Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2015 Pazar

BÜYÜK NUTUK GÜNLERİ




BÜYÜK  NUTUK  GÜNLERİ




Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm kabiliyet ve ihtiyacı belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu kabiliyet ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum..(Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1922)
——————————————————————————————
——————————
NUTUK, Atatürk’ün ölümsüz eseridir.
Ülkemizin bugün içine sürüklendiği kargaşa ortamında NUTUK her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Son yıllarda yaşadığı olağanüstü olayları algılamakta zorlanan  halkımız Tv. ve radyo haberlerini dinlemekten ve özellikle gazete okumaktan korkar hale gelmiştir.
Nereye gidiyoruz? Ne olacak bu memleketin hali? Sorularına mevcut sistem içinde yöneticilerinden inandırıcı cevabı alamadıkları için halkımız her geçen gün daha karamsar ve kötümser olmaktadır. Toplumda psikolojisi bozuk insanların çoğalması ise hayra alamet değildir. Çünkü böyle insanların yaşadığı toplumlarda yöneticilerin sağlıklı kararlar verdikleri görülmemiştir.
Oysa korkunun ecele faydası yoktur. İnsan bilmediği ve sonunu göremediği olaylardan korkar. Bilgi korkunun panzehiridir. 12 bin yıldır tarih sahnesinde Türk toplumu bugünün benzeri olayların daha da kötülerini yaşamıştır. Ama sonunda bu kötü günleri geride bırakmanın yollarını mutlaka bulmuştur.
Atatürk, NUTUK’ta Türkiye Cumhuriyetinin kurtuluş mücadelesinin öncesinde toplumun yaşadığı olumsuzlukları sıralar, bunlarla mücadele için elinde bulunan milli imkanları ortaya koyar ve neyi-nasıl yaparak başarıya ulaştığını en ince detayına kadar açıklayarak adeta yöneticilere çok ciddi bir yönetim dersi verir. Sonunda Türk milletinin başı ne kadar sıkışırsa sıkışsın istediği takdirde çözemeyeceği hiç bir sorunun olmadığını vurgulayarak kurduğu cumhuriyeti Türk gençlerine armağan eder..
Türk milleti için;
NUTUK, çaredir.
NUTUK, çözümdür..
NUTUK, karanlıklardan aydınlığa çıkış yoludur..
NUTUK, 20 nci asırda gerçekleştirdiği son Ergenekon’un destanıdır.. 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; 85 yıl önce CHP’nin 15-20 Ekim 1927 tarihlerindeki İkinci Büyük Kongresinde NUTUK’u altı gün boyunca kürsüden bizzat okuyarak  Türk milletine armağan etmiştir. Bu dev eser devletimizin temelini teşkil eden yapı taşlarının en önemlilerinden biridir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve sonsuza kadar devamının sağlanması için yapılması gereken ana esasları belirler.
Gazi’nin Türk milletini ne kadar iyi tanıdığına NUTUK’ta şahit oluyoruz.. Kanaatime göre Atatürkçülüğün temelini O’nun büyük eseri NUTUK teşkil etmektedir. İşte bu yüzden ben diyorum ki; NUTUK bilinmeden, NUTUK irdelenmeden ve NUTUK öğrenilmeden, yani NUTUK hıfzedilmeden Atatürkçü olunamaz ve Atatürkçülük’ten bahsedilmez.
NUTUK okunması zor olan bir eser değildir. Bir tarihi roman gibi düşünüldüğünde kolaylıkla anlaşılabilen bir eserdir. Burada daha önce NUTUK’u okumayanlar için bazı temel bilgiler vererek onlara yardımcı olmak istiyorum.
NUTUK; 395 başlıkta, 395 madde halinde bizzat Gazi tarafından kaleme alınmıştır. Kitapta metin dışında olayların anlaşılmasına yardımcı olacak 299 adet belge yer almıştır.
NUTUK; 1919-1927 yılları arasındaki dönemde cereyan eden siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik olayları tarihi seyri içinde mantıki bir sıra ilke anlatır.
NUTUK; okuyanlara öncelikle Türk’ü tanıtır, Türk’ün kim olduğunu, nereden gelip nereye yöneldiğini, bu coğrafyada varlığımızı nasıl koruyacağımızı, kendimizi çevremize ve dünyaya nasıl kabul ettireceğimizi, varlığımızı geliştirmek için hangi temel esaslar üzerinde çalışmamız gerektiği gibi hususların açık cevaplarını verir.
İşte bunun için NUTUK, 1982 Anayasasına göre ülkemizin yönetiminde uygulamak zorunda olduğumuz Atatürkçü düşünce sisteminin de temel esin kaynağıdır.
NUTUK; canlı bir tarih kitabıdır. Bu kitapta tarihi, edebi, felsefi bir ifade ile Türk milletinin var oluş mücadelesinin destanî anlatımını görürüz. NUTUK; milletimizin hayatında yer alan vazgeçilemez duyguları, fikirleri ve eylemleri bir araya getiren düşünce ve uygulamaları bir bütün olarak ele alan bir kitaptır.
NUTUK’ ta; Türk Milleti, Türk Anayurdu, Türk’ün onurlu yaşayışı, Türk’ün gurur kaynakları, Türkün yetenekleri, Türk’ün bağımsızlık ve özgürlük anlayışı gibi kavramlar anlatılır. Fakat bu kavramlarla birlikte, binlerce yıllık Türk tarihi ve Türk kültürünün nasıl günümüze gelip duygulardan düşüncelere, düşüncelerden eylemlere dönüştüğü ve Türk’ün yok oldu dendiği bir anda yeniden nasıl tarihi varlık olarak doğduğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz üslubu ile okuyucuya aktarılmaktadır.
NUTUK’ ta; yukarıda açıklananların karşısında yer alan duyguların, düşüncelerin ve davranışların nasıl tarih sahnesinden yok oldukları ve eriyip gittikleri de anlatılır.
NUTUK, bir kere okununca anlaşılamaz. Birkaç kere okunmalıdır. Okurken, tek cümle, tek paragraf olarak değil, konunun tamamı okunmalıdır. Bilahare okunan konu üzerinde Neden?, Nasıl? Nasıl olsa daha iyi olabilirdi? Şeklinde ara sualler sorularak konuların derinliğine nüfuz edilmelidir. Bu şekilde incelenen NUTUK’ta günümüz Türkiyesinde yaşadığımız pekçok olumsuz olayın mutlaka cevabının olduğu görülecektir.
NUTUK; Gazi tarafından mecliste okunduğu 1927 tarihinden itibaren geçen 85 yıl içinde ülkemizde en fazla basılan ve okunan temel eserdir. Bugün pek çok yayınevi günümüz Türkçesine uygun olarak titizlikle hazırladığı NUTUK kitaplarını çok ucuz fiyatlarla halkımızın istifadesine sunmuştur. Yani Türk gençlerinin NUTUK elde etme imkânı her zaman vardır.
NUTUK, okumaktan kaçınanların ilk öne sürdükleri husus, “kitap çok uzun ve dili çok ağır” olmaktadır. Yeni yazılan kitapların tamamı günümüz Türkçesi ile yazıldığından “Dili çok ağır” sözü mazeret olmaktan çıkmıştır.
NUTUK okunurken “Kitap çok uzun olduğu için okuyamadım. Zamanım yoktu. Başladım. Bitiremedim” gibi mazeretler ilk bakışta doğru gibi görülebilir. Fakat geçerli değildir. Çünkü Gazi, bu eserini kaleme alırken kitabın özünü anlatan dört ayrı bölüme yer vermiş ve “Bu bölümleri sindirerek okuyanlar NUTUK’ un anlamını kavrar” demiştir. Gerçekten bu bölümler NUTUK’un bütün anlam ve içeriğe sahiptir. Bu bölümleri okuyanlar eserin ana temasını kavrayabilirler.
Bunlardan birincisi ve en önemlisi; NUTUK’un en sonunda yer alan “GENÇLİĞE HİTABE” bölümüdür. Bu hitabe kitabın tam bir özetidir. Buradaki her kelime ve cümlenin ciltlerle anlatılacak derin anlamları bulunmaktadır.
İkinci Özet; 22 sayfalık 220 Numaralı Belgedir. Bu belge “ANKARA HALKI İLE TANIŞMAK İÇİN VERDİĞİM KONFERANS” başlığını taşımaktadır ve toplam iki saatte okunup anlaşılması mümkündür. Sadece bu belgenin okunması ile değişik yaş ve meslek gruplarındaki insanların kitabın tamamını okumuş gibi bilgi sahibi olacakları kesindir.
Üçüncü Özet; 13 sayfalık “Saltanatın ve Hilafetin Kaldırılması” başlıklı 264 sayılı belgedir.
Dördüncü Özet ise; Sevr ve Lozan Antlaşmaları arasındaki farkların irdelendiği bölümdür. Bu bölüm kitapta,”MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASINDAN SONRA TÜRKİYEYE YAPILAN DÖRT BARIŞ TEKLİFİ ARASINDA MUKAYESE” kenar başlığı altında verilmiştir.
Yukarıdaki dört özetin toplam olarak üç-dört saat içerisinde okunabileceğini önceden bilmenin Nutuk için okuma kolaylığı sağladığı gibi, Nutuk okuma isteğini de kamçıladığı görülecektir..
Sabredip NUTUK’un bir kere tamamını okuyanların artık bir temel eser olarak onu daima elinin altında bulundurması hususu çok doğal bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Nitekim, bugün pek çok dünya liderinin çalışma masasında her zaman okuyup yararlanabileceği elaltı kitabının NUTUK olduğu bizzat kendi beyanlarından bilinmektedir.
Sonuç olarak;
Bugün her alanda dışa bağımlı ve dış destekli saldırılardan bunalmış bir Türkiye vardır. Mevcut milli güç unsurlarımızın yeterli potansiyeline rağmen iyi yönetilemeyen Türkiye Atatürk’ün kurduğu ve şekillendirdiği devletin görüntüsünden çok uzaktadır.
Bugün kafası karmakarış hale getirilerek tepkisizleştirilmiş Türk halkından önce seçtiği yöneticilerinin NUTUK öğretisine acilen ihtiyaçları bulunmaktadır. Her alandaki yöneticilerimiz zahmet edip zaman ayırabildikleri ve NUTUK ile tanışıp O’nu algılayabildikleri takdirde Türkiye’yi kaostan çıkartarak O’nu her alanda kalkınmış devletler seviyesine kolaylıkla taşımanın reçetelerini bulabileceklerdir.
Şimdi milletçe Nutuk’u sahiplenmeli ve gösterdiği yolda bütünleşmeliyiz.
Çünkü, başka çıkış yolumuz yoktur ..
Dr. Tahir Tamer Kumkale
16 Ekim 2012 Salı

..

7 Aralık 2014 Pazar

PUTİN FAKTÖRÜ

PUTİN FAKTÖRÜ..,






Sovyet Rusya ile daima iyi komşu olmaya gayret etmeliyiz. Fakat ne haklarımızdan en küçük bir şey feda etmeliyiz. Ve ne de oyunlarına kapılmalıyız. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1922)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi toplantısına katılmak üzere geldiği Türkiye’de sıcak ilgi ile karşılandı. Son günlerde çok tartışılan AK SARAY’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağırladığı ikinci devlet başkanı oldu.
Her ne kadar Suriye sorunu, Füze kalkanı, patriotların yerleştirilmesi gibi temel anlaşmazlık konularından çok ekonomi ağırlıklı konular üzerinde durulmak için bu ziyaret yapılıyor olsa da iki ülke arasındaki yakın işbirliği ve sürekli diyalog ilişkisinin bölge ve dünya barışı için yararlı olduğunu söyleyebiliriz.
Putin’in Suriye ve Beşar Esad hakkındaki düşünceleri nettir. Türkiye’nin Suriye politikalarının tam aksine, sonuna kadar Suriye rejiminin yanında olacağını vurgulamıştır. Rusya Esad’ı desteklemekle Tartus’ta elde ettiği deniz üssü kolaylıklarını ve Suriye’ye silah satışlarını güvenceye alıyor. Akdenizdeki Rus varlığı için eski dostu Suriye’nin mutlaka ayakta kalmasını bir zorunluluk olarak görüyor.
Böylece ABD’nin BOP ile başladığı Ortadoğudaki 24 İslam ülkesini yeniden yapılandırma plânının gerçekleşmesini önlediği gibi, bölgede Çin’i de yanına alarak oluşturduğu güç dengesi ile muhtemel bir üçüncü dünya harbini önlüyor.
Putin’in tutum ve davranışları ile konuşmasının satır aralarına inildiğinde giderek kendinden emin bir dünya lideri görünümünü kazandığı dikkatlerden kaçmıyor.
Putin Türkiye ile birlikte dünyaya diyor ki; “Ortadoğuda ve Doğu Akdeniz’de Rusya vardır. Bizi dikkate almadan bu bölgede diğer küresel güçler etkili olamazlar”. Bir bakıma Çar Büyük Petro’nun koyduğu “Sıcak denizlere inme “stratejik hedefi hâlâ geçerliğini koruyor.
Peki Putin bu kadar güçlü biri midir? Ve gerçekten dikkate alınması gereken bir lider midir? Tek kelime ile evet. Putin günümüzün dikkate alınması gereken bir lideridir. 2000 yılından başlayarak Rusya’yı 2008’e kadar cumhurbaşkanı, 2012’e kadar başbakan olarak yöneten Vladimir Vladimirovich Putin, Rusyayı yönetmeye 2024 yılına kadar cumhurbaşkanı olarak devam edecektir. Yani 24 yıl süre ile Rusya’nın yönetiminde tek adam olacaktır.
Her alanda dağılmış, 16 ayrı devlete ayrılarak dibe vurmuş SSCB’nin küllerinden yeniden bir dünya devi haline dönüşen Rusya Federasyonu’nu yaratan Putin, sadece Rusya halkı için değil, dünya insanlığı için de önemli bir lider tipi sergilemektedir.
21. Asırda kendilerini ülkelerinin vazgeçilmez liderleri olarak gören güçlü diktatörler teker teker tarihe gömülürken Rusya’da demokrasinin tüm kuralları işletilerek yeni bir demokratik diktatör tipi oluşmuştur. Kanaatimce Putin’in popülaritesi Rusya’nın önünde gitmektedir. (1)
Ruslarla ayni coğrafyada bin yıldır içiçe yaşayan ve 1492 yılından beri resmen ve çoğu savaş olarak yakın ilişki içinde bulunan Anadolu Türk toplumu olarak Rusya’nın başarıları veya başarısızlıkları bizi de yakından ilgilendirmektedir. Dolayısı ile milletimiz Rusya ile birlikte Putin’i de yakından tanımak zorundadır.
Putin, 2000 yılında yapılan seçimlerde RF Komünist Partisi Başkanı Zyuganov’un önünde % 52,9’luk oy oranıyla, 2004’de yapılan seçimlerde ise %71’in üzerinde oyla cumhurbaşkanı seçilmiştir. Rus Halkının oy desteği her seferinde artmıştır.
Putin, 7 Mayıs 2008’de görev süresi dolarak yerini devlet başkanı Dmitry Anatolyevich Medvedev’e bırakarak kendisi de Rusya’nın başbakanı olmuştur.. 2012 Medvedev’i başbakan yaparken tekrar cumhurbaşkanlığına oturmuştur.
Putin döneminde Rusya ekonomisi hızlı büyüme rakamları yakalamış, ülkenin ekonomik bağımsızlığı yolunda çok önemli adımlar atılmış, merkezi otorite kuvvetlendirilmiş, tamamen dağılan Rus silahlı kuvvetlerinde Yeni Askeri Konsept ile güçlü bir reform hareketi başlatılmıştır.
Rusya’da halk tarafından “Demir Yumruk” diye anılan Vladimir Putin, Rusya’nın ekonomik bağımsızlığı için aldığı çok cesur kararlarla Rus halkının büyük güvenini kazanmıştır. Bu kararlara göre; Rusyadaki stratejik alanlara yabancı yatırımcıların girmesi yasaklanmıştır. Özellikle, telekomünikasyon, enerji ve stratejik sayılan doğal gaz kaynaklarında yabancıların hak sahibi olmasının önü kapatılmıştır.
Bunları yapmadan önce Rusya’yı dışa bağımlı kılan bütün borçlarının tamamını vadesi dolmadan ödeyerek ekonomik devletin bağımsızlığını yeniden kazanmıştır.
Putin, bu davranışı ile ülkesinin kaynaklarını, madenlerini, verimli yatırım alanlarını dış güçlerin alımına açan, en kârlı kuruluşlarını yok pahasına satan, yabancılar gelsin diye adeta yollarına kırmızı halı seren sözde devlet adamlarına da bir ülkenin topraklarının nasıl savunulacağını göstermiştir.
Putin döneminde Rus ekonomisi istikrar kazandı. Bütçe fazla vermeye başladı. Ruble güçlendi. Merkez Bankası döviz rezervi arttı. Yatırımlarla birlikte halkın gelir düzeyi de artarken enflasyon düşürüldü. Refah yaygınlaştırıldı.
Putin’in oluşturmak istediği sistemde; Güçlü ve etkin merkezi devlet, güçlü ekonomi, nüfus sorununun aşılması, güçlü ordu, aktif dış politika öne çıkmıştır.. İzlemiş olduğu dış politika Avrasyacı özellikler göstermektedir. Ekonomisini her yıl ortalama % 8 arttıran Rusya, bir yandan iç sorunlarını çözerken daha aktif dış politika izleyerek yeniden dünya politikalarında süper güç olmak yolunda hızla ilerlemektedir.
Türkiye’nin Rusya’dan turizmde sağladığı gelir 4 milyar doları geçerken, Rusya’da yatırım yapan şirketlerle birlikte bu rakam 25 milyar doları buluyor. Ayrıca doğalgaz ve petrol başta olma üzere hammadde olarak alınan 25 milyar dolarlık ithalatla birlikte toplam ticaret hacmimiz 50 milyar doları buluyor. TÜİK’in verilerine göre Rusya hem ithalat hem de ihracatın en çok yapıldığı ülkeler arasında ilk beşte yer alıyor. Giderek artan Türk-Rus ticaret hacmi Rusya’yı, ekonomiden hareketle Türk siyasetini de belirleyen bir güç haline getiriyor.
Putin iktidarı ile birlikte dünya siyasetinde tekrar belirleyici aktör olmaya başlayan Rusya ile ilişkilerimiz eskisinden daha fazla önem kazanmıştır. Tarihin derinliklerinden gelen Türk-Rus ilişkileri bu yeni oluşum içinde değerini yitirmemiştir. Bilakis, karşılıklı çıkar ilişkileri üzerinde önemle durulmasını gerektiren yeni boyutlar kazanmıştır. Bugün Rusya’nın önderliğinde oluşan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile Türkiye’nin ilişkileri eski döneme göre her alanda büyük artış göstermektedir. İlişkilerin büyüyerek devam etmesi bölge jeopolitiğinin kaçınılmaz sonucudur.
Türk çocukları atalarının acımasız, zalim ve ezeli düşman olarak görüp MOSKOF olarak adlandırdıkları Rusları ve Rusya’yı mutlaka tanımalıdır. Her yıl milyonlarca Rus ailesi Türkiye’yi ziyaret edip iki ülke halkının kültür, gelenek benzerliğine ve dostluğuna yakından şahit olmaktadır. Güney sahillerimizde yoğunlaşan Rus turistler ülkelerine dönerken bu dostluğu da beraberlerinde taşımaktadır. İki millet arasındaki yakınlaşma artarak devam etmektedir.
İnanıyorum ki; gelecek günler, Ege Denizinden Pasifik Okyanusuna kadar geniş bir coğrafyada her iki ülkeye de dostluk, işbirliği ve ekonomik gelişim imkanlarını yaratacak, dünya dengelerini binlerce yıldır bu toprakları yöneten bu iki millete doğru değiştirecektir.
(1) PUTİNLAND,Dr.Tahir Tamer Kumkale’nin 18 Kasım 2012’de yayınlanan kitabı: (http://www.amazon.com/ Putinland -Dr-Tahir-Tamer-kumkale/dp/1481034987/ref=sr_1_9?s=books&ie=UTF8&qid=1417445941&sr=1-9&keywords=tamer+kumkale)




http://kumkale.wordpress.com/2014/12/01/putin-faktoru/

27 Kasım 2014 Perşembe

BARIŞ HAYÂLİ BİR KAVRAMDIR.. AMA SAVAŞ GERÇEKTİR.

BARIŞ HAYÂLİ BİR KAVRAMDIR.. AMA SAVAŞ GERÇEKTİR.




..İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri tanıyan ve genelleştiren kimselerdir. Fikrin özelliği de hiç bir itirazın bozamayacağı bir kesinlikle kendi kendisini kabul ettirmesidir. Bu ise fikrin yavaş yavaş duygular haline gelerek inanca dönüşmesi ile mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki,onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka yargılamaların hükmü kalmaz.Gazi Mustafa Kemal Atatürk .(1914)
Musul Konsolosluğumuzun 49 çalışanını üç aydır rehin tutan ve aldıkları rehinelerin kafalarını tek tek keserek televizyonlarda yayınlatan IŞİD terör örgütüne karşı Başkan Obama savaş ilan etti. Hazırlanacak koalisyon güçleri ile fiilen bu örgütün ortadan kaldırılması için düğmeye basıldı. Bu demektir ki Irak ve Suriyede halen devam eden kaos-kargaşa ve Asimetrik Savaş ortamı daha da artacak. Ortadoğu ülkeleri sıcak savaş ortamını yeniden yaşayacaklar.
Savaş ve barış insanoğlunun günlük hayatta en çok kullandığı kavramlardır. Savaş bir gerçek olayı, hareketli bir durumu ifade eder. Barış ise olması şiddetle arzu edilen ama bir türlü ulaşılamayan bir durumu anlatır.
Biz biliyoruz ki dünyadaki tüm hayvanlar arasında hiç bitmeyen kıyasıya bir savaş vardır. Bu savaş zorunludur ve bu tamamen hayatta kalabilme içgüdüsünün yansımasıdır. Tamamen doğal olarak yapılarından gelen ve hayatı idame amacıyla diğer cinslere karşı yapılan saldırıda fiziki güç kullanımı esas faktördür. Burada güçlü olan güçsüzü mutlaka yener. Sonunda güçlü yaşar, güçsüz ölür.
İnsanlar arasındaki bitmeyen mücadelenin temelinde de maddi çıkar temini yatmaktadır. Buna rağmen akıl ve mantık gibi unsurlarla kendini eğitip geliştirme kabiliyetine sahip insanların maddi çıkar  temininin yanında daha pek çok çatışma sebebi vardır. Genellikle kışkançlık ve bencillik egosunun hakim olduğu insanda savaş duygusu doğuştan mevcuttur. Bu duygu daima vardır ve insanı yönlendirip yönetmede önemlidir.
Canlılar arasında savaş kaçınılmaz bir olgudur ve daima olacaktır. Barış ise tarihin hiç bir döneminde fiilen olmamıştır ve olmayacaktır. Barış sözcüğü bir ideali bir özlemi ifade eder. Ütopiktir. Savaş sözcüğü ise gerçekleri anlatır. Savaş her zaman ve her yerde insanın hayatını yöneten ve yönlendiren bir egonun dışa vuruşudur.
Ayni ana-babanın ayni evde yaşayan, ayni kültür ve ayni ilgi ile büyüttükleri evlâtları arasından tamamen kıskançlık ve benlik egosunun tatmini yüzünden başlayan anlaşmazlık giderek maddi çıkarlar  devreye girdiğinde çatışmaya dönüşür. Abla-kardeş, abi-kardeş arasında bu bitmeyen kavgalar ebeveynleri en çok etkileyen ama bir türlü çözümünde başarılı olamadıkları temel aile içi olaylardır.
Aile içindeki bu çatışma çok doğaldır. Çünkü insanın tabiatında çatışma ruhu vardır. Yani yaratılıştan gelir. Munis ve sakin yaratılan kardeş huysuz ve bencil diğer kardeşin çatışma alanında yaşar. Biri hep saldırgandır. Diğeri ise daima savunmadadır. Bu çatışma bir ömür boyu sürer. Maddi çıkarlar ortaya çıktığında daha şiddetlenir. Miras paylaşımı gibi olağan durumlar ise kardeşler arasındaki en şiddetli ve kaçınılmaz mücadele sebeplerinden biridir.
Toplum yaşamında ayni kandan gelen ve ayni candan hasıl olan iki kardeş arasında dahi doğuştan meydana gelen bu doğal çatışmayı önlemek asla mümkün olamamıştır. Aile içindeki çatışma  aile dışındaki yakın komşular arasında devam eder. Ayni apartımanda birlikte yaşayan iki komşu arasında çatışmaya yol açacak pek çok etken vardır. Halı silkelemekten, gürültü etmeğe kadar süren çatışmalar istisnasız bütün toplumlarda vardır. Burada da temel etken kıskançlık egosudur.
Apartıman komşuları arasındaki çatışma alanından çıktığımızda yaşadığımız mahalle içindeki menfaât çatışmalarını görürüz. Mahalleler, sokaklar ve giderek köyler, kasabalar ve şehirler birbirine düşman olurlar. Yaşamımızın her safhasında ve her yerde daima çatışma vardır.
Bu çatışmaların çoğu maddi çıkar temininden çıkıyor gibi görünse de günümüzde iki kişi ve iki toplum arasında çatışma sebebi olabilecek pek çok etken dolaylı olarak kullanılmaktadır. Yani taraflar dışarıdan yapılan basit yönlendirmelerle kolaylıkla çatışma ortamına sokulmaktadır. Bir başka deyişle tarafların çatışmasının yaratacağı menfi sonuçlardan yararlanmak isteyen bir kısım mihraklarca bilerek, isteyerek, plânlı, proğramlı ve kontrollu çatışma ortamları yaratılmaktadır.
Mesela değişik futbol takımına sempati duymak gibi sanal bir olgu dahi iki kişi veya iki grup arasında çok önemli bir çatışma sebebi olabilmektedir. Bu kıyasıya çatışma karşı tarafın öldürülüp yaralanmasına veya sahip olduğu mal varlıklarının vahşice imhasına kadar uzanabilmektedir. Görüldüğü gibi burada maddi menfaat temini yoktur. Çatışmanın kaynağı tamamen düşünseldir.
Bugün kullanılan çatışma yaratma metotları arasında çeşitli ideolojiler yer almaktadır. İnsanoğlu kendisi gibi düşünmeyeni kendisi gibi düşünmeye ikna edebilmek için fikir tartışması yapmaktan kaçınır. Çünkü fikir çatışması ancak konusuna hakim ve karşıt fikirler hakkında da yeterli bilgi sahibi eğitim düzeyi yüksek kişiler arasında yapılır.
Fikirler çok uzun ve dikkat isteyen bilgi edinme sürecinden yani yeterli bir eğitim devresinden sonra sahiplenirler ve ancak bundan sonra karşıt fikirlerle mücadeleye girebilirler. Bir fikir sahibi kendi fikri kadar mücadele edeceği fikir hakkında da yeterli bilgi sahibi olmadıkça iki karşıt fikir arasında fikir tartışması yapmak imkansızdır.
Atatürk’ün başlıkta yer verdiğim  bariz ifadesi ile açıkladığı gibi insanları fikirler ve bu fikirleri sahiplenen kimseler yönetmekte ve yönlendirmektedir. Aslında burada mücadele fikirlerle birlikte fikirleri sahiplenerek sistemi yöneten kişi veya gruplar arasında olmaktadır. Dünyadaki tehlikeli davranışlardan biri de eksik ve kulaktan dolma bilgilerle fikir mücadelesine girmektir. Bu durumda bilgilerin değil kaba kuvvetlerin çatışması çok doğaldır.
Bilgisiz insanların kendisi gibi düşünmeyenlere yapacağı ilk şey kaba kuvvetle korkutup sindirerek rakibe fikrini kabul ettirmeye çalışmaktır. Yani kısa ve en kestirme yolu denemektir. Nitekim günümüzde değişik ideolojilerin birbirleri ile fikir plâtformunda değil, elde silah kaba kuvvetle savaş alanındaki mücadelelerine şahit olmaktayız.
 Fikir çatışmalarının ortak bir noktada birleşebilmesi idealdir ama pratikte bu imkansızdır. İşin içine kuvvet ve zor kullanılması girince karşıt fikirler arasındaki anlaşmazlıklar çok kısa sürede küçük çatışmalardan kitlesel savaşlara kadar dönüşebilmektedir. Nitekim, günümüzde ideoloji ayrılıkları  savaşların ana sebebi olan ekonomik çıkarların elde edilmesi gerçeğinin yerini almıştır. Şimdi fikir ayrılıkları  (ideolojiler) çatışmalarda başrolü oynamaya başlamıştır.
En geniş kitleleri etkisi altına alan ideolojiler olarak görülen dini inanç ve itikatlar; kişi ve gruplar arasındaki küçük çatışmalardan kıtalararası savaşlara kadar varan Haçlı Savaşları gibi büyük çatışmaların temel sebebi olmuştur. Tarihte bunun örnekleri tüm dini inançlarda görülmüştür. 
Bugün de Suriye ve Irak’ta İŞID terör örgütünün kendisi gibi düşünmeyen dindaşlarına yaptığı vahşet dünyayı dehşete düşürmeye yetmektedir.
Peki nedir bu savaş ve çatışma arzusu.? Bunun sonu olmayacak mı.? İnsanlar hep birbirleri ile savaşacaklar mı.? Barış, huzur dolu ve istikrarlı ortamlara insanlar kavuşamayacak mı.?
Bunların geçerli cevabı şudur; “ Evet insanoğlu bu yer kürede kaldıkça birbiri ile daima çatışacaktır, barış ise ulaşılmak istenen bir hedef olarak kalacaktır.” Aslında insanlık tarihi tamamen insanların, toplumların ve kültürlerin birbiri ile çatışmalarının tarihidir.
Tarihte hiç bir zaman hiç bir yerde devamlı sulh ve sükûn dönemi olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. İnsanlar savaşı gerçek olarak yaşamaya ve bunun yıkımını görmeye devam edeceklerdir.  Barış ise daima dillerde kalan güzel bir duygu olarak hayallerimizi süsleyecektir.
Bu durumda yapılabilecek tek şey bu çatışmaları yaratan etkenleri mümkün olduğu kadar azaltarak çatışma sonunda meydana gelebilecek tahribatı hafifletmek olacaktır.
Peki insan doğasında varolan bencilllik ve kıskançlıktan kaynaklanan ve maddi menfaat elde etmeye yönelmiş egolar olduğunu bilerek bunu çıkarları için kullananları önlememiz mümkün değil mi.?
İşte bu mümkündür? Çünkü bu gruplar kendi çıkarlarının elde edilmesinde insanlar arasındaki renk, dil, inanış faklılığından doğabilecek muhtemel çatışmaları körükleyerek önce toplumları ve bilahare ülkeleri bir savaş alanına çevirmektedir.
Burnumuzun dibinde kendi müesses nizamı içinde yaşayan Irak halkını liderleri Saddam Hüseyin’in zulmünden kurtarmak için ABD kıtalar ötesinden geldi ve ülkeyi bir uçtan bir uca işgal etti. Bu demokrasi oyununa diğer ülkeleri de kattı ve koalisyon güçleri adı altında dünya ordularını bölgeye yığdı. Havadan ve karadan yapılan acımasız saldırılarla bir milyonu aşkın Irak’lı hayatını kaybederken Irak toprakları bütün tarih, kültür ve tabiat varlıklarıyla bir harabeye çevrildi.
Ülke yağmalanırken Irak halkı kendi içinde birbirine düşürülerek işgalci güçlerle değil, birbirleri ile savaşır hale getirildi. Iraklılar her alanda zayıflar ve fakirleşirken ABD kontrolündeki petrol ve silah tüccarları, para babası bankerler, medya patronları ve nihayet küresel işadamları kârlarını katladılar.
ABD başkanı Bush, Irak’a demokrasi getirdiklerini(!) ve bu demokrasinin benzerini Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesi içinde diğer 24 Ortadoğu ve İslam ülkesine getireceklerini dünyaya duyurdu.
Irak’ın işgâlini takiben Kuzey Irak’ta Türkiye’nin baskısından uzak kalan PKK terör örgütü ABD’nin kontrolundaki bölgede giderek güçlenmiştir. Aldığı ABD ve desteği ile silah ve kadrolarını yenileyerek giderek büyüyen PKK, yeterince güçlendiğine kanaat getirdikten sonra 2003 yılından başlayarak Türkiye’ye soktuğu militanları ile ülkemizi asimetrik savaşın harekât alanı haline getirmiştir.
Ülkemizi ve bölgeyi daha karanlık günler beklemektedir.
Sıcak savaş kapımızdadır. Muhtemel sıcak savaşlara hazırlıklı olmak zorundayız.

  Dr.  Tahir Tamer Kumkale

..

23 Kasım 2014 Pazar

ESKİ VE YENİ TÜRKİYE KAVRAMLARI



ESKİ VE YENİ TÜRKİYE KAVRAMLARI




Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacı ile mütenasip olacaktır. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, milli sınırları dahilinde egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)
28 Ağustos’da görevi devralan Yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Yeni Cumhurbaşkanımız tarafından atanan müstakbel yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu 27 Ağustos 2014 günü gerçekleştirilen AK Parti Olağanüstü Kongresindeki konuşmalarında defalarca Yeni Türkiye’den söz ettiler.

Bu toprakların yetiştirdiği bir Türk aydını olarak “Yeni Türkiye” söylemlerini reddediyorum.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti asla eskimemiştir.
Tüm müessese ve kurumları ile cumhuriyet rejimimiz dimdik ayaktadır.
Cumhuriyetimizin sözedildiği gibi yenilenme ihtiyacı bulunmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temelleri Türk halkının seçilmiş temsilcileri tarafından 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile birlikte atılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından muhteşem bir Kurtuluş Zaferini müteakip 29 Ekim 1923’te kurulmuş ve Lozan Barış Antlaşması ile dünya devletleri tarafından varlığı kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; bugün şehit ve gazi kanlarıyla çizdiği vatan topraklarında, kurucu Türk milletinin 76 milyon evladının koruyuculuğunda, kurulduğu ilk günkü gibi yeni ve yepyeni olarak bağımsızlığını devam ettirmektedir.
İç ve dış tüm yıkma gayretlerine rağmen Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesinin ülkü birliği tüm yurtta yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Her Türk vatandaşının beynine kazınmış bu iradede hiç bir sapma ve zafiyet bulunmamaktadır.
Sonuç olarak; 91 yıllık cumhuriyetimiz zaten yenidir ve yenilenme ihtiyacı yoktur.
Türk Milletine; “YENİ CUMHURİYET”söylemleri ile getirilmek istenen düzeni kabul ettirmek sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.
Türk Milletinin Zafer Haftasını ve 30 Ağustos Zafer Bayramını kutluyorum.
Cumhuriyetimizi bize armağan Eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere emeği geçen tüm şehit ve gazilerimizi saygı ile selamlıyorum. Ruhları şad olsun.
Dost ve düşmanlarımız bilmelidir ki; 76 milyon Anadolu Türkü bu muhteşem cumhuriyet eserini sonsuza kadar yaşatmaya kararlıdır..

Dr. Tahir Tamer Kumkale

..

21 Kasım 2014 Cuma

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..



DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..




Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-(1923)

17 Ağustos 1999 Gölcük- İzmit- Adapazarı Depreminin üzerinden 15 yıl geçti fakat hafızalardaki korkunç görüntüler henüz silinmedi. Ogün yıkılan şehirlerde depremin fiziki yıkıntıları tamamen kalktı ve herşey eskiye döndü. Ama deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde Düzce, Bingöl ve diğer pekçok felakette benzeri acıları yeniden yaşadık.
Depremde görülen manzara hiç değişmiyor. Hep ayni ihmal ve başıbozukluktan yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar.
17 Ağustos 1999’dan günümüze değişen bir tek olumlu şey, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları büyük tecrübedir. Fakat bu tecrübe muhtemel depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Yapılanlar  tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonraki faaliyetlerle sınırlıdır..
Biz Türkler kaderci insanlarız ve depremlerden asla ders almıyoruz. Bunun örneklerinden biri Mayıs 2003 Bingöl Depreminde yaşandı. 1971’de tamamen yıkılan depremden sonra sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem dahi yeniden yıkmaya yetti ve iki yüzden fazla cana mal oldu. Yıkılanlar öncelikle devlet binaları idi. Sadece Yatılı Bölge Okulu bile tek başına öğrencilerine mezar oldu.
1971’de yeniden inşa edilen Bingöl’de tüm yeni binalar tek katlı idi. Tek katlı inşaat geleneği uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise, deprem unutuldu. Binalar yükseldi. 2003 depreminde görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve müteahhitlerin çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılırken tek katlı deprem evleri ise sapsağlam duruyorlardı.
Türk Devleti ve milleti depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Milletçe kenetleniş doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden alınmasıdır. Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir.
İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur.
Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir ve daha binlerce yıl toprak yerleşene kadar bu doğa olayı durmayacaktır. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.
Nitekim Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı depreme dayanıklı evlerde oturarak bu afetten kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunların örneğini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü vs. olarak görüyoruz. Demek ki istenirse yapılabiliyor. Teknoloji ve bilim bugünkü ile mukayese edilmeyecek kadar geri olmasına rağmen binlerce insanın toplandığı bu mabetler her türlü sarsıntıda dimdik kalmayı başarmışlardır.
Allah hiç kimseye deprem acısı vermesin ve o korkuyu yaşatmasın. Fakat sorumluların sorumsuz davranışları yüzünden her türlü acıyı bizzat halk çekmektedir. Ateş herzaman düştüğü yeri yakmakta ve doğrudan bu afete maruz kalıp acıyı bizzat hissetmeyenlere televizyonlardaki yıkım görüntüleri sıradan bir film  gibi gelmektedir.
3 Mart 1992’deki Erzincan depremini ailece yaşadık. Allah böyle afetlerle bizi bir daha sınamasın. İnsanoğlunun; kendi elleriyle yarattığı binalarda bu büyük afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu gördük. Deprem Harekat Merkezi’nde koordinatör olarak görev aldığımdan, depremin kesinlikle öldürmediğini, çünkü kuralına uygun inşa edilen binaların asla yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit oldum.
1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik katkıları ile inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar gibi devlet binalarının tamamına yakını ya yıkılmıştı yada çok büyük hasar görmüşlerdi.
Deprem çalışmalarında meydana gelen aksaklıkları belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye detaylı bir “Deprem Sonuç Raporu” hazırlayarak üst makamlara  gönderdik. Hiçbir tedbir alınmadığını, bizim raporunda daha öncekiler gibi sümen altına atıldığını 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve gelen Düzce depremlerinde anladım.
Hazırlanan kapsamlı “Afet Koordinasyon Planlarına” göre; Deprem sonrasında bölgedeki resmi makamlardan deprem yıkımının kaldırılması için görev bekleniyordu. Oysa bu uygulama çok yanlıştı.. Bölgede yaşayan insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara ve can kaybına bu yetkililer de aynen uğradığından “Afet Planında görevleri var” diye o bölgenin  yerel yöneticilerinden görev beklemek mümkün değildi. Çünkü onlarda  deprem şokuna girmişti. Onlarda depremzede idi ve onlarında doğrudan yardıma ihtiyaçları vardı. Bu kişilerden görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi kaos ortamını büyütmekten başka bir işe yaramamıştı..
“Depremle birlikte bölgenin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçeler yönetimine veya Ankara’da oturan Merkez Valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. Deprem bölgeleri ve deprem olması periyotları da belli olduğundan nerede deprem olursa kimlerin nerelere gideceği önceden detaylı plânlanmalıdır.” dedik. Ama bunun ne demek olduğunun hiç anlaşılamadığını gördük.
Büyük can ve mal kaybına sebep olan 1999 Marmara Depreminden sonra görünüşte bazı tedbirler alındı. Fakat bu tedbirlerin tümü muhtemel depremden sonra yaraların sarılmasına yönelikti. Her  tarafa “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Çeşitli yardım plânları hazırlandı. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar icra edildi. Bunlar güzel şeylerdi.  Fakat hepsi lüzumsuz ve gereksiz gayretlerdi. Öncelik depremde yıkılmayı önleyecek tedbirlerde olmalı idi.
Ailemle birlikte yaşadığım 13 Mart 1992 Erzincan depreminde Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi”nin olmadığına şahit oldum. İşin garip tarafı bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Biz dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışırken yabancı ekiplerin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görerek irkildik.
Desteğe gelen yabancı ekiplerden biri “İsviçre Kurtarma Ekibi” idi. Depremin ikinci günü özel uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkanlarını ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim; “Hayır İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Buraya gelenin aynisi olan üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler bize eğitim sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz
İşte devlet. Ve işte devletin insanına verdiği değer. İşte yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. 500 yıl öncenin teknolojisi ile yapılan eserler dimdik ayaktalar. Onlarca depremden sağlam çıktılar ve yine çıkacaklar.
Şimdi ben 15 yıl sonra iddia ediyorum ki; 1999’dan sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde tamamen yıkılacaktır. Daha önce inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulu daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.
Sonuç olarak; Deprem Yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Ve yıkacaktır. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara karşı yaptığı bir vahşettir. Bu vahşetin mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın deprem yıkımlarından kurtarılması gerekmektedir.
Dr. Tahir Tamer Kumkale