu sağlığımızı bozuyor. Kültür Bakanlığı’nın kendi adamlarını yerleştirmek için bir oyun türünde uyguladığı plânlı görevden alma ve atama kuşkusunu doğuran işlemlerine Devlet Tiyatrosu yöneticisi ve sanatçısı onurlu kişilerin tepkisi karanlıkları yırtan bir ışık gibi umut verdi. Kimi yerlerde duruşu ve susuşuyla iktidara dolaylı destek veren mıymıntı, pısırık, korkak, kimi beklentilerle giderek küçülen cüceleri izledikçe sanatçıların dayanışmasından kıvanç duyuyoruz.

Böyle gelmiş, böyle gitmez

Umutsuz olmamak gereğini her zaman yineliyoruz. AB beslemesi durumuna düşen kimi demokratik kitle örgütleri, bir yer kapmak, ün yapmak için medyacı-partici onun bunun peşine düşen, kuruluşunu kiraya vermişçesine araç durumuna düşüren yöneticiler, önceki durumu korumak şöyle dursun giderek örgütünü bitik ve yitik kılan gösterişçiler, lâf ebeleri bir gün nasıl olsa gideceklerdir. Elbet bir gün Kıbrıs’ın nasıl elden çıkarıldığı, PKK ve kürtçülere nasıl açılım sağlandığı, ABD’nin önünde nasıl eğilindiği, AB’ne nasıl ödünler verildiği, askerlerimizin başına çuval geçirilmesine nasıl katlanıldığı, devletin nasıl işgal ettirildiği, irticaın nasıl iktidar olduğu, nasıl susulduğu, nasıl dolaylı destek verdiği sorulacak, ilgililer sorgulanacaktır. Aşağılanmaların, dağılmaların, Atatürk’ü silme ve unutturma çabalarının şeriat düzenine geçme oyunlarının, iktidarın aldırışsızlık ve rahatının kimler zamanında olduğu saptanacak, sorumluları makamları, mevkileri, konumları, unvanları, sıfatları, rütbeleri, adları ve soyadlarıyla birlikte herhalde çok iyi anılacaktır. Bir iki söylev-demeç, bir iki ileti, bir iki işlem, bir iki olay kimseyi kandıramayacaktır.

Özelleştirme uygulamalarının yakınmaları sözde kalmaktadır. Toplu, uygar, demokratik tepkiler yeterli olmamaktadır. İktidar ve para babaları bildiklerini okumaktadır. Kamunun, ulusun, hepimizin malı gözlerimizin içine baka baka elden çıkarılmaktadır. Özelleştirme yapan siyasal partileri eleştirenlerin seçimlerde bu partilere oy vermesi de şaşırtıcıdır. İşten çıkarılanların, işsiz kalanların sayısına, kepenk kapatıp iş bırakanların sayısı da eklendikçe ekonomik güçlükler toplumsal barışı bozmak bir yana toplumun tüm dengelerini olumsuz biçimde etkilemektedir.

Öte yandan Atatürk’ü yılda bir kez geçiştirici nitelikte ananlar, bilim, sanat, spor, düşün adamlarını unutanlar kimi mezhep ve tarikat şeyhlerini anmak için haftalar dolduran etkinlikler düzenliyorlar. “İnsanlık ve özgürlük” savıyla kavramları değil, kişileri öne çıkaran gösterişçi sözcüler masalardan ve kürsülerden eksik olmuyor.

İktidar yalakalığı medyanın büyük kesiminde sürüyor. Devletten aylık alıp resmî görev yapanların bilimsel yazılar dışında yoğun siyaset yazılarıyla iktidar destekçiliği tiksindiriyor.

Feodal yapının çarpıklıkları düğünlerde kilolarca altın takı, milyarlarla TL. armağanıyla sırıtıyor. Kendilerini kullanan aşiret ağalarına karşı çıkmayanlar, kendilerini yurttaş yapan devlete karşı çıkıyor. Yasadışı güçlerin akçalı olanaklarının sınırsızlığı aşiret düğünleriyle doğrulanıyor. Güç kaynaklarına ilişkin belirti, gerçekçi bir karşılaştırma durumunda, kimlerin nerelerde olduğunu ortaya koymaktadır.

Kendini bir şey sanan kimileri dalkavuklukla buldukları ilân tahtalarıyla ortalıkta dolaşırken yazar Mine Kırıkkanat, Mehmet Taşgetiren uygulamaları insanı ürkütüyor. Hangi günlerde, neler yapılabiliniyor? Daha önce Nihat Genç’e yapılanı anımsayınca topluma aldırmadan yeğlenen çirkinlikler, siyasal güç ve ekonomik çıkar güdüsüyle insanların ne duruma düştüklerini gösteriyor. Yazar-yöneticiler ne olduklarını kendi işlemleriyle kanıtlıyorlar. Başka bir şey demeye gerek yok.

Toplumsal Yıkım

İktidarın oynamadığı, bozmadığı bir şey kalmadığını birkaç kez yazmıştım. Siyasal, ekonomik, hukuksal, bilimsel, spor, kültür, sanat, eğitim, askerlik, her alanda kendi görüşlerine uygun sonuç alacak girişimlerini yasama organındaki sayısal çoğunluklarına, dışarda kimi güçlerle ilişkilerine, kimilerinin yavanlık ve boşluklarıyla çekinmelerine güvenerek sürdürüyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın atlama tahtası, geçiş kapısı olarak kullanılması, atamalar, yer değiştirmeler, yerleştirmeler sözlü ve yazılı soru yanıtlarıyla, medyanın az da olsa çabasıyla açığa çıkıyor. Üniversitelere yönelik girişimlerde Kemal Alemdaroğlu’nun İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünden alınmasından sonra Bolu-Abant İzzet Baysal Üniversitesi gündeme alınmıştı. Sıra Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’ne, daha sonra da Malatya İnönü Üniversitesi’ne geldi. Köktendincilerin akıllarına koydukları her şeyde akıl dışı her şeyi yapmaları vazgeçilmez yöntemleridir. Yalanı, iftirayı, her yolu denerler. Kendi yaptıklarını örter, hedef yaptığı karalar, kötüler, suçlar, dindarlarda olması gereken tüm duygulardan arınarak yıkmaya, yok etmeye çalışırlar. Bilim yuvalarının sayısının artması herkesi mutlu eder. Ancak, kimi devlet üniversiteleriyle kimi özel üniversitelerdeki dinci, partizan kadrolaşmaya eğilinmez. Üniversitelerin çokluğunu bu durumu gözeterek değerlendirirsek gericilerin eğittiği öğrettiği kimselerin yarın çoğunluğu oluşturması en büyük tehlikedir. Tarikatçı, şeriatçı, mezhepçi, partici yöneticilerin elindeki üniversiteler asıl sorundur. İlerici Rektörleri olmadık suçlamalarla uzaklaştırmaya çalışmak, üniversitelerin olanaklarını keserek, etkinliklerini engelleyerek siyasetin buyruğuna açık duruma getirmek ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Böyle giderse tiyatro eserlerinin seçimine elatmak gibi derslere de elatılır. Özveriyle çalışanları bunaltıp bıktırarak bilim yuvalarını ele geçirip miskinler tekkesine çevirmek oyunları başarıya ulaşmamalıdır. Üniversitelerin üniversite olmaktan çıkması toplumsal yıkımın en ağır olması demektir.

İzmir’de 23. Dünya Üniversiteler Yaz Spor Oyunları(UNIVERSİADE)’nın açılışında Atatürk ve Cumhuriyeti unutma terbiyesizliğini İzmir’liler, kapanış törenindeki coşkuları, 10. Yıl Marşı ve Türk Bayraklarıyla sahiplerinin omuzlarında bıraktılar. Açılıştaki belirgin eksikliğe, çirkinliğe tepki gösterenlerin duyarlığı sevindiricidir.

Demokrasinin olmazsa olmaz öğelerinin başında gelen siyasal partileri kimileri öcü gibi görmektedir. Bu uğraşa katılanları kutlayıp destekleyecek yerde kınayıp engellemektedirler. Hele kimi emekliler gösterişli donanımlar, az rastlanan olanaklar içinde köşelerine çekilip söz ve yazıyla olsun bir katkı vermeden izleyicilik yapmaktadır. Önceki emekliler emeklilikte neyin mücadelesini yapıyorlar ki yenilerinin mücadele sözüne inanıp güven duyulsun? Bir vakfa üye olmak yetiyor mu?

Dışarda ama yakınımızda

Irak Anayasa Tasarısı uzlaşma olmadan Meclis toplantısı iptal edildi. Sünnileri inandırırlarsa sorun çıkmayacak gibi. Kürtlerin ilerde ayrı devlet kurma amacından vazgeçtikleri söylenemez. Önce, onlara inanılmaz. Sonra ABD’ne. Olanlar, olacakları göstermektedir. Irak’ın kuzeyi Türkiye’ye karşı biçimlendirilmektedir. Türkiye’nin günümüz iktidarı ABD, AB için olduğu kadar kürtler için de en elverişli yapıdır. Ankara’nın Kerkük’ün ve Türkmenlerin durumuna karşın Anayasa Taslağını olumlu karşılaması ilginçtir. Bölünme yolu açık.

AB süreci işlemektedir. Görüşmeler için verilen 3 Ekim yaklaştıkça, AB yetkililerin sözlerinde duracaklarını açıklamalarına karşın Fransa, Almanya, Avusturya sorumlularının tersine çabaları ve ayrıcalıklı ortaklık önerileri gündemi ısıtacaktır. Kanımızca, AB kurnazları 3 Ekim’de görüşmeyi başlatacaklardır. Bu, hiçbir şey olmazken Türkiye iktidarı düğün-bayram ilân edecektir. Ucu açık, ağırlaştırılmış yeni koşullarla yıllar sürebilecek görüşmelerin bir şeyler kazandıracağını sanmıyoruz. Türk toplumu oyalanacak, aldanacak, iktidar zaman ve oy kazanmak için yeni ödünler verecektir.

“Sözde kürt sorunu”ndan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni Konferansı’nın yapılmasını Başbakanın istemesi bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Eleştirileri “Terbiyesizlik” ile suçlayan Başbakanın siyasal terbiyesinin değerlendirilmesini yurttaşlarımız yapacaktır.

Başbakanın yıllar önce kullandığı söylenip yazılan “Kürt sorunu” adını yinelemesi AB ile ABD’nde nerdeyse alkışlarla karşılandı. Türkiye’nin Lozan’da kazandıklarını yeni bir Sevr’le geri vermesi sürecinde bir ilerleme, yani bir aşama olarak karşılayan sözde dostlar, ayrılıkçı hareketin kıyım sayılacak terörlü yürütülmesini görmezlikten geliyorlar. PKK’yı muhatap alabilecek yumuşamalara destek veriyorlar. Eylemsizlik kararı bile aldatmaca ve oyalamadır.

Başbakan “Kürt sorunu bir kesimin değil, tüm milletin sorunudur. Sizin, benim, herkesin sorunudur” savunmasını yaparken Millî Güvenlik Kurulu sıradan bir açıklama ile devletin anayasal yükümlülüklerine yollama yaptı. Önemli bir durumu basite indirgeyen bu tutum, Kurul’daki siyasal ağırlığın sonucu olsa gerektir. Devlet yapısını, ulus yapısını, kurtuluşun ve kuruluşun felsefesiyle yaşam ilkelerini derinden etkileyen, iç ve dış siyasette büyük olaylara yol açacak söylemler çocukların yaramazlıklarını bağışlarcasına hoşgörüyle karşılanamaz. Bilgisizlik, yetersizlik yansıtan gelişigüzel konuşmalarla devletin varlığıyla oynanamaz. Kimileri de “Anayasal vatandaşlık” görüşüyle ortaya çıkıyor. Vatandaşlığın kaynağı ve dayanağı anayasadır ama vatandaşlık uyruğu oluşan, yurttaşı olunan devletin adıyla açıklanır. “Anayasal vatandaşlık” soyuttur. Her ülkenin vatandaşlığı böyledir kaynak olarak ama ad olarak devletiyle birlikte söylenir. Bugünün Anayasasının 66. maddesi başlığına karşın metinde vatandaşlık değil, Türk’ü tanımlıyor ama vatandaşlığın anlamlı, özgün tanımları yapılabilir. Fakat anayasal vatandaşlık olmaz, vatandaşlar parçalara ayrılmaz. Bir devletin bir tür vatandaşı olur. Bireyler birkaç devletin vatandaşı olabilirler, çifte vatandaşlık gibi. Konuları yozlaştırıp dayanakları yıkmak düşmanlıktır.

Yanılgılar, sorumsuzluk, bilinçsizlik

“Kürt sorunu” nitelemesi nereden bakılırsa bakılsın yanlıştır, sakıncalıdır. Ulusal yapının yadsınmasıdır. Ülkemizde değişik kökenli yurttaşlar vardır. Ülkemizin her sorunu hepimizin sorunudur. Sağlık, eğitim, yargı, üniversite, çevre, işsizlik, yerleşme, ekonomi, tarım, hayvancılık vd. gibi. Kürtler için ayrı olan nedir? “Daha fazla demokrasi” niye yalnız kürtler içindir? Bugünkü demokraside Türkler için olanların hangisi kürtlerden esirgenmiştir onlar için yoktur? Daha fazla demokrasi, toprak koparıp ayrı devlet kurma yolundaki siyasal açılımları genişletmek, sürdürüp sonuç almak amacının kılıfıdır. Demokrasi fazlalıkları için neden kürt olmayanlar silâhlı çözüm düşünmüyor da kürtçülük yapanlar düşünüyor? Başbakan Diyarbakır’a gitmeden bir gün önce üç şehit, karakola taciz ateşi, mayın döşeme, Apo posterleri ve sloganlarıyla kentlerde kolluk güçlerinin ilgisizliğiyle yürüyüşler ne oluyor? Hâlâ ortaanadoludan Karadeniz bölgesine uzanma, yayılma çabaları var. Orhan Doğan’ın “Karadeniz’e açılma ve yayılma” savı nedir? Teröristleri bırakıp halkı ve devleti suçlamak kurnazlığı sürüyor. Kolluk güçleri izliyor, yöneticiler izliyor, siyasetçiler izliyor. Ayrı devlet çabalarını fazla demokrasiyle örterek sonuç almanın ayırdında olmayanlar destekçi durumuna düşüyorlar. “Türkiyeli” deyip “Türk’üm” diyemeyenler düşündürmektedir. Baskı devlete, koşul devlete, terör örgütüne bir şey yok. Sözde sorun gerçek sorunları unutturuyor.

Sanırız, iktidar partisi içinde kürt kökenli milletvekili ve Bakanların bulunması Başbakanı onlara yakın olmaya zorluyor. Lâik Atatürk cumhuriyeti karşıtları, Osmanlı artıkları, dedelerinin torunları, babalarının oğulları feodal yapı istemeye kadar işi azıtıp “Kürt sorunu” tanımına sarıldılar. Ödünler devletten bekleniyor. Devlet, ulusa karşın ödün veremez, verdirmezler. “Demokratik adım atılmazsa kırılacaklar”mış. Gözdağları da devlete. O kadar ki anamuhalefet partisi içindeki kürt kökenliler de iktidara desteklerini açıkladı. Yeni parti oluşumları Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını sergileyen izlence maddeleriyle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. “Kürt sorunu” yanılgısını “Güneydoğu gerçeğinin doğru dillendirilmesidir” diye savunan militan yazarlar var. “Kürt sorunu” olur da “Ermeni sorunu” olmaz mı? Yakında ne sorunlar çıkacak, çıkaracaklar göreceğiz.

Bir kez daha yineliyorum, duruşu ve susuşuyla, bakmasını bilmemekle bilinçsizliklere destek olanlar ulusun nefretinden ve lânetinden kurtulamazlar. “Kürt asıllı” “kökenli” olduğunu söylemek başka, ülkede kürt olduğunu söylemek başka, onların kişiselliği aşan, kesimlerini kapsayan özel sorunları olduğunu söylemek başkadır. Onların aykırı isteklerini çözümü gerekli, yardımı zorunlu sorun saymak aymazlık ötesi bir yaklaşımdır. Şımaran bölgelerin cür’eti arttı. 14.8.2005 Küçükçekmece olayları. Sonraki İzmir, Trabzon olayları, saldırı hazırlıkları hiçbir sözlerine güvenmenin doğru olmadığının kanıtıdır. Çeteyle pazarlığa giren devlet çöker. Biri çıkıp “80 bin kürt ailesine devlet tazminat vermelidir” diyor. Peki, çocukları şehit olan daha çok Türk ailesine nasıl tazminat verecekler? Elazığ Valisi’nin yoluna mayın konularak Başbakana yanıt veren örgüt ve terörbaşına “Sayın” diyen adamları barışın başlıca engelleridir. ABD Büyükelçisi’nin önerileri de onları kurtarmaya yöneliktir. Ayrı bir halk, ulus yok ki “siyasî açılım” olsun. Açılımlar tüm ulus için olur. Geçmişte ne ayrım olmuş, nasıl asimilasyon olmuş? Hangi okul, kışla, tapınak, hastahane, yol, Meclis, ordu ayrılmış? Bu yalanları söyleyenleri “Geçmişin hatâları...” sözüyle desteklemek yanlış değil mi? Ayrım olsaydı devletin en üst katlarına kadar, Meclis’te, Hükûmette, her alanda yer alabilirler miydi? Oy için, iktidar için nabza göre şerbet verip insanları aldatmak en büyük kötülüktür. Şeyh Sait’in, Koçgiriler’in yaptıkları ne idi? Dersim olayları ne idi? Bunlar hatâ değil mi? Talabani ayrı devlet için Irak anayasasına refarandum koydurup Cumhurbaşkanlığıyla yetinmezken bizdekiler durur mu?

Öylesine ve o kadar katılar ki sanatçılar arasında bile ayrım yaptılar. “Kürt aydınlar”dan sonra “Kürt sanatçılar” çıktı. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmaktan utanıp gocunanlar edindikleri düzeyi sorgulamalıdır. Türklük de, lâiklik de kanlarına dokunuyor.

İlerici geçinen gazetelerde yazılanlara ne demeli? Birinde “Kürtlerin Parlamentoda politika yapmalarını sağlayacak yolu açmak gerekir” yazılıyor. Şimdiye kadar ne yapıyorlardı? Aynı gazetede “Kürt sorunu” deyişine katılmak için Deniz Baykal’ın daha önce böyle söylediği anlatılıyor. Az sonra Başbakanın PKK ile masaya oturmasını önereceklerdir. “Lâik Türkiye Cumhuriyeti” dememek için “Demokratik Cumhuriyet” diyorlar.

İçimizdeki bu bağımsızlık ve çarpıklık Alman sosyoloğun teröristlerin ailesine başsağlığı ziyareti yapmasını getiriyor. Kürtçülüğünü atamayan kimi başka parti milletvekilleri kendi partilerini sıkıştırmak için iktidarın “kürt sorunu”na destek veriyor.

Cari açığı aşan sıcak para girişi, kaynakları kimsenin umurunda değil gibi. İç ve dış tehlikeler giderek ağırlaşıyor.

Ayıp diye bir şey yok mu?

Son günlerde anamuhalefet partisi lideri hakkında medya şamatası aldı yürüdü. İncir çekirdeğini doldurmayacak, “fol yok, yumurta yok” ya da “bir bardak suda fırtına koparmak” sözlerini anımsatan yaygara koparılıyor. Deniz Baykal’ın yönetimine-tutumuna, görüşlerine, kendisine karşı olmak, parti içinde bilinçli muhalefet yapmak başka, işi ayağa düşürmek, oyunlara kalkışmak, güç duruma sokmak için her şeyi yapmak başka. Bu çirkinliklere muhalefet yaptığını sananlar kalkışmışsa böyle particilik, böyle siyaset olmayacağını bilmelidirler. Baykal’ın görüşmeleri unutması, hatırlamaması da doğal. Bir avukata iş için yüzlerce kişi gelip gider. Karşı tarafın avukatı olmayı önlemek için danışmaya gelip gidenler de olur. Deniz Baykal rüşvet istemediğine, görüşme günlerinde siyasî yasaklı olmasına, mafya adamını görüşme isteyenin bulup yanında getirmesine, bir avukatın isteyeceği ücretin sınırı olmamasına göre olayda olumsuz eleştirilecek hiçbir yan yoktur. Kimi zaman da işi almamak için verilmeyecek yüksek ücret istenir. Avukatlık ücreti sözlü ya da yazılı sözleşmeyle belirlenir. Sözde durulmazsa, yazılı sözleşme de yoksa anlaşmazlık durumunda Avukatlık Ücret Târifesi’ne göre mahkeme ödenecek ücreti belli eder. İstemin başka sınırı yoktur. Hiçbir avukat yüksek ücret istemekle suçlanamaz. Benim 100 liraya yaptığım işi milyon liralara alanlar oluyordu. Baykal’ı güç duruma düşürmek, yerinden uzaklaştırmak, eleştirmek için nelere başvuruluyor, yazık. Böylece ona muhalefet edenler zarar görüyor, yitiren onlar oluyor. Oysa Baykal’ı sıkıştıracak o kadar çok siyasal ve partisel neden var ki...

Baykal’a savaş açan medya, AKP’li Çınar, Bağıvar, Hani belediye başkanlarının kan dâvalıları anlaştırıp barıştırmalarından sonra düzenlenen törene çağrı üzerine katılan Başbakanı sanki anlaştırma ve barıştırmayı o sağlamış gibi verdiler. Aynı gazetede yazarın biri eleştirip kınayınca öbürü övüp denge kurmaya çalışıyor. Medyamız bu.

İnsanlar artık rejime bakmıyor. Ne yazık. Çıkarına bakıyor. Bu nedenle iktidara karşı ses az çıkıyor. Bu da “Tasvip” sanılıyor. Oysa yakınan çok. Bir iki gazeteci, bir iki kanal dışında medya iktidar şakşakçısı.

Kurumları kişilerle özdeşleştirmek doğru değil. Kurtarıcı ve kurucu Mustafa Kemal Atatürk’ü bağımsızlığımızı ve lâik Cumhuriyeti sağlayan 30 Ağustos Zaferi’nin eşsiz komutanı olarak silah arkadaşlarıyla birlikte saygı ile anarak ayrı tutuyorum. Silâhlı Kuvvetlerimizi de yöneticileriyle özdeşleştirmeyelim. Kuruma duyulan saygı kişiler nedeniyle azalamaz. Güven de öyle. Gözbebeğimiz kurumları her şeye karşın koruyup güçlendirelim ki ulusal yaşamımız karanlığa düşmesin.

Kürt Sorunu yok, Kürt İstilası var!



  Kürt Sorunu yok, Kürt İstilası var!






Gökçe Fırat,
15.08.2005/Sayı:88


Terörle mücadeleyi yasalar değil ABD kısıtlıyor

Ordu ve Hükümet kanadından Kürt meselesi üzerine açıklamalar gelmeye devam ediyor.

Genel Kurmay İkinci Başkanı’nın “sınır ötesi” açıklamasından sonra bu defa da Genel Kurmay Başkanı’ndan “Yetkilerimiz kısıtlı. Bu kısıtlı yetkilere karşın terörle mücadele ediyoruz” açıklaması geldi.

Ordu kanadının terörle mücadeleye vurgu yapan açıklamalarına karşın Hükümet sorunu bir “Terör” ve “terörle mücadele” sorunu olarak değil, “demokratikleşme” sorunu olarak gördüğünü, hatta “Milli bir mesele” olarak gördüğünü bizzat Başbakan’ın ağzından açıkladı.

Öncelikle Ordu kanadının görüşleri üzerinde biraz durmakta fayda var. Genel Kurmay, mevcut yasaların kendilerinin terörle mücadelesini kısıtladığından bahsediyor. Hükümet ise askerin terörle mücadele etmesi için herhangi bir kısıtlama olmadığı cevabını veriyor.

Terörle mücadele hukuki bir mesele değildir. Çünkü ortada terör varsa, hukuk dışı bir olguyla karşı karşıyayız demektir. Böyle bir durumda, yapılacak iki şey vardır, birincisi hukuk dışına çıkan terör güçlerini yakalamak ve hukuka teslim etmek. İkinci yol ise hukuk dışına çıkan terör güçlerini, silah yolu ile engellemek, yani askeri yol.

Ordu, terörle mücadelede silahı kullanır. Onun görevi, devlete silah çeken teröristi etkisiz hale getirmek, silah bırakmaya zorlamak, yakalamak, en son seçenek olarak da yok etmektir.

Ordu’nun şikayeti eğer mevcut yasalarla teröristlere, onların destekçi ve yandaşlarına caydırıcı bir veza verilemediği ise bunda elbette haklıdır. Bir terör örgütünün, örgüt üyelerinin ve yandaşlarının serbestçe hareket etme hakkına sahip oldukları bir ülke durumundadır Türkiye. Ama bunun böyle olması, Ordu’nun terörle mücadele etmesinin kısıtlanması değildir. Siz teröristi yakalarsanız ve onu hukuk bırakırsa yapmanız gereken teröristleri yakalamaya devam etmektir. Zaten serbest bırakılıyorlar diye bir bahane olamaz.

Burada Ordu’nun, terörle mücadelede en büyük kısıtlayıcı gücü açıklamadığını belirtmeliyiz. Bugün Türk Ordusu terörle yeterli şekilde mücadele edememektedir çünkü Ordu’nun terörle mücadelesi ABD tarafından kısıtlanmaktadır. Türk Ordusu, arkasında ABD’nin bulunduğunu bildiği teröristlerle mücadele edememektedir. Çünkü böyle bir mücadelenin sonunda ABD ile savaşma riski bulunmaktadır.

Ancak gerçek bu olduğu halde Ordu, terörün arkasındaki esas güç olan ABD’nin askeri gücünü ortaya koyacağına, tam tersi kaçamak bir yol tutmakta ve AB Uyum Yasaları’nı hedef almaktadır. Ordu burada açıkça hedef saptırmaktadır. Bunun siyasi izdüşümü ise, AB karşıtı ABD’ciliktir.


Kürt Sorunu Yok Kürt İstilası var

 <  Kurtuluş Savaşı’nda Türkler ve Kürtler 

Türkiye’de açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır.
Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Yandaki haritada Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen askerlerin hangi askerlik şubesine kayıtlı olduklarını gösteriyor. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiç bir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğu’dan olmuştur. Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır.

Kaldı ki Kurtuluş Savaşı’na katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. 
Kürt isyanlarında ölenlerin sayısı Kurtuluş Savaşı’nda ölenlerin on mislidir!


Kurtuluş Savaşı’nda Türkler ve Kürtler

Türkiye’de Kürt İstilası,


Türkiye’de Kürt istilası

Nüfus artış oranı: 
Türkiye ortalaması %24. 
Ortalamanın üstündeki iller Kürt göçüne maruz kalan bölgeler:
 İstanbul %57, 
Ankara %33, 
İzmir %35, 
Bursa %48, 
Muğla %39, 
Antalya %77, 
Mersin %44, 
Adana %26, 
Antep %39, 
Diyarbakır %34, 
Şırnak %51, 
Mardin %37, 
Urfa %65, 
Malatya %29, 
Batman %47, 
Adıyaman %31, 
Hakkari %55, 
Van %55, 
Ağrı %29


Türkiye’de Kürt istilası
Türkiye’de Kürt İstilası

Kurtuluş Savaşımıza katılmayan Kürtler, Özellikle 1990 yılından itibaren yoğunlaşan bir şekilde Türk devletine savaş açmıştır.
Kürtçülerin en önemli tezlerinden biri de Güneydoğu’da ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu ve devletin bu bölgeleri boşladığıdır.

Oysa nüfus artış oranları Kürtçüleri yalanlamaktadır. 1990’dan itibaren Türkiye’de 15 yıllık nüfus artış oranı ortalama %24’tür. 
Oysa bu rakam Güneydoğu’da %40’tır. Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu azalırken Kürt nüfusu artmaktadır.

Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bir istila hareketinin parçasıdır.

Diyarbakır merkezli Kürtçü hareket bu noktadan çevresine doğru bir Kürtleştirme hareketine girişmiştir. 
Irak ve İran sınırına doğru başarı ile tamamlanan hareket (yeşil bölge) artık kuzeye doğru yönelmiştir. 
Haritada turuncu renkte görülen bölge son beş yıldır PKK’nın sızmaya ve yerleşmeye çalıştığı bölgedir.

PKK stratejisnin en önemli ayağı ise, büyük şehirlere ve kıyı şeridinde hakim olmaktır. 
Bu nedenle Güneydoğu’dan bu bölgelere planlı bir nüfus kaydırma politikası izlenmektedir. 
Antap’ten İzmir’e kadar güney sahillerinin etnik yapısı değiştirilmiştir. 
Hedef alınan bölgenin özelligi denize açılma kapısı olması ve ekonomik rant kaynağı olmasıdır.

Yandaki haritada görüldüğü gibi, Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise Türk bölgeleri istila etmek için göçertmektedir. >


ABD uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele aldı..,

PKK’nın son dönem artan silahlı eylemliliğinin arkasındaki gücü Ordu doğru bir şekilde tespit edebilmiş midir? Ya da bunu açıklayacak cesarete sahip midir acaba?

PKK eylemliliğini, Türkiye’nin AB sürecini baltalamakla açıklayan teoriler, özellikle iktidar içindeki Kürtçüler tarafından ve bir kısım medya tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

PKK’nın silahlı eylemleri, AB Uyum Yasaları’nı hedef konumuna getirecektir. Çünkü gerçeken de mevcut yasal düzenlemeler terörü cezasız bırakmakta, hatta devlete karşı terörü korumaktadır. Bu nedenle PKK eylemleri, nesnel bir şekilde, toplum içinde AB’ye ve AB Yasaları’na tepkiyi yükseltecektir.

Bu işin doğasıdır. Bu eylemlere girişen PKK da elbette bunun bilincindedir. Ancak PKK’nın eylemleri, Türkiye’nin AB sürecinde tam olarak nereye düşmektedir?

PKK’nın son silahlı kampanyası dikkat edilirse ABD’nin tüm Orta Doğu’da PKK’ya yüklediği yeni misyonla doğrudan alakalıdır. PKK’yı uluslararası operasyonel güç olarak değerlendiren ABD, bu gücü Türkiye, İran ve Suriye’nin üzerine salmıştır. Artan PKK terörünün nedeni, ABD’nin uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele almış olmasıdır.

Kuzey Irak merkezinde denetimi ele alan ABD, bölge ülkelerine ve elbette Kürt meselesinde söz sahibi olmak isteyen rakibi AB’ye karşı önemli bir avantaj elde etmiştir. Bu avantajı değerlendirerek, uluslararası Kürt hareketinin ikinci ayağı olan PKK’yı da tümüyle ele geçirmiştir. PKK’nın ABD tarafından tümden ele geçirilmesi, uluslararası Kürtçülüğün hamiliğinin Avrupa’nan ABD’ye geçmesi demektir. Bu bakımdan ABD, çok önemli bir uluslararası mevzi kazanmış bulunmaktadır.

PKK saldırıları neyi hedefliyor?

Böyle bir mevzide başlayan PKK saldırıları, doğrudan ABD’nin lehine bir süreci tetiklemektedir.

Şöyle ki:

1- PKK saldırganlığı Türkiye’de AB’ci çevreleri tecrit etmektedir. Böylece ABD, AB’ye karşı güçlenmektedir. Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerinde sıkışacağını gören ABD, PKK’yı Türkiye’ye saldırtarak Türkiye’yi AB’dern kopartmakta ve kendine bağlamaktadır.

Bu noktada Kıbrıs’taki gelişmelerle Kürt meselesindeki gelişmeler birbirini doğrulamaktadır. ABD’nin Kürt meselesinde inisayatifi ele almasına Fransa, Rumların hamiliğine soyunarak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışarak cevap vermektedir. Ancak bu silah da geri tepmekte, Türkiye’de AB karşıtlığını arttırmakta, Türkiye’yi daha çok ABD’ye itmektedir.

2- PKK saldırıları Türk hükümetini bir çıkmaza sokmaktadır. Terör, bir hükümet için olabilecek en önemli sorundur. Terörle mücadelede yetersiz kalan hütkümet ayakta kalamaz.

Bunu gören Hükümet, ister istemez ABD taleplerine boyun eğmek zorunda kalacaktır. Terörün bitmesi karşılığında teröre ve arkasındaki ABD’ye belli bazı tavizlerin verilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır.

3- PKK saldırıları sadece Hükümeti değil aynı zamanda Ordu’yu da yıpratmaktadır. Teröre karşı eli kolu bağlı bir asker görüntüsü Ordu’nun prestijini düşürmektedir.

Ancak Ordu üzerindeki asıl etkisi prestij kaybından ziyade askeri bir tehdittir. ABD, PKK’yı saldırtarak Türk Ordusu’na bir savaş durumunda ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Teröre karşı mücadelede bile yetirsiz kalan bir ordunun ABD’ye karşı savaşı göze alması elbette beklenemez.

4- Son olarak PKK saldırıları Amerikancı bir darbenin ön koşullarını sağlamaktadır. Artan terör, ister istemez sivil idareden askeri bir idareye geçişi zorlar. Dünyanın her yerinde yoğun şiddet olan ülkelerde askeri önlemler çoğalır. Türkiye’de artan terörün askeri önlemleri arttıracağı beklenmelidir.

Ama sadece önlemler değil aynı zamanda askerin siyasal varlığı da artacaktır. Bu ise, ABD’nin tam da 12 Eylül stratejisidir. Terörü önce tetiklemek, sonra ise onu dizginleyecek bir komuta kademesine olur vermek! Artan terör kampanyasının böyle bir sonucu da beklenmelidir.

Türkiye’yi Apo ve PKK’ya muhtaç etme operasyonu

Türkiye’ye böylesi bir stratejik saldırı başlatan ABD aynı zamanda kendi denetimindeki medyayı da manipülasyon için devreye sokmaktadır.

1- Amerikancı Akşam gazetesi, artan saldırıların Türkiye’yi sınır ötesine çekmeye çabaladığını, bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini yaymaktadır.

2- Amerikancı Yeni Çağ gazetesi, artan ladırıların Türkiye’ye Kerkük’ü unutturmak için başlatıldığını yaymaktadır.

3- Amerikancı Aydınlık dergisi ve Amerikancı Başyazarı Perinçek artan terörün Türkiye’yi Barzani ile ittifaka zorlamak için yapıldığını yaymaktadır.

Enteresandır bu üç Amerikancı yayın organı da, terörün arkasında ABD’nin olduğunu söylemekte ama ısrarla Türkiye’nin Apo ile ve PKK ile mücadele etmesinin yanlış olacağını iddia etmektedir. Hatta hedef saptırma olduğunu söylemektedir.

Oysa asıl hedef saptırma, PKK’yı ve elebaşısı Apo’yu aklayan, olumlayan, destekleyen bu teorilerdir. Böylece Türkiye tek bir şeye zorlanmakatadır. Sınır ötesinde, Kerkük’te, Kuzey Irak’ta başını belaya sokmak istemeyen Türkiye, kendi Kürdü ile, yani PKK ve Apo ile barışmalıdır. Ne de olsa Apo, yine de olabilecek en iyi Kürttür!

Bu teorileri, mevcut AB karşıtlığı, PKK içindeki AB’ci bölünme haberleri ile birlikte ele aldığımızda oyun daha net ortaya çıkar. Amerikancı medya, Türkiye’yi Apo’ya gül vermeye zorlamaktadır. Bu kampanyada kullanılan Amerikancılardan Perinçek’in zaten Apo’ya gül vermişliği vardır. Yani ABD doğru insanı kullanmaktadır!

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’dan verdiği mesaj

Bu noktada Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi devreye girmektedir. ABD’nin tehdidini gören Tayyip, Kürt meselesinde isteneni yapmaktadır. Şimdilik PKK ve elebaşısı ile görüşemeyen Tayyip, PKK destekçisi aydıncıkları makamında toplayıp onlarla barış sözleşmesi yapmaktadır. Bu sözleşme gereğince Diyarbakır’a gitmekte ve orada da aynı barış çağrısını yinelemektedir.

Tayyip Erdoğan’ın böyle hareket etmesi bizleri hiç şaşırtmadı. Tam da yapması gereken hamleyi yaptı.

1- Kürt sorununu kabul etti. Bilindiği gibi PKK terör örgütünün temel çıkış noktası Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun demokrasi içinde çözülmesi gerektiğidir. Başbakan tam da bunları ifade ederek PKK ile aynı çizgide olduğunu belirtti.

Ancak bu işte Tayyip’ten önce, Perinçek ve Demirel’in katkıları unutulmamalı. Bilindiği gibi Perinçek dergisi aracılığı ile Kürt sorununu kabul ettirmek için onca çabalamış ve Demirel de “Kürt realitesini” tanıdığını açıklamıştı.

Bu üç Amerikancının, Tayyip, Perinçek ve Demirel’in Lozan’da buluşması gayet manalıdır. ABD, has adamlarını AB’ye karşı mevziye sürmektedir.

2- Tayyip Erdoğan Kürt sorununu tanımakla kalmamış bunu İrlanda meselesine benzetmiştir. Bilindiği gibi İrlanda yüzyıllardır İngiltere’nin sömürgesidir.

Türk olmasa bile Türkiye’nin Başbakanının kendi ülkesi için bula bula bu örneği bulması anlamlıdır. Aynı Başbakan’ın yarın bir Pontus meselesinden bahsetmesi ve bu sorunun demokratik yoldan çözümünü savunması herhalde hiç bir Rumu şaşırtmayacaktır!

3- Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’ı seçmesi de gayet anlamlıdır. Geçtiğimiz ay gerekirse sınır ötesine geçeriz efelenmesinin arkasından gelen bu gezi, Başbakan’ın sınır ötesinden kastının Diyarbakır olduğunu ister istemez düşündürtmektedir!..

PKK’ya ve ABD’ye mesaj

Görüldüğü gibi Türkiye her halükarda Kürt sorunu adı altında PKK’yı tanımaya ve onunla barışmaya zorlanmaktadır. Böyle bir zorlanma karşısında neler yapılması gerektiğine gelince...

Öncelikle silahlı eylemlerin en sert şekilde karşılanması gerekmektedir. Ordu’nun herhangi bir yasal yetkiye ihtiyacı yoktur. Bunu göstermesi için Ordu’nun ABD’ye savaşırım mesajını iletmesi gerekmektedir.

PKK son dönemde özellikle mayın saldırıları düzenlemektedir. Mayın saldırısı, yüksek teknoloji kullanılan bir saldırı türüdür. Doğrudan ordu gücü göstermektir. ABD, PKK’ya NATO mayınlarını vermekte, Türkiye’nin mayın tarama araçlarını etkisiz kılacak teknolojik desteği sağlamakta ve Türk devletini açıkça tehdit etmektedir.

Türkiye bu saldırıya karşı öncelikle yurt içinde geniş çaplı bir operasyon başlatmalıdır. Bir kaç yüz PKK teröristinin leşini yere sermeden ABD’ye mesaj verilemez.

PKK saldırılarının kesilmesi için İmralı umursanmalıdır. Terörün elebaşısı İmralı’dadır. İmralı’daki elebaşını tam tecride almak, dışarıyla tüm bağını kesmek, ABD’ye ikinci mesaj olaccaktır.

Kürt istilasının nüfus kayıtları

Ancak bu tür askeri önlemlerle bu mesele çözümlenemez. Öncelkle Türk milletinin Kürt meselesi konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanının tersine biz Türkler Türkiye’de bir Kürt meselesi değil bir Kürt istilası olduğunu düşünüyoruz. Yaşadığımız en önemli sorun budur.

PKK terör eylemlerini 15 Ağustos 1984’te başlatmıştı. Terör örgütünün arkasında emperyalist bir güç bulunmakla birlikte terörün sonuç alınacağı toplumsal dokunun yaratılması da önemli bir meseleydi. Yani bölücülüğün sosyal, siyasal ve herşeyden önce de demografik zemininin yaratılması gerekiyordu.

Bu amaçla Özal iktidarı ile birlikte Türklere yönelik doğum kontrol kampanyası başlatılırken Kürtlerin nüfusunun arttırılması için özel çaba harcandı. 2005 yılı nüfus istatistikleri bugün karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını ortaya çok acı bir şekilde koymaktadır.

1- PKK’nın aktifleştiği 1990’dan 2005’e geçen on beş yılda Türkiye nüfusu toplam %24 artmıştır. Ancak bu nüfus artışının üstünde kalan bir bölge bulunmaktadır: Güneydoğu. Güneydoğu nüfusu son onbeş yılda %40 artmıştır.

Güneydoğu’daki bu artışla birlikte Türk bölgelerdeki nüfus azalması da dikkat çekicidir. Karadeniz, İçanadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu artış göstermemiştir.

2- PKK, sadece Güneydoğu’da Kürt nüfusu arttırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda Güneydoğu’dan Batı illerine doğru istila halinde bir Kürt göçü yapılmıştır.

Kürt istilası iki ana hattan ilerlemiştir.

Birinci hat Antep’ten Muğla’ya hatta Kuşadası’na kadar giden sahil şerididir. Bu hatta kalan tüm iller Kürt akınına uğramıştır. Nüfus yapısı tümüyle değişmiş kentler Kürtleştirilmiştir. Bu hat, kıyı şeridi olarak, uluslarası ticaret, turizm ve tarım alanında Türkiye’nin en önemli bölgesidir. Şu anda buraya yerleşen Kürt istilacıların eline geçen bölge PKK’nın ekonomik gücünün önemli kaynağıdır.

İkinci hat doğrudan büyük şehirlere, sanayi merkezlerinedir. İstanbul, Ankara, İzmir, hatta Bursa ve Kocaeli gibi şehirler büyük oranda Kürtleştirilmiştir.

Bu iki hatta başarıya ulaşan Kürt istilacılığı şu anda iki yeni hat daha açmış bulunmaktadır.

1- Sivas-Tunceli hattından Doğu Anadolu, İçanodolu ve Karadeniz’e çıkma.

Nitekim Erzincan, Sivas, Tokat, Ordu, Samsun şu an bu yeni hattın hedefi durumundadır. Bu yoldan PKK Karadeniz’e açılacaktır.

2- Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli hattından İstanbul’u Trakya’dan kuşatmak.

PKK’nın uzun yıllardır süren Trakya’ya yerleşme çabası özellikle Trakya’nın sanayi bölgesinde gerçekleşmiştir.

Böyle bir istila hareketi kaçınılmaz bir şekilde Türkiye yöneticilerini olmasa bile Türkleri rahatsız etmekte ve uyandırmaktadır. Yıllardır topraklarını, mahallelerini, evlerini bu istilacılara açan Türkler yavaş yavaş bu komşuların hiç de iyiniyetli olmadığını görmekte ve gördüğü yerlerde de tepkisini oltaya koymaktadır. Son aylarda, Gönen’de, Çerkezköy’de, Bursa’da, İstanbul’da yaşanan gerginlikler bu durumun habercisidir.

Böyle bir olasılık tüm Amerikancıları ürkütmektedir. Hükümet provokasyon önlemleri alırken, diğer taraftan Amerikancı medya devreye girmekte ve Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Lozan’da Tayyip Erdoğan’ın himayesinde konuşan Perinçek o nedenle biz Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtler birlikte verdik demektedir.

Böylelerine hadi ordan diyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!

http://www.turksolu.com.tr/88/basyazi88.htm

..

Neler oluyor neler...



Neler oluyor neler...




Yekta Güngör Özden,
15.08.2005/Sayı:88

Kavurucu sıcaklar olayları da etkiliyor sanki. İnsanı şaşırtan gelişmeler, terslikler ve kötülükler birbirine karışıp gidiyor. Doku bozukluğunun boyutları tüm dünyayı kapsıyor. Ateş, kan, ölüm, kazalardan savaşlara değin artan bir hız içinde. Çözümlemeye çalışılan sorunlar daha yoğunlaşıyor. Yakıştırma, yalan, savsaklama, aldatma, oyalama, her tür olumsuzluk sürüyor.

Kıbrıs

Gümrük Birliği Anlaşması’na imza koyanlarla yandaşlarının çığırtkanlıkları ne olursa olsun yeni üyeleri içeren genişlemeye ilişkin ek protokolla Güney Kıbrıs tüm Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanınacak, KKTC ortadan kalkacaktır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Barış Harekâtı ile 1974’den beri barış içinde yaşayan Kıbrıs’lılar rum kötülükleriyle karşılaşacaklardır. Yunanlıların pontus olaylarıyla ilgili çıkışları da gözetilirse tek yanlı barış sağlanamayacağı açıktır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni işgalci gösterip çıkarılmasını isteyen KKTC’nin şimdiki Cumhurbaşkanı’nın “Türk Silâhlı Kuvvetleri giderse ada kan gölüne döner” diyerek Ankara’dan ayrılması herkesi uyarmalıdır. Deklarasyon içeriye dönük bir zaman kazanma, aldatma aracıdır. Görüşmelere (müzakerelere) başlamak önemli değil. Getirilecek yeni koşullarla görüşmelerin kaç yıl süreceği ve sonucu önemlidir. İngiltere desteği ile Almanya iktidarının uyarılarına karşın giderek ayrıcalıklı ortaklık baskısı artmaktadır. İKV’de konuşan Başbakanın kendi parasal varlıklarından başka şeyleri düşünmeyen işadamı çoğunluğu karşısında iç kamuoyuna doğu kurnazlığı örneği yatıştırıcı sözlerinin dışarıya karşı önemi yok. Kanımızca bu iş bitti, Kıbrıs gitti. Azerbaycan uçakları, ABD Kongre üyelerinin gezileri bakalım ne getirecek? Yanılmış olmayı dileriz.

6 Mart 1995 Gümrük Birliği Anlaşması üye olmadan yükümlülük altına girmemizi getirmişti. 21 Temmuz Protokolu rumlar lehine genişlemekle kalmamış, onlara yönetim-denetim alanında da söz hakkı tanımıştır. Kıbrıs adına tek yetkili rumlar olur vermeden kuzey ile bir işlem yürütülmesi de olanaksız kalacaktır. Böylece KKTC ismi var, cismi yok bir tabelâ devleti biçiminde kendi içinde dağınık, Türkiye ile “dostlar alış-verişte görsün” türü bir yapay ilişkide olacaktır. Ne varki 6 maddelik deklarasyona bakıp protokolu kutlayan kurtcuklar vardır.

İran

Yeni cumhurbaşkanının katılığıyla İran’ın yeni sorunlar yaşayacağı ve yaşatacağı kuşkusu artmaktadır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)’nın duyarlığını sürdürdüğü bir dönemde nükleer çalışmalara başlayacağını yineleyen İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi yeni çıkışlar yapmaktadır. AB ile görüşmeleri sürdüren İran temsilcisi Kasan Ruhani AB ülkeleri Dışişleri Bakanlarını baskı yapmakla suçlamıştır. Kuzey Kore’den sonra İran’ın tutumu nükleer çalışmalar konusunda dünyayı tedirgin etmektedir. İran-Suriye yakınlaşması da ilginç bir zamanda birlikte açıklanmıştır. Nükleer konusunda Rusya da İran’ı desteklemektedir.

Irak

Kerkük’e kürt yerleşimi kimi oyunlarla sürerken PKK’nın açtığı bürolar, astığı bayraklar tepki toplamaktadır. Türkiye Irak konusunda pek dinlenmediğinden sorumsuzluk ve aykırılıklar alabildiğine sürmektedir. Barzani yakında pasaport vereceklerini, para çıkaracaklarını söylemiştir. Sekiz yıl sonra refarandumla ayrı devlet kurma hakkını alma olanağının Anayasa’ya yerleştirmek çabası da sürmektedir. Kürt devleti, PKK’nın Kandil yuvalanması gibi ABD’nin kanatları altında oluşmaktadır. ABD bu soruna soğuk durdukça Türkiye’deki yaklaşım giderek erimektedir.

Çin

“Modern komünizm” uygulaması içindeki Çin Rusya ile ortak tatbikat yapacaktır. Mallarıyla Türkiye içinde kimi tepkilere neden olan Çin’in giderek güçlenen ekonomisi, komşu ve uzak ülkelerle kurduğu olumlu ilişkiler tüm dünyanın ilgisini çekmektedir. Japonya’da seçime gidilirken Çin’in iç dengesini koruması, komünizm düzeni içinde demokratik yaşam yansımaları turistik alanda olanaklar sağlamaktadır. Askerlik ve siyasal yanı herkes izlemektedir.

İsrail

Araplarla çatışmalar sürerken İsrail’in kimi yerleşim yerlerini boşaltma kararı içerde tepkiyle karşılanmış, Bakan ayrılmasına neden olmuştur. Ortadoğu’nun kanayan yaralarından birinde iyileşme umudu tüm olumsuzluklara karşın sıcaklığını sürdürmektedir.

Güzel Türkiye’miz seller, orman yangınları, trafik kazaları ve siyasal çalkantılar içinde yazı tamamlamaktadır. Önceki Başbakanlardan Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” sözünden sonra “Osmanlı lâikliğe yakındı” anlamındaki lâstikli sözü de kimilerini şaşırttı. Aslında Ecevit’ten beklenecek sözlerdi. Ecevit’i yakından tanıyanlar bunları olağan bulur. “İnançlara saygılı lâiklik” sözünü eden de Ecevit’ti. CHP’ni bırakıp gittikten sonra çağrılara olumsuz yanıt verip arkasındaki ve karşısındakilerini sürekli suçlayan da Ecevit’ti. Hem gerçekleri tartışmaya açmaktan söz edeceksiniz, hem de gerçeği saptamışçasına kanı açıklayacaksınız. Bu, her şeyden önce tutarsızlıktır. Vahdettin’in kimliği ve nasıl nitelendiği hakkında o kadar çok söylenip yazıldı ki yeni bir şey eklemeye gerek yok. Ecevit tam bir yandaşlık görünümü ve yanılgı içindedir. Hele Osmanlı’nın lâik olduğu, islâmiyetin lâikliği gibi üzerinde durulmayacak bir savdır. Mustafa Kemal Atatürk lâiklikle islâmiyeti ve uygarlığı bağdaştırmıştır. Ancak Osmanlı’nın kimi ileri gelenleri şimdiki siyasetçilerden daha çağdaş görümlü idi. Abdülmecit’in kızı Dürrüşahvar’la fotoğrafı bunun kanıtıdır. Suudi Arabistan eski Petrol Bakanı Zeki Yamanî’nin kızının düğününde izlenen araplar bizim siyaset önderlerinin eşlerinden daha modern giyimli ve görünümlü idi. Acaba bizim sözde müslümanlar kendilerini sorgulayıp ne durumda olduklarını anlayacaklar mı? Ecevit Osmanlı haremi için ne diyecek? Fethullahçılığı lâiklikten çok koruyor, inandırıcı olmuyor.

Genelkurmay Başkanı’nın yakınması

“Kısıtlanan yetkilerimize karşın terör konusunda özverili çabalarını sürdürdükleri”ni söyleyen Orgeneral Hilmi Özkök’e savuşturucu yanıtlar hemen verildi. Daha sonra Eylûl’de toplanacak Bakanlar Kurulu’nda gelen iyileştirme metinlerinin görüşüleceği açıklandı. Bu arada bildirilerle Türk-Kürt aydınları ayrımı yapan, terör örgütü için af isteyen, onları yan olarak sunan aydınların kimilerinden Genelkurmay Başkanı’nın istediği, İngiltere düzenlemelerinin örnek olarak alınmasına ilişkin önerilere karşı “Demokratik hakları sınırlar, doğru olmaz” sesleri gelmeye başladı. Kimlerden yana oldukları hemen sırıtıyor. Afganistan’da görevini tamamladıktan sonra yurda dönen Türk Birliği’nin karşılanmasında yapılan konuşmanın yankıları sürecektir. Orgeneralin konuşmasının eleştirilecek yönleri de var. Örneğin, hangi yetkiler kısıtlandı? Ne zaman kısıtlandı? Kim kısıtladı? Nasıl kısıtlandı? Siz bu durumlarda ne yaptınız? Düzeltilmesi için ne zaman gereken girişimlerde bulundunuz? Şemdinli ve Bingöl Genç olaylarında içerden yapıldığı belli mayın döşeme ve bomba koyma eylemleriyle kaçırılıp geri verilen er için neler yapıldı? Kamuoyu doyurucu bilgi beklemekte, kimi durumları yavaşlık ve yumuşaklık sayarak kimi beklentilere bağlamaktadır. Yetkiler dışarıyla, yabancılarla ilgiliyse bunlar belirtilmelidir. Birden hızlanan teröre karşı bunca olanaklarla donatılmış Silâhlı Kuvvetlerin gerekenleri tam yapamaması, yakınma içinde olması, ancak “şiir gibi, orkestra uyumuyla çalışma”yı geçersiz kılmıştır.

Başbakanla görüşme

Silâhlı Kuvvetlerin yapacağı varsayılan girişimleri durdurmak için Başbakanla yapılacak özel görüşmeye katılacaklar gözden geçirilirse ne isteneceği daha iyi anlaşılır. Yazar Adalet Ağaoğlu kendine yaraşır bir tutumla bir kuruluştan çekildi. Onun çağrılması da anlamlıdır. Terörü insan olanlar desteklemez. Teröristlere “terörist” diyemeyenler var. Tıpkı hainlerin hainlere “hain” diyememesi gibi. Terörü istemeyen yalnız Başbakanla görüşenlerin arasından çıktığı grup değil. Ama bunlar terör örgütüne karşı hoşgörü ve kimi siyasal olanaklar peşinde olanlardır. İktidarı kendilerine uygun, dişe gelir kullanılabilir bulduklarından görüşmeyle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Gerçekte ırkçılık da köktendincilik-irtica da birer terördür. Terörü tümden önlemek isteyince irtica konusunda da gerçek önlemler gerekmektedir. Bakalım neler duyacak, göreceğiz? Sanki yalnız kendileri duyarlıymış gibi ortaya çıkıp terör örgütüne siyasal kimlik ve ortam arayanlara Başbakanın gereken yanıtı vermesini, anlamlı uyarılarla devleti yüceltmesini isteriz.

İrtica deyince

Sözcüklere anlam veren yaşananlardır. Zamanın da etkisi vardır. İrtica sözcüğünü salt geri gidiş olarak algılamak ülkemizde yaşananlar gözetilirse yalın bir davranış biçimi sanılır. Oysa tarihteki kanlı, kötü örnekleriyle yaşamın karanlığı, dinsel gerekler söylemiyle sakıncalı sınırlama, kısıtlama, ortadan kaldırmadır. İrticanın geldiği yer, aldığı aşama, kaynakları ve gücü bellidir. Siyasal yetkiyi ele geçirip her şeyi kendilerine göre düzenleme çabası açıktır. Bu yolda dışarıyı kandırıp onlara ödün vererek içerde partizanlık, kadrolaşma, ekonomik ve siyasal gücü kullanma yoluyla düzeni değiştirme olanağı bulmaktadırlar. Kimileri yeni yeni uyanmakta, bu oyunu sezmeye başladığını yazmaktadır. Giyim, sıkmabaş dayatması, imam hatip, Kur’an kursu inadı ortada. Şimdilerde tesettür mayolarıyla, haremlik-selamlık bölmeli plâjlar ve toplantı salonlarıyla, tuvaletlerden pisuvarları kaldırmakla, çamaşırla denize girmekle yeni açılımlar sergilenmektedir. Diyanet Vakfı’na ek olanaklarla yeşil sargı ulusal bedeni iyice sıkacaktır. İrtica yanlılarının korunması da bu kapsamdadır. Sarıkları beyinlerine sarılı olanlar tek yanlı düşünür, yalnız dinsel açıdan bakar. Onlar için anlamlı olan yalnızca dinselliktir. Dinden anlamamalarına karşın dindarlık taslarlar.

Yüksek Askerî Şûra kararları

Ağustos başındaki toplantılarda alınan kararların ülkemiz ve ulusumuz için iyilikler getirmesini, görevlilerin başarılı olmasını, emeklilerin esenliğini dileriz. Başbakanla, Millî Savunma Bakanı yine, geçen yılki gibi Silâhlı Kuvvetlerle ilişkisi kesilen 11 kişiye ilişkin karara karşıoy koymuşlar. Bu tutum anlamsız, yararsız ve boşunadır. Anayasa gereği kararlar yargı denetimi dışındadır. Böyle olmayıp da ilişik kesme kararı alınsa karşıoyun bir anlamı olurdu. Şimdiki durumuyla gösteri ve seçmene selâm niteliğindedir. Anayasa’ya karşı böyle oy kullanılmaz. Yapılacak iş Anayasa’nın ilgili kuralının değişmesini sağlamaktır. Bu kural yaşanılan koşullar nedeniyle konulmuştur. Şûra’ya kanıtsız, yetersiz dosya sunulamaz. İlişki kesmeyi gerektiren kanıtlar yargı için de geçerli olur. AİHM de disiplin sorunu olan yakınmaları geri çevirdi. Kararı uygun buldu. Anayasa değişikliğine gidileceği belirtileri seziliyor. O zaman Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları da 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi Danıştay’ın denetimine açılsın. Yalnız Askerî Şûra kararları için sınırlı değişiklik amaçlılığı açıklar. Yargı denetimi dışında bir şey kalmasın. Dokunulmazlıklar da ele alınsın.

Emekli askerlerin yakınması

Terörle savaşımda çabaları geçmiş, değişik nedenlerle tehdit almış askerler emekli olunca korumalı lojmanlarda, koruma görevlileri verilerek gözetiliyordu. Genelkurmay’ın aldığı bir kararla orgeneral emeklileri dışındakilerden geri alınmaya başlandığı duyulmaktadır. Basına yansıyan yakınmalar haklı görülmektedir. Bu arada sivil emeklilere uygulama konusunda yeterli açıklama yoktur. Emekli olmadan iki ay önce kendi evime taşınmama karşın lojmanda oturduğum yalanını gerici basınla, şaşkın basın yazdı, düzeltme gönderdim. Sivil emekliler konusunda sivillerin ve askerlerin uygulamaları bilinse acaba ne tepki verilir. Sivillere emekliliğinde lojmanda oturma olanağı zaten yoktur. Koruma işi de yetersiz, biçimseldir. Görevlilere değil 5-6 yıllık, 20 yıllık, çalışmayacak taşıtlar verildiğinden, alınmamaktadır. İlgi sözdedir.

Tıpkı ABD’nin oyalaması gibi. PKK, El-Kaide’den kat kat fazla ölüme neden olmasına karşın PKK konusunda ABD içtenliksiz ve çekingen davranmakta, onu ilerde kullanmaya hazır tutmaktadır. Terör herkesin karşı çıkması gereken bir insanlık suçudur. Bugün sessiz kalanın yarın hiç sesi çıkmayabilir. Teröre tümlük ve birlikle karşı çıkılmazsa çok acı çekilir. Olaylar ABD ve İngiltere’de olunca mı önem kazanıyor? ABD, PKK yanlılarına aldırmadığı gibi tersine Patrikhane ekümenlik savlarını, söylemlerini yineliyor.

Tutarsızlıklar

Terör vahşeti her yerde kınanırken İstanbul Zeytinburnu’nda bomba yaparken iki kişi ölüyor. Adana’da da yandaşlarınca Apo’nun adını koyduğu sözde “Gül bayramı” terörbaşının posterleri taşınarak, sloganlar atılarak, yürüyüşle kutlanıyor, nehre güller atılıyor. Üniversiteli gençleri döven kolluk güçleri, yetkililer ne yapıyor?

Başbakan, ek protokol eleştirilerini yanıtlarken “Herkesten çok vatanseveriz” demiş. Kimsenin yurtseverliğinden, inancından kuşkuya düşmek istemeyiz ama ümmetçilerin yurtseverliğine de kolay kolay inanmayız. Ama yurtseverlik ve inançlılık konusunda bir yarışma açma çabasını, yurttaşlık için böyle bir ölçüyü kimi düzenlemelere ve işlemlere bakarak açmayı da asla uygun bulmayız. Başbakan bu savında içtenlikli ise seviniriz. Tıpkı lâik yönetim gibi (kendisi lâik olmadığını ama yönetimin lâik olduğunu söylemişti) biraz çizgiye geldiğini görmekle çabalarımızda başarılı olduğumuz için mutluluk duyuyoruz. Vatanı kazandıran, sınırını çizenler, dünyaya benimsetenler Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarıdır. Başbakanın bunu da benimsemesi gerek.

Usta sansürcülerin yazı başlığı değiştirme, kimi sözcükleri bildiklerine dönüştürme, kimi bölümleri çıkarma, kimi yazıların gününü geçirme dışında ilişkilerini gözeterek kimi yazılara yer vermediklerini, kendi yazarlarına sansür uyguladıklarını üzüntüyle duyuyor, izliyoruz. “Birleşilsin” deyip ayrılık yaratanların, ayrılıkları kışkırtanların, kimi yöneticileriyle senli-benli ilişkiler kurarak kuruluşları ele geçirip yönlendirmeye çalışanların kimlerle ve nasıl birleştikleri ortaya çıkıyor. Yazık. Kuruluşların bağımsızlığı kalmıyor.

Bu arada hiçbir siyasal bağlantım, ilgim ve ilişkim yokken salt görüşümü açıklamam nedeniyle, o da sorulara yanıt olarak, beni suçlamaya çalışanları duyuyorum. Kendilerine yaptıklarına ve yapmak istediklerine baksınlar. Ben köşemdeyim, yazı ve derslerimden başka uğraşım yoktur. Başka yerlerde ve kimseyle birlikte değilim. Bu açıklamayı da buracığa sıkıştırayım ki yeri kendim için kullanmış olmayayım.

DSP’den Vahdettin nedeniyle süren ayrılmalar kişilikli ve bilinçli yurttaşlar övüncünü tattırıyor. Özellikle Suat Çağlayan ve Erdoğan Toprak’ın öncekileri izlemesi ağırlık taşıyor.

Kaçak Kur’an kurslarının Kıbrıs’ta boy göstermesi, boneli bayan hekimin Hakkâri’de çalışma başlaması, sigara zamları çok konuşulan konular arasında. Sokaklara park eden taşıtlar için vergi tasarımı da öyle. Kapalı salon toplantısında yatsı ezanı için konuşmaya ara vermek, devlet televizyonunda “Günaydın!” yerine “Merhaba!”yı kullanmak kimi olumsuz örneklerdir.

Sözde kürt sorunu

Kim oldukları ve kimlerden yana oldukları belli imzacılar Başbakanı oyuna getirdiler. Devletle PKK’yı karşılaştırıp bir masaya oturtma çabası dolaylı biçimde gerçekleşmiş oldu. Amaç, PKK’nın ateş kesmesinden çok PKK terörünü savuşturmak için Silahlı Kuvvetlerin etkinliğini kırmak, PKK’lı militanları kurtarmaktı. Kendi milletvekilleriyle bile aylarca görüşemeyen Başbakan imzacılarla üç saatlik bir görüşme yaptı. Tehlikeli açılım Başbakanın ağzından duyuldu: Kürt sorunu. Bu sakıncalı bir nitelemedir. Türkiye’de yaşayanlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı (vatandaşı)dır. Kökenleri değişik olsa da böyle tanımlanır, böyle adlandırılırlar. Türkiye’de insanların kökenlerine göre sorunları yoktur. Sorunlar geneldir, olsa olsa bölgeseldir. Yaşayanların kişisel değil bölgenin sorunu vardır. Sağlık sorunu, işsizlik sorunu, eğitim sorunu, yargı sorunu, çevre sorunu, yol sorunu, güvenlik sorunu, vd. gibi. Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. Böyle yaklaşılırsa o zaman soy kökenleri değişik olanlar da kendi kökenleriyle ilgili sorunlar üreterek, ileri sürerek ortaya çıkarlar. Diyarbakır’da kürt kökenli bir yurttaşın salt kürt kökenli olduğu için sorunu yoktur. Diyarbakır’lıların sorunu, sorunları vardır. Herkesin sorununu kökene bağlayıp ayrıcalık yapmanın anlamı yoktur. Kürt sorununu kürtçülük yapanlar kendileri yaratıyor. Yapay sorunlarla toplumsal barış bozuluyor ulusal yapı tehlikeye giriyor. PKK’nın amacı sorun çözmek olsaydı, bunun herkese açık yolları yöntemleri var. Ne için başvurmuşlar, ne istemişler, ne olmamış? Kendileri yani kürt kökenliler ne olmamışlar, neyden yoksun kalmışlar, nasıl ayrıcalık yapılmış? Onların tek istedikleri güneydoğuda bir kürt devleti kurmaktır. Şimdiki yöntemleriyle yavaş yavaş yaklaşacaklar, önce “kürt sorunu” gibi önce geri çevrilip sonra benimsenen bir yapay sorunu getirecekler, alıştırıp başka şeyler isteyeceklerdir. Tıpkı Irak’taki kürtlerin aldığı yol gibi. Irak Anayasası’na ilerde kürt devleti kurmayı refaranduma götürme kuralını benimsetmek gibi. Ülkemizde kürt kökenli olmayanların sorunları yok mu? Tüm sorunlar hepimizin. Özel bir sorun özelde kişisel için olabilir, kökenler için olamaz. Cumhuriyet bu tür ayrılık ve aykırılıkları kaldırmak için kurulduğundan cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denilmiştir. Ulusal sorunlar, doğadan yönetime değin bölgesel sorunlar bir kökenin sorunları yapılamaz. Yurttaşları alt-üst kimlik tartışmalarından sonra kökenleriyle ayırmak ulusal tümlüğe, tekil-bütüncül devlet yapısına aykırıdır. “Yurttaşım” denilebilir ama “Kürt yurttaşım” denilemez. Kavramları tersine çevirerek insanları okşamanın, terör örgütü ve yandaşlarının oyununa gelerek onların savlarından, tutkularından, eylemlerinden vazgeçeceklerini sanmanın bir aldanış olduğu bilinmelidir. onlar sözle, jestle yetinmez ve durmaz. Belkentileri başkadır. Demokrasiyi herkes ister. Kimse demokrasiden vazgeçemez. Devletten demokratik davranış istemek bile fazladır. Devlet hukuksal örgüttür, çete değildir. Demokratik açılımlar, kalkınma alkışlanır. Ama bölgeye, kente, kişiye özel değil herkese eşit ve genel olur. Irkçılığa, ayrımcılığa, ayrıcalığa prim verilemez. Medya görüşmeyi ve konuşmaları yanlı yansıtmaktadır. Devletin elini-kolunu bağlamak, bölücüleri daha rahat ettirmek için getirilen öneriler ve “80 yıllık sorun” denilmesi ilginçtir.

Lozan

Zıt kardeşleri biraraya getiren Lozan çıkarması nedeniyle Atatürk karşıtları “Lozan’a bir şey olmadığını, olmayacağını” sıkılmadan yazabildiler. Kimileri de “Lozan fetişizmi, Lozan mazoşizmi” bile dedi. ABD’nin tutumunu, AB ülkelerinin yaklaşımını, istediklerini ve yapmaya çalışarak Lozan’ı ne duruma düşürmeyi amaçladıklarını görmeyecek kadar gözlerini kapatıyorlar. Anlamayacak düzeyde boş olduklarını sanmıyorum. İktidar yalakalığıyla aptallığa bile soyunuyorlar. Brüksel lâhanaları Avrupa turşusuna dönüşüyor.

TBMM Dilekçe Komisyonu’nun yabancı sözcüklerin dilimizi zenginleştireceği görüşü Türkçeleştirme karşıtlığına bağlanabilir. Bağımsızlığın simgelerinin başında gelen dildeki kirlenmeyi, yabancı sözcüklerin çoğalıp yayılmasını yasama organındakilere anlatamazsanız daha neler olur neler...

İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı’nın PKK teröristlerini ülkelerini işgale karşı savunan Irak’lı direnişçilerle bir tutması çok yanlış bir yaklaşımdır. Kuruluşları üzerindeki kuşku bulutlarını daha çok koyulaştıracak bir ayrılıkçı görüştür.

Bizdeki demokrasi ve özgürlük anlayışı sakatlıklarına başka yerde rastlanamaz. Vahdettin’in bile övülebildiği bir ortamda her tür karmaşa yaşanır. Ne düzeyli, ne soylu anlayışlar sergileniyor.

Kanımca, bu ülkede yaşayıp da Atatürk karşıtı olanlar haindir. Ne yaparlarsa yapsınlar Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’den, Atatürk’ü İnönü’den, İnönü’yü Lozan’dan ayıramazlar. Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşmış değerlerimizin ışığını söndüremezler.

Partizanlık, militanlık, kabadayılık, serkeşlik, kuyrukluk ve dalkavuklukları bilinenler, ceza alıp hapiste yatanlar şimdi kalkmış hukuk, yargı, adalet, yasa konularında bilgiçlik taslıyorlar. Okuduğunu anlamayan, anlamak istemeyen, bildiğinde direnen, yanlılığı belli, Atatürk ve Atatürkçülük karşıtlığı, karşıdevrimciliği açık, kavramları değerlendirmeyi beceremeyen kimselerin gerçekdışı anlatımlara kalkışması, birisi bir yere gelince hemen pohpohlamaya başlaması tiksindiriyor. Bunlardan biri bana görevimin son yıllarında karşılaştığımızda “Sizi kutluyorum, devleti çok iyi koruyorsunuz” demişti. Şimdi karalayıp kötülemek için gerçekdışı anlatımlara başvurmayı görev edinmiş görünüyor.

Kadın başkan

Yerli, yabancı medya Türkiye’de ilk kez oluyormuş gibi Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na bir kadının seçimini verdi. “Anayasa Mahkemesi’ne ilk kez” denilseydi doğruydu. Oysa Danıştay’da kadın Başkan gördük. Yargıtay’da kadın Daire Başkanı gördük. Üniversite ve Fakülte yöneticilerini herkes biliyor. Nedense ölçüsüzlüğü yeğliyoruz. Yergilerde ve övgülerde abartıya kaçıyoruz. Olayların, oluşumların içyüzünü bilmeden, öğrenmeden, doyurucu değerlendirme yapmadan, dahası yanlarını tanımadan ya yaldızlıyor, ya kötülüyoruz. İvedilik, öne geçmek çabası da etkili oluyor. Bir bayanın Başkan olması toplumsal düzeyimiz yönünden mutluluk duyurur. Ama yalnız bayan olmak mı önemli? Niteliklerin, meslek birikiminin hiç mi önemi yok? Başka nedenler üzerinde durulmayacak kadar olay basit midir? Cumhurbaşkanı ilk kez altı ayı geçen bir süre sonra seçimini yaptı. Acaba neden? Üç üyeyi peşpeşe seçti, niye ve neyi bekledi? Başkan seçimi neden 60. tura yaklaştı? İkinci kez bu kadar gecikmesi neye bağlanabilir? Kişisel amaçlar, beklentiler, geleceğe yönelik uzlaşmalar, paylaşımlar, belli eğilim ve tutumdakilerin birleşmesi, dayanışma, rahat konuşup istediğini yaptırma, yeni seçimleri yakınlaştırma, başka yerlere oynama, başka hesaplar, dış etki oldu mu soruları duyulmamalıdır. Görev için uygunluk tek ölçü olmalıdır.

Türk kadını çok önemli görevlere gelmiş, çok belirgin başarıları kanıtlamıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı da Türk kadını için çok doğaldır. Olayın olağanüstü bir yanı yok. Medya geçmişi bilmeden, geleceği gözetmeden, nedenini araştırmadan biçimsel yönüyle insanları “Ben ne imişim?” dedirtecek duruma düşürüyor. Yeni Başkana kolaylıklar dilerken “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde, susması gerekenler konuşur” sözümü anımsatıyor, ortamın, koşulların ve gereklerin gözardı edilmesinin olanaksızlığını yineliyorum. Başarılar dilenir, başarınca kutlanır. Bekleyeceğiz, olumlu gelişmelerden mutluluk duyacağız.

Basın ahlâk yasası nerde?

Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser düzenlemesi nedeniyle bir haber ajansı muhabirinin sorusuna verdiğim yanıtta “Necip Fazıl Kısakürek usta bir şairdir ama lâik cumhuriyet karşıtıdır” demiştim. Bu sözümdeki karşıtı sözcüğü düşmanı olarak çıktı. Önemli değil diyerek üzerinde durmadım. Ama 8 Ağustos günlü bir başka gazetede benimle alay edercesine “Necip Fazıl çok iyi şair ve çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti düşmanıdır” olarak verildi. Hemen düzeltme gönderdim. Gereğini yapmadılar. “Böyle demedim” deseler yeterdi. Nerde Basın Ahlâk Yasası? Bu umursamazlığı gösterenlerin kendi ahlâkları hakkında bir şey denilmez mi? Kendilerini böyle yapılsa nasıl davranırlardı? İşte toplumsal çöküşümüzün bir yanından bir belirti daha. Patrona, paraya bağlılık ilkelere bağlılıktan üstün geliyor. Kimi medya ilgililerinin kendilerini bir şey sanarak kişiliklere saygılı davranmaması kendi düzeylerine bağlanmalıdır.

Ana Muvafakat Partisi Lideri Nerde?

İşçilerin arasında, gençlerin yanında, halkın içinde olması beklenen liderler sahillerde, sahnelerde, podyumlarda dolaşuyor. Topluma coşku ve güç verecek, uygar demokratik tepkilere öncülük edecek liderler özleniyor.

http://www.turksolu.com.tr/88/ozgun88.htm

.