HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2016 Cumartesi

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ

























Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN


Bilindiği gibi Türkiye’nin iç politikası, 1839 Tanzimat Fermanı’yla beraber Batı’daki gelişmelerden yoğun bir şekilde etkilenmeye başlamıştır. Bu etki, Cumhuriyet döneminde de kendini göstermiştir. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da ortaya çıkan yeni oluşum, Türkiye’nin 1945’ten sonraki iç politikasının şekillenmesinde belirleyici rol oynamıştır. Dünyadaki otoriter sistemlere son veren Birleşmiş Milletler Anayasası, dünya ile entegrasyonu amaçlayan Türkiye için de tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş için zemin hazırlamıştır. Türkiye’deki idareciler, İsmet İnönü’nün 1945’teki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndaki nutkundan[1] da anlaşılacağı gibi bu geçişin zaruretini hissetmeye başlamıştır.



















Diğer taraftan dünyadaki gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri muhaliflere, mevcut tek parti sistemine karşı kullanabilecekleri itibarî ve hukukî deliller sağlamış, onların muhalefetlerini açığa vurmalarını ve halkın desteğini aramalarına zemin hazırlamıştır.[2] Böylece muhalefet, tek partili rejimi eleştirme imkanına sahip olmuştur. Tek partili sistem, CHP içerisinde, Menderes, Bayar, Koraltan, Köprülü gibi muhalif bir grup tarafından eleştirilmeye başlanmıştır.[3] Tek parti sisteminin savunucuları ise bu eleştirilere karşı koyarak sistemin devam etmesi gerektiği yönünde görüş beyan etmeye devam etmişlerdir.[4] Tek partili sistem karşıtı görüşlerin gelişmesi, muhalefetin partilileşme sürecini başlatmıştır. Nihayet, muhalefet partisi DP’nin kuruluşuna zemin hazırlayan ve "dörtlü takrir” olarak bilinen bir önerge 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Yüksek Başkanlığı’na sunulmuştur.[5]
Bu takrir, 12 Haziran 1945 tarihli oturumda okunmuş ve reddedilmiştir.[6] Hadiselerin zorlamasıyla CHP’nin iktidarını sarsmayacak sınırlı bir demokratikleşmeye izin vermek niyetinde olan İnönü, muhalefetin partilileşmesine fırsat vermek amacıyla önergenin reddedilmesinde etkili olmuştur.[7] Bu reddedilişten sonra DP’nin kuruluşunu hazırlayan olaylar birbiri ardınca meydana gelmiş; 17 Eylül 1945’te Celal Bayar CHP’den istifa ederken, 21 Eylül’de de Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ihraç edilmiştir. 30 Eylül 1945 tarihinde milletvekilliğinden de istifa eden Bayar, 2 Aralık 1945’de yeni bir parti kuracağını açıklamıştır.[8] Nihayet 7 Ocak 1945 tarihinde Bayar, Koraltan, Menderes, Köprülü’nün önderliğinde DP kurulmuştur.[9]
DP’nin kurulmasından 7 ay sonra 21 Temmuz 1946 tarihinde seçime gidilmiştir. Bu seçimde şehirlerde DP, kırsal kesimde ise CHP başarılı olmuş, 450 milletvekilliğinden 395’ini CHP, 64’ünü DP ve 6’sını bağımsızlar kazanmıştır. Muhalefet bu seçimlerde hile yapıldığını iddia etmiştir. İnönü daha sonra bu iddianın özellikle İstanbul için doğru olduğunu, Ahmet Faik Barutçu’ya söylemiştir.[10]
Bu seçimden sonra CHP içerisinde çok partili anlayışa karşı, tek partici anlayışın savunuculuğunu yapan grubun lideri Recep Peker, İnönü tarafından Başbakan tayin edilmiş ve 07.08.1946 tarihinde hükümeti kurmuştur. Demokratikleşme sürecindeki bir ülkede, mizacı ve dünya görüşü itibarıyla belki de en son başbakan olabilecek bir kişiliğe sahip olan Peker’in esasen İnönü’nün politik taktiği gereği Başbakan atanmış olduğu düşünülebilir. İnönü bu uygulamasıyla, parti içinde güçlenen Peker, Ökmen, İncedayı hizbine hükûmet kurdurmak suretiyle, bir taraftan çok partili hayata geçiş sürecinde CHP’yi müşkül durumda bırakabilecek parti içi muhalefeti pasifize etmek, bir taraftan da bu grubun uygulayacağı politikalar ile DP’yi yıpratmak istemiştir. Başka bir ifadeyle sınırlı bir demokrasiden yana olan İnönü, kendisinin uygulamak istediği ancak uyguladığı takdirde kamuoyu nezdinde yıpranacağını düşündüğü politikayı bu gruba uygulatarak kendi ismininin yıpranmasını engellemeye çalışmıştır.
Hükûmet ile Demokrat Parti arasındaki ilişkiler, DP’nin kuruluşu ile başlayan problemlerin bir uzantısıdır. Nitekim daha Peker Hükümeti kurulmadan önce oluşan politik hava, Hükûmet-DP ilişkilerinin bir diyalog ve uzlaşma havasından çok, bir çatışma havasında gelişeceğinin işaretini veriyordu. Nitekim hükümetin kuruluş safhasında ortaya çıkan, DP’den de hükümete bakan alınacağı, Recep Peker’in muhalefete karşı sert bir siyâset takip edeceği gibi spekülatif haberler,[11] daha hükûmet faaliyete geçmeden siyasî havayı gerginleştirmişti.
Olaylar bir bütünlük içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde, siyasî havadaki bu gerginliğin DP açısından istenilen bir durum olduğunu düşünmek mümkündür.[12] Nitekim seçimlerde hile yapıldığına dair iddialarını hükûmetin kuruluşundan sonra da sürdüren DP’li yöneticiler, sadece bir hak arama düşüncesinde olmayıp siyâsette bir belirginsizlik meydana getirerek, hükûmetin spekülasyona açık önlemler almasına zemin oluşturmak niyetindeydiler. Böylece, CHP’yi demokratik havaya ters bir uygulama içine sokarak, zaten CHP’den soğumuş bulunan halkı kendi saflarına çekmeyi hesap etmektedirler. Başbakan Peker ise, bir taktik uygulamadan çok, düşüncesinin gereği olarak otoriter önlemlere başvurarak, muhalefeti sindirme eğilimi içine girmiş ve bu uygulamasıyla DP’nin istediği ortamı kendisi yaratmıştır. Bu nedenle daha ilk günden itibaren Hükûmet-DP ilişkisi bu ortamın gerektirdiği biçimde şekillenmiştir.
Hükûmet programının okunması sırasında, DP’li yöneticilerin, programı tetkik etmek için süre istemesine karşılık, hükûmetin bu konuda olumsuz tavır takınması, uzlaşmaz ilişkinin ilk kıvılcımını oluşturmuştur.[13]Bundan sonra Başbakan Peker, muhalefeti pasivize etme politikasının gereği olarak, belediye seçimlerini öne alma girişiminde bulunmuştur. DP’li yöneticiler bu girişime, partinin teşkilâtlanmasını henüz tamamlamadığı gerekçesiyle karşı çıkmış ve seçimlerin normal zamanı olan Eylül ayında yapılmasını istemişlerdir.[14] Diğer taraftan 1946 seçimlerinden önce kanunlarda demokratik oluşumu kolaylaştırıcı bir düzenleme yapılmasına rağmen, polis vazife ve selahiyet kanununa dokunulmak istenmemesi, muhalefeti rahatsız etmiştir. Muhâlefete göre, bu kanunun bilhassa 18. maddesi[15] polisin tek taraflı olması halinde hükûmete karşı muhalefeti imkânsız hale getirecek özellik taşımaktadır.[16]
Demokrat Partili yöneticiler, her fırsatta hükûmetin muhalefete baskı uyguladığını öne sürmüşler,[17] siyasî yapı içinde yer bulma ve bir güç olma isteklerini dahi bu eleştirel yaklaşımla elde etmeye çalışmışlardır. Sistemin gereği olarak kabul edilebilecek taleplerini dahi, sistem bunu gerektiriyor gerekçesiyle değil, hükûmet bizi ezmek istiyor gerekçesiyle sunmuşlardır. Böylece hükûmetin demokrasiye aykırı uygulamalarına bir de DP’nin demokrasinin erdemlerini basit politik taktik vasıtası olarak kullanan üslubu eklenmiştir. Bunun sonucu olarak siyaset tıkanmış ve DP tarafından sunulan; seçimlere gizli oy usulünün getirilmesi, partilere göre renkli kâğıt kullanılması, sandık başlarında partili görevlilerin bulunması ve her sandıktaki seçim neticelerinin orada açıklanması gibi istekleri ihtiva eden gayet makul teklifler;
Reylerin okullarda ve kapalı hücrelerde gizli olarak kullanılmasına imkân yoktur. Çünkü memleketimizin her köyü henüz bir okul binasına kavuşmamıştır.
Rey pusulalarını renkli olarak hazırlamak da bir çok karışıklıklara, güçlüklere yol açacaktır.
Parti temsilcilerinin rey tasniflerine iştirâk ettirilmesi ve tutanaklara bunlar tarafından imza atılması keyfiyeti de, seçim işlerini karıştıracaktır. Çünkü parti temsilcilerine böyle bir hak tanınırsa, aynı hakkı bağımsız adayların temsilcilerine de tanımak gerekecek, bu takdirde tasnif heyetleri akla gelmez sabotaj hareketleri ile karşılaşabileceklerdir.
Her sandıktaki seçim neticesinin orada ilân edilmesi gereksizdir. Tasnif heyetini teşkil eden üyeler neticeyi bildiğine göre bunu ayrıca ilân etmekte bir sakınca yoktur[18] gibi basit gerekçelerle hükümet tarafından reddedilmiştir.
Hükûmetin kuruluşundan itibaren var olan çatışma ortamı her iki tarafın politikalarını gün geçtikçe daha da sertleştirirken, hükûmet bütün kontrolü elinde tutabilmek için; milletlerarası gerginliği bahane ederek İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’deki sıkıyönetimin altı ay uzatılmasını istemiştir. DP Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan, hükûmetin gazeteleri kapatmak ve halkın mitinglerine engel olmak için sıkıyönetimi uzatmak istediğini öne sürmüştür. Yine DP milletvekillerinden Refik Koraltan, dünyanın silah bıraktığı bir ortamda sıkıyönetime gerek olmadığını, ihtiyaç hâlinde sıkıyönetim ilân edilebileceğini belirtip, böyle bir uygulamanın kendilerine karşı baskı vâsıtası olarak düşünüldüğünü ifade ederek sıkı yönetim ilanına karşı çıkmıştır. Buna karşı hükûmet, sıkıyönetimi uzatma sebeplerinin muhalefetin iddia ettiği gibi gazete kapamak, mitingleri engellemek olmadığını zaten kanunsuz eylemlere engel olmak için yasaların yeterli olduğunu açıklamıştır.[19] DP’lilerin itirazlarına rağmen söz konusu şehirlerde 23.11.1940’tan beri devam eden sıkıyönetim 1946 yılı Aralık ayından itibaren altı ay daha uzatılmıştır. Bundan hemen sonra 6 Ocak 1947’de bütün sendikalar ile muhalif olarak görülen altı gazete ve dergi, sınıf mücadelesi fikrini savunmak suretiyle suç işledikleri gerekçesiyle sıkıyönetim tarafından, muhalefeti haklı çıkarır bir şekilde süresiz olarak kapatılmıştır.[20]
Hükûmet, bu uygulamalarının, 1945’ten beri oluşmaya başlayan demokratikleşme süreciyle çatıştığının farkındadır. Bu nedenle otoriter uygulamalarını demokratik bir kılıf içerisinde sunmak çabası içerisine girerek, demokrasiyi uygulamalarına göre yorumlamaya çalışmıştır. Peker’in 18.12.1946         tarihinde verdiği demeç, bu gayretin iyi bir örneği olup, onun, otoriter tavrını meşrûlaştırmaya çalıştığının bir göstergesidir. Peker bu demecinde şunları söylemektedir: "Biz bu Meclis’te demokrasi hakiki bir şekilde gelişsin, açılsın diye va’z işi kardeş muamelesini, iyi muameleyi vazife diye yapıyoruz. Yaptıkları hareket nev’inden demokrasinin memlekete getireceği aksülamel ne olur arkadaşlar? Bu anarşi arasında ne doğar? Ya bir sınıf diktatoryası yahut eli sopalı aşağılık insanların sefil şahsî hakimiyetlerini ifade eden diktatörler. Biz bundan münezzehiz arkadaşlar. Biz yaşadıkça, önümüzde insanlığın ışığı ve elimizde kanun vasıtası, bu memlekette bu felaket olmayacaktır. Biz yalnız, sade günümüzün hürriyetini, mesut hayatını temin etmekle yetinen bedbaht hodgâmlar değiliz. Üç beş, on nesil sonra bizler göçeceğiz. Evlatlarımızın, torunlarımızın torunlarının ve bütün istikbale açılacak gelişecek olan Türk milletinin hür insanlık şartları içinde yaşamasını sağlayacak bir hürriyeti ve bunu veren bir demokrasi ruhunu yukarıda hakim kılmak istiyoruz. Şuursuz, tahrikçi, anarşi getiren bir yolun arkasında bulunan aksülameli feci zümre veya şahıs hakimiyeti gizlenir.”[21]
Başbakan Peker, bu düşüncesini uygulamalarına yansıtırken, DP yöneticileri, otoriter uygulamaların devamını sağlayacak bir muhalefet yapmayı sürdürmüşlerdir. Nitekim bütçe görüşmelerinde Peker ile Menderes arasında geçen tartışma ve akabinde meydana gelen gelişmeler, bunun bir uzantısı şeklinde cereyan etmiştir. Peker, bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı bir konuşmaya, Menderes tarafından verilen cevaba karşılık olarak ona hakaret edercesine sert bir reaksiyon göstermiştir. Bunun üzerine DP’liler Meclisi terk etmişlerdir. Akabinde de Peker, DP’lileri demokrasinin işleyişini engelleyen, herşeyi söyleyen fakat söylenenleri hazmedemeyen tahrik edici muhalefet yapmakla suçlamıştır.[22]
DP’lilerin Büyük Millet Meclisi’ni terk ederken süre belirtmemiş olmaları ve bir iki gün meclise gelmemeleri iktidarı rahatsız etmiştir. 18 Aralık’ta eski Başbakan Saraçoğlu, Bayar ve Menderes’le görüşüp arabuluculuk yapmak isteyerek, DP’lilerin tekrar meclise gelmelerini sağlamaya çalışmıştır. Ancak Bayar; "Recep Peker’in başbakan olarak beş aydan beri takip ettiği politikasıyla uyuşmamıza imkân yoktur.” karşılığıyla bu girişimi sonuçsuz bırakmıştır.
Basın, arabulucuğa rağmen DP’lilerin meclise dönmediklerini görünce DP’lilerin meclisten tamamen çekildiğini ve "sine-i millete avdet ettiğini” yazmaya başlamıştır.[23] Bunun üzerine 20 Aralık’ta İnönü devreye girerek, Bayar ve Köprülü ile görüşüp olayları yatıştırmaya çalışmış, fakat yine "Peker ile demokrasi yapılmaz” şeklinde; meclise dönüp dönmüyeceklerini kesin açıklık getirmeyen bir açıklama yaparak, köşkten ayrılmışlardır. İki gün sonra İnönü, tekrar Bayar ve Köprülü ile görüşmüştür. Bayar’ın ifadesiyle bu ikinci görüşme de DP’lileri tatmin etmemiştir. DP’de meclise dönmemek eğilimi devam ederken, Adnan Menderes’in meclise dönülmesi gerektiği yönündeki ısrarları üzerine 28 Aralık 1946’da bu parti milletvekilleri meclise geri dönmüşlerdir.[24] Buna rağmen her geçen gün hükûmetle muhalefet arasındaki uzlaşmaz tutum artarak devam etmiştir.
Bütün bu olayların gerginliği devam ederken 7 Ocak 1947’de DP ilk büyük kongresini toplamıştır. Kongre Celal Bayar’ın uzun bir nutkuyla açıldı. Bayar, bu nutkunda, yine eski taleplerini tekrarlayarak hükûmetten seçim kanununu değiştirmesini, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir siyasî partinin başkanı olarak kalmamasını, Anayasa’ya aykırı anti demokratik kanunların kaldırılmasını istemiş, idarî mekanizmanın DP üzerinde baskı uyguladığını, bundan vazgeçilmesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir.
Bu kongrenin Hükûmet-DP ilişkilerini etkileyecek en önemli faâliyeti "Ana Davalar Komisyonu” tarafından hazırlanıp kongre tarafından kabul edilen "Hürriyet Mîsakı” adı verilen rapordur. Bu raporda Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için üç temel şartın yerine getirilmesi öngörülmektedir:
Anti demokratik ve anayasaya aykırı kanunları kaldırılmalıdır.
Seçimlerin devlet memurları tarafından değil, hukukî merciler tarafından denetlenmelidir.
Cumhurbaşkanlığı mevkii parti başkanlığından ayrılmalıdır.[25]
Ayrca bu şartlar hükûmet tarafından yerine getirilmezse, Genel İdâre Kurulu kararıyla DP’nin meclisi terkedip mücadeleyi millete götürmesi kararı da alınmıştır.[26]
Kongrenin kabul ettiği bu rapor, CHP’nin tepkisine, Hükûmet ile DP arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine neden olmuştur. Bu gerginlik öyle rahatsız bir edici noktaya gelmiştir ki sonuçta biri DP’li diğeri CHP’li iki iş adamı olan DP’li Üzeyir Avunduk ile CHP’li Vehbi Koç’un devreye girmesine sebebiyet vermiştir. Bunlar, bir uzlaşma ortamı oluşturabilmek amacıyla DP Genel İdâre Kurulu üyesi Emin Sazak ve Başbakan Yardımcısı Mümtaz Ökmen ile birlikte, Peker ve Bayar’ın tekrar görüşmesini sağlanmışlar,[27]ancak bu görüşmeden de bir sonuç alınamamıştır.[28]
20.1.1947’de yapılan İdâreciler Kongresi’nde, hükûmet, idarî ve adlî memurları doğrudan kendi kontrolü altına alma eğilimi göstermiştir. Fuat Köprülü Vatan’da yazdığı makalede; hükûmetin bu kongre ile devlet memurlarını ve adliye kurumunu doğrudan hükûmetin kontrolü altına sokmayı hedeflediğini öne sürmüş ve bu girişimin demokrasinin gelişimini engelleyecek bir hareket olduğunu belirtmiştir. Köprülü ayrıca bu projeye adliye ve diğer bazı vekâletlerin itiraz ettiğini söyleyerek bundan duyduğu memnuniyeti de dile getirmiştir.[29]
1947 Şubatı’nın ilk haftasında yapılan muhtar seçimleri hükûmet-muhalefet gerginliğini daha da arttıran önemli bir olay olmuştur.[30] Bayar ve Menderes seçimleri DP’nin büyük bir ekseriyetle kazanma ihtimali çok yüksek iken, yapılan idarî baskı yüzünden kaybettiklerini ileri sürmüşlerdir.[31] Peker, muhalefetin bu iddiasına; "Muhtar seçimlerinde zor kullanıldığı veya baskı yapıldığı hakkındaki sözler her kim tarafından söylenirse söylensin bunlar hakikate uymayan iddialardır. Bu sözler vazife sahipleri hakkında bir iftira olmaktan başka hür insanlar olarak oy kullanan vatandaşlar aleyhinde de bir saygısızlıktır. Seçimlerde her zaman her yerde vâki olan sürtüşmeler mikyası dışında hiçbir yolsuzluk yoktur. Vatandaş vicdanının ve kanaâtinin masunluğu aleyhindeki bu iddiaları, bunları temin ile mükellef olan mesul hükümetin başında bir adam sıfatıyla reddederim”[32] sözleriyle cevap vermiştir.
Muhâlefetin bu meselede tavrını belirleyen esas nokta, seçimlerin, kendileri tarafından kaybedilmiş olmasından çok, demokratik usüllere göre yapılmadığı inancıdır.[33] Muhâlefetin bu inancından kaynaklanan itirazları, F. Rıfkı Atay tarafından tahrikçilik olarak nitelendirilmiştir.[34]
Muhtar seçimleri, siyasî hayatta yeni bir belirsizlik meydana getirmiştir. Bu seçimlerle tartışılan seçim uygulamasına yapılan eleştiriler, DP’nin "Hürriyet Mîsakı” olarak adlandırılan bağlayıcı kararları içinde değerlendirildiğinde; Nisan ayında yapılacak milletvekili ara seçimlerinde DP’nin tavrının ne olacağı, seçimlere katılıp katılmayacağı sorularını akla getiriyordu. Bu kararlar mucibince, seçimlere katılmaması çok büyük bir ihtimaldi. Nitekim CHP bunu hissettiğinden, DP’nin seçimlere katılması için bu seçimlerin dürüst yapılacağı vaadinde bulunmak zorunda kalmıştır.[35]
Bütün bu gelişmeler devam ederken beklenilen olmuş, Bayar, Kuşadası ve Bodrum’da yapılan toplantılarda büyük bir ihtimalle seçimlere girmeyeceklerini açıklamıştır.[36] Görüldüğü gibi bu açıklamada bir kesinlik yoktur. Bunun sebebi de DP’nin sunduğu seçim tasarısının henüz cevaplandırılmamış olmasıdır. Bu yüzden konu ile ilgili kesin karar, İzmir’de yapılacak Genel İdare Kurulu toplantısına tehir edilmiştir.
DP cephesinde bu gelişmeler olurken, en önemli özelliklerinden biri, önemsediği siyasî nutuklarını, kendi partisine en çok muhalif zannedilen merkezlerde vermeyi tercih etmesi[37] olan Başbakan Peker de faaliyetlerini aynı bölgede yoğunlaştırmış ve 31 Mart akşamı İzmir’e gitmiştir. 1 Nisan’da İzmir Halk Evi’nde bir konuşma yapmıştır.[38] Bu konuşmasında DP’nin seçimlere katılmadığı takdirde suç işlemiş sayılacağını belirtmiştir.[39] Kısa bir süre sonra Kuşadası’nda bulunan Bayar da İzmir’e gelmiş ve kalabalık bir partili kitle tarafından karşılanmıştır. Böylece İzmir’de bir politik düello başlamıştır. Bayar ve arkadaşları İzmir’e geldiğinde onları karşılamaya gelen kalabalığı, polis ve jandarmanın havaya ateş açarak dağıtmaya çalışması önemli huzursuzluklar yaratmıştır.[40] Yaşanan bu gerginliklerin ardından yapılan DP Genel İdare Kurul toplantısında, hükümetin bu gibi baskıcı uyugulamalardan hiçbir şekilde vazgeçmiyeceği gerekçesiyle, seçimlere kesinlikle girmeme kararı alınmıştır.[41]
Peker ise DP’li yöneticilerin bu tavırlarını ucuz kahramanlık olarak niteleyerek, Türkiye’de iddia edildiği gibi istibdada dayalı bir rejim olmuş olsaydı, DP’lilerin bu tavırları sergilemelerinin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Ayrıca bu partinin vehme dayalı politikalarının demokrasinin gelişimine engel olabileceğini belirtmiştir. Böylece üstü kapalı olarak muhalefete "Eğer mevcut tavırlarınızdan vazgeçmezseniz daha sert bir uygulamayla karşılaşabilirsiniz” mesajını vermiştir.[42]
Bu karşılıklı itham ve siyasî tehdit düellosu devam ederken DP’li Halil Menteş, Cumhurbaşkanı’na bir açık mektup yazarak memleket idâresinin iki partiye nöbetleşe olarak yaptırılmasını tavsiye etmiştir. Peker bu girişime sert bir şekilde tepki göstererek, İnönü’nün böyle bir yetkisinin olmadığını ve azınlık partisinin kuracağı hükûmetin yirmi dört saat bile çalışamayacağını söylemiştir.[43]
Basının siyasî yapıyı değerlendirmesi de partilerinkinden farklı değildir. Muhâlefet yanlısı Ahmet Emin Yalman, Peker’in meseleleri görmemezlikten gelerek ortamı yumuşatmaktan uzak uzlaşmaz tavrı ile siyasî havayı gerginleştirdiğini söylerken,[44] iktidar yanlısı Atay; "Bir muhalefet, kendi iddialarını kanunlaştırmak ve yürütmek için iktidarı arar ve onun için haklı olarak savaşır. Bizim muhalefet, kendi iddiaları iktidar partisi tarafından kabul edilmedikçe halkı kışkırtmaktan başka bir savaşma usûlü takip etmiyeceğini apaçık ilân etmişti”[45] sözleriyle, muhalefeti siyasî havayı gerginleştirmekle itham etmiştir.
Siyasî ortamdaki gerginlik her geçen gün artarken, 15 CHP milletvekili, DP ileri gelenlerinin tutumları hakkında Peker hükûmetinden izahât istemişlerdir. Bu girişim DP’li yöneticileri rahatsız etmiş ve bu defa onlar, Üzeyir Avunduk aracılığıyla hükûmetle diyalog kurma gayreti içine girmişlerdir. Avunduk, Mümtaz Ökmen vasıtasıyla Recep Peker’e, Bayar’ın kendisiyle görüşme isteğini bildirmiş ve iki lider 9 Mayıs 1947’de Ankara’da bir araya gelmişlerdir.[46] Bu görüşmede Peker ile Bayar arasında şu konuşma geçmiştir:
- Bayar: DP mevcut hükûmetin husumetine maruz değil midir?
- Peker: Hayır.
- Bayar: Hükûmet Cihazı DP’ye karşı bîtaraf düşünüyor mu?
- Peker: Şüpheniz mi var?
- Bayar: Şu halde DP mensuplarının, ayrı siyasî akidelere bağlı bulananların istisnaî muâmeleye tâbi tutulmayacaklarına yani eşit haklara sahip olduklarına, seyyanen muâmele görmelerine dair bir tamim neşreder misiniz?
- Peker: Hayır.[47]
Bu görüşmeler neticesinde oluşması beklenilen yumuşama gerçekleşmemiş, Peker, görüşmeden sonra bir araya geldiği İnönü’ye, Bayar’ın siyasî taktik içinde olduğunu söyleyerek; "Adamın hiç insafı yok. Hiç! Bütün arzuları bizi oyuna getirmek” sözleriyle tepkisini dile getirmiştir.[48]
Bu arada, 28.05.1947’de hükûmet İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’de devam etmekte olan sıkıyönetimin "savaş halinin devam ettiği” gerekçesiyle tekrar uzatılmasını teklif etti.[49] Bu teklif, sıkıyönetimi uzatmak isteyen hükûmetin aslında basını ve muhalefeti susturmak niyetinde olduğu gerekçesiyle DP’liler tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin en serti yine Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan’dan gelmiştir. Aldoğan, Meclis’te bu amaçla yaptığı konuşmasından dolayı, iç tüzük 189. maddesi hükümleri gereğince 15 gün Meclis’ten uzaklaştırılmıştır.[50]
Başbakan Peker ise bu iddiaları reddederek sıkıyönetimi askerî amaçlarla ve dış politikanın icabı olarak uzatmak istediklerini ileri sürmüştür. Ancak söylediklerinin aksine dış politika gerekçeleriyle ilan edilen sıkıyönetim ile iç politikada hükûmet merkezli güç oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.[51]
Bayar ile Peker’in görüşmeleri ve sıkıyönetim ilanı ile ilgili tartışmaların ardından Haziran ayının 7, 17 ve 26. günlerinde, ileride anlatacağızımız Bayar ve İnönü görüşmeleri olmuştur. Bayar, bu görüşmelerin hemen akabinde Sivas’a gitmiş ve burada parti kongresinde muhalefetin şikâyet ve isteklerini sıralamıştır:
"Halk evleri, kültür müesseseleridir. Tıpkı selefi Türk Ocakları gibi... Türk Ocaklarında da siyâsetle iştigâl memnû idi. Halk evleri genel kültür müessesesi olarak kalmalı her vatandaş, oradan istifade hakkına mâlik olmalıdır. Yahut da muhtelif siyasî teşekküller zaman zaman buradan istifade edebilmelidir.
Radyo, halkın parasıyla kurulmuştur. Tek taraflı kullanılmaması icab eder. Halbuki zaman zaman, yalnız bir tarafın menfaatine çalışmakta, bazen DP aleyhine yazılan makaleler de okunmaktadır.
Biz Ankara’da bütün memleketi görüyoruz. Sivas’ta diğer yerlere nazaran daha az tazyik yapılmıştır. Daha az olduğunu söylemekle bunu mâzur görüyorum sanmayın. Bugünkü valinizin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Birşey biliyorum ki, o da eski valiniz, DP’nin kuruluşunda fena bir rol oynamıştır.
-Ben, bir çok yerlerde baskın delillerini gördüm. Tazyik görmüş vatandaşlarla konuştum. Farzediniz ki, bir casusluk şebekesi vardır. Bence Cumhuriyet zabıtası olduğu halde neden sıkıyönetim gibi anormal vâsıtalara mürâcaat ediliyor? Maneviyât üzerinde baskı yapmak için mi?”[52]
Bayar’ın bu konuşması çatışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Peker, bu konuşmaya cevap olarak verdiği beyânatta Bayar’dan baskıların delillendirilmesini istemiştir.[53] Bayar, buna cevap vermek üzere, baskı yapıldığına dair belgeleri gazetelere göndermiş ancak bu belgeler sıkıyönetimce neşri yasak olan hususlara taalluk ettiği için yayınlanmamıştır.[54]
Bütün bu tartışmalarda, demogoji ön plândadır. İcra mevkiinde olan Peker Hükümeti, kendi anlayışına göre icrâatını ortaya koyarken, muhalefet mevkiindeki DP’nin, hükümete yönelttiği eliştirileri belli bir sisteme göre yapmadığını görüyoruz. Yani muhalefet partisinde sadece bir itiraz ediş ve demokrasi isteyişi vardır. Fakat itirazların sonucunda, mevcuda karşı alternatif sunuşları yoktur. Bu nedenle de siyasî tıkanıklık meydana gelmiştir. Bu siyasî tıkanıklığa sebep olan hatalar Yunus Nadi tarafından şu şekilde tasnif edilmiştir:
"DP’nin hataları:
İktidar arayışını, belli bir alternatif sistem sunma anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik, tepki ve bu tepkinin yarattığı heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiştir.
İktidar yolunda, basit ve demogojik oyunlara başvurmuştur. İktidar olmayı değil, kurtarıcılık misyonuna talip olmuşlardır.
CHP’nin hataları:
Halk Partisi, uzun mâzisine rağmen, Avrupaî mânâsyıla bir türlü siyasî parti olamamış, sosyal ve ekonomik sahâlarda temel prensiplerini kurup onlar üzerinde şaşmaz bir yol tutamamıştır.
Halka, demokrasiyi kendilerinin lutfettiği ve gerekirse geri alabileceklerini imâ eden seçkinci tavır sergilemiştir.
İktidarlarının gücünü, kabul gören sisteminden değil jandarmadan almayı tercih etmiştir.
DP’yi bir müvâzaa partisi gibi görerek, iktidarı kendileri için değişmez bir mevki olarak kabul etmiştir.[55]
Hükûmet-Muhâlefet arasındaki gerginlik, Batı Anadolu’daki karşılıklı polemik sonucunda bir hayli artmıştır. Bu gerginliğin farkında olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, hâdiseleri kontrol altına alabilmek ve havayı yumuşatmak için 7 Haziran’da Bayar’ı köşke davet ederek görüşmüştür. Bu görüşmede Bayar, 9 Mayıs’ta Peker ile yaptığı görüşmede öne sürdüğü baskı iddialarını tekrarlamıştır. Görüşmeden sonra İnönü muhalefetin şikâyetlerini Peker’e iletmiş ancak Peker, bu iddiaların asılsız olduğunu belirtmiştir.
Bunun üzerine İnönü iki tarafı bir araya getirmeyi düşünmüş, 14 Haziran’da hükûmet ve muhalefet ileri gelenleri yeniden bir araya gelmişlerdir. İnönü’nün ifadesine göre bu görüşmede her iki tarafın tutumunda hiçbir değişiklik yoktur. Hâlâ muhalefet baskı yapıldığını iddia ederken, hükûmet baskı olmadığı noktasında ısrarlıdır.
17 Haziran’da İnönü tekrar Bayar’ı kabul etmiş, bu kabulde muhalefet yine baskı iddialarını tekrarlamıştır. Daha sonra İnönü’nün Peker ile yaptığı iki görüşmede de Peker, bu iddiaların asılsız olduğunda ısrar etmiştir.[56]
Havayı yumuşatmak amacıyla yapılan bu girişimler istenilen neticeyi vermemiş hatta tartışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Bu görüşmelerden hemen sonra Bayar’ın partisinin Sivas Kongresi’ndeki nutku siyasî havanın daha da gerginleşmesine sebep olmuştur. Bayar bu nutkunda, 9 Mayıs’ta Peker’le yaptığı konuşmayı mesnet göstererek hükümeti, vatandaşlara karşı eşit davranmayı kabul etmiyormuş gibi göstermiştir. Daha önce bahsettiğimiz bu görüşmedeki diyaloğa bakıldığında görülecektir ki Bayar, Peker’den ısrarla baskı yapılmaması yönünde tamim yayınlamasını istemektedir. Böyle bir tamim, hükûmetin, daha önce baskı yapıldığını kabul etmesi demek olacağından Peker, bu isteği kesinlikle reddetmiştir.[57] Ancak bu reddediş hükümeti, Bayar’ın komplosundan kurtaramamış, bu defa da bu talep, masum bir istekmiş gibi gösterilerek böyle masum bir isteği yerine getirmeyen hükûmeti, baskı yapmamaya söz vermiyor gibi göstererek tarafsız olmamakla suçlamıştır.[58] Görülüyor ki bu istek, her halukarda DP lehine bir sonuç elde etmek için kurnazca hazırlanmış bir plândır. Yine Bayar Sivas konuşmasında; 17 Haziran görüşmelerinde, İnönü’nün, hükümetin baskı yaptığını kabul ettiği mesajını vermiştir.[59] Bayar’ın Sivas konuşmasının diğer önemli bir yanı da cumhurbaşkanlığı nüfûzunun, iktidar lehine kullanılabilirliğini ortadan kaldırmaya çalışmasıdır.[60]
Başbakan Peker, Bayar’ın Sivas konuşmasındaki baskı iddialarını reddederek sert bir dille eleştirmiş ve muhalefeti bozgunculukla itham ettmiştir.[61] Bayar ise yine, baskı iddiaları içeren bir demeçle Peker’e cevap verince,[62] Peker de muhalefeti, hükûmet darbesi yapmayı plânlamakla suçlamıştır.[63]
Bütün bu karşılıklı tartışmalar arasında Nihat Erim, muhalefetin hükümete yönelttiği suçlamaların muhatabının hükûmet değil, meclis olduğunu ileri sürerek, tartışmayı hükûmet-muhalefet tartışması olmaktan çıkarıp, meclis çatısı altına çekmek isteyen bir makale yazmıştır. Erim bu makalesinde şunları söylemektedir: "Bay Bayar, başbakanı maziye bağlılıkla itham etmektedir. Halbuki Sivas nutkunda geçmişteki tartışma ve geçimsizliklerden bahsetme yolunu kendisi tutmuştur. ‘Terör yani dehşet saçan kabineden’ bahsedilmektedir. Bu memlekette millet meclisi varken kabine dehşet saçamaz. Eğer dehşet saçtırıyorsa onu meclisin kanunları saçtırıyor demektir. Muhâlefet lideri, bazı kanunları sayarak, bunların kabulü ile ‘teröre’ yol açıldığını söylemektedir. Eğer bu tenkit ise hükûmete değil, meclise tevcih edilmiş oluyor. Çünkü bizim bildiğimize göre, kanunları hükûmet değil, meclis yapar. Hükûmetin vazifesi onları tatbik etmektir”.[64]
İki tarafın değişmeyen tutumu İnönü’nün yeni bir müdâhalesine zemin hazırladı ve onun tarafından "12 Temmuz Beyannâmesi” olarak bilinen meşhur beyannâme yayınlandı. İnönü’nün hâdiseler hakkındaki görüşlerini ve yapılması gerekenleri ihtiva eden bu beyanâtta şunlar söylenmekte idi: ". Siyasî havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafa teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum muhalefet partisi liderinin ‘fiilî bir netice beklemek’ şeklinde ifade ettiği hükümde görülür. Yani bir başka türlü söylenirse, vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhâfaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeye çalışacağım. İki tarafın şikâyet ve müdâfaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görüyorum. Zaten bunlar umumî efkârca da kâfi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız yahut hangisinin daha evvel karşısındakini kırmağa başladığını aramakta da fayda yoktur.
Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını hükûmet reisinin kabul etmemesini, böyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, muhalefet liderinin kanun dışı maksatlar ve metodlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması içinde kalmak esasını gözönünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir teminât alarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim.
Her iki tarafla uzun konuşmadan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bugünkü durumu, memlekette siyasî partilerin çalışıp gelişebileceğine kat’i mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bugünkü siyasî durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce bir buçuk seneden beri geçirdiğim tecrübeler ağır ve ümit kırıcı olmuştur; ama gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet de temin edilmiştir.
Bu durumu muhâfaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lâzım gelir. Gelecek için tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim bu son dinlediğim karşılıklı şikâyetler içinde mübâlağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilâlci bir teşekkül değil, bir kanunî siyasî partinin metodları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lâzımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsâvi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani valilerimiz ve mahiyetleri, bir seneden beri çok ağır tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükûmetin mevcut olup olmadığı bile şüphe idi. Sorumlu hükûmetin huzur ve asâyiş vazifesi münâkaşa götürmez. Fakat, meşrû ve kanunî siyasî partilere karşı tarafsız, eşit muâmele mecburiyeti, siyasî hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasî partilere mensup olan veya görünen hususî maksat sahiplerinin şirretliklerine pervâsız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.
Siyasî partilerin hangisi iş başına gelirse gelsin, onlar, idare mekanizmasında çalışanların haklarına, itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır.
Zannediyorum ki, hükûmet reisi ile muhalefet lideri arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebât ettikleri noktadan ayırmak gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, hükûmete ve iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme sahâlarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti mânâsını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhâlefet, teminât işinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır.
İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinde müsterih bulunacaktır. Büyük vatandaş kitlesi ise, iktidar, bu partinin veya öte partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman yalnız ruhî mahiyette olan âmillerdir.
Bu güçlükleri yenmek için siyasî hayatımızı idare eden, iktidarda ve muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanâtımı, neşrinden önce, başbakan ile muhalefet lideri görmüşlerdir”.[65] İnönü her ne kadar, bu beyannâmeyi, iki parti arasındaki uzlaşmayı sağlamak amacıyla yayınladığını belirtmişse de beyanât, muhalefetin şikâyetlerinin doğruluğunu hükûmetin muhalefete karşı baskı uyguladığını kabul eden bir mantığı ihtiva etmektedir.
Bu beyannâme, muhtevâsı kadar, yayınlayanın kimliği bakımından da önemlidir. Beyannâmenin yayınlanması ile DP bir anlamda hedefine ulaşmış oluyordu. İnönü bu girişiminde, hükûmet ile aynı siyasî teşkilâta mensup birisi olarak değil, bir hakem gibi tavır koymuş hatta tercihini muhalefetten yana kullanmıştır. Böylece, hükûmet icraatıyla, CHP teşkilâtının siyasî bakışının ayrışmaya başladığının işaretleri görülmüştür. Bu da DP’nin istediği sonuçtur.
Siyasî havadaki gerginliği yumuşatmak için yayınlanan 12 Temmuz beyannâmesi, istenilen yumuşamayı getirmediği gibi beyannâmenin yorumlanmasından kaynaklanan yeni gerginliklere sebep olmuştur. Nihat Erim’in beyannâme yayınlandığı gün yazdığı, İnönü’nün partiler üstü bir otorite olarak hâdiselere el koyduğunu imâ eden makalesi,[66] hükûmette huzursuzluk meydana getirmiştir. Bu nedenle Peker, İnönü’nün böyle bir yetkisinin olmadığını ihtivâ eden bir demeç vermiştir.[67] Böylece, beyannâmeyle birlikte siyasî yapıda bir otorite tartışması zuhûr etmiştir. İnönü, bu beyannâme ile otorite merkezi olmaya çalışırken,[68] hükûmet böyle bir oluşumu engelleme gayreti içerisine girmiş ve beyannâmeyi meşrû otoritenin belirlediği hükümler olarak değil, sorumsuz bir devlet başkanının tavsiye bâbında yayınladığı temenniler olarak nitelendirmiştir.[69] CHP’nin içinde hükûmete karşı oluşan muhalefet ise İnönü’nün bu beyanâtı, çok partili hayatın gereklerini yerine getirmeyen hükûmeti ve zihniyetini mahkûm etmek için yayınladığını ve dolayısıyla hâdiselerin kontrolünü kendi eline aldığı düşüncesindedir.[70]
12 Temmuz’dan sonra hükûmet, kendi partisiyle ilgili problemlerle uğraşırken; muhalefet, mevcut hükûmetle 12 Temmuz beyannâmesiyle varılmak istenen hedefe ulaşılamıyacağını ileri süren bir beyannâme yayınlamıştır. Bu beyannâmede, İnönü, bir şikâyet mercii olarak kabul edilip, Peker’in bilhassa 17 Temmuz’da verdiği beyanâttaki tek parti dönemini savunan sözleri[71] şiddetle eleştirilmiştir. DP’nin tebliğinde, bu konuyla ilgili şunlar söylenmektedir: "Aradaki görüş farklarıyla tezâtlar ve bunların muhtemel mânâları üzerindeki münâkaşalar bir tarafa Sayın Devlet Başkanının beyannâmelerinde izhâr olunan anlayış zihniyeti ile iyi niyetlere karşı, Başbakan’ın bu demencinde yeni bir zihniyet ve sistemin inatçı müdâfaanâmesi mahiyetini taşıması ve bu demecin beyannâme ile hemen hemen aynı günlerde intişâr etmiş olması, yakın âtideki iyi gelişmeler hesabına, tamamıyla ümit kırıcı olarak kabul etmek zarûreti doğmaktadır”.[72] DP bu beyanâtıyla, Peker’i 12 Temmuz beyannâmesi hükümlerine aykırı bir davranış içinde göstererek, hükûmetle İnönü’yü karşı karşıya getirmek ve parti içindeki İnönü’ye yakın grubu harekete geçirerek hükûmete karşı çift taraflı bir muhalefet oluşturmak gayreti içerisindedir. Zaten bunun için zemin de hazırdı. Beyannâmenin muhtevâsı dikkate alındığında İnönü’nün, Peker’i gözden çıkardığı ve hükûmetle ilişkilerini kopardığını gözlemek mümkündür. Diğer taraftan CHP içindeki İnönü’ye yakın grubun tavırlarından da bu tespit doğrulanabilir. Nitekim, parti içindeki hükûmete muhalif grubun beyannâmeden çıkardığı hüküm, hükûmetin yorumlarından daha çok muhalefetin yorumlarına benzemekte, İnönü’nün böyle bir girişimde bulunmasının müsebbibi olarak hükûmeti göstermektedir.[73]
Peker, DP’nin hükûmeti, CHP teşkilâtı ve İnönü ile ters düşürerek zayıf düşürme taktiğini fark ederek 29.08.1947’de DP’nin beyanâtına karşı, sert bir beyanât verdi ve 12 Temmuz beyannâmesinin mantığına ters düşmediklerini belirtti.[74] Fakat görünen odur ki, Peker, İnönü ile beyannâme konusunda ayrı düşmediğine dair sözlerinde samimi değildir. Bu beyannâmeyi parti içindeki muhalefetin baskısı sonucu kerhen kabul etmek zorunda kalmıştır.[75] Bu grubun önde gelen isimlerinden Erim, hükûmeti beyannâmeye uygun hareket etme konusunda ikaz edici yazılar yazarken DP’nin demokratikleşme istikâmetindeki isteklerinde haklı bulmaktadır.[76] Bununla birlikte parti içinde hükûmetin politikasını destekleyen grup da, hükûmetin baskı politikası uygulamasını DP’ye bağlamaktadır.[77]
12 Temmuz beyannâmesi, DP yöneticilerinin gövde gösterileri ve kışkırtıcı demeçlerle gayri meşrû propaganda yollarına saptıklarını imâ ediyordu. Daha önce beyannâmeyi kabul eden DP’li yöneticiler, beyannâmenin bu özelliğini göz önünde tutmamakla bir taktik hatası yaptıklarının farkına varmışlardır. Bu nedenle bunun, olumsuz gelişmelerin mağduru olan DP’yi ilgilendirmeyen ve iktidar partisi CHP’nin kendi uygulamalarını eleştirme zorunluluğunun gereği olarak ortaya çıkmış olan tek taraflı bir olgu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Diğer taraftan, CHP’nin içerisindeki İnönü’ye yakın hükûmet karşıtı grup, beyannâmeyi benimsemekle vatandaşların hükûmeti tenkit etme hakkını kabul etmiş ve böylece muhalefetin istediği çizgiye gelmiş oluyordu.[78] Ancak hükûmet böyle bir çizgiye gelmemiştir. Bu da siyasî hayatta hükûmet merkezli DP-Hükûmet-Cumhurbaşkanı şeklinde formüle edilebilecek bir ilişki meydana getirmiştir ki, bu üçlü ilişkide, bazen hükûmet aradan çıkarılarak DP ile İnönü arasında diyalog kurulmuş ve her iki tarafca da hükûmet sıkıntının kaynağı olarak gösterilmiştir. Bu tür bir ilişki de doğal olarak siyasî hayatta bir belirsizlik yaratmıştır.
Bu ilişkiler içinde, Peker’in ya istifâ etmesi ya da tavırlarını bu ortama göre yeniden düzenlemesi gerekliydi. Ancak Peker, İnönü’ye rağmen ne istifâ etmiş ne de tek partici tavrından vazgeçmiştir. Hatta Meclis’te kendinin desteklendiği kanaâtindedir. Bu yüzden tavrını değiştirmek yerine İnönü’ye karşı mücâdeleyi tercih etmiştir. Ancak Peker, beyannâmeyi kabul etmekle bir taktik hatası yapmış; DP’nin verdirmeye çalıştığı baskı yapılmayacağı sözünü vermiş ve baskı yapıldığını kabullenmiş duruma düşmüştür. Her ne kadar, İnönü’nün bu siyasî taktiğini farkedip cumhurbaşkanlığı makamının bu konuda yetkisiz olduğunu belirten demeçler vermiş ise de, istediği neticeyi elde edememiştir. Kendisi hem partide hem de kamu oyunda prestij kaybederken, İnönü bilhassa kamu oyunda prestij kazanmıştır. Nitekim Haydar Paşa hâdisesi olarak adlandırılan protesto olayında "yaşasın Milli şef, kahrolsun Peker kabinesi” şeklinde atılan slogan bu oluşumun bir neticesidir.[79] Böylece İnönü, 12 Temmuz’a kadar yapılan bütün hatalı uygulamalardan kendini soyutlayarak bu uygulamaların tümünden Peker’i sorumlu hale getirmiştir. Peker kendisinin politik bir oyunla karşı karşıya olduğunun farkındadır. Bunu da; "evet, iyi biliyorum ki, yakın ve uzak geçmişin bütün kusurlarını kendi üzerlerinden aşırıp başka birisine aktarmak ve bu yoldan hürriyet kahramanları arasında yer almak modasının alabildiğine hükümrân olduğu bir devirde yaşıyoruz”[80] sözleriyle ifade etmiştir.
Bütün bu gelişmeler ve hükûmetin çekilmesi gerektiği yolunda, parti içi ve parti dışı muhalefetten gelen baskılara cevap olarak hükûmet, istifa etmek yerine kendi gücünü göstermek için güven oylamasına gitmeyi tercih etmiştir. Hükûmet güven oylamasını, DP’ye gücünü ispatlamaktan ziyade, İnönü’nün ülke politikasını yönlendirebilme gücünü yok etme ve bu gücü hükûmette toplama[81] ve Parti içindeki muhalefete karşı gücünü ispatlamak için istemiştir. Tanrıöver; "şimdi sen bizden oy alıp, meclis ve grup benimle beraberdir diye mi İnönü’nün karşısına çıkacaksın”[82] sözleriyle bu düşünceyi teyit etmektedir.

26 Ağustos 1947’de yapılan güven oylamasında CHP milletvekillerinden hükûmete 303 güvenoyuna 35 karşı oy verilmiştir. Red oyu verenler şunlardır: 

Nihat Erim, 
Vedat Dicleli, 
Kasım Gülek, 
Kasım Eren, 
İ. Rüştü Aksal, 
Cavit Oral, 
Sinan Tekelioğlu, 
Fahir Kurtuluş, 
Mahmut N. Gündüzalp, 
Cevat Dursunoğlu, 
H. Suphi Tanrıöver, 
C. Sait Siren, 
Şevket R. Hatipoğlu, 
A. Fuat Cebesoy, 
Nazif Erkin, 
Tahsin Banguoğlu, 
Tezer Taşkıran, 
İ. Hamit Tigrel, 
Sait Odyak, 
Sedat Çumralı, 
Muhsin Adil Binal, 
Hasan Ş. Adal, 
Avni Refik Bekman, 
Muhtar Ertan, 
Ali Kemâl Yiğitoğlu, 
Abdurrahman Melek, 
Vehbi Sarıdal, 
Hilmi Atlıoğlu, 
Kâmil Kitapçı, 
Hilmi Öztarhan, 
Suut Kemâl Yetkin, 
Raşit Börekçi, 
Osman Agan, 
Bekir Kaleli, 
Mahmut Şevket Esendal .[83]

Peker Hükûmeti güvenoyu almasına rağmen verilen 35 red oyu parti-hükûmet çatışmasını açığa çıkarmıştır. Ayrıca, hükûmete karşı oluşan parti içi muhalefetin gerçek sayısı bu red oylarından ibaret değildir. Bunun hâricinde hükûmete kerhen güven oyu veren potansiyel bir muhalif grup da vardır. Bu grubun, hükûmete güvenoyu vermesinin sebebi, parti dışındaki muhalefete, CHP’nin birlik ve beraberlik içinde olduğunu gösterme arzusudur. Nadir Nadi güven oylamasından hemen sonra yazdığı bir makalade bu konuda şunları söylemektedir: "Recep Peker parti grubunda belki ekalliyette kalabilirdi; illâvelâkin ne yaparsınız ki, muhalefet çevrelerinin aylardan beri devam eden feryadı buna imkân bırakmamaktadır. Recep Peker’e rey verilmezse sonra herkes ne der? Bir avuç muhalefetin arzusuna uyularak, koskoca Peker düşürülmüş gibi olmaz mı? O zaman demokratların şımarmıyacağını ve hürriyet maskesi altında bir nev’i dikta rejimi gelmiyeceğini bize kim temin edebilir”.[84] Nitekim, "35’ler” adlı aktif muhalif grubun haricindeki potansiyel muhalif grubun varlığı kendisini, Peker’in CHP grubundan, kabinede değişiklik yapılmasını istemesi ve bu konuda başbakanın serbest bırakılması konusunda yetki talep etmesi üzerine yapılan oylamada, oylamaya katılan 242 üyeden, 194 kabul oya karşılık 47 red, 1 çekimser oy çıkmasıyla göstermiştir.[85] Görüldüğü gibi muhalif oylar 35’ten 48’e yükselmiştir. Ayrıca güven oylamasına katılıp evet oyu veren 303 milletvekilinden 49’u bu yetki oylamasına katılmayıp çekimser kalarak hükûmete tepkisini göstermiştir ki bu durumda muhalif sayısı 97’ye ulaşmaktadır.


Peker, buna rağmen 6 bakanı değiştirerek hükûmeti devam ettirmek istemiş ve şu bakanları tayin etmiştir:


Görevden Alınanlar                 Yeni Atananlar
İçişleri Bakanı                        Şükrü Sökmensüer                         M. Hüsrev Göle
Ticaret Bakanı                       Atıf İnan                                        H. Nazmi Keşmir (Vekâleten)
Millî Müdâfaa Bakanı             C. Cahit Toydemir                         Münif Birsel
Tarım Bakanı                        Faik Kurdoğlu                                Şevket Adalı
Çalışma Bakanı                      Sadi Irmak                                     T. Bekir Balta
Ekonomi Bakanı                    T. Bekir Balta                                 Cevat Ekin [86]


Bu değişiklik parti grubu içinde ve basında yeni tartışmalara yol açtı ve tenkit edildi. Tenkitlerin temeli, hükûmette bu kadar geniş çaplı değişikliğin yapılabilmesi için başbakanın da istifa etmesi gerektiği esasına dayanmakta olup Peker’in o zamana kadar usulden olup partili milletvekillerine danışmadan bu değişikliği yapması, şikâyete sebep olmuştur. Bu arada Peker ile İnönü arasında önemli bir çatışma daha meydana gelmiştir. Meclisin tatile girmek üzere olduğu günlerde Peker, yeni tayinleri meclise sunmamış ve bunu tatilden sonraki devreye bırakmak istemiştir. Bunun üzerine İnönü, bu meseleyi çözmek üzere tatile giren meclisi tekrar toplantıya çağıracağını açıklamıştır. Bu tartışmalar esnasında Peker, istifa etmeyi dahi düşünmüştür. Hatta kürsüde "vurdum duymaz değilim, bana düşeni yapacağım” diyerek bu düşüncesini grup toplantısında dile getirmiştir. Bunun akabinde, İnönü’nün huzuruna çıkmış, kendisine İnönü tarafından, itidal ve grubun temâyül oyları belirmeden çekilmemesi tavsiye edilmiştir. Peker ise İnönü’den aralarında anlaşmazlık olmadığına bir beyannâme yayınlamasını istemiş fakat İnönü bu isteği kabul etmemiştir.[87]
Bütün bu olaylar, Peker Hükûmeti’ni görevden çekilmeye zorlarken, 8 Eylül’deki parti divanı toplantısı, hükûmetin sonunu hazırlamıştır. Peker, Parti Divanı’ndan, Saraçoğlu’nun başbakanlığı döneminde mevcut olan başbakanlıkla parti başkan vekilliğinin aynı kişide toplayan uygulamayı[88] yeniden işlerlik kazandırmasını istemiştir. Peker’in 8 Eylül’de Parti Divanı’na sunduğu bu teklif destek görmedi. Hatta bunun aksi bir takrir divana sunuldu. Peker’in teklifi genel bir reddediliş ile karşılaştı. Divan toplantısından çıkınca Peker, Parti Genel Sekreteri’nin odasında, istifaya karar verdiğini söylemiş, aynı gün akşam, Çankaya’ya giderek istifa niyetini tekrar etmiştir. İnönü, bu görüşmede de kedisine yeniden itidal ve sükûnet tavsiye etmiştir.[89] Ancak, ertesi gün 9 Eylül 1947’de sağlık durumunu bahane ederek istifasını sunmuştur.[90] Peker istifa sebebini; yukarıdaki olayların haricinde, İnönü’nün ve partideki muhalif grubun hükûmeti dışarıdan yönlendirme çabalarına bağlamaktadır. Bunu da şöyle dile getirmektedir: "Hükûmetin hareket hattı üzerinde tesirleri ikâ etmeye devam eden bazı arkadaş unsurlarının bu hareketten vazgeçmeyişini kuvvetle sezerek bu hareketlerin hükûmete zaâf ve hatta devlete zarar verici bir sonuca varmasını derpiş ederek hükûmetin elindeki emâneti, büyük makam sahibine teslim etme kararına vardım”.[91]

Sonuç

Çok Partili hayata geçiş, zannedildiği gibi iktidardaki CHP’nin ve İsmet İnönü’nün tek partici anlayıştan vazgeçmesi ve çok partili bir sistemi benimsemesi sonucu değil, dış politikada yalnız kalma riskinin zorlaması sonucu gerçekleşmiştir. Zaten, henüz daha Avrupaî anlamda bir siyasî parti olamamış olan CHP’nin böyle bir geçişi kendi arzusuyla sağlamış olduğu düşünülemez.

Bu nedenle, Tek Partili hayattan, Çok Partili hayata geçişin yaşandığı ara dönemde, demokratik normları devlet hayatında müeesir kılmaktan ziyade, tek parti rejiminin esaslarına demokratik imaj verme esası benimsenmiştir. Hal böyle olunca da demokratik sistemin müesseleşmesini kolaylaştırıcı ortamı sağlayacak bir geçiş dönemi uygulamasının tam aksine zorlaştırıcı bir uygulama biçimi ortaya çıkmış, tek parti sistemini idealleştiren Peker, başbakan tayin edilmiştir.
Diğer taraftan, DP, iktidar arayışını, belli bir alternatif sistem sunma anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik tepki ve bu tepkinin yarattığı heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiş, iktidar olmaktan çok, kurtarıcılık misyonuna talip olmuştur. Bu da geçiş döneminin zorluklarını arttıran ayrı bir problem teşkil etmiştir. İşte bütün bu çelişkiler, demokratik kurumlaşmanın gerektiği şekilde gerçekleştirilemediği, yoğun siyasî çatışmaların görüldüğü bir geçiş döneminin yaşanmasına sebep olmuştur. Geçiş döneminde yaşanan CHP’nin tek partici, DP’nin de popülist politikaları, Türkiye’deki demokratik oluşumun kurumsal düzeyde olgun bir şekil almasını engellemiş, bugünkü olumsuzlukların da temel sebebi olmuştur.

Yrd. Doç. Dr. Bekir KOÇLAR

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 754-764


Dipnotlar:


[1] Ahmet Yeşil, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Ankara 1988, s. 40-41.
[2] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarih, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul 1967, s. 128.
[3] "B.M.M’de Birleşmiş Milletler Anayasanın Tasdikine Dair Kanun Tasarısının Görüşülmesi” Ayın Tarihi, No: 141 (Ağustos 1945), s. 23.
[4] Ayın Tarihi, No: 141 (Ağustos 1945), s. 23.
[5] Bu önergede muhalefetin önerileri 3 madde halinde şu şekilde sıralanmıştır: "a- Millî hakimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakebesini, Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamiyle uygun olarak, tecellisini sağlayacak tedbirlerin aranması, b- Yurttaşların siyasî hak ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilme imkanının sağlanması, c- Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamiyle uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi.” Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 434.
[6] Hilmi Uran, a.g.e., s. 435.
[7] Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 131-132.
[8] Hilmi Uran, a.g.e., s. 435.
[9] Metin Toker, Demokrasimizin  İsmet Paşalı Yılları 1944-1973; Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, İstanbul 1990, s. 81.
[10] Ahmet Faik Barutçu, Siyasî Anılar, İstanbul 1977, s. 53-54.
[11] Metin Toker, a.g.e., s. 134.
[12] Seçimlerden sonra 5 Ağustos’ta Meclis’te yapılan seçimde cumhurbaşkanı seçilen İnönü’nün yemin için toplantı salonuna girdiğinde DP.’li milletvekillerinin o güne kadar görülmedik bir şekilde ayağa kalkmamaları bu düşünceden ötürü olsa gerektir. Bu olay için bkz.; Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Ankara 2000, s. 285.
[13] Ahmet Emin Yalman, "Fena Bir İmtihan”, Vatan, 16.08.1946.
[14] Celal Bayar Diyor ki, 1920-1950 Nutuk-Hitabe-Beyanat-Hasbihâl, (Hazırlayan: Nazmi Sevgen), İstanbul 1951, s. 104-105.
[15] Bu madde emniyet kuvvetlerine tehlikeli gördükleri şahısları süresiz alıkoyma ve yargıç kararı olmadan evlerde arama yetkisi veriyordu. Bkz. Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 133.
[16] Celal Bayar Diyor ki, s. 132.
[17] Celal Bayar Diyor ki, s. 138.
[18] Nadir Nadi, "Seçim Kanununa Dair...”, Cumhuriyet, 03.12.1946
[19] "Sıkıyönetim 6 Ay Daha Uzatıldı”, Ulus, 05.12.1946.
[20] Kemâl H.Karpat, a.g.e., s. 155.
[21] "Peker Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[22] "Peker Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[23] Mümtaz Faik Fenik, "Anlaşma İmkânları Var mıydı?”, Vatan, 25.12.1946.
[24] Celal Bayar Anlatıyor, Başvekilim Adnan Menderes, (Derleyen: İsmet Bozdağ), İstanbul 1986, s. 65-67.
[25] 1900 Yılından 1990’a 20. Yüzyıl Ansiklopedisi, C.II, İstanbul 1990, s. 375.
[26] DP I.Büyük Kongresi için bkz.: R. Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Olgaç Matbaası 1979, s. 105-113.
[27] Mehmet Kabasakal, Türkiye’de Siyasal Örgütlenme 1908-1960, İstanbul 1991 s. 175.
[28] Bkz.; Cem Eroğul, DP Tarihi ve İdeolojisi, Ankara 1970, s. 32.
[29] Fuat Köprülü, "Hükûmet Nereye Gidiyor? ”, Vatan, 26.01.1947; Faik Fenik, "Halk Partisinin Ebedî İktidarı”, Vatan, 26.01.1947.
[30] Bkz., Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları, İstanbul 1966, s. 418-419.
[31] Celal Bayar Diyor ki, s. 148.; "Celal Bayar, DP.Başkanı ve Adnan Menderes Bir Konuşma Yaptılar”, Tasvir, 08.03.1947.
[32] "Demokratlar Peker’i Tenkit Ediyor”, Tasvir, 08.03.1947.
[33] Celal Bayar Diyor ki, s. 148.
[34] Falih Rıfkı Atay, "Bu Artık Belli Bir Şeydir”, Ulus, 08.03.1947.
[35] Ahmet Yeşil, a.g.e., s. 91.
[36] "Celal Bayar Demokrat Parti’nin Seçimlere Girmiyeceğini Söyledi”, Tasvir; 01.04.1947; "Başbakan R.Peker İzmir’de, Celal Bayar Kuşadası’nda”, Vatan, 01.04.1947.
[37] Metin Toker, a.g.e., s. 172; Hüseyin C.Yalçın, "İzmir Nutku”, Tanin, 03.04.1947.
[38] "Celal Bayar 30 Bin İzmirli Önünde Başbakanın Nutkuna Cevap Verdi”, Tasvir, 06.04.1947.
[39] "İzmir’de Heyecanlı Hâdiseler Oldu”, Tasvir, 02.04.1947.
[40] Tasvir, 06.04.1947.
[41] Bayar Diyor ki, s 160-161.
[42] “Başbakanımız Diyor ki”, Ulus, 03.04.1947.
[43] Ulus, 03.04.1947.
[44] Ahmet Emin Yalman, "Acı Bir Hayal Sukûtu”, Vatan, 03.04.1947.
[45] Falih Rıfkı Atay, "İki Parti Arasında Geçinme”, Ulus, 28.05.1947.
[46] Metin Toker, a.g.e., s. 176.
[47] "Sivas DP. Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[48] Metin Toker, a.g.e., s. 178.
[49] TBMM Tutanak Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 227.
[50] TBMM Tutanak Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 241-242.
[51] Ulus, 28.05.1947.; "Peker Tenkitlere Cevap Verdi”, Ulus, 29.05.1947.
[52] "Sivas DP. Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[53] "Başbakanın Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[54] "Celal Bayar Başbakana Cevabını Verdi”, Vatan, 08.07.1947.
[55] Yunus Nadi, "Partilerin Hatası”, Cumhuriyet, 12-13-14.11.1946.
[56] Metin Toker, a.g.e., s. 82-83.
[57] Metin Toker, a.g.e., s. 177-178.
[58] Celâl Bayar Diyor ki, s. 180.
[59] "DP. Sivas Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[60] Celâl Bayar Diyor ki, s. 180.
[61] "Başbakanın Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[62] "Celal Bayar’ın Başbakan’a Cevabı”, Vatan, 08.07.1947.
[63] "Peker’in Bayar’a Cevabı”, Ulus, 11.07.1947.
[64] Nihat Erim, "Muhâlefet Liderinin Cevabı”, Ulus, 09.07.1947.
[65] "İnönü’nün Beyanatı”, Ulus, 12.07.1947.
[66] Nihat Erim, “Cumhurbaşkanı İnönü‟nün Beyannâmesi”, Ulus, 12.07.1947.
[67] "Bay Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[68] Ahmet Emin Yalman, "Tebliğden Çıkan Mânâlar”, Vatan, 13.07.1947.
[69] "Bay Peker, Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[70] Nihat Erim, "Bay Peker Meselesi III”, Ulus, 06.12.1947.
[71] "Recep Peker’in Çok Mühim Nutku”, Tanin, 17.07.1947.
[72] Nihat Erim, "Demokrat Parti’nin Son Tebliği”, Ulus, 26.07.1947.
[73] Nihat Erim, "Bay Peker Meselesi III”.
[74] "Başbakan Recep Peker’in Demeci”, Ulus, 29.08.1947.
[75] "CHP VII. Büyük Kurultayında Seçim Sonucu, İsmet İnönü Genel Başkan”, Ulus, 04.12.1947.
[76] Nihat Erim, "Demokrat Partinin Son Tebliği”.
[77] Kemâl H.Karpat, a.g.e., s. 171.
[78] Falih Rıfkı Atay, "Demokratların Son Demeçleri Karşısında”, Ulus, 28.07.1947.
[79] Ayın Tarihi, No: 165 (Ağustos 1947), s. 19-20.
[80] "Bay Recep Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[81] Ulus, 04.12.1947.
[82] Metin Toker, a.g.e., s. 199.
[83] Metin Toker, a.g.e., s. 200.
[84] Nadir Nadi, "Hava.”, Cumhuriyet, 27.08.1947.
[85] "Meclis Grubunda Recep Peker’e Verilen Kırmızı Oylar Dün 35’ten 47’ye Çıktı”, Tasvir, 05.09.1947.
[86] "Peker Kabinesinde Değişiklik Oluyor”, Ulus, 05.09.1947.
[87] Necmeddin Sadak, “Değişiklik Lâzımdı, Fakat Şekli Bu Değildi...”, Akşam, 06.09.1947; Nadir Nadi, “Açık Konuşalım”, Cumhuriyet, 07.09.1947; Nihat Erim, “Bay Peker Meselesi-Cevaba Cevap”, Ulus, 20.12.1947.
[88] Metin Toker, a.g.e., s. 206.
[89] Nihat Erim, “Bay Peker Meselesi ve Cevaba Cevap”,   Ulus, 21.12.1947.
[90] “Bay Hasan Saka Başbakan Tayin Edildi”, Ulus, 10.9.1947.
[91] Ulus, 4.12.1947.


Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN



..