24 Aralık 2014 Çarşamba

27 yıl sonra ortaya atılan şok iddia


29 yıl sonra ortaya atılan şok iddia



27 yıl sonra ortaya atılan şok iddia


29 yıl sonra ortaya atılan şok iddia
Özdağlar, Özal’ın eyalet planına karşı çıktığı için komploya uğramış!

ANAP’lı eski bakanlardan İsmail Özdağlar’a ait olduğu belirtilen açıklamalar eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut ve Tansu Çiller’e basın danışmanlığı yapan Mehmet Bican’ın “Terörle Sınanmak” adlı kitabında yer alıyor...



Kurmaylarıyla toplantı halindeydik

Kitaba göre Özdağlar olayı şöyle anlatıyor: O gün Özal’ın kurmaylarıyla toplantı halindeydik. Bakanlardan Hüsnü Doğan, Ahmet Kurtcebe Alptemoçin, Özal’ın Başdanışmanı Adnan Kahveci... Belki parti üst yönetiminden birkaç kişi daha... Konumuz Türkiye’nin eyaletlere dönüşmesiydi. Turgut Özal kafasındaki düşünceyi sadece aktarmıyor, kabul etmemiz için bastırıyordu. Ona göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemiz bir eyalet hâlinde teşkilatlanacaktı. 


Özal, Türkiye’yi altıya bölüyordu

Karadeniz’de, Anadolu’nun içlerinde, Kuzey’de, Güney’de de beş eyalet daha olacaktı. Yani Türkiye’yi altıya bölüyordu Özal... Sanki onun yakasına yapışmış, hesap soruyormuşçasına, ’Bunu yapamazsınız!’ diye bağırdım galiba. Eyalet düzenine geçmemizin Türkiye’nin bölüneceği anlamına geldiğini, bunu yaparsak bu ülkeyi bize kazandıran başta Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarının kemiklerini sızlatacağımızı söyledim... 

 
Adımı ‘rüşvetçi bakan’a çıkardılar

Toplantıda buz gibi bir hava esti. Başbakan başını önüne eğerek sustu. Kapıyı vurup çıktım! Bir hafta sonra bana öyle bir komplo düzenlediler ki; ne bakanlığım, ne milletvekilliğim, ne sağlığım, ne ailem ve yakınlarım kaldı. Adım ’rüşvetçi bakan’a çıktı. Yüce Divan’da 8 ay yargılandım, hapis yattım. Tek sebep, Başbakan ve arkadaşlarına Türkiye’nin bölünemeyeceğini açıkça haykırmamdı!’



Eyalete karşı çıktığı için komploya kurban gitmiş

Özal hükümetlerinin en genç bakanı İsmail Özdağlar’ın, eyalet sisteminin istendiği toplantıyı terk etmesi yüzünden rüşvet suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı ileri sürüldü.
Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın, 13 Aralık 1983’te ilk hükümeti kurar kurmaz Türkiye’yi eyaletlere bölmek için kollarını sıvadığı iddia edildi. O dönem kapalı kapılar ardında yaşanan bu olaylar, eski başbakanlardan Yıldırım Akbulut ve Tansu Çiller’in de basın danışmanlıklarını yapan Mehmet Bican’ın “Terörle Sınanmak” kitabıyla açığa çıktı. Bican’ın kitabının “Giriş” bölümünde olay, bizzat Özdağlar’ın kendi anlatımıyla şöyle yer alıyor: “Telefonu çalıyor Hacettepe Üniversitesi istatistik Bölümü Başkanı’nın... Arayan, Turgut Özal’ın başbakanlık yaptığı dönemin bakanlarından İsmail Özdağlar. ‘Sayın Hocam...’ diyor, ‘Yurt dışından bir kuruluş, başarılı üniversite öğrencilerimizden beşine burs verecek; benden yardım istediler. Bu sizi ilgilendirir mi?’ İlgilendirmez olur mu hiç? Hoca, olumlu cevap veriyor. Özdağlar,” Öyleyse görüşelim, yanınıza geliyorum” diyor. Bölüm başkanı profesörün yanına gelen Özdağlar bursla ilgili açıklamalarda bulunuyor. Sonra öğle yemeği, çay, kahve...

Samimi havada konuşuyorlar

Bursla ilgili konuşmalar bitince, Özdağlar’ın geçmişte yaşadıklarım merak eden Hoca soruyor: ‘Ne yaptınız da böyle oldu?’ Soru, bir dönemim yarasını deşecek, o yaranın sahibini geçmişe götürerek üzecek cinsten... Ama soruyor işte, ‘Ne yaptınız da böyle oldu?’ diye.. Hoca, rüşvet olayından sonra o günlerde kamuoyunda dolaşan söylentileri sıralıyor Özdağlar’a... Hepsine, ‘Hayır’diyor Özdağlar. Ancak İsmail Özdağlar asıl itirafını bu sözlerinden sonra yapıyor. Her şeyi anlatıyor Hacettepeli profesöre:

Eyalet konulu toplantı

‘O gün Özal’ın kurmaylarıyla toplantı halindeydik. Bakanlardan Hüsnü Doğan, Ahmet Kurtcebe Alptemoçin, Özal’ın Başdanışmanı Adnan Kahveci... Belki parti üst yönetiminden birkaç kişi daha... Konumuz Türkiye’nin eyaletlere dönüşmesiydi. ‘Hoca, sessizce dinliyor Özdağlar’ı... Çok önemli bilgilere ulaştığı için heyecanlı, böyle bir fırsatı yakaladığı için çok seviniyor: ‘Ne yani, o toplantıda Türkiye’yi eyaletlere bölmenin hazırlığını mı yapıyordunuz?” Aynen öyle! Şimdi siz bu itirafımdan ne kadar etkilendiyseniz, o gün ben de şaşırıp kaldım, eyalet lafını duyunca dondum!’

6 eyalet

Devam ediyor İsmail Özdağlar: ‘Turgut Özal kafasındaki düşünceyi sadece aktarmıyor, kabul etmemiz için bastınyordu. Ona göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemiz bir eyalet hâlinde teşkilatlanacaktı. Karadeniz’de, Anadolu’nun içlerinde, Kuzey’de, Güney’de de beş eyalet daha olacaktı. Yani Türkiye’yi altıya bölüyordu Özal... ‘Hoca soruyor: ‘Peki, Sayın Özal’m kafasında oluşturduğu bu görüşüne karşı sizlerin tavrı?’’ İşte tam oraya gelmiştim...’ diyerek kesiyor hocanın sözünü Özdağlar, ‘Şimdi anlatıyorum: Ben Sayın Turgut Özal’ın bu görüşüne karşı çıktım. Galiba sadece karşı çıkmadım, sesimi de yükselttim. Sanki onun yakasına yapışmış, hesap soruyormuşçasına, ‘Bunu yapamazsınız!’ diye bağırdım galiba. Eyalet düzenine geçmemizin Türkiye’nin bölüneceği anlamına geldiğini, bunu yaparsak bu ülkeyi bize kazandıran başta Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarının kemiklerini sızlatacağımızı söyledim...’
Kapıyı vurup çıktım
‘Tepki ne oldu?’ “Toplantıda buz gibi bir hava esti önce. Başbakan başını önüne eğerek sustu, dolma kalemiyle oynamaya başladı. O kadar sinirlenmişti ki, kaleminin mürekkebi eline bulaştı; sileyim derken gömleğini de kirletti. Çevresindeki bakanlarla yönetim kademesindeki arkadaşlarım da gözlerini bana diktiler. Onlar da hiçbir şey söylemiyorlardı. Yapılacak tek şeyi yaptım, toplantıyı terk ettim, kapıyı vurup çıktım!’ İsmail Özdağlar, sözlerinin burasında, ‘İşte neden bu!’ diyor,’ Bir hafta sonra bana öyle bir komplo düzenlediler ki; ne bakanlığım, ne milletvekilliğim, ne sağlığım, ne ailem ve yakınlarım kaldı. Adım ’rüşvetçi bakan’a çıktı. Medya millete rezil-rüsva etti beni. Yüce Divan’da 8 ay yargılandım, hapis yattım. Beni hayat boyu bu utançla yaşamaya mahkûm ettiler. Tek sebep, anlattığım bu olaydı. ANAP iktidarının bir bakanı olarak Başbakan ve arkadaşlarına Türkiye’nin bölünemeyeceğini açıkça haykırmamdı!’

Yüce Divan’da yargılandı

ANAP Manisa Milletvekili İsmail Özdağlar, Turgut Özal’ın 13 Aralık 1983’te oluşturduğu ilk kabinesinde, Devlet Bakanı’ydı. Petrol taşımacılığı konusunda armatör Uğur Mengencioğlu’ndan rüşvet istediği iddiaları ortaya atılınca, Özal bu iddianın ortaya çıkarılması için Başdanışmanı Adnan Kahveci’yi görevlendirmişti. Bu olay basına yansıyınca, Özdağlar bakanlık görevinden istifa etmiş, (5 Ocak 1984) hakkında TBMM’ye verilen soruşturma önergesi kabul edilerek, Yüce Divan’a sevk edilmişti. (15 Mayıs 1985)

Rüşvet iddiası kanıtlanamadı

Özdağlar, hem TBMM’deki görüşmeler sırasında, hem de Yüce Divan’da hep suçsuz olduğunu söyleyerek, komploya kurban edildiğini savundu. Yüce Divan’ın Özdağlar’a kestiği ceza 2 yıl hapis, 30 bin lira ağır paraydı. Özdağlar bu cezayı “Görevini kötüye kullanmak” tan aldı. Yüce Divan “rüşvet almak” suçlamasını yeterli görmedi. Özdağlar, Yüce Divan’ın bu kararı üzerine milletvekilliğinden istifa etti (24 Şubat 1986), TBMM Genel Kurulu da milletvekilliğini düşürdü. (5 Mart 1986)
Ölünceye kadar eyalet için çalıştı

Bican’ın kitabında Özal’ın, Türkiyenin eyaletlere bölünmesi fikrinden ölünceye kadar vazgeçmediği ve Cumhurbaşkanlığı döneminde de faaliyetlerini sürdürdüğü şöyle anlatılıyor: “Devlet Bakanı İsmail Özdağlar’ın başının yenildiği gün toplantı masasına konulan ‘Türkiye’nin eyaletlere bölünebileceği’düşüncesi, Turgut Özal’ın iktidarında hem Başbakanlık Konutu’nun hem de Köşk’ün ana gündem maddelerinden biri olup çıkıyor. Yüzlerce askerimizi şehit eden, Kürt köylerini basarak kendi ırkından insanları bebek, kadın, ihtiyar demeden katleden Abdullah Öcalan’ın gemi azıya alıp terörü dağlardan kentlere indirmesi, Turgut Özal’ın görüşlerini hiç etkilemiyor. O terörün, Kürtlerin taleplerinin karşılanmasıyla çözümlenmesinden hiç vazgeçmiyor. ‘Türkiye’de eyalet sistemini oluşturursak, sorun çözülecek’ diye bakıyor bu önemli meseleye... Öldüğü tarihe kadar aynı görüşleri taşıyor Özal, ancak Türkiye’yi bölmeye gücü yetmiyor.” 

DYP-SHP hükümetini  etkilemek istiyorKitapta, Özal’ın eyaletlere bölünme fikrini DYP-SHP Koalisyon üyelerine kabul ettirmek için çalışmalarda bulunduğu ise şöyle anlatılıyor: “Özal’ın bu niyetini ANAP’tan, HEP’ten bilmeyen yok. Ama nedense o tarihte dillendirilmiyor. Dillendiren nadir kişilerden biri Hürriyet Yazarı Yavuz Gökmen. Gökmen’in yazısında önemli bir olay anlatılıyor. Olay şu: Turgut Özal, ölümünden bir süre önce, Kürt kökenli milletvekilleriyle konuşuyor Çankaya Köşkü’nde. ‘Size Kürt meselesinin çözümünü anlatacağım. Bu işi çözeceğim ve bu yapacağım son hizmet olacak. İyi dinleyin beni’ diyor.

Hikmet Çetin dinlemek istemiyor

O görüşmede DYP-SHP Koalisyon Hükûmeti’nin Gaziantep Milletvekili Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin de var. Özal’ın amacının ne olduğunu bildiği için anlatacaklarından rahatsızlık duyuyor ve görüşmenin Köşk dışına taşınmasından korkuyor. ‘Sayın Cumhurbaşkanım, geç oldu, biz gidelim’ diyor. Özal da, bu telaşlı uyarı üzerine susuyor. Yavuz Gökmen, ‘Özal ne diyecekti?’ diye kendi kendine sorarak, şunları yazıyor: ‘Özal, çözümü idari yapı değişikliğinde, valilerin seçimle işbaşına gelmelerinde görüyordu. Türkiye’de Güneydoğu dahil her yöre, kendi kendini yönetecekti. Devlet sadece birlik sağlayıcı bir üst organ olacaktı. Böylece savaş bitecek, Türkiye parçalanmadan özgür bir yapıda ileriye yürüyecekti...’

Kenan Evren  8’e bölecekti

Özal’ın Başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanlığı yapan 12 Eylül ihtilalinin başındaki isim Orgeneral Kenan Evren de benzer fikirleri taşıyordu. Kitapta bu durum şöyle anlatılıyor: 12 Eylül döneminde Kürt kelimesinin telaffuzunu dahi yasaklayan, Kürtlere haksız ve adaletsiz uygulamalarıyla ünlenen Evren Paşa değişiyor, “eyalet” ten yana tavır alıyor. Eyalet sistemine bakış açısını, “Aslında bu düşüncem yeni değil. Daha 1980’li yılların başında bunları düşündüm. Çünkü Ankara’dan 81 ile hakim olmak zor, uykularım kaçıyordu” söylemiyle dile getiren Evren, bu fikre nasıl geldiğini bakın nasıl anlatıyor:
 “Cumhurbaşkanı iken Bavyera’ya gitmiştim. Baktım üç bayrak çekmişler. Biri Türk, öteki Alman bayrağıydı. Bu üçüncüsü ne bayrağı diye sordum. ’Burası Bavyera eyaleti, onun bayrağı’dediler. Birçok ülkede bu var. Amerika da böyle yönetiliyor. Pakistan da. Yönetim zorlaşınca ülkeler eyaletlere bölünüyor. Şimdi bakıyorum ortada vatan kurtaran aslanlar geziniyor. Tutturmuşlar ’Bir karış toprak vermeyiz’diye. Toprak niye gitsin? Bunlar dünyaya ayak uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız. Biz bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik. Türkiye’yi birtakım bölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik. Türkiye mutlaka bir gün bu adımları atacak. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil” Evren’e göre Türkiye 8 eyalete bölünebilir. İşte o eyaletler: Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir, Trabzon.

Gizli plan 4 yıl sonra deşifre oldu

İsmail Özdağlar’ın “kapıyı çarpıp çıktığını” söylediği o görüşmeden 4 yıl sonra, 1989’da Özal’ın eyalet planı Hürriyet gazetesine manşet oldu. Hayri Birler imzasıyla verilen “Türkiye dokuz eyalete ayrılıyor” başlıklı haberde, Amerika’daki eyalet sisteminin örnek aldığı vurgulanarak, “Gizli şekilde yürütülen bu çalışmanın yarı başkanlık sistemine geçişin ilk adımı olacağı öne sürülüyor” deniliyordu. Cumhurbaşkanı koltuğuna oturan Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde başlattığı ve Türkiye’nin idari sistemini değiştireceği belirtilen çalışmayı Mehmet Keçeciler’in yürüttüğü de ifade ediliyor...

İsmail Özdağlar: Gündeme   gelmek istemiyorum

Telefonla kendisine ulaştığımız İsmail Özdağlar, böyle konularla gündeme gelmek istemediğini söyledi. Özdağlar, kitapta adı geçen öğretim üyesiyle konuştuğunu, ancak sözlerinin bazılarının çarpıtıldığını ileri sürdü. Olayın üzerinden çok uzun zaman geçtiğini anlatan Özdağlar, bölünme ve eyalet tartışmalarına hayatı boyunca karşı olduğunu söyledi. Özdağlar, “Ben Türk devletinin ayrılmasını istemiyorum. Kardeşçe yaşamamızı istiyorum” diye konuştu.


BU HUSUSTA  BENİM GÖRÜŞÜM ;  

VATAN DAŞ OLARAK BENDE ŞU İDDİADA BULUNUYORUM ARAŞTIRINIZ.. PETROL TAŞIMACILIGI YATAR ARKA PLANDA..  YUNAN BANDRALI PANAMA GEMİLERİNİ KİM ÇALIŞTIRIYORDU..? PETROL TAŞIMACILIGINI KİM YAPIYORDU? TÜRKİYE PETROLÜNÜ ARAPLARDAN HANGİ ÜLKEDEN ALIYORDU.. ÖZDAĞLAR  LİBYA CEZAYİR  PETROLLERİ İÇİN DAHA UCUZA MAAL EDECEGİNDEN KİMLER RAHATSIZ OLDU? POLİSA NIN SAHİBİ DURUP DURURKEN GEMİ İŞİNE NEDEN GİRDİ.? ÖZDAĞLAR TAŞIMACILIGI  TÜRK GEMİLERİYLE YAPMA KARARI ALDIGINDA KİMLER RAHATSIZ OLDU..BUNLARI ARAŞTIRIN HERŞEY ORTAYA CIKAR..SAYGIYLA..

12 Eylül döneminde olsaydı Paralel değil Komünist derlerdi



12 Eylül döneminde olsaydı Paralel değil Komünist derlerdi



12 Eylül döneminde olsaydı Paralel değil Komünist derlerdi


22 Temmuz’Da İstanbul’da Polise Yapılan Operasyonlardan Sonra Açığa Alınan Müdür A.: “Operasyon Yapılan Her İlde Örtülmesi Gereken En Az Bir Tane Sıkıntılı Dosya Var Demektir.”
17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından bu yana emniyet teşkilatında sürgün ve görevden alma son sürat devam ediyor. İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’dan sonra Antalya’da da polise operasyon yapıldı. Gözaltılar sonrası polislerin neredeyse tamamı serbest bırakılmasına rağmen sıranın yeni illere geleceği konuşuluyor. Peki, polis neden hedefte? ‘Paralel yapı’ suçlaması bir örtme ve gündem değiştirme operasyonu mu?
Yolsuzluk soruşturmalarında emniyet teşkilatının çektiği sıkıntılar yeni değil. Polis müdürü A., 5 yıl önce bir ilde yolsuzluğu ortaya çıkardığı için sürgüne gönderilmiş. 22 Temmuz’da İstanbul’da polise yapılan operasyonlardan sonra da açığa alınmış. Terör örgütünün ölüm listesinde olmasına rağmen silahına el konmuş. A., Polis Koleji mezunu. Dev-Sol, DHKP-C, PKK ve Hizbullah’a karşı çok sayıda operasyona imza atmış. 40’tan fazla takdirnamesi var. Terör ve organize suçlarla ilgili kitabı bulunuyor. Binlerce polise eğitim vermiş. Ne adli ne de idari soruşturma geçirmiş. Gençlere el uzatıyor, okumaları için destek oluyor. A., son görev yaptığı ilde korumasız, eşi ve dört çocuğuyla birlikte yaşıyor. Bir hukuk mücadelesi veriyor. Emniyetteki operasyonlar ve kapatılan dosyalarla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunuyor. “Operasyon yapılan her ilde örtülmesi gereken en az bir tane sıkıntılı dosya var demektir. Birçok ilde hazırlıklar yapılıyor.” diyor.
-Polislerin üzerine gidilmesinin amacı nedir?
Bu bir algı operasyonudur. Yarın diğer illerde de operasyon olacak. Duyuyoruz, ‘paralel yapı’ diye yapılacak. Paralelden burada bir soruşturma yok ki! Diyelim ben alındım! ‘Paralel yapının elemanı alındı’ diye basında çıkacak. “Gençlerin dağa gitmesine engel oluyor, arabasını satıp çocukları okutuyor.” diyecekler mi? Demeyecekler. Bir sürü yürüyen soruşturma var. Algı dışarıda farklı. Algıyı yöneterek gidiyorlar.
-Başarılı oldular mı?
Normalde insanlar soyut paralel yapıya tepki göstermiyordu, isimler konuşulmuyordu. Şimdi bu operasyonları sıkıntıya sokacak sorunlardan biri çıktı ortaya. Yakup Saygılı, Yurt Atayün, Ali Fuat Yılmazer, Hasan Ali Okan demeye başladıklarında millet ‘bir dakika’ dedi. Bir fanatik AKP’li arkadaşım var, isimler geziyor ortada. “Müdürüm, başbakanın dediği her şeyi onaylıyorum fakat aklıma takılan bir şey var: Sizin isminiz geçiyor, ben sizi yıllardır tanıyorum, dürüstlüğünüze, vatan sevginize kefilim. Benden daha vatanperver olduğunuzu biliyorum.” diyor. Birçok meslektaşıma aynı şeyler söylendi. Şu an Türkiye’de ‘paralel yapı’dan kimseyi tutuklamadılar. Hiç öyle bir suçlama yok, hiç kimsenin dosyasında öyle bir suçlama bulunmuyor. TRT Haber’in ekranının altında ‘Polise paralel yapı operasyonu yapıldı’ diye yazıyor. İnsanlar zannediyor ki paralel yapıya operasyon yapılıyor. Dinleme, sahte evrak diye suçluyorlar, tutukluyorlar.
-Erdoğan, ‘Paralel yapı MGK’da konuşuldu, resmî belgelere girdi’ açıklaması yaptı.
MGK’da ne konuşuldu bilmiyoruz ki! Sayın Genelkurmay Başkanı ne dedi? “Biz belgesiz, bilgisiz bir işlem yapmayız. Bize MİT’ten, emniyetten belge gelmedi.” dedi. MGK tutanaklarında ne var bilmiyoruz ama yine çar-çakal tayfasından buluruz, çünkü MGK tutanakları hep oralardan çıkıyor.
-‘Paralel yapı’ denilerek önemli olayların ve dosyaların üzeri mi örtülüyor?
Burada odaklanılması gereken nokta şudur: Paralel yapı operasyonunun yapıldığı her ilde en az bir tane sıkıntılı dosya var örtülmesi gereken. Bir dosya derken, basit bir dosya gibi düşünmeyin, iç içe geçmiş dosyalar yığını olarak düşünün. Diyarbakır’da PKK uyuşturucu dosyası, Mersin’de GDO ve yürüyen sosyal projeler, Adana ve Hatay’da tırlar konusu... ‘Paralel yapı’ operasyonları çok şeyleri örtüyor. 12 Eylül öncesi bir davadan içeride yatmış bir baro başkanı arkadaşım dedi ki: “Müdür bey, size cemaatçi demeleri şu andaki konjonktürden kaynaklanıyor. Mesela, 12 Eylül olsaydı hepiniz komünistlikle suçlanacaktınız.”
-Polis neden 17 Aralık’ta yolsuzlukları ortaya çıkardı?
İnsanlar sanıyor ki polis birden birilerini hırsızlıkla suçlamış. Yok böyle bir şey, yıllar süren dosyalar var. 5 yıl önce bir yolsuzluk olayının üzerine gittiğim için sürgün edildim. Emniyet teşkilatı bu sıkıntıları hep yaşıyordu. Sadece İstanbul’u düşünmeyin. Yarın başka illerde de operasyonlar olacak. Mesela Mersin’de de GDO’lu gıdalarla ilgili soruşturma yapan polisler alınacak. Çünkü orada gırtlağına kadar batmış siyasetçi var, bazı bakanların ismi geçiyor. Bu dosyaları kapatmaya çalışıyorlar. Ama stratejik bir hata yaptılar.
-Ne hatası?
Bunlar kapanmakta olan dosyaları tekrar konuşulur duruma getirdiler. İki şeyin hataya sürüklediğini düşünüyorum. Birincisi, beklentileri… Bunlar kaçacak, canlarının derdine düşecek… ‘Kaçınca bunların üzerine yıkarız’ diye hesap ettiler. 22 Temmuz’da Yurt Atayün, Ömer Köse, Ali Fuat Yılmazer’in kesin kaçacağını düşünüyorlardı. Kaçsalardı algıyla götürürlerdi. Üzerlerine yıkarlardı. Ergenekon’da olduğu gibi bazılarının itirafçı olacağını hesap ettiler. Burada hata yaptılar.
-Görevini yapan başarılı polisler neden tasfiye ediliyor?
Bölgedeki ve dünyadaki konjonktüre baktığınızda bu operasyonların yapılmak zorunda olduğunu anlıyorsunuz. Yapmak zorundalar. Çünkü PKK’yla, IŞİD’le, El Nusra’yla, Suriye’deki muhaliflerle bir sürü iş tutulmuş, onlara sözler verilmiş. Bölgede bölünmeci yaklaşımlar olduğunu biliyoruz. Bu işe engel olabilecek en önemli gücü ortadan kaldırıyorlar.
-Ne zaman başladı bu süreç?
PKK-KCK belgelerinde bir şey vardı; Oslo görüşmelerinin ses kaydı düştü. Orada deniyor ki “Biz size karşı operasyon yapmayacağız. Genelkurmay’a söyledik, onlar da yapmayacak; fakat polis problem çıkarıyor.” O günden sonra PKK’dan polis teşkilatına yönelik saldırılar başladı. Benim bildiğim 34 polis şehit oldu. Oslo’dan sonra bir anda polise yönelik saldırılarda patlama oldu. Geçenlerde Diyarbakır’da iki polis şehit edildi.
-Emniyet neden kendini savunamıyor?
Emniyet, vurması en kolay teşkilattır. Burada birtakım intikam alma hesapları var, bir kısmı da önümüzdeki projelerle ilgili. Önümüzdeki süreçte bir de mezhepsel gerginlik bekliyorum. Alevileri hedef alan nefret dilinin arkasında yabancı bir gücün konuşlandırılmasına zemin hazırlama var. ‘Barzani bize bağlanmak istiyormuş’, ‘Suriye bize bağlanacak’… Bunlara inananlar var. Bir havuz yazarı, “Osmanlı ne ki! Ondan daha büyük bir imparatorluk kuruyoruz.” diyor. Bir kere Osman Gazi gibi urba ile kılıç bırakmak lazım geride, Osmanlı’ya yetişebilmek için. Aynı kadın ile bir ömür geçirmek lazım. “Yemen’e kadar olacak bu iş.” diyor. Yemen’e silahlar niye gidiyor sanıyorsunuz?
-Neden?
Ülkeyi öyle bir açmaza sokuyorlar ki! Ama bu polisin, bu hâkimin, bu savcının, bu jandarmanın bu ülkeye en büyük hizmeti yolsuzluk ve uyuşturucudan ziyade IŞİD’e, El Nusra’ya giden silahların yakalanması olayıdır. Yani roketler, füzeler tırlarla gidiyordu. Türkiye’nin adı, terör örgütleri ile birlikte anılmaya başladı. Yarın uluslararası mahkemelerde Türkiye’ye suçlamalar yöneltildiğinde kendini bu tır operasyonları ile savunacak.    
-Tasfiye hazırlıkları 17 Aralık’tan çok önce mi yapıldı?
17 Aralık’ta operasyon oldu. 18 Aralık’ta görevden almalar başladı. Halk tabiri ile sorayım: Bir gecede mi bu listeleri oluşturdunuz siz ya! Bütün kurumlardan, emniyetten çarşaf çarşaf listelerle binlerce insanı görevden aldınız. Demek ki siz hazırlık yapmış, çalışmışsınız. Ne kadar bildiğimiz arızalı adam varsa, şu anda bu çarka su taşıyor ve hepsi de hukuksuzluk yapıyor. Açık açık suç işliyorlar. Yarın hukuk işlemeye başladığında, 8 gün gözaltı yapmanın hesabı sorulur. Rüşvet patlamış durumda şehirde.
-Gözaltına alınan polisler önemli dosyalara bakıyorlardı. Mesela, Casusluk Soruşturması… Ne vardı o dosyada?        
Operasyon başladığı zaman ilk etapta devletin, askeriyenin belgeleri ayıklanıyor, bir buçuk kamyon, 800 klasör askerî belge çıkıyor. Bu bir partide giden miktar. Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı askerî kargo uçağı gönderiyor, belgeleri yükleyip götürüyor. Bunların içinde Kuzey Irak’taki özel kuvvetler komutanlığının konuşlandırma durumu, silah-mühimmat durumu, mevziler ve personel durumlarından tutun, Deniz Kuvvetleri’nin Ege’deki mayınlama haritalarına, devriye rotalarına, uçakların rotalarına, İHA’ların şifrelerine kadar aklınıza gelen her şey vardı.
-Devletin bütün sırları casusların eline mi geçmiş?
Şubat 2013’te Ankara’da bu işin toplantıları yapıldı, şube müdürleri katıldı. MİT’in bütün daire başkanları vardı. MİT’çilere ‘böyle böyle’ diye sunum yaptılar. Orada MİT’çiler ısrarla “Pandora’yı, örgütün arşivini bize verin.” diyorlar. Bir sürü tartışması oluyor. Ancak orada MİT daire başkanlarından biri kızıyor, “Kardeşim, memleketin namusu gitmiş, siz kapıyı kimin kırdığının derdine düşmüşsünüz. Her şey gitmiş, en mahrem bilgiler gitmiş.” diyor. Bu tip yapılara yabancı devletler sızmaya, kontrol altına almaya çalışırlar. Şu ülkenin adamı diyecek durumda değiller ama birçok ülke ile iç içeler. Görüşmelerinde, şöyle bir belge var mesela: “Bunu şu ülkeye satabiliriz.”
-Bu belgeler hakkında hükümete bilgi veriliyor mu?
İdris Naim Şahin, içişleri bakanıydı. Belgeler önüne konuyor. Arasında Kırmızı Kitap da var. İdris Bey çok şaşırıyor, alıyor kitabı eline inceliyor. “Arkadaşlar ben ilk defa Kırmızı Kitap görüyorum, bize vermediler.” diyor. Daha çok belgeye ulaşılabilirdi ancak savcı bey kriter geliştirmiş. Bir, çeteden çıkan fişler var. Mesela A şahsı şu kadın veya erkekle yattı, bunun karşılığında şu belgeyi verdi, denmiş. Şimdi orada bahsedilen belge herhangi bir yerde çıkmış mı? İkincisi, getirilen belge ile bulduğumuz belge uyumlu mu? Bilgisayarı, tarihleri, kim belgeyi işlemiş, kim kaydetmiş? Bu kriterleri tutanları sanık yapıyor savcı. Diğerlerini mağdur, tanık yapıyor. Yoksa bir-iki belgede ismi geçen hiç kimseyi almamışlar.
-Devletin bütün kurumlarına sızılmış mı?
Bütün kurumlarına… Adamlar öyle bir noktaya gelmişler ki hedefe yönelik çalışmaya başlamışlar. Şu adamı da düşürelim, şu kuruma da girelim. Şu belgeyi bulabiliriz, devletin girilmedik hiçbir yeri, alınmadık belgesi kalmamış.
-Hükümet bu konunun üzerine neden gidemedi?
İki sebep var: 17 Aralık’tan sonra ittifak yapacak güçlere ihtiyaç oldu. Mesela Ergenekoncularla ittifak yapıldı, karşılığında ‘Sizi yargılamadan yargıdan kurtaralım’ dendi. PKK- KCK ile ittifak oldu aynı şekilde. Askerî casuslukta da ‘Sizi kurtaralım, siz bizim dosyalara destek verin’ mantığı vardı. İlk başta ‘askerleri kıstırdık, polis operasyon yapıyor, askerlerle ilgili belgeler çıkıyor, görüntüleri alırız elimize, şantaj yaparız’ diye düşünenler vardı. Fakat baktılar ki bir sürü de sivil bürokrat, siyasi bulunuyor bu işin içinde. Dosyayı kapatırsak hem askerlere şirin gözükürüz hem de kendi görüntülerimizi kurtarırız diye düşündüler.
-Asker ve sivil, bulaşmış bütün isimler tespit edildi mi?
Pandora’daki isimler şifrelenmiş. Şifre makinası çalışıyordu. Sürekli yeni belgeler, görüntüler çıkıyordu. Şifrelemenin bitmesi yıllar alabilir diyorlardı. Size bir rakam vereyim, eldeki verilerle ilgili. Bütün Ergenekon soruşturmalarında ele geçen veri toplamı bir terabaytsa, mukayese için söylüyorum, askerî casuslukta ele geçen 100 küsur terabayttı.
-Bu isimler ve gizli belgelerin ortaya çıkması kurumlarda nasıl karşılandı?
Asker çok rahatsız oldu. Her şeyi satmışlar adamlar. İzmir’de nöbetçi subay, nöbet zamanı çekip gidiyor. Rusya’dan kadınlarla buluşacak. Havaalanında iki kadınla buluşup otelin lobisinde USB gibi bir şey veriyor, kadınlar alıp gidiyor. Bütün bunlar teknik takiplere takılmış. Direkt casusluktan dava açılmamıştı, hangi ülkeye hangi belgelerin satıldığının ispatlanması için MİT devreye girmeliydi.
-Polise yapılan suçlamalardan biri de ‘yasa dışı dinleme’.
Türkiye’de emniyet teşkilatında kriptolu telefon dinleme teknolojisi yok. MİT’te var. Biz polisiz. Bizde delilleri bulmak, suç ispatlamakla ilgili adli istihbarat vardır. Bir de istihbarat şubelerin yaptığı önleyici istihbarat vardır. Adli birimler, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele, Terörle Mücadele, CMK’ya göre dinleme yapar. Savcıdan, hâkimden alırız kararı. Dinleme işi bittiğinde isteseniz bile hâkim kararı olmadan dinleme şansınız yok. Herkes bir kendi dairesine bir de TİB’e (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) yazıyor. TİB’e hemen düşüyor. Biz ne Türkcell ne Avea biliriz. Ne de internet üzerinden dinlemeyi, izlemeyi biliriz. Bir muhatabımız vardır; TİB. TİB şirketle görüşür, şirket ses dosyalarını TİB’e gönderir, TİB’den de bize gelir. Dolayısıyla sizin adli, idari hiçbir hiyerarşinizin olmadığı, temasınızın olmadığı kurumlara dinleme yaptırmanız mümkün değil.
-Dinlemeden gözaltına alınanlar oldu?
Önleme dinlemesinde adam tutuklandı, isnat edilen suç sahtecilik. Sahte evrak neydi? Adamın adı, soyadı, TC numarası, her şeyi doğru. Sadece rütbesi albayken sehven yarbay yazılmış. Kanunen TC’si yeter. Adam evrakı yapmış, hepsini göndermiş. Kudret Dikmen’in imzası var. Onu çıkarıp altındaki adamı tutukluyor. Sahtecilik falan yok. ‘7 bin kişiyi dinlediler’ diyorlar. İstanbul’da 234 kişi en fazla. Amir çocuklardan biri ifadesinde ‘Hani 7 bin kişiyi dinlemiştik?’ diye sordu.  
-Yolsuzluk soruşturmalarında sanıkların profili nasıl?
Çanakkale’den sonra en büyük felaket bu. Yıllarca bu topraklarda Müslümanlar ezilip ufalandılar ama en İslam düşmanı bile bir yerde para korunması gerekiyorsa bir dindarı bulup oturtur, ‘Bunlar çalmaz’ derdi. Şimdi bu imaj gitti. Bunlara günah olarak bu yeter. Müslümanı hırsıza ve ırz düşmanına çevirdiler bu insanlar!
___________________
KIZIM EVLENDİ DİYE DEĞİL, BÜYÜDÜĞÜNÜ GÖREMEDİM DİYE AĞLADIM
22 Temmuz’da polislere operasyon yapılınca polis müdürü A.’yı annesi arıyor, “Oğlum, siz yanlış bir şey yapmadınız. Eğer boyun eğerseniz sütümü helal etmem. Adam gibi gidin yatın içeride. Nasıl hapis yatırılırmış görsünler.” diyor. Sorularıma zaman zaman eşi B. de cevap veriyor.
-2009’da bir yolsuzluk soruşturmasını yürüttünüz. Ardından sürgün edildiniz. 22 Temmuz’dan sonra da açığa alındınız. Hakkınızda nasıl bir soruşturma var?
Gençlerin dağa gitmesini neden engelliyor, sorunlu çocukların okuması için niye gayret ediyor diye soruşturma yürütülüyor. Hırsızlığın serbest olduğu yerde bu da suç olur tabii… Müfettiş sıfatındaki insanların bu işleri yapıyor olması işleri hukuki kılmıyor. Ama mantık şu: Siz kapıyı kırın, alın içeri! Kanun çıkarır hallederiz! Bakan Efkan Ala’nın söylediği söz, mantıkları. Meslekten ihraç edilen insanlara bakıyorsunuz, bir tanesinin ihraçlık suçu varsa gelsinler!
-Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz? Paralel misiniz?
Biz bu toplumun insanlarıyız. Vatan-millet deyince çoluğunu çocuğunu bırakıp şehit olmaya koşan insanlarız. Kızım evlendi, odadan çıktım, bağıra bağıra ağladım. Herkes sanıyor ki kızım gitti diye ağlıyorum. Ben kızım gitti diye ağlamadım, neye ağladım biliyor musunuz? Ben kızımın büyüdüğünü göremedim. Ben düğünüme gidemedim. Vallahi, billahi, tallahi düğünüme gidemedim. Düğün tarihim sahte. Sahte ya! Gittim, izin istedim, operasyon var diye izin vermediler. ‘Şart mı senin gitmen! Yapsınlar düğününü!’ dedi amirim. Alamadık biz izin. En acısı ne biliyor musunuz? Bugün iyi yerlerde olan, 12 yıldır hükümete sövmüş bir adam bana dedi ki “Abi niye rapor almadın ya!” Durdum, durdum, “Aklıma hiç gelmedi.” dedim. Ha! Aklıma gelse alır mıydım? Almazdım. Ben mermi yedim ertesi gün, operasyona kafam sarılı gittim.
Eşi B.:On günlük bir rapor verdiler, ‘Hiç evden çıkartmayacaksınız’ dediler. Ertesi akşam operasyona gitti. ‘Nereye gidiyorsun?’ dedim. ‘Gidiyorum’ dedi. Ama doktor kalkma demişti! ‘Bir şey olmaz’ dedi.
A.:Dört çocuğum var. Sürgündüm. Terör müdürü yaptılar. Dördüncü çocuğumda ilk defa ben hastanede nasıl beklenir, çocuk doğunca ne hissedilir, nasıl ele alınır, ilk defa onda gördüm. Eşim aradı ilk çocuğumda, ‘Acele gel, sancılarım başladı’ dedi. ‘Operasyon var, şart mı şimdi doğurman!’ dedim. ‘Sen ne diyorsun, çabuk gel.’ dedi. Çocuğu dördüncü gün gördüm. Eşimi hastaneden çıkarmaya gideceğim, yine operasyon vardı, ‘Müdür boş bir ekibi göndereyim çıkarsınlar’ dedi. İzin yine yok. Oğlumun ismini 20. günde koydum.
-Bu operasyonlar kahraman, fedakâr polislerin varlığını da duyurdu.
Eşi E.:Bana göre herkes böyle yaşar. Biz hep böyle yaşadık, herkes böyle yaşıyor sandık. Hastanelere kendimiz gittik.
A.:Eşim burada, ben onun yerinde olsam 50 kere boşardım, bizimki çekilecek hayat değil ki! Bu kadın tek başına yaşlandı. 4 çocuk büyüttü. Düğüne gitmeyen adamdan adam mı olur! Benim vücudumda yaralanmamış yer kalmamıştır. Diz kapağımda kırık var. Bu olaylar olurken hiçbiri ortada olmayan adamlar her birisi bir kahraman kesildi. Biz hiç makam, mevki düşünmedik, hep vazife peşinde koştuk.
-Size karşı bu linç kampanyası devam ederse ne yapacaksınız?
Etsin, iyice zulümleri artsın ama sanıyorum ki ben, uzun olmayan bir gelecekte biz bunların hepsinin koluna kelepçeyi takarız. Bir kısmı kaçar. Ama nereye kaçar? Kaçabilecekler mi? Şu andaki beceriksizliklerine benzemez bizim polisliğimiz. Hepsini tutar getiririz.
IŞİD VE PKK’YA ALAN AÇILIYOR  
-Diyarbakır’da da görev yaptınız. IŞİD tehdidi büyüyor. PKK’nın yerini yeni bir silahlı örgüt mü alacak?
IŞİD’de iki taraflı operasyon çektiler. Birincisi; Sünni bölgesinde dengeleri bozup kaos ortamı için IŞİD’i kullandılar. Ne kadar radikal varsa topluyorlar. Diğer taraftan PKK’ya alan açıyorlar.
-Nasıl?
Barzani hiç IŞİD’le çatışmadı, geride durdu ve birden ortaya PKK çıktı. Havuz medyasında Kandil’den otobüslerle savaşa giden teröristlerin fotoğrafları yayımlandı. PKK ile ilgili özgürlük savaşçısı görüntüleri verildi. Bunlar sürpriz değil, PKK’ya verilen sözler var. Hatta Öcalan’ı çıkarmak istediklerini biliyoruz. Diyarbakır’da ev tutup kız istemeye gittiler, Fransa’da birini istediler, ‘sevgilim var’ diye kabul etmedi. -PKK en güçlü olduğu dönemi mi yaşıyor?
Geçen sene 73 milyon Hint keneviri söküldü. 289 ton esrar yakalandı. Bunun üçte ikisi Diyarbakır’daydı. Bu sene yakalanan bir gram esrar yok. Ama Anadolu Ajansı’na haber yaptırıyorlar, barış süreci esrar ekiminin de önüne geçti diye. 2013’te Türkiye’de 10 ile 12 bin ton esrar üretildi. Bakın bir gram kullanılıyor, bir normal insanı bütün gün götürüyor. 12 bin ton üretildi, hepsi PKK’nın. Örgütün en güçlü olduğu yerler esrar ekim bölgeleri. Belge imzalıyor, örgüte bırakıyorlar bölgeyi. Tapudan çıktı belge. Yolun kesildiği yerlerde esrar ekiliyor. Mahsulü aldıktan sonra yolları açıyorlar. PKK’nın altı eyalet yapılanması var. Para almayan ve örgüte para gönderen tek eyalet Amed’dir.Diyarbakır’daki paralel operasyonunun temelinde de şehirdeki uyuşturucu trafiği var. Bunun üzerine giden bütün polisleri paralel kılıfı ile görevden aldılar, sürdüler.
.

Kanlı Noel



Kanlı Noel




Kanli_Noel_1963
Kıbrıs’ta Türklerle Rumların eşit ortak olarak kurduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yürütmek yerine Türkleri ortadan kaldırarak tüm Kıbrıs’a egemen olmak için Rumlar çeşitli planlar yaptılar. Bu çerçevede Anayasa’da 13 maddelik değişiklik önerisinde bulunan Rumlar bu önerileri reddedilince önceden yaptıkları plan gereği, eğittikleri silahlı güçleri de devreye sokarak Türklere saldırı başlattı.
Tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen bu saldırılar 1963 Aralık ayında başladı.
20 Aralık gecesi Lefkoşa’nın Tahtakale semtinde evlerine gitmekten olan bir grup Türk’ün otomobillerine açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk şehit düştü, bir grup Türk de açılan ateş sonucunda yaralandı. 21 Aralık günü bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri EOKA çetesi mensupları tarafından kurşunlandı. Aynı gün Lefkoşa’daki Atatürk büstüne de saldırıldı(1). Bir gün sonra Türkiye Büyükelçilik binası ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın ikametgahına ateş açıldı.
Akritas Planı artık fiilen uygulamaya konulmuştu.
1963 yılı Kanlı Noel saldırılarının hedefi Lefkoşa idi. Rumlar, merkeze hakim olmakla bütün Kıbrıs’a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bunun için de kendilerine en büyük engel Lefkoşa’ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası idi. 1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu. Kasaba önemli bir Türk yerleşme merkezi durumundaydı.
Kasaba çevresinde 19 Aralık’tan itibaren faaliyetleri gözlenmeye başlandı. Rum saldırısından şüphelenen Türk Mücahit Teşkilatı’na üye gençler, halkı olası bir saldırıya karşı hazırlamaya çalıştı (2). Rum saldırısı 22 Aralık günü başladı. Küçük Kaymaklı’nın dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmişti. 23 Aralık’tan itibaren yeni takviye kuvvetleri alan Rum saldırganların başına EOKA’cı katil Nikos Sampson geçmişti. Diğer yandan Ada’daki Yunan alayı da saldırganlarla birleşmiş ve Rumlar bütün güçlerini bölgeye teksif etmişti. Makarios’un 22 Aralık günü Garanti Antlaşmaları’nı tanımadığını ilan etmesi, Rum saldırganlara daha da cesaret vermişti.
Türk direnişçiler, 5.000 Türk’ün sorumluluğunu üzerlerine almaları nedeniyle bölgeden ayrılmaya karar verdiler ve bunu 24 Aralık gününden başlayarak uygulamaya koydular. 3.000 Türk Hamitköy’e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa’nın emin bölgelerine gönderildi.
Rum çeteleri, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırırken; Türkler, Küçük Kaymaklı’da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı’ya göndermişti. Geride kalan 550 kadar yaşlı, kadın ve çocuk Türk topluluğu Rum çetecilerce esir muamelesine tabi tutuldular. Bu arada seksenlik imam Hüseyin İğneci ve yatalak 18 yaşındaki oğlu Rumlar tarafından vahşice şehit edildi.
Nikos Sampson’un anılarını yayınlayan Eleftheria gazetesi, 1963 Kanlı Noel’inin gerçek sorumlularını gözler önüne sermektedir. Makarios hükümetinin, İçişleri Bakanlığı’nın ve üçlü karargahın Yunan kanadına mensup subayların emri ile hareket ettiğini açıklayan Nikos Sampson, Küçük Kaymaklı savaşlarını da “Yunanlıların Balkan Savaşları dışında Türklere karşı elde ettikleri tek zafer” olarak ilan etmiştir(3). Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 23 Aralık 1963’te İngiltere ve Yunanistan hükümetleri nezdinde harekete geçti. Rum saldırılarının önlenmesi için birlikte harekete geçilmesini istedi.
Türkiye’nin bu girişimi üzerine, 24 Aralık 1963’te Lefkoşa’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere adına bir ortak bildiri yayınlandı. Bildiride şu ifadeler yer aldı:
“Türkiye, İngiltere ve Yunanistan hükümetleri Garanti Antlaşmasını imza eden devletler sıfatı ile Kıbrıs Hükümeti ile Türk ve Rum cemaatlerini halihazır karışıklıklara son vermeye müştereken çağırırlar. Üç hükümet, bu gece ateş kesilmesi için uygun bir saatin tespitine ve her iki cemaatten buna riayetini istemeye Kıbrıs Hükümeti’ni davet ederler. Üç hükümet ayrıca hukuk nizamının korunması lüzumunu göz önünde tutarak bugünkü durumu doğuran güçlüklerin haline yardım maksadıyla tavassutta bulunmayı teklif ederler(4).”
Bu çağrıya rağmen çatışmalar durmadı. Rum silahlı güçleri 24 Aralık günü Lefkoşa ve diğer Türk bölgelerine saldırıya devam etti. 24 Aralık günü Kumsal bölgesine saldıran Rumlar, Kıbrıs’taki Türk Alayı’nda doktor olarak görev yapmakta olan Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ile üç çocuğunu vahşice katlettiler. Saldırılar sonucunda 18.667 Kıbrıs Türk’ü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler aracılığı ile köylerini terk etmek zorunda kalan Türklerle ilgili araştırma sonuçlarına göre, 1964 yılında Lefkoşa kazasında 39, Girne kazasında 7, Baf kazasında 49, Larnaka kazasında 21 ve Mağusa kazasında 21 köy olmak üzere 124 köy zarar görmüş, yüzlerce Türk ölmüş, binlercesi yaralanmış veya köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı. 1963 yılında başlayıp 1964’te de devam eden olaylarda 364 Türk şehit olmuştur(5).
Makarios’un görüşmelere yanaşmaması ve saldırıların devam etmesi üzerine Türkiye, garantörlük hakkını tek başına kullanmaya karar verdi. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk alayı, garnizonundan ayrılarak gerekli mevzilere yerleşti. Bu sırada Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları da Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başladılar. Diğer yandan, Türk toplumuna karşı acımasız bir şekilde saldırıya geçen Rum Radyosuna cevap vermek ve Türk toplumunun moralini yükseltmek gayesiyle “Bayrak Radyosu” yayına başladı.
KAYNAK:
Çay, Abdulhaluk Mehmet-; Kıbrıs’ta Kanlı Noel-1963, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1989.
DİPNOTLAR:
1) Aydın Olgun, Kıbrıs’ın Anatomisi, Dört Devir, Dört Lider, Ankara 1975, s. 23; Halil Fikret Alasya, Tarihte Kıbrıs s. 221; Pierre Oberling, s. 69.
2) Rum alayı ve EOKA çetelerine karşı koymaya çalışan Türklerin elindeki silahlar 6 piyade tüfeği, 5 sten, 2 bren, çeşitli tabancalar, 100 av tüfeğinden ibaretti.
3) TAK, Özel Sayı: 1/89.
4) Mehmet Gönlübol ve diğerleri, s. 407.
5) Zaim M. Nedjatigil, The Cyprus…, s. 17-18; Pierre Oberling, s. 97.
 

YASSIADA GİBİ..,




YASSIADA  GİBİ..,





Türkiye’de Anayasa Ve Hukuk Askıda. Yolsuzlukların Üzeri Örtülürken, Masum İnsan ve Kurumlar Yok Edilmek İsteniyor. Yargıtay Onursal Başkanı Selçuk, “Aynen Mccarthy Dönemi Ve Yassıada Gibi.” Diyor.
Türkiye’de 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra  yaşananları, olup biteni nasıl yorumlayacağız? Ülkenin üzerine bir ölü toprağı serpilmiş. Kimseden ses çıkmıyor.  Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’la Bilkent Üniversitesi’nde işte böyle bir ortamda buluşuyoruz. Ülkenin en saygın hukukçularından Prof. Dr. Sami Selçuk, olağanüstü dönemlerde dahi yaşanmayan hukuksuzlukların altını çiziyor. “Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.” diyor. Akıl ve vicdanlara sesleniyor. Ülkenin anayasal kurumları ve aydınlarındaki suskunluğa dikkat çekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 aydır sürdürdüğü ‘paralel yapı’ söylemi ile bir cadı avı başlatılmasının korkutucu olduğunu söylüyor ve net konuşuyor: “Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur.”
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor. Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek. Hükümet, kendisine bağlı medya ve basın aracılığıyla, rakip gördüğü adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Olup bitenleri konuştuğumuz Selçuk, tarihî değerlendirmelerde bulunuyor.
-Adalet Bakanı bir ili ziyaret ediyor, savcı el pençe divan duruyor. O fotoğrafı gördünüz mü?





Gördüm ve çok üzüldüm.
-Nasıl değerlendirdiniz?
Yargının böyle bir fotoğrafla, yargının bir temsilcisi aracılığıyla küçük düşürülmesini uygun bulmuyorum. Savcılar da bağımsızdır. Budapeşte Kararları’nı kimse unutmamalı ve herkes, özellikle de siyasetçi bu konuda çok duyarlı olmalı. Özellikle de bir başka siyasetçinin göreve getirdiği adalet bakanları. Eğer bu resim bir Avrupa Birliği ülkesinde yayımlansaydı kamuoyu demokrasisi hemen harekete geçerdi ve yer yerinden oynardı.
-HSYK seçimleri öncesi hâkim ve savcıların özlük haklarındaki düzenlemeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Şık değil. Yapacak idiyseniz, bir yıl önce yapsaydınız.
-Bir AKP’li, HSYK’dan hükümet listesi çıkmazsa seçim sonuçları gayrimeşrudur, dedi.
Saçmalamış. Neden gayrimeşru olsun? Meşruluğu yasalar tanımlar, birisinin kişisel görüşü değil.
-HSYK seçimlerine hükümet, cumhurbaşkanı karışmamalı diyorsunuz. Ancak hükümet bu sürecin tam ortasında.
Kesin. Yanlış olan da bu. Bir kere adalet bakanı kurulda olamaz. Olursa da oy hakkı olmamalı. Müsteşar hiç olmaz. Düşünebiliyor musunuz, müsteşar gidiyor, taşradaki yargıçlar toplantısında “Hükümeti yıkmaya teşebbüs edilmiştir.” diyor. İnsaf! Hükümeti yıkmanın tanımını Türkiye Cumhuriyeti yasası yapar. Üstelik siz bir siyasetçi değil, kamu görevlisisiniz. Niye siyaset yapıyorsunuz? Dahası yargıç sınıfındansınız. Tüylerim diken diken oluyor bunları dile getirirken. Müsteşar, ‘paralel yapı’dan söz edebiliyor. Çok üzücü.
-Aylardır AKP hükümeti ‘paralel yapı’ ile mücadele edeceğiz diyor. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilim adamları, hukuk adamları, kesin, sınırları belli tanımlar, kavramlar, terimler, sözcükler kullanan insanlardır. Siz bana ‘paralel yapı’nın sınırlarını çizebilir misiniz, tanımını yapabilir misiniz? Bunu profesör, doçent, doktor unvanlı kişilere, bilim insanlarına yakıştıramıyorum, hukukçulara hiç yakıştıramıyorum. ‘Paralel yapı’ diye bir şey varsa, o yapı içinde suç işleyen birileri varsa, onu ve işlediği suç eylemini savcılığa bildirirsiniz. Siz geriye çekilirsiniz, savcılık da gerekli soruşturmaları yapar. Yapılacak şey bu. Sürekli bürokrasinin tamamını suçlayıp duruyorsunuz. İnsanlar kendilerinden kuşkulanıyor.
-Nasıl?
İzmir’den gelirken görevli bir meslektaşımla karşılaştım. Yargıtay’a seçilen 160 üyeden 145’inin ‘paralel yapı’dan olduğunu söyleyebiliyor. Bunu nereden bildiğini sorduğumda bildiğini söylüyor. O kadar. Kanıtlarını bilemem. Diyelim ki gerçekten biliyor ve her biri de bir ideokrat. Peki, bu yargıçlar, karar verirken ideolojilerini kararlara yansıtıyorlar mı? Buna da evet yanıtını veriyor. “Peki, bunu nasıl kanıtlayacaksınız? Sadece Allah bilir.” dediğimde de bildiklerini söyleyebiliyor. Bir Alevi ya da Sünni yargıcın kendi mezhebinden olanlara kayırıcı kararlar verebileceğini düşünebilir misiniz? Olur mu böyle bir saçmalık? Siz böyle bir iddia ortaya attığınız zaman onu kanıtlamanız gerek. 17 yıl yargıçlık yapmış birinin bu mantık çarpıklığını anlamak imkânsız. Bu mantık yanıltmacası aslında hukukun temel kuralına da aykırı. Çünkü hukuk insanların iç dünyalarıyla uğraşmaz. Ortaçağ’da yaşamıyoruz. Ortaçağ’da Fransız kralını öldürmeyi düşünmek, iç dünyada kalsa dahi suçtu. Böyle bir ortam içinde sağlıklı seçim olmaz. Herkes birbirini suçluyor. Bu oluşumların dışında kalanlar da kıyıya çekilmiş, aman bana bulaşmasınlar kaygısını yaşamakta. Bana mektuplar geliyor, şu kadar yargıç meslekten atılacak, şu kadar savcı sürülecek… Tam bir rezalet. Olacak işler değil. 40 yıllık meslek hayatımda böyle bir şey yaşamadım ben. Çok çirkin buluyorum ve üzülüyorum mesleğim adına.
-‘Paralel yapı’ denilerek yargıda bir cadı avı başlatılabilir mi?
Bu ‘paralel yapı’ denilen ne menem şeyse yargı önünde kanıtlanmadığı sürece bir safsata olarak kalmaya mahkûmdur. Aslında paralel yapı demez, sorumluluğunu bilen bir insan. Hadi siyasetçi kullandı diyelim. Ama siyasetçiler içinde iyi hukukçular var, bilim insanları var, işte onlar bu sözcükleri kullanamazlar. 2 yıl süreyle kamu görevlilerinin yargı kararına rağmen göreve dönemeyeceklerini yasal norm olarak düzenlemek, bir hukukçunun yapabileceği en büyük yanlışlıktır. Bu öylesine Anayasa’ya aykırı bir şey ki! Bırakın bir hukukçuyu, “Yargı kararlarının uygulanması geciktirilemez” diyen maddesini okuma bilen bir çocuğa okutup sorsanız bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu size söyleyecektir. AKP içinde çok iyi hukukçular var, güvendiğim hukukçular var. Bir tanesi “Ne yapıyorsunuz, bu yaptığımız yanlış!” demiyor. Buna benim aklım ermiyor. Üzülmez misiniz? İnsan yapısı ne kadar değişik Türkiye’de. Ağzımdan üzücü bir sözcük çıkmaması için çabalıyorum. Yüreklilik bile değildir bu aslında. Birisi çıksa dese ki “Anayasa’nın şu maddesini okuyun.” Hepsi bu. Ama demiyor kardeşim. Kimse şunu aklından çıkarmasın. Yeryüzünde yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıran ilk düzenleme, bu topraklarda, Anadolu’da yapılmıştır. Hitit Kralı İkinci Tuthaliya, bundan yaklaşık 35 asır önce, evet dile kolay, 35 yüzyıl önce, yargı kararlarına uymayanları ölüm cezasıyla cezalandıracağını duyurmuştur. Bu olay, hukukun üstünlüğünü benimseyenlerin kulaklarına küpe olmalı.






-Ortaçağ’daki cadı avlarında da muğlak suçlamalar, göstermelik yargılamalar var. Korku hâkim!
Aynen öyle. Aynen McCarthycilik dönemi... Birtakım ihbarlar geliyor. Sözgelimi savcısınız. İktidara yakınsınız ya da karşısınız. Böyle olduğunuz için bir şeyler uyduracaksınız, öyle mi? Böyle bir şey olabilir mi? Siz savcı olsanız, iktidardan yana olsanız yapabilir misiniz böyle şeyler? Vicdanınız buna izin verir mi? Çok korkunç. Benim bunlara aklım hiç ermiyor. Görevdeki kimi bürokratlar, yargıçlar, savcılar anladım ki birbirilerine girmişler, birbirlerini suçluyorlar. Rakam veriyorlar. Evet, kanıtınız nedir diyorum. Kanıtı yok. ‘Biz biliyoruz’ diyorlar.
-Gezi eylemleri ile ilgili iddianame mahkeme tarafından kabul edildi. Bir taraftar topluluğu olan Çarşı grubu hükümete darbe yapmakla yargılanacak.
İddianameyi görmedim ama Gezi eylemlerinin bir darbe girişimi olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum. Çünkü darbenin tanımı Türk Ceza Yasası’nın 312. maddesinde yasal olarak yapılmıştır. Kimse kendinden menkul tanım yapaya kalkışamaz. Gülünç olur. Türk ceza hukuku ve Türk Ceza Yasası “eylem/fiil ceza hukuku”dur, Hitler Almanya’sının ya da Stalin Rusya’sının “etkin özne/fail ceza hukuku” değildir. Söz konusu 312. maddenin odağında “şiddet kullanılması eylemi” var. Amaçları darbeymiş varsayımları geçersizdir. Varsayım ve zan üzerine hüküm kurulmaz. Şiddet kullanma yoksa suç da yoktur. (Ceza Kanunu’nun 312. maddesini okuyor) Bakın ne diyor madde: “Cebir ve şiddet kullanılarak” diyor. Bu koşullarda iddianamenin neden ve nasıl kabul edildiğini de anlamış değilim. Belki de bilmediğim kanıtlar var.
-17-25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarını yapan polis de hükümete karşı darbe girişimi ile suçlandı. O iddianame de kabul edildi mahkeme tarafından.
Ona da aklım ermiyor.
-Yakup Saygılı, soruşturmayı yürüten polis müdürü, yargılanacak, cezaevinde.
Evet. Ben şiddet öğesine bakarım. Suçta temel öğe budur. Bakın bunun en çarpıcı örneği yıllar önce İspanyol parlamentosunda yaşandı. Bir albay elinde silah parlamentoya girdi, hükümeti devirmeye kalkıştı. Bizde bunun örneği Talat Aydemir olayıdır. Orada da şiddet vardı. Ceza Kanunu açık. Orada yazıyor. Bakın, başlığında var. Bunlar devlete ve millete karşı suçlar arasında düzenlenmiştir. Hükümeti devirmeye teşebbüs etmek kişilerin demokratik ortamda yaşama hakkına karşı bir suçtur. Korunan değer budur. Ahmet’in Mehmet’in değeri değildir, ortak değerdir. Bakın maddede “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” diyor. Suçun tamamlanmasını beklemiyor. Suç tamamlanırsa, darbe başarılı olursa zaten iktidar değişir, yeni bir iktidar doğar, kendi hukukunu uygular.
-Bu davalara AB ve Amerika’dan çok ciddi tepkiler geliyor. AKP hükümeti eleştirileri dikkate almıyor ve ‘AB bu işe karışmasın’ diyor.
AB’nin işe karışması olağan. Bireysel başvuruyu ve devletlerarası denetimi benimseyen ve AB hukukuyla bütünleşme iddiasıyla yola çıkan bir ülkenin yönetenlerinin çelişmeye düşme hakkına sahip olmaları olanaksızdır. Türk hukuku Kara Avrupa’sından alınmıştır ve bu hukukla bütünleşmek zorundadır.
-17- 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sürecinde kamu kurumlarındaki tasfiye furyasında yargıda yüzlerce savcı ve hâkimin görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atamaları yargı bağımsızlığı ve bunun güvencesi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) açılarından üzüntü ve kaygıyla karşılıyorum. Özellikle soruşturmada bulunanların karakışta atanmaları insanı mutlu yaşatmakla yükümlü devletin hâlâ kendine tanınan meşru gücü insanları rahatsız edecek ve incitecek biçimde kullanması Türkiye’nin ‘devlet insan içindir’ ilkesini kaale almadığını, ‘insan devlet içindir’ ve hikmet-i hükümet anlayışlarının egemenliğini benimsediğini gösteriyor.
-17 Aralık’tan sonra AB üyelik sürecinin temelini oluşturan Kopenhag Kriterleri de ihlâl edildi. Adlî kolluk yasası değiştirilerek doğrudan mülkî/idârî amirlere bağlanmak istendi.
Kopenhag ölçütleri hoyratça çiğnenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çiğnenmiştir. Anayasa çiğnenmiştir. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince hukuk içinde olması gereken devlet hukuku dışlamış, bu dışlama girişimine hukuksal bir kılıf aramış ve aramaktadır. Kişilere göre ve kişileri kurtarma amacıyla, var olan yasalar değiştirilmekte, ‘yok yasa, yap yasa’ ilkel anlayışıyla hukukî düzenlemeler yapılmaktadır. Çoğunluk iktidarı, önce elbette otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme riski taşır. Bundan herkes gibi ben de tedirginim.
-Operasyonlar ve yargılama için altyapı hazırlıyoruz denilerek sulh ceza hâkimlikleri kuruldu. 22 Temmuz’da gözaltı ve tutuklamalar başladı.
Yanlış, çok yanlış. Yasal/doğal yargıç kavramına aykırı. Yasal yargıç, doğal yargıç kavramı Anayasa’da var. İşlemler buna aykırı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da aykırı.
-İktidara yakın bazı kişiler bu mahkemelere atandı.
Onlar benim için önemli değil, bu yargıçlıkların oluşturulması doğal yargıç kavramına aykırı. Çünkü iddia edilen eylemler/suçlar sonrası oluşturulmuş ve atamalar yapılmıştır. Konu yargı yoluyla Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürülürse siyasetçiler mahcup olacaklardır.
-Bu mahkemelerin kurulması daha önceki İstiklal Mahkemeleri veya Yassıada Mahkemesi ile benzeşiyor mu?
Evet. Çünkü doğal yargıç kavramına onlar da aykırıydı. Suç sonrası oluşturulan mahkeme doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Bunlar suçu işledikten sonra ihdas edilen yargı organları oldukları için doğal yargıç ilkesine aykırı idiler. Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı adlı mahkeme tam anlamı ile doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Aslında Yassıada’da yargılananların suçlarına bakacak doğal yargıçlar vardı, belliydi. Kişileri cezalandırmak için mahkemeler kurarsanız, o yargılamalara kimse inanmaz. Doğal yargıç ilkesi bu nedenle önemlidir. Yassıada Mahkemesi’nde verilen kararlar doğru mu değil mi bilmiyorum. Dosyayı incelemek gerek. Ama bunların içinde Anayasa’yı çiğneme suçunun oluştuğu kanısında değilim. Çünkü Anayasa’ya aykırılık Meclis’ten geçmiş bir yasada söz konusu olamaz. O yasanın bir hükmü, Anayasa’ya hukuken aykırı olur, ama suç olmaz. Ancak 6-7 Eylül olayları suç olabilir. Merhum Fuat Köprülü tanıklık yaptı ve “Biz bu eylemleri düzenledik. Ama bu noktaya geleceğini düşünmedik.” dedi. Mahkeme bu tanıklığı kabul etti ise elbette suç oluşur. Onun dışındaki suçlardan kuşkuluyum, dosyayı da bilmiyorum.
-Yeni Türkiye’den ne anlıyorsunuz?
Bunlar siyasi lakırdılar. İçeriği belli değil. Sözcükleri bulanık biçimde kullanmak doğru değildir. Bilim insanı ve hukukçu çok anlamlı (équivoque) sözcüklerden kaçınmak, tek anlamlı (univoque) sözcüklerle konuşmak zorundadır. Bu bilim haysiyetiyle ilgilidir. Bilime inanan siyasetçi de bu kurala uymak zorundadır.
-TİB’e mahkeme kararı olmadan site kapatma izni verildi.
Bunların hepsi yanlış. Demokrasiden uzaklaşmadır. AB zaten hep uyarılarda bulunuyor. Yani çoğunluk iktidarları bunlara benzer girişimleri hep yaptı.
-Yargıyı iktidar tamamen kontrol altına alırsa ne olur? Ne bekliyor ülkeyi?
İktidar kendisine de zarar veriyor, Türkiye’ye de zarar veriyor; yıkım bu. Çok yazık. Kısır bir döngü bu. Hiç geçmişten ders almıyoruz. Almadığımız için de tarih tekerrür ediyor. Ders alsak tekerrür etmeyecek.
-Nasıl bir tablo çıkar?
Sonuna dek gitmez bu böyle. Gücü yetmez kimsenin buna. Tarih bunlara tanıktır. Bir yerde patlama olur. İktidar mensupları kaybeder. Bir yerde durur bu. Eğer 1961’de seçim olsa iktidar değişebilirdi. Aynı olay İngiltere’de de yaşandı. 1945’te Churchill zafer kazandı, ama şımardı. İngilizler ona ders verdiler, İşçi Partisi kazandı. İnsanın doğasında var yanlışlık yapmak. Ama daha sonraki seçimlerde yine Churchill’e oy verdiler, İngilizler. Bir kez kulak çekilmiş oldu. Çok önemli bir olgudur bu. Ben yanlışlıkların süreceği kanısında değilim. Ancak yargı bağımsızlığı konusu çok önemli. Yargının çok yıkıma uğramamasını dilerim. Çok kaygılıyım.
-17 ve 25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonlarından sonra 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi hukukun askıya alındığı bir süreç yaşanıyor. Bu döneme bir isim vermek isteseydiniz, ne derdiniz?
Türkiye’de bugüne kadar çoğunluğu elde eden her parti, tek başına iktidar olduğu zaman demokrasiyi sekteye uğrattı. Bunu kabul edelim. Çünkü yöneticilerde demokrasi bilinci henüz yetersiz. Örneğin, rahmetli Menderes ve partisi 1950’de seçimi kazandı. 1955’ten sonra baskı başladı. Biz o dönemleri yaşadık.
-1955 mi, 1957 mi? 1957’deki üçüncü seçimden sonra gerilim yükseliyor.
1955’te başladı. 1954’te sanırım Demokrat Parti (DP) yüzde 57 oyla 502 milletvekili çıkardı. CHP, yüzde 35’le 34 kadar milletvekili alabildi. O zaman çoğunluk sistemi vardı. 34 milletvekili sıkı bir muhalefet yaptı. 1957 seçimine gelindiği zaman DP’ye halk dedi ki “Sen hak ve özgürlükleri sınırlamakta ileri gittin.” DP, yüzde 47 oy aldı. CHP ise yüzde 41’le 178 milletvekili çıkardı. Bu halkın sağduyusunun güçlülüğünü gösterir. Bakın o seçimlerde CHP, sanırım Gaziantep gibi, Konya gibi kimi yerlerde çok ufak farkla kaybetti. Sözgelimi Konya’da on bin farkla kaybetti. 1954’te yüz bine yakın farkla kazandı DP. 1957’de bu fark nüfus çoğalmasına karşın on bine düştü. Konya 21 ya da 26 milletvekili çıkarırdı o dönemde. Keşke bir iktidar değişikliği olsaydı, 1961’de her şey rayına girseydi. İktidar, hakları ve özgürlükleri sınırlayınca desteğini yitireceğini görecekti. Burada da aynı şeyi görüyorum ben.
-Nasıl?
2007’deki seçim başarısı, olumsuz değişimi başlattı. “Demek ki” dedi iktidar, “Biz rahatız.” Bu anlayış yavaş yavaş herkesin ve özellikle genel başkanın kafasında oluşmaya başladı. Bir kez Avrupa Birliği’nden uzaklaşıldı. 2010’da hızlandı bu uzaklaşma. 2011’de değil. Referanduma götürülen metinde iyi düzenlemeler de yapıldı. Ben bunlardan kimilerini destekledim.





-Yargıdaki değişiklik yargı bağımsızlığı için önemli değil miydi?
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değişmesi önemli ama bu kesinlikle yargı bağımsızlığını gerçekleştiremez. Çünkü Türkiye’de insan yapısı çok değişiktir. İnsanımız, hâlâ güce tapmakta. Biz yurttaşı yetiştirdik ama bireyi yetiştiremedik. Birey hesap soran insandır. Vergim nereye harcandı diyen insandır, birey “Bugün git, yarın gel” diyen memurun karşısında “Hayır, çay içiyorsun, önce benim işimi yapacaksın” diyen insandır. Biz bu insanı henüz yetiştiremedik. Güçlüye taparız. Yönetenlerde ve yönetilenlerde hukuk bilinci çok zayıf. Kamuoyu demokrasisi yok. Hukuk toplumunu oluşturamadık. Meclislerle yasalar yapmak bu bilincin bulunduğunun kanıtı değildir. Toplumumuzun her katmanında bunu görürsünüz. Ben bunu çok yaşadım.
-Ne yaşadınız?
1999 adli yıl konuşmasında meslektaşlarım uzun süre ayakta alkışladılar beni. Yerime geçmek istedim, alkışlar sürdü. İki gün boyunca akın akın kutlamalar yapıldı, övgüler düzüldü. Üçüncü gün Hürriyet ve Cumhuriyet bana karşı tutum takınınca, eleştiriye başlayınca tek kişi beni kutlamaya gelmedi. Dikkat edin, bu olay bağımsız insanlar katında yaşanıyor. Ben bunu gördüm ve yaşadım. Şimdi bu insanlardan bağımsız davranmalarını bekliyorsunuz. Haklı olduklarında da direnmelerini... Yargıtay’da A’dan Z’ye düzenin değişeceği tartışılıyor ama Yargıtay’dan hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Şimdi böyle bir ortamda yargı bağımsızlığını nasıl sağlarsınız?
-Sağlanamaz mı?
HSYK’nın yapısı değişirken de söyledim. Taşradan seçim olayını on yıl yaşadık. 1961 Anayasası’nda vardı. Gördük ki bu sakıncalıdır, hiçbir işe yaramıyor. Vazgeçtik. Neden? Oraya seçilen arkadaşların çoğu kimseye karşı çıkar görünmek istemedi. Gelecekte Yargıtay üyesi, Danıştay üyesi olma kaygıları vardı. Bu yüzden bundan vazgeçilmesini önerdim. “Eğer” dedim, “Vazgeçmeyecekseniz size bir önerim var. Üyeler, bu görevleri bittikten sonra sekiz yıl eski görevlerinde kalırlar diye bir madde ekleyin ki bu umut kalmasın ve daha bağımsız ve korkusuz olsunlar.” Nitekim son olaylarla bu durum doğrulandı. Orada tek doğruları dile getiren bir üye var. Neden? Çünkü o arkadaşımız Danıştay üyesi. Bu görevi bittiğinde Danıştay’a dönecek, emekli oluncaya dek bu görevde kalacak. Kimse dokunamaz kendisine.
-Sizin teklifiniz neydi?
Kurulun oluşumu hakkında ben şöyle düşünüyorum. HSYK üyelerinin büyük çoğunluğu Danıştay ve Yargıtay’dan olsun. Taşradan da taşranın gereksinimlerini yansıtabilmeleri için birkaç kişi seçilsin. Geldiğimiz nokta bunu kanıtlamıştır.
Makul çoğunluk mu kazanacak, iktidar mı?
Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor.
Sami Selçuk’un “AB ülkelerinde bu fotoğraf yayımlansa yer yerinden oynardı.” dediği görüntüler Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ziyaret ettiği pek çok ilde yaşandı. AKP, uzun süredir HSYK seçimleri için seferber olmuş durumda. 12 Ekim 2014’te, adli ve idari yargıda görevli hâkim ve savcılar, HSYK’ya kendi aralarından toplam 10 üye seçmek için sandık başına gidecek. Modern demokrasilerde, hâkimlerin ve savcıların mesleğe alınma ve meslekten çıkartılmaları, bir yerden başka bir göreve atanmaları, görevde yükselmeleri, disiplin işlemleri, yüksek yargıya üye seçilmeleri gibi kararları almak üzere, yürütmeden ve yasama organından bağımsız, üyelerinin yarısından fazlasını yargı mensuplarının oluşturduğu bağımsız kurullar bulunuyor. Türkiye’de bu işlevi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yürütüyor. Hukuk devletinin olmazsa olmazı güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkeleridir. İktidar HSYK’yı ele geçirerek yargının bağımsızlığını bitirmek istiyor.
12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumundaki önemli maddelerden biri HSYK’nın yapısındaki değişiklikti. HSYK, referandum öncesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin kendi aralarından seçtikleri 5 yüksek yargıç ve adalet bakanı ile onun müsteşarından oluşuyordu. Referandum ile birlikte kurulun üye sayısı arttı. Hâkim ve savcılar seçime dâhil edildi. HSKY’da bakan ve müsteşar dışında, yüksek yargıdan seçilen 5, adli yargıdan 7, idari yargıdan 3, Adalet Akademisi’nden 1, cumhurbaşkanının seçtiği 4 olmak üzere toplam 22 kişi bulunuyor.
17-25 Aralık’tan sonra yolsuzlukların üzerini örtmeye çalışan AKP, emniyet ve yargıda büyük tasfiye gerçekleştirdi. 2 bin 500 hâkim ve savcı yer değiştirdi, önemli davalara bakan hakim-savcılar görevlerinden alındı. Anayasa’ya aykırı olarak kurulan Sulh Ceza Hâkimlikleri ile emniyette operasyonlar başladı. Bazı dosyalar kapatıldı. Ancak Erdoğan, emniyetteki cadı avını HSYK’yı ele geçirerek yargı ve bütün kamu kurumlarında sürdürmek istiyor. AKP, HSYK’da yarıdan bir fazlayı (salt çoğunluk), yani 12 üyeyi bulursa yargıda istediğini yaptırabilir. Yargı yürütmeye bağlanır. Erkler ayrılığı biter.
HSYK’nın 22 üyesinden 7’sinde sorun yok. Adalet bakanı ile müsteşarı 2 doğal üye. 4 üye cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bir üye de hükümetin denetimindeki Adalet Akademisi’nden gelecek. AKP, kalan 15 üyeden 5’ini daha kazanırsa çoğunluğu ele geçirebilir.
Yargıtay, 3 üyesini seçti ve AKP’nin desteklediği adaylar kazanamadı. Danıştay’dan 2 ve adli-idari yargıdan 10 üye daha gelecek. Bu yüzden adli ve idari yargıdan seçilecek 10 üyenin hükümetin listesinden olup olmayacağı daha önem kazandı.
Hükümetin kurdurduğu Yargıda Birlik Platformu (YBP), devletin bütün imkânlarını kullanarak seçimlere günlerdir hazırlanıyor. Adalet Bakanlığı güdümündeki bu grupta hükümetle yakın çalışan 6 bürokrat var.  Hükümetin karşısında YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın oluşturduğu liste yarışıyor. Son olarak seçime ‘bağımsız’ İbrahim Okur, Hayrettin Türe, Celal Avar gibi isimler katılıyor.
Cumhurbaşkanı, hükümet ve Adalet Bakanlığı, YBP listesi için seferber durumda. Adaletsiz bir yarış sürüyor. Ankara’da yapılan YBP listesinin tanıtım toplantısına, başsavcılıklardan otobüsler kaldırıldı. Bu otobüslere devletin resmî polis eskortları verildi. Adalet Bakanı özel uçakla il il dolaşıyor. Müsteşarı aynı şekilde… YBP listelerini polis dağıtıyor. Eğer hükümetin listesi kazanırsa rüşvet gibi bir yasal düzenleme de Meclis’e sevk edilecek, hazır bekletiliyor! Hükümet, kendisine bağlı çalışan bir kısım medya ve gazeteler aracılığıyla, rakip gördüğü bağımsızlar ve YARSAV ile Yargıçlar Sendikası’nın desteklediği adaylar hakkında olumsuz algı oluşturmaya çalışıyor. Hiçbir somut delil göstermeden adaylar karalanıyor. Adalet Bakanlığı da bu yayınları sessizlikle izliyor!
HSYK seçiminin provası kısa süre önce Yargıtay’da yapıldı. Yargıtay Başkanlık Kurulu seçiminde hükümetin desteklediği liste ‘sıfır’ çekti. 387 üyenin oy verdiği seçimi, sosyal demokrat, milliyetçi, liberal ve muhafazakârların destek verdiği liste kazandı. Yargıtay’ın HSYK’ya seçtiği üç aday arasına da hükümetin desteklediği hiçbir isim giremedi. Sonuçlar incelendiğinde seçimin cemaatle hükümet arasında değil, hükümetle yargının bağımsızlığını savunan görüşler arasında geçtiği anlaşılıyor. Şöyle ki:
Anayasa gereği Yargıtay Genel Kurulu, HSYK’ya 3 asil, 3 de yedek üye seçmek için sandık başına gitti. 13 kişinin aday olduğu seçimde iki liste yarıştı. 387 üyeli Yargıtay’da yapılan seçimde 373 kişi oy kullandı. Hükümet Yargıtay’dan HSYK’ya gelecek 3 üyenin en az birini almayı planlıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 20. Hukuk Dairesi Üyesi Yakup Ata 201, 7. Ceza Dairesi Üyesi Kerim Tosun 196 ve 18. Hukuk Dairesi Üyesi Mustafa Kemal Özçelik 193 oy alarak HSYK’nın yeni asıl üyeleri oldu. Hükümet sadece bir yedek üyelik alabildi. Yargıtay 13. Ceza Dairesi Üyesi Salih Sönmez 175, 8. Hukuk Dairesi Üyesi Ali Eryılmaz 167 ve 14. Ceza Dairesi Üyesi Alp Arslan ise 156 oyla yedek üye olarak seçildi. Alp Arslan’ı hükümet destekliyordu. Seçimi kaybeden üyeler Zeynep Nilgün Hacımahmutoğlu 142, Ali Orhan 153, Rıza Şahin 149, Muharrem Akkaya 135, Halit Baysoy 72, Mustafa Ateş ise 32 oy aldı.
2010’daki referandum sonrası oluşturulan yeni HSYK, Yargıtay’a 160 üye seçmişti. Asil üye olarak seçimi kazanan Kerim Tosun, Yargıtay savcısıyken 160 kişi ile birlikte Yargıtay üyeliğine atanmıştı. Mustafa Kemal Özçelik de referandum sonrasında yüksek mahkemeye atanan üyelerden biriydi. Danıştay 29 Eylül’de 2 asıl, 2 yedek üye seçimi yapacak. Hükümetin korkusu aynı ittifakın HSYK’da da sandıktan çıkması!
PROF. DR. SAMİ SELÇUK KİMDİR?
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, 1937’de Konya Taşkent’te doğdu. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ankara’da yargıç adayı olarak mesleğe başlayan Selçuk, sırasıyla Sütçüler, Akşehir, Yenice’de görev yaptı. 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinde bulundu. 21 Eylül 1982’de Yargıtay üyeliğine seçilen Selçuk, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca, 10 Temmuz 1990’da ilk kez, 13 Temmuz 1994’te ikinci kez, 13 Temmuz 1998’de üçüncü kez Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 7 Temmuz 1999’da Yargıtay 1. Başkanlığı’na seçilen ve bu görevden 15 Haziran 2002’de yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Sami Selçuk, şimdilerde Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi.






Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1978-1982 arasında doktora yaptı, 1986’da doçent, 2006’da profesör oldu. Yayınlarından bazıları şunlar:
 “Dolandırıcılık” (İstanbul, 1982),
 “Dolandırıcılık Cürmünün Kimi Suçlardan Ayrımı” (Ankara, 1986),
 “Temsili ve Katılımcı Demokrasinin Kökeni” (İstanbul, 1987),
 “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” (Ankara, 1998),
 “Demokrasiye Doğru” (Ankara, 1999),
 “Konuşma” (Ankara, 1999),
 “Özlenen Demokratik Türkiye” (Ankara, 2000),
 “Longing for Demokracy” (Ankara, 2000),
 “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü” (Ankara, 2001),
 “Özlenen Hukuk/Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2002),
 “Beccaria’nın İnsanlığa Mesajı” (Ankara, 2004),
 “Bağımsız Yargı/Özgür Düşünce” (Ankara, 2007),
 “2007’nin Hukuk Olayı/Anayasa Mahkemesinin 367 Kararı” (Ankara, 2008),
 “Kısıtlı Demokrasi/Sancılı Hukuk” (İstanbul, 2009),
 “Batıgil Demokrasinin ve Hukukun Doğugil Serüveninden Kesitler” (İstanbul, 2009), 
“Adalet ve Yaşayan Hukuk” (Ankara, 2009),
 “Demokratik Yönetim/Özgür Birey (Ankara, 2010),
 “Doğru Çözüm: Yepyeni Bir Anayasa” (İstanbul, 2010), 
Dreyfus Davası (Ankara, 2014), 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Beş Mektup (Ankara, 2014).
.