Nur Serter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nur Serter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2020 Salı

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 2

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 2


Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,



İnanç Sistemlerinin Ana İlkeleri Nelerdir?


İnanç sistemlerinin değişmez ana ilkelerinin başında inanç birliği gelir. Aynı şeye inanmak ve aynı doğrultuda düşünmek, homojen bir toplum yaratmanın temel şartıdır. Oysa insan aklı, sınırsız düşünce üretme ve sorgulama yeteneğine sahiptir. Aklın özgür bırakılması halinde homojen inanç topluluklarının yaratılması son derece zordur. Ancak inanç sistemleri, kutsal kitaplarda yer alan tüm hüküm ve bilgilerin Tanrı kaynaklı olduğunu ileri sürerek, bunların tartışılması imkansız gerçekler olduğu varsayımından yola çıkmaktadırlar. 
Böylece neyin, nasıl düşünüleceği, hangi konuların asla tartışılmayacağı, nelerin mutlak doğru, nelerin ise yanlış olduğu, inanç sistemlerinde açıkça belirtilmektedir. 

Bu düşünce kalıplarının insan zihnine yerleştirilmesinde ise, yine insani zaafların yardımına başvurulmaktadır. Özellikle vaadler ve tehditler, insanın kalıplı düşünceyi benimsemesinde çok etkili olmaktadır. Kutsal öğretileri reddedenlerin cehennemle cezalandırılacakları, kabul edenlerin ise cennetle ödüllendirileceği telkinleri, insanın bir bilinmezle yaptığı mücadeleden teslim olarak çıkmasına yol açmaktadır.

İnanç Sistemlerinin tartışılmaz doğruları olan dogmalar, homojen toplumların oluşumunda büyük pay sahibidir. Çünkü sistemin temelleri bu dogmalarla atılmıştır. Bunlara karşı çıkmak ya da aksini iddia etmek mümkün değildir. Zira bunlar, gerçekliği ya da gerçek dışılığı kanıtlanamayan hükümlerdir. Kutsal Kitapların Tanrı kaynaklı olduğu kabul edildiği takdirde, doğru durlar. Tüm Kutsal Kitapların Tanrı inancını pekiştirmeyi temel ilke olarak kabullenmesi ise bu kitapların Tanrı tarafından gönderilmiş olduğu gibi kolaycı bir hükmün verilmesine yol açmaktadır.

Homojen bir toplumun yaratılmasında şekilsel bütünlük de önemlidir.

Dinler incelendiğinde ibadet şekillerinin birbirinden farklı oluşunun en önemli ayıredici unsur olduğu görülecektir. Dini toplumu birleştiren, farklılığını simgeleyen, kitleleri coşturan, gücünü ifadeye yarayan ibadet şekilleri dinsel kimliğin oluşumuna da katkıda bulunmaktadır. İbadet şeklinin yanı sıra dinin ortaya çıktığı ilk toplumun örfleri, giyim tarzları da zaman içinde dinin yayıldığı diğer bölgelerdeki toplumlara taşınmış ve yöresel kültür bir ölçüde yaygınlaştırılarak dinle bütünleştirilmiştir.

Böylece şekilsel bütünlüğün oluşumuna katkı sağlanırken, homojen toplulukların
oluşumu da kolaylaşmıştır.

Şekilsel bütünlüğün oluşumu bakımından çok etkili olan diğer bir unsur da
toplumun yönetim biçimidir. 
Tevrat ve Kuran yönetimle ilgili düzenlemeler getiren Kutsal Kitaplardır. Hitap ettikleri toplumun hangi yasalara göre yönetileceği, temel hukuk normları, ekonomik faaliyetlerle ilgili bazı düzenlemeler bu iki Kutsal Kitapta yer almaktadır. İncil'de ise bu konularda herhangi bir düzenleme olmamakla beraber, zaman içinde ortaya çıkan ruhban sınıfının devlet yönetimi konusunda verdiği kararlarla
inanç dünyası ile devlet düzeni arasında bağlar kurulmuştur. İnanç topluluklarının ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı ilkelerle yönetilmelerinin toplumsal bütünlüğe katkı yaptığı reddedilemez bir gerçektir.

   Dinlerin diğer bir temel ilkesini ise dini öndere mutlak itaat oluşturur. Dini önder, Tanrı tarafından seçilmiş ve dini tebliğ etmekle görevlendirilmiş peygamberdir. Tanrı ile insanlar arasında elçilik görevini üstlenmesi, Tanrı'dan O'nun meleği aracılğı ile aldığı mesajları kitlelere iletmesi, onu diğer insanlardan farklı ve üstün kılmaktadır. Görevi sadece bu mesajları iletmek değil, onları açıklamak, yorumlamak ve bunlarla ilgili sorulara, uygulamada ortaya çıkan sorunlara cevap bulmaktır. Dolayısı ile dini toplumun tartışılmaz lideridir. Toplum onun kararlarına uymaya ve ona itaate mecburdur. Özellikle yeni bir sosyal-siyasal düzen getiren dinlerde, peygamber aynı zamanda topluluğun siyasi önderidir.

Tek bir lidere, üstelik diğer insanlardan üstün olduğu Tanrı tarafından
doğrulanmış bir lidere itaat, toplumsal birlik ve bütünlüğün sağlanmasına
da katkıda bulunmaktadır. Kaldı ki, sadece tebliğ edici olarak tanımlanmış olmalarına rağmen, Tanrısal vahye muhatap olmaları ve gösterdiklerine
inanılan mucizeler nedeniyle, onların sözü, kitleler tarafından daima Tanrı'nın sözü olarak algılanmış, insanca hatalar yapmalarına rağmen, toplum onların sorumluluğunu Tanrı'ya devrederek, itaat ve teslimiyette kusur etmemeye özen göstermiştir.

Dinlerin getirdiği inanç sistemi, ibadet ve yönetim şekilleri belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadıkları halde, peygamberler ölümlüdür.

Bu nedenle lidere olan bağlılıkla sağlanan toplumsal bütünlük zaman içinde bozulmaya mahkum olacaktır. Ne var ki dini toplumlar, peygamberlerinin
ölümünden sonra da onların tavır, davranış ve sözlerini rehber alarak (sünnet, hadisler), onlara yaşadıkları dönemdeki saygı ve sadakati göstererek toplumsal bütünlüğü devam ettirmeye gayret göstermişlerdir. Bunun yanısıra günümüzde canlanan tarikatların liderleri de birer dini önder olarak kabul edilmekte ve tarikatta kalabilmenin en önemli koşulu onların emirlerine kayıtsız, şartsız itaat olmaktadır.

Dinler ve Tanrı İnancı.,

Dinlerin insanlığa en büyük armağanı Tanrı inancıdır. İnsanlık en ilkel yaşam biçimlerine sahip olduğu dönemlerden itibaren, kendi iradesi dışında ola gelen olayları, bir yüce gücün hakimiyetinde aramıştır.

Ancak Tek Tanrı inancına ulaşana dek, sezgileriyle yol almış, önceleri
çeşitli kutsal yaratıklar, ve nesnelerde Tanrısal gücü aramış, daha sonra
çok tanrılı dinlere yönelerek, pekçok doğa gücünü ve erdemi farklı adlar
altındaki Tanrı'larda odaklaştırmıştır.

Ancak Tek Tanrı inancının oluşumunda dinlerin rolü çok büyüktür.

Tanrı inancı ile ilgili belirsiz ve dağınık yorumlar, yerini daha tutarlı ve geniş tanımlara bırakmıştır.Tanrı inancı, çağdaş insanın bilimde kaydettiği ilerlemelerle daha da güçlenmiş ve korkuya dayalı inanç, yerini akla ve saygıya dayalı bir inanca terk etmiştir.

İnsanoğlunun putlarda temsil edilen Tanrısal güçten, Göklerde temsil edilen Tanrısal güce yönelmesinde, özellikle Semavi dinlerin rolü olmuştur. Ancak Tanrı'nın gücünü putla ya da bir nesne ile sembolleştirmeye alışan insan, hiçbir maddi nesne ile ifadesi mümkün olmayan Yüce Yaratıcıyı, belki kendine yakın hissetmek, belki O'na ibadette yakın olmak için dünyevi sembollere, Tek Tanrılı dinlerde de ihtiyaç duymuştur.

Hıristiyanların haçla sembolleşen ibadeti, meryem ve İsa heykel ve
figürleri, bu ihtiyacın ürünüdür. Benzeri sembollerin İslamiyette olmadığı
iddia edilemez. Kabenin Allah'ın Evi olarak sembolize edilmesi, Hacer-ül
Esved'in Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğunun Peygamber tarafından
söylenmesi bu sembolik anlatımlara örnektir.

İnsanın maddi dünyaya bağımlılığı, yeryüzünde göklerin izdüşümünü
görme ihtiyacını getirmiştir. Bu ihtiyaç, insanın inanç konusunda aradığı
tatmine cevap olmuştur. İslamiyet'in Allah'ın sıfatlarını sayarken,
doksan dokuz isminin arasında, insanın yaratıcısı ile olan alakasını en çok
ifade eden Melik sıfatına da yer vermesini, İslam alimi Hamidullah
şöyle anlatmaktadır:

Kral, herşeye muktedirdir. Onun zenginliği vardır. O, hakim olan,
cezalandırandır. Halbuki bir kul, köle olan insanın hiçbir şeyi yoktur
ne kuvveti, ne zenginliği. Ve bu, cemiyetlerde de böyledir. İnsan
cemiyetinde, kral en kuvvetli, köle de en kuvvetsiz insandır. Madem ki
insan, Allah için Melik ismini kabul etmiştir, bunun neticelerini de kabul
etmesi lazımdır. Kuran-ı Kerim'de görüyoruz ki, Melik sıfatının geçtiği
yerlerde bir kral için lüzumlu olan diğer sıfatlar da geçmektedir(el-Melikü'l
Kuddus) vs. İnsan cemiyetlerinde kral varsa, bu kral nelere sahiptir?
Herşeyden önce, onun tahtı vardır, (Arş). Kuran-ı Kerim Arş (taht)
kelimesini Allah için kullanıyor. 

Arşın sahibidir (Büruc suresi, 15).

Bundan başka, bir kral, hazinelere sahip olur. Yine Kuran-ı Kerim
diyor ki: Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır (Fetih suresi,4).

Kralın sahip olduğu diğer şeyler arasında araziler vardır. Kuran'da şöyle
buyuruluyor: Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır(Casiye suresi,27). 

Şayet arazi çok büyükse, bu arazinin bir merkezinin olması lazımdır, yani
başşehir. Çok hayret vericidir ki, Kuran-ı Kerim Mekke için Ummul Kura
tabirini kullanmaktadır.(En'am,92, Şura,7). Umm anne, Kura da şehirler
manasındadır. Şehirlerin annesi yani başşehir...Bir başşehirde Kralın
sarayı olması icab eder ki, Beyt-ül Haram Allah-ü Teala'nın evidir.

Şimdi devleti ele alalım. Bir devlette vatandaşlar vardır. Bu vatandaşlar
ne yaparlar? Bu tür insan cemiyetlerinde görüyoruz ki vatandaşlar, kendi evlerinden kralın sarayının önüne gelip, ona sadakat yemininde bulunurlar. 
Çok hayret vericidir ki, bu husus aynen Kabe için de mevcuttur. 

Bir Hadis-i Şerifte- ve bunu en az iü sahabe rivayet etmektedir- Hz. Peygamber diyor ki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Yani Kabedeki Hacer-ül Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elini temsil ediyor. Şu halde Mekke'ye giden hacılar, ellerini Allah'ın sağ eli üzerine koyarak, sadakat yemininde bulunurlar.

Bu anlatımın da açıkça ortaya koyduğu gibi, Tanrısal gücü, maddi nesnelerde sembolleştirmeye alışan ve ihtiyaç duyan insanın, soyut bir Yaratıcı kavramına ulaşabilmesi, zamana muhtaçtır. Her yerde olan, her şeyi bilen ve vareden, tarifi olmayan, şekillendirilmesi mümkün olmayan Tanrı'yla yakın olmanın yolunu, O'na atfedilen semboller aracılığıyla sağlamak, insani bir ihtiyaç olduğu içindir ki, Semavi dinler de benzeri sembolleri kullanmışlardır.

İnsanoğlu kainatı keşfettikçe, içinde yaşadığı doğayı, bilimin ışığında
tanıdıkça bu muhteşem dengenin ardında, onu planlayan ve yaratan bir
yüce aklın ve gücün varlığını daha da yakından hisseder olmuştur. Bilimin
ışığında yol alan çağdaş insan için, Tanrı'yı sembolize eden maddi
nesnelere ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira bilim, Yüce Yaratıcı Gücün ve
Aklın delillerini, sağlam bir Tanrı inancı oluşturacak biçimde insanlığa
sunmaktadır.

Yaradılışın bir başlangıcı olduğunu redderek, kainatın ezeli olduğunu savunmak, ya da yaradılışı tesadüfe bağlayarak, varedici bir gücün varlığını
inkar etmek bilimsel açıdan mümkün görünmemektedir.

Yaradılışın bir başlangıcı olmadığını, kainatın ezeli olduğunu ileri sürenler, bu iddiaları ile yaratıcı bir güce ihtiyaç bulunmadığını kanıtlamak istemişlerdir. Ancak bilimde kaydedilen gelişmeler, kainatın ezeli olmadığını ve bir varediliş zamanının bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Stephen Hawking, evrenin yaradılışını sorgularken, Bu denkleme yaşam veren ateşi üfleyen ve onlara betimleyecekleri evreni sağlayan asıl şey nedir? diyor. Sonra devam ediyor, Evren niye kalkıp varolma rahatsızlığına katlanıyor?.. Yoksa bir yaratıcıya gereksinimi mi var? Öyleyse, o yaratıcının evrenin üzerinde başka bir etkisi var mı?

Kainatın tesadüfen ortaya çıkmadığı ise, Sergilediği şaşmaz düzenden anlaşılmakta dır. 

Ancak düzendeki mükemmelliği anlayabilmede en büyük yardımcı, bilim olmuştur.

Yaşam, çok sayıda ve değişmez yasanın, matematiksel bir kesinlikle birlikte hareketinde ortaya çıkan bir sonuçtur. Örneğin dünya, ekseni etrafında saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Eğer böyle olmak yerine, saatte yüz millik bir hıza sahip olsaydı, gündüz ve geceler daha uzun olacak, güneşten yeryüzüne gelen enerjinin uzun aralıklı oluşu sebebiyle, herhangi bir bitkinin yetişmesi mümkün olamayacaktı. Yaşam kaynağımız olan güneşin dış tabakasının ısısı 12 bin fahrenheitdir. Bu ısı yarı yarıya azalacak, ya da artacak olsa, donmak ya da kavrulmaktan kurtulamazdık. Dünyanın eksenindeki 23 derecelik eğim, mevsimleri meydana getirmektedir. Dünyanın böyle bir eğimi olmasa, okyanustan yükselen buharlar kuzey ve güneye akın eder, kıtadan birer buz parçası yapardı. 
Ay, dünyaya şimdikinden 50 bin mil daha uzak bulunsaydı, gelgitler, bütün kıtaların günde iki kez su altında kalmasına yol açardı. Dünyayı kuşatan atmosfer, daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan  meteorlar dünyaya çarpar ve herşeyi ateş içinde bırakırdı....(Gressy Morrison; Allah'ın Varlığına Yedi Delil; Müsbet İlim ve Allah,s.8-9)

Hayvanların yaşamı ise, varedici aklın üstünlüğünü gösteren nice örneklerle
doludur. Örneğin yavru salomon balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra,
kendi öz vatanı olan nehire döner. Hem de tam doğduğu nehire... Onu alıp da
başka bir nehire koysanız, yeniden kendi doğduğu suları aramaya girişecektir...
Yılan balığının sırrını çözmek de mümkün değildir. Çünkü yumurtlama zamanları
geldiğinde, dünyanın her tarafındaki nehirlerden, binlerce millik okyanusu
aşarak Bermuda yakınlarındaki derin sulara gelirler. Orada yavrular ve
ölürler. Minicik yavrular ise, derin sulardan hareketle, analarının geldiği
sulara doğru yol alır, onların geldiği sahillere, hatta nehirlere ulaşırlar.
Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika'da da
Avrupalıya rastlanmamıştır... Bir eşek arısı, bir çekirgeyi altederek,
onu konserve edip, uzun süreli yiyecek olarak kullanır... Bütün bunların
sebebi olan içgüdü, yaratıcı dehanın şaşmayan programıdır.

Evrenin muhteşem dengesini anlatmaya sayfalar yetmez. İnsan, doğanın
dengesini keşfetmenin yanısıra, kendi bedenindeki dengeyi, organlarının
yaradılışındaki sistemliliği ve işleyişindeki anlamlı sebep, sonuç ilişkilerini
de araştırmaya yönelmiştir. Çağdaş bilim için genler gerçek bir mucizedir. 

Mikroskopla bile görülmeyen genlerin tüm canlıların soylarından gelen özellikleri içeren şifreler oluşu, yaratıcı aklın bir diğer kanıtı değil midir? Şaşmadan işleyen doğal düzen ve canlılık, tesadüflerle açıklanamayacak bir planlayıcı ve yaratıcı aklın varlığını, bilimin de desteği ile insanlığa yeni örnekleriyle sunmaktadır.
Bu nedenle dinlerde varlığı bildirilen Yüce Yaratıcı, bilimin gelişmesiyle
insanın mantık yolu ile de algılayabileceği bir Yüce Akıl ve İrade olarak olarak ortaya çıkmış ve özellikle de bilim adamları, Tanrı'nın varlığı konusunda insanlığı doğruya yönlendirecek pek çok delil sunmuşlardır.

Çağdaş insan, artık sadece Kutsal Kitaplar söylediği için değil, fakat bilimin sunduğu sayısız örneklerle de Tanrı'nın varlığına inanmaktadırlar.

Dolayısıyla inanç, insanın yüce bir güce bağlanmak ya da sığınmak
ihtiyacının bir ürünü olmaktan çıkmış, aklın, mantığın, bilginin ışığında
daha sağlam temellere oturmuştur. İnsan herşeyi vareden bu Yüce Aklı
tanıdıkça, O'na karşı bilinçsiz bir korku duymak yerine büyük bir saygı ve
sevgiyle gönülden bağlanmayı seçmiştir. Saygı ve sevgiye dayalı bir
inancın, korkuya dayalı bir inançtan daha sağlam ve daha içten olacağı
açıktır.


***


DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1

DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ., BÖLÜM 1


Nur Serter,Dinde Siyasal İslam Tekeli,İnanç Sistemleri,İlkeler,

Din Toplumu Neden Etkiliyor?
DİNDE SİYASAL İSLAM TEKELİ
Nur Serter

Önsöz

Su, Kaynağından temiz ve arınmış çıkar... İleriye doğru, çağlayarak akar...  Akan suyu, kaynağına döndürmek isterseniz, onu bulandırmış olursunuz. 

Çünkü o, bir başka su kaynağına ulaşmak, onunla birleşmek,büyümek ve yeni niteliklerle bezenmek için çağıldamaktadır. Geçtiği yerlere yaşam götürür, canlılık verir. Ancak hep ileriye doğru akar... Zamanla eş güdümlü...
   Suları bulandırmadan hayat vericiliğini korumak, onların hep yararlı kalmalarına hizmet etmektir. Sular bulanmasın ki, yeni kuşaklar da onlardan yararlanabilsin. Tıpkı inanç sistemleri gibi...

   Din, insanoğlunun en kutsal ihtiyaçlarından biri... Amacı insanlığa yol göster mek... Yani kısacası amacı insan. Tarih boyu nice sınırlar aşmış, nice ülkeler görmüş, nice kültürler arasında akmış, tıpkı berrak bir su gibi. Geçtiği yerleri değiştirmiş... İklimine, bitki örtüsüne, toprağına, geçtiği yerlerdeki doğanın özelliklerine göre farklı çiçekler açmış, farklı meyvalar yetişmiş dallarda... İnsanlar inanmışlar, huzur dolmuş, mutlu olmuşlar...

Zora gelmeden, gönülden inanıp, bağlanmışlar...Asırlar boyu saygı ve sevgi ile onda Yüce Yaratıcılarını bulmuşlar. Ama hep ileriye doğru aktığı için...

Birileri çıkıp da bu güçlü pınarı ilk kaynağına çevirmeye; geri akıtmaya, o ilk kaynağın yanındaki bitki örtüsünü, orada yetişen meyvaları suyun ulaştığı uzak diyarlarda da yetiştirmeye kalkana dek... O zaman su, boşa harcanır olmuş... Dallarda meyva vermeyi bekleyen ağaçlar, açmaya hazır çiçekler kuruyup solmuş...

İslamiyet en güzel meyvalarını Anadolu toprağında vermiş, en nadide
çiçekler bu topraklarda yeşermiş, gönüllere huzur veren, kardeşlik,
birlik türküleri Türk-İslam kültürünün sentezi ile bütünlenerek asırlar
boyu Anadolu'nun dağlarında nağmelenmiştir. Ta ki siyasal islam,
dostluk türkülerini cihad şarkılarıyla susturana dek...

Bu çatışma aslında siyasi bir kavgadır. Laik Müslüman Türkiye'nin din ile değil, siyasi islamla çatışmasıdır yaşanan...Bu, suları geriye akıtanların, siyasal yaşama dinin egemen olmasını bekleyenlerin, yüzyıllık bir geçmişe umursamaz kalıp, siyasi iktidarı din adına kullanmayı isteyenlerin kavgasıdır. Dini insan için değil, insanı din için kulananların cihadıdır. 
Türkiye'nin ekonomik istikrarsızlığından yararlanarak masum ve inançlı kitleleri siyasi ihtiraslarına alet etmek isteyenlerin uğraşıdır.

Çağdaşlığa dur diyen, Türkiye'nin 73 yıllık kazanımlarına sırt çevirenlerin
din adına her yetkiyi kendilerine vehmedenlerin mücadelesidir. Türk insanı elbetki bunun ardındaki karanlık gerçeği görecek, Allah adına hüküm vermekte kendilerini yetkili sananlara, birlik ve kardeşliği dinamitleyenlere gereken cevabı verecektir.

Ancak bu cevap, Türk halkının demokrasi sandığı ile vereceği bir cevap
olmalıdır. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını tatmış, çok sesliliğe alışmış bir milletin, anti-demokratik bir din devleti yönünde, bunun bilincinde olarak tercih kullanması beklenemez. Yeter ki aldatılmasın.

Elinizdeki kitap, Türkiye'de Siyasal İslamın yapılanması, amaçları ve
yöntemleri konusunda, kendi kaynaklarından derlenmiş bilgilerle Siyasal İslamcı Hareketin perdeli yüzünü tanıtmayı amaçlamaktadır. Karar elbette okuyana aittir. Ancak kitabın yazılması sırasında özellikle İslamcı yazar ve yayın organlarına atıf yapılmaya özen gösterilmiş, kişisel yorumlar, İslamcı kaynaklardan, kuşkuya yer bırakmayacak bir titizlikle desteklenerek okuyucuya aktarılmıştır. Yararlanılan temel kaynakların büyük kısmı İslami Bilimler konusunda saygı değer yazarların eserleridir.

Bu kitapta amaçlanan, Türkiye'de İslam adına konuşmayı sadece kendi hakkı
olarak kabul eden ve halkı yanlışa yönlendiren sayıca küçük ancak çıkarılan
huzursuzlukların boyutu bakımından büyük bir radikal İslamcı kesimin
görüşlerine dikkati çekmek ve zaman zaman bu kesimin İslamı temsil etmediğini
söyledikleri halde suskunluğu seçerek onlara gizli destek verenlerin siyasal
beklentilerine karşı kamuoyunu uyarmaktır.

Türkiye, Siyasal İslam krizini aşacak kadar güçlü bir ülkedir. Bu kriz,
halkın bilinçlenmesi ile aşıldığında, demokratikleşme süreci önündeki
tüm engeller de kalkmış olacaktır.

1 Din-Toplum-Siyaset

Dinin toplum üzerindeki tartışılmaz etkisini analiz edebilmek için insanın doğası ile ilgili bazı temel ihtiyaçları incelemek gerekir.
Bu temel ihtiyaçlar iki ana gruba ayrılmaktadır.

A. Yaşama İçgüdüsü

İnsan, tüm canlılar gibi temel bir içgüdü olan yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelir. Ancak diğer canlılardan farklı olarak akıl ve düşünce yeteneğine sahip olması, bu içgüdüyü şuurla kullanmasına yol açar. Yaşama içgüdüsünün insandaki en belirgin göstergesi ölüme karşı olan korkuları ve bu korkuların hareketlendirdiği direncidir.
O halde insan, dünya yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan ve bu sınırlılığın korkusu ile yaşayan bir varlıktır.

Din, sınırlı dünya yaşamına karşılık, ebedi ve sonsuz bir ruhsal yaşam vaad eden bir öğretidir. Yaşama içgüdüsünün doğal bir sonucu olarak insanoğlu, ebedi bir ruhsal yaşam vaadi karşısında korkularını yenebilmekte ve farklı bir mekan ve biçimde de olsa, sonsuz yaşamı vaad eden dinde teselli bulabilmektedir. Kaldi ki vaad edilen sonsuz yaşam modeli, madde dünyasının şartları ile de kısıtlanmış değildir. Dünya yaşamındaki tüm maddi ve manevi tatminsizliklere karşın, ebedi yaşam iyi kullara sadece ruh huzurunu değil, her türlü ihtiyacını kolayca elde edebileceği, hatta hiç çalışmadan elde edebileceği bir bolluk ortamını da vaad etmektedir.

Dünyada yoksul ya da sağlıksız bir yaşam süren bireyin, öbür dünyada hep
özlemini çektiği bolluğa, huzura kavuşma şansına ve umuduna sahip olması,
insanı hiç de küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen bir yaklaşımdır.

Bir diğer önemli konu ise, insanın doğa yasaları karşısındaki çaresizliği ve sınırlı korunma kapasitesi ile ilgilidir. Bilim ve teknikte kaydedilen gelişmeler, insanın ortalama yaşam süresini uzatmış, daha sağlıklı yaşama imkanlarını geliştirmiş, insanı çeşitli doğal tehlikelere karşı önemli ölçüde korumaya almıştır. Ancak yaşama içgüdüsü ile dünyaya gelen insanın asla karşı koyamayacağı doğa yasalarının önünü almak mümkün olamamıştır. İnsan doğar, yaşlanır ve ölür. Yaşlanmayı geciktirmek bilimle bir ölçüde sağlanabilse de tümüyle engellemek mümkün değildir. Bazı hastalıkların tedavileri bulunmuş olsa da, yeni
hastalıklarla kitleler acı çekmekte ve ölmektedir. Doğal afetleri önceden
belirleyebilmek mümkün olmadığı için, fazla bir önlem alınamamaktadır.
Bütün bunlar, insanı kendi gücü dışında koruyucu bir güce yöneltmektedir.
İnsanın yaşama içgüdüsünün sonucu olan korunma ve sığınma isteği ise dinin
aracılığı ile Tanrı'dır. Çünkü din, Tanrının insandan istediklerini insana
ileten bir aracı kurum olduğu iddiası ile ortaya çıkmış ve kendisine
inananlara Tanrı'nın koruyuculuğunu vaad ederek, insanın en büyük ihtiyacına
cevap vermiştir.

İnsanoğlunun bir diğer zayıf yönü ise, bilgisinin zaman ve mekanla sınırlı
oluşudur. Bilimdeki gelişmeler günümüzde bilgi ufkunun gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur. Ancak bilimin buldukları, bilinecek olanın sonsuzluğunu 
daha da açık biçimde ortaya koymaktadır. Dinler ise, insanlığın ulaşabildiği zaman ve mekan ötesi konularla ilgili aktarımlarda bulunmaktadırlar. Özellikle melekler, cinler, şeytan, varoluş gibi konular, tamamen inanç ile kabul edilmesi mümkün olan aktarımlardır. İnsan için bilgi, zamanla sınırlıdır. Oysa dinler, gelecekle ilgili konularda da bilgi vererek, insanın en büyük zaafı olan geleceği öğrenme arzusuna hitap etmektedirler. Böylece insan herşeyi bilen, geçmişin, geleceğin mutlak hakimi olan Tanrı'nın sözleri olarak kabul ettiği dine bağlanmaktadır.
Din, bireyin kimlik kazanması açısından da önemlidir. Bir inanç grubunun
ferdi olmak ve bu uğurda mücadeleye girmek, prestij ve üstünlük
kazandırıcı bir ayrıcalıktır. 

Özellikle kutsal kitaplarda inananların ölüm sonrası ruhsal yaşamda cennet vaad edilenlerden olması, onları diğer insanlara karşı üstün ve seçilmiş konumuna sokmaktadır. Çeşitli maddi ve manevi tatminsizlikler içinde yaşayan insan, dine inanarak ayrıcalıklı bir statü ve dinsel bir kimlik kazanırken, hem ruhsal doyuma, hem de güce ulaşmaktadır.

B. İktidar Güdüsü

Böylece herşeyi gören ve bilen, tüm varlık aleminin yaratıcısı olan, koruyan, esirgeyen Tanrı'nın emir ve buyruklarını insana ilettiği kabul edilen din, hem dünyadaki hem de dünya dışındaki yaşamı belirlemede temel etken olmaktadır. 

Bu kabulün doğal sonucu ise, dinin buyruklarına ve Tanrı'nın elçisine kayıtsız şartsız tabi olmaktır.

Dinlerin amacı homojen inanç toplulukları yaratmak ve dine inananların sayısını artırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler yayılmacı bir yol izlemişlerdir. Yayılmacılık ise diğer inanç grupları ile çatışmayı kaçınılmaz kılmıştır.

Yayılmacılık, beraberinde siyasal ve ekonomik gücü de getirmiştir.

Yeni fethedilen topraklarla birlikte, iktidar gücünü belirleyen iki ana unsur olan servet ve insan sayısı artmıştır. Böylece dinler, kendilerine inanan topluluklara ekonomik ve siyasal güç vaadeden öğretiler olmuşlardır.

Zaman içinde inanç mücadeleleri iktidardan pay alma savaşına dönüşmüş ve bu pay, dini toplumun tüm üyelerinin iktidar olma güdüsünü tatminde önemli
rol oynamıştır.


***