GÜVEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜVEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 43

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 43



28 Şubat 1997, ASAYİŞ, BÖLÜCÜ,KURAN KURSLARI, EMNİYET, GÜVEN, HUZUR, İRTİCA, harp okulları, kuran kursları,
medya, REFAH YOL, REJİM, SİYASİ YAPI, TEHLİKE, 8 YILLIK ZORUNLU EĞİTİM, İMAM HATİP LİSELERİ,

5.1.6.9. Katsayı uygulaması (1997-2011 Arası) 

28 Şubat 1997 öncesinde, Türkiye’de üniversiteye giriş sisteminde genel liseler 
ile meslek liseleri arasında herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Öğrencilerin hangi liseden geldiklerine bakılmaksızın aynı sınava tabi tutulurlar ve bu sınavda gösterdikleri başarı oranında üniversitelere yerleştirilirlerdi. 
28 Şubat süreci ile bu durum kökten bir değişikliğe uğradı. MGK’nın, 28 Şubat 
1997’de “irticai faaliyetlere karşı mücadele çağrısını” içeren bir bildiri yayınlaması ile birlikte tüm dengeler alt-üst oldu. YÖK, meslek liselerinin ağırlıklı ortaöğretim puanlarının, ÖSS’de alanlarında bir okulu seçerlerse 0,5, alanlarının dışında bir okulu seçerlerse 0,2 ile çarpılmasını kararlaştırdı ve böylece katsayı sorunu doğdu. 

Aslında yaşanan bu sorunun temeli, hesaplama yönteminin değiştirilmesinden 
ötürü meslek liselerinden mezun öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında daha fazla soru yapsalar bile genel lise mezunlarından daha az puan almaları ve dolayısıyla üniversitelere girememeleriydi. Meslek lisesi öğrencileri üniversite sınavında doğru cevapları çok düşük bir katsayı ile çarpıldığı için genel lise öğrencilerinden çok daha fazla soruyu doğru çözseler bile daha az puan aldıklarından başarısız sayılıyorlar ve hak ettikleri üniversiteleri okuma imkânları ellerinden alınıyordu. Bu ayrımcı uygulamanın öncelikli hedefi, İmam-Hatip liseleri idi (Komisyon, 2012, s.385-386). 

28 Şubat süreci olarak bilinen dönem ülkemizde bazı alanlarda ciddi 
değişikliklere yol açmış, siyasi iktidarlar el değiştirmiş, başta eğitim olmak üzere pek çok alanda yeni düzenlemelere gidilmiştir. 28 Şubat süreci ile birlikte uygulanmaya başlayan sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasının din eğitimi ve özelde ise İmam Hatip Okulları üzerindeki etkilerini bilinmektedir. Özellikle 1973’te yürürlüğe konulan Milli Eğitim Temel Kanunu ile bütün mesleki ve teknik liselerle imam hatip okullarının da liseye çevrilip İmam Hatip Lisesi adını alması ve mezunlarının üniversiteye girme hakkı elde etmesinden sonra bu okullar sık sık tartışma konusu olmuştur. Mezunların büyük bir azimle ve gayretle çalışıp dini yükseköğrenim kurumları dışında başka yükseköğrenim kurumlarında da öğrenim görmeye başlamaları bazı kişi veya kesimleri rahatsız etmiştir (Soylu, 2013, s.75). Çünkü onlara göre; İmam Hatip Lisesi mezunlarının kendi alanlarındaki mesleki (dini) yüksek öğretim kurumları dışındaki fakülte ve yüksek okullara gitmeleri mevcut Cumhuriyet rejimi ve Laiklik açısından sakıncalı idi. Bu konuda siyasi parti mensupları arasında sık sık tartışmalar yapılmıştır.  Bir kısım gazete ve köşe yazarları ve bazı üniversite öğretim elemanları bu konuda yazılar yazmış, TV programlarında konuşmalar yapmışlar dır. Hatta bazı öğretim üyeleri her yıl kendi fakültelerinin hangi bölümüne kaç İmam Hatip Lisesi mezunu girdiğini tespit ederek kamuoyuna deşifre etmişlerdir. İmam Hatip Liseliye karşı soğuk bakan ve birtakım kuşkular duyan kesimlerden bazıları açıkça, bazıları ise zımnen İmam Hatip Lisesi mezunlarının başka alanlarda tahsil yapmaya yönelmelerini devleti ele geçirme planı olarak nitelendirmişlerdir. Onlar bu tür maksatlı iddialarıyla rejim ve laiklik konusunda hassas olan kişi veya kesimleri İmam Hatip Lisesi ve mensupları aleyhine şartlandırmışladır (Öcal, 2011, s.305). 

Yaşanan bu olumsuz gelişmelerin ve bu tür tartışmaların yoğun olarak devam 
ettiği bir dönemde 28 Haziran 1996 günü Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcılığında 54. Koalisyon Hükümeti olarak bilinen Refah-Yol Hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasıyla Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 

Yukarıda konu ile bağlantılı olarak anlatılan İmam-Hatip Liselerinin orta 
kısımlarının kapanmaması için yapılan miting ve gösterilerin yanı sıra sağ kesimdeki pek çok siyasetçinin çabalarına rağmen 16 Ağustos 1997 tarih ve 4306 sayılı zorunlu 8 yıllık ilköğretim kanunu mecliste kabul edilerek yürürlüğe girmesi sonucunda bu konudaki çabalarda bir anlamda sonuçsuz kalmıştır (Gökaçtı, 2005, s. 245). “Kesintisiz” kavramına ortaöğretim kurumlarının bünyelerindeki ortaokulların, bu arada özellikle de İmam- Hatip Liseleri orta kısımlarının kapatılmaları sonucunu doğuracak bir mana yüklenmek istenmekte dir. Bu anlayışa göre “kesintisiz” kavramı tek çatı ve tek idare altında, yönlendirmeye yer vermeyen tek tip bir programa göre sekiz yıllık eğitimin bölünmeden sürdürülmesi şeklinde anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. 
Bu anlayış bilimsellikten uzak, ülke imkân ve ihtiyaçlarını dikkate almayan, ideolojik olmanın ötesinde savunulabilir bir gerekçesi bulunmayan ve uygulamaya konulduğu takdirde, diğer meslek okullarıyla birlikte özellikle İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları ve Kur’an Kursları’nı kapatmakla sonuçlanacak bir yaklaşıma dayanmaktadır (Soylu, 2013, s.78). 

8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, hem 
imam hatip okullarının orta kısımları kapatılmış hem de kesintisiz eğitim uygulaması nedeniyle çocukların ilköğretim I. kademe sonrası (ilkokul) Kur’an kurslarına gitme imkânları ellerinden alınmıştır. Bu durum zaman içerisinde Kur’an kursu öğrencilerinin cinsiyet ve yaş grubu dağılımlarının da farklı şekilde değişmesine yol açmıştır. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması öncesinde daha çok 11-12 yaş arası çocuklar Kur’an kurslarına kayıt yaptırırken, zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkmasından sonra 14- 15 yaş sonrası gençlerin bu kurslara kayıt yaptırdıkları görülmüştür (Bahçekapılı, 2012, s.85). 15 Eylül 1997 sabahı okullar 8 yıllık zorunlu eğitim yaptırmak üzere öğretime açılmış ve İmam Hatip Liseleri ile orta kısımları olan diğer meslek liseleri orta kısımlarına artık yeni kayıt yapmadan öğretime başladılar. Mili Eğitim Bakanlığı’nca İmam Hatip Liseleri’nin 2. ve 3. sınıflarına geçmiş bulunan öğrencilere öğrenimlerine bu okulda tamamlama zorunluluğu getirildi. İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması yanında, İmam Hatip Liseleri üzerine yapılan yanlış politikalar ve yayınlar sebebiyle bu okullar ve okullarda okuyan öğrenciler üzerinde ciddi bir psikolojik savaş yürütülmeye başlanıldı. Bunlara ilaveten YÖK’ün ve ÖSYM’nin (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) Anayasa ve yasaların açık hükümlerine rağmen, uygulamaya koyduğu katsayı farkı da, öğrencilerin bu okullara olan ilgisini olumsuz yönde etkilemiştir (Bahçekapılı, 2012, s.132). 

1999 yılında alınıp aynı yıl uygulamaya konulan katsayı kararıyla; lise 
mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0,5 ile çarpılarak belirlenirken, mesleki ve teknik liseler ve İmam Hatip Lisesi mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0,2 ile çarpılarak belirlenmiştir. Bu uygulama ile lise mezunları ile meslek lisesi mezunlarının başarı puanları arasında- meslek lisesi mezunları aleyhine- 25-30 puanlık bir fark oluşturulmuştur (Öcal, 2007, s. 543). Bu uygulanan katsayı sadece İmam Hatip Liselilerini değil bütün meslek liselilerini etkilemiştir. 

Bu adaletsiz ve haksız rekabet normal lise mezunlarına göre meslek lisesi 
mezunlarının ÖSS puanlarının daha küçük katsayı ile çarpılmasını, her iki öğrenci sınavda aynı puanı almış olsa bile istediği bölüme yerleştirilme aşamasında aralarında büyük farklar doğmasına neden olmuştur. Bu kat sayı düzenlemesiyle; İmam Hatip lisesi mezunlarının siyasal, tıp, hukuk gibi branşlara geçiş yapması engellenmiştir. Bu tarihten sonra imam hatiplerdeki öğrenci sayısı iyice düşmüştür (Taslaman, 2011, s. 222). 

2003-2004 eğitim-öğretim yılına gelindiğinde ise; lise mezunlarının ortaöğretim 
başarı puanları hesaplanırken 0,8 ile mesleki ve teknik lise mezunlarının ortaöğretim başarı puanları hesaplanırken;0,3 ile çarpılarak hesaplanması kararlaştırılmıştır. Son karar ve uygulama meslek lisesi mezunlarının aleyhine 40 ila 50 puanlık fark ortaya koymuş ve bu sebeple artık meslek lisesi mezunlarının kendi ilgi alanlarındaki yükseköğretim kurumlarının dışında herhangi bir fakülte veya bölüme girmeleri imkânsız hale gelmiştir (Öcal, 2007, s. 543). 

28 Şubat sürecinin eğitim boyutu içerisinde önemli bir yer teşkil eden katsayı 
sorunu 1999 yılından beri uygulanmaya konulmuş ve 2002 yılından itibaren iktidara gelen AKP Hükümetlerinin önemli uğraş alanlarından biri haline gelmiştir. YÖK başkanının değişmesiyle birlikte ilk defa ciddi anlamda adımlar atılmaya başlanmış, 21 Temmuz 2009 günü YÖK toplantısında yükseköğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanmakta olan (alan içi, 0,8; alan dışı 0,3) katsayı farkı uygulamasına son verilmesi kararlaştırılmıştır (Öcal, 2011, s.348, Bahçekapılı, 2012, s.124). YÖK’ün katsayı farkının kaldırdığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra İstanbul Barosu Başkanı, katsayı farkının iptali için dava açmış ve Danıştay 8. Dairesi 20.11.2009 günü oy birliği ile aldığı kararla (Danıştay, Esas No:2009/6890) YÖK’ün aldığı katsayı kararını iptal etmiştir. YÖK’ün 21 Temmuz 2009 günü yüksek öğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanan katsayı farkını kaldırmasını ifade eden 1266 sayılı Karar’ının 
ardından Danıştay’ın iptal kararı sonrasında ortaya çıkan hukuki boşluğun doldurulması zorunluluğu karşısında, herhangi bir karışıklılığa meydan vermemek için, yürütmesi durdurulan 1266 sayılı Karar’ın 3.,4., ve 5.maddelerinin (katsayı farkının kaldırılmasını ifade eden maddeler) yerine YÖK üniversiteye girişte yeni bir sistem geliştirmeye çalışmıştır (Bahçekapılı,2012, s.127). 

Yapılan bütün bu çalışmalar neticesinde YÖK, 17 Aralık 2009 Perşembe günü 
aldığı yeni kararla lise ve meslek liseleri arasındaki puan farkını iyice azaltan bir çözüm önerisinde bulunmuş; buna göre, üniversite adaylarının “alan” larıyla ilgili program tercihlerinde AOBP (Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları) 0,15 alan dışı tercihte 0,13 ile çarpılarak belirlenmesini kararlaştırdı. Bu kararla YÖK, üniversiteye girişte adaylar arasında uygulanan katsayı farkını 0.02’ye indirmiş ve alınan bu kararla ÖSYM’nin düzenlediği üniversiteye giriş sınavlarında, genel lise mezunu ile meslek lisesi mezunlarının eşit sayıda doğru cevap vermeleri halinde, meslek lisesi çıkışlıların aleyhine 8-10 puanlık bir fark ortaya çıkmakta dır (Öcal, 2011, s.348-349, Aydın, 2010, s. 27). 

Ancak Yükseköğretim konusuna dikkat kesilen İstanbul Barosu, YÖK’ün almış 
olduğu bu katsayı uygulamasını da yargı kararlarının uygulamama olarak yorumlayarak yürürlüğünün durdurulması için yeniden Danıştay 8.Daireye yeniden dava açmıştır. Danıştay 8. Dairesi de 27.01.2010 günü “1998 yılından itibaren uygulanan hukuka uygunluğu yargısal kararlarla istikrar kazanmış farklı katsayı uygulaması ile dava konusu karar alınıncaya kadar uygulanmakta olan alan içi tercihlerde 0,8, alan dışı tercihlerde 0,3 katsayısının esas alınacağına ilişkin düzenlemenin değiştirilerek alan içi 0,15, alan dışı 0,13 katsayı farkına dönüştürülmesine ilişkin dava konusu kararın hukuken geçerli bir sebebe dayanmadığı gibi Yargı kararlarının gereklerine aykırı olduğu ve yargı kararlarının geçersiz kıldığı sonucuna ulaşılmıştır.” Şeklinde ki açıklaması ile YÖK’ün 17.12.2009 tarihli 6 maddeden oluşan kararlarının 2.,3.ve 4.maddelerine yönelik olarak yürütmenin durdurulması isteminin oy birliği ile kabulüne, koşullar oluşmadığından 6.maddesine yönelik yürütmenin durdurulması isteminin oy çokluğu ile reddine karar vermiştir (Soylu, 2013, s.81). 

YÖK genel kurulu önce “eşit” katsayı sistemini belirlemiş, daha sonrasında ise 
0,15-0,13 oranlarının Danıştay’dan dönmesinin ardından, YÖK Genel Kurulu yeni katsayılar belirleme çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalara göre; alan içi 0,15 ve alan dışı 0,12 olacak şekilde belirlenmiş ve böylece aradaki fark 0,01 oranında açılmıştır. Bu karala meslek liseleri farklı alanlarda üniversiteye girmek isterlerse genel liselerle aralarında en fazla 15, en az 3 puanlık bir fark oluşacaktı. Danıştay’ın yürütmeyi durdurduğu 0,15-0,13’lük karar ise en fazla 10 puanlık bir fark oluşturuyordu (Bahçekapılı, 2012, s.128). Tüm bunlar yaşanırken aslında olan üniversite sınavlarına hazırlanan gençlere oluyor ve yargı ile YÖK arasında yaşanan katsayı farkın konusunda ki çekişme öğrenci lerin, belirsizlik, dışlanmışlık, panik, hayal kırıklığı gibi psikolojik süreçleri yaşamalarına sebep oluyordu (Aydın, 2010, s.26). 

Bütün bu yaşananlara genel olarak baktığımızda; 1998 yılında YÖK’ün aldığı 
kararla meslek lisesi öğrencilerinin kendi alanları dışında yükseköğretim programı seçmeleri ve farklı alanlardan tercihte bulunmak isteyen genel lise öğrencilerinin orta öğretim başarı puanlarının diğer öğrencilerinkinden farklı bir katsayı ile çarpılması uygulaması başlamıştır. Bu düzenleme ile 50-60 puanlık farkların meydana gelmesi İmam-Hatip Liseleri’nde okuyan öğrencilerin yükseköğretime yerleşmelerinin zorlaştırılması amacıyla çıkarıldığına dair eleştiriler almıştır. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanı olmasından sonra katsayı uygulamasına tümden son verilmek istenilmiştir. Bu yönde alınan kararın Danıştay tarafından iptal edilmesinden sonra katsayı uygulaması 2009’da YÖK tarafından alan içi tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,13 olarak düzen lenmiştir. Bu kararın da Danıştay tarafından iptal edilmesiyle uygulama alan içi 
tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,12 şeklinde tekrar düzenlenmiş ve bu uygulama son iki yılda uygulanan sınavlarda uygulanmıştır. 01.12.2011 tarihinde ise 1998 yılından itibaren uygulanmakta olan genel ve meslek liselerde okuyan öğrencilerin yüksek öğretime yerleşmelerinde önemli bir yere sahip olan orta öğretim başarı puanının çarpılacağı farklı katsayı uygulamasına YÖK Kurul Üyeleri’nin oybirliği ile aldıkları kararla son verilmiştir. Buna göre tüm öğrencilerin orta öğretim başarı puanlarının 0,12 katsayısı ile çarpılarak elde edilecek puanın YGS/LYS’den alınacak ham puana eklenerek yerleştirmeye esas puanın hesaplanacağı bir uygulamaya geçilmiştir (Şimşek, 2012, s.215). 

Katsayı farkının kaldırılmasıyla birlikte yaklaşık 10 yıldır sürdürülmekte olan bir 
dayatmaya son verilmiş, 28 Şubat sürecinin ürünü olan ve toplumda ayrımcılığa, dışlanmışlığa sebebiyet veren bir uygulamadan vazgeçilmiştir. Bu uygulama, on yıldır sadece imam hatip lisesi mezunlarını mağdur etmemiş aynı zamanda mesleki ve teknik eğitimi de mağdur etmiştir (Soylu, 2013, s.85). 

Post-modern darbe sürecinde uygulamaya konulan planlardan birisi de, İmam 
Hatip lisesi mezunlarının yargı kurumları ve kamu yönetimlerinden uzaklaş tırılmasıdır. Darbeci zihniyetler, İmam Hatip Liselerini sürekli bir engel olarak görmüşler, bu öğrencilerin önünü kesmek için fırsat kollamışlardır. 

Yargının, darbe süreçlerinde emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi için, 
İmam Hatip okulları gündeme alınmış önce bu okullarda öğrenim gören kız öğrenciler için, "imam olamayacaklarına göre, İmam Hatiplerde kız öğrenciye gerek bulunmadığı" türünden iddialarla, kız öğrencilerin İmam Hatip liselerine girişleri engellenmeye çalışılırken, "İmam Hatiplerde öğrenim gören öğrenci sayısının, Türkiye'nin imam ihtiyacının çok üzerinde olduğu" gerekçesiyle de öğrenci sayısı azaltılmaya çalışılmıştır (Komisyon, 2012, s.387). 

 KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


44 İNCİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 42

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 42


5.1.6.8. 1997’den günümüze İmam-Hatip Liseleri ve Kur'an kursları 

İmam Hatip Liseleri, din görevlilerini yetiştirmek üzere kurulan meslek okulları 
olarak bilinmektedir. İmam-Hatip Liseleri, eğitim-öğretim birlikteliği anlamında bir inkılâp kanunu olan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti eğitim sistemi içinde yer alan 5 yıllık ilkokula dayalı bir okul türüdür. Atatürk’ün de ifade ettiği gibi; “her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir” derken Cumhuriyet nesline dini öğrenebilecekleri bir yer olarak okulu göstermiştir. Atatürk, 1924’te 5 yıllık ilkokula dayalı İmam ve Hatip Mektepleri açtırmıştır. Ancak birtakım sebeplerle 1932’de kapanan bu mekteplerin yerine,1948 tarihinde İmam-Hatip Kursları açılması kararlaştırılmış (resmi açılışı 15 Ocak 1949), 1951’de ise bugünkü İmam-Hatip Liseleri açılmaya başlanmıştır (Soylu, 2013, s.39). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısında alınan kararlar eğitimde de büyük 
değişimleri beraberinde getirmiştir. 1997 sonrasında yaşanan gelişmeler İmam-Hatip Liseleri için yeni bir dönüm noktası olmuştur. Sekiz Yıllık Zorunlu Eğitim kapsamında bu okulların orta kısımları kapanmış, bir sene sonra da üniversiteye giriş sınavında meslekî bir okul olması nedeniyle neredeyse sadece İlahiyat Fakültelerini tercih edebilir duruma gelinmiştir. Bundan dolayı da İmam-Hatip Liseleri daha önceki revaçta olan durumun tam tersine dönmüş, öğrenci mevcudunda azalmalar meydana gelmiştir (Doğan, 2006, s.41). 

Türkiye’de İmam-Hatip Okulları’nın 1949 yılında çok partili hayata geçilme 
sürecindeki politik hava içerisinde halkın talepleri doğrultusunda CHP tarafından sadece imam ve hatip yetiştirilmesine yönelik açılan meslek liseleri olmalarına rağmen, 28 Şubat post modern darbesine kadar tüm merkez sağ hükümetler tarafından desteklendiği ve bu okulların meslek lisesi olma ile sınırlı kalmayarak mezunlarının imam ve hatiplik haricinde de mesleklere yöneldiklerini ifade etmişlerdir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı sonrasında oluşan politik hava içerisinde iktidara getirilen Anasol-D koalisyon hükümetinin post modern askeri darbeyi yapanlarca desteklendiğini ve bu hükümetin iki bakımdan İmam-Hatip Okulları’nı “ marjinalleştirmeye çalıştığını” bunlardan birincisi diğer meslek liselerinin orta kısımlarının da dâhil edildiği haliyle bu okulların orta 
kısımlarının kapatılmasıdır. İmam-Hatiplerin marjinalleştirilmeye çalışılmasının ikinci yönü ise, bu okullardan mezun olan öğrencilerin kendi alanları haricinde herhangi bir yükseköğretim programına devamlarının, üniversiteye girişte katsayı uygulaması nedeniyle, hemen hemen imkânsız hale getirilmesidir (Özbudun, Hale, 2010, s.121-122). 

1998 yılı içerisinde eğitim alanında yeni düzenlemeler ile beraber meslek lisesi 
mezunlarının üniversitelerin ilgili alanlarına girişinin sağlayan katsayı düzenlemesi yapılmış ve bu düzenleme ile İmam Hatip Lisesi mezunlarının İlahiyat Fakültelerine girmeleri kolaylaşmıştır. Ancak bu uygulama dışardan bakıldığında öğrencilerin lehine gibi gözükse de aslında hiç de öyle değildir. Ancak bu uygulama, mezunlar kendi alanları dışında ki bölümlere girmek istediklerinde puanlarının düşmesine neden olmuştur. 

1998 yılında 192.718 öğrenci meslek lisesinde okurken, İmam Hatip Liselerinin 
bu sayı içerisindeki oranı % 21 idi. Üniversite giriş sınavında genel lise ve Meslek lisesi mezunlarına aynı katsayıların verildiği son yıl olan 1998'de, her beş meslek lisesi öğrencisinden biri İmam Hatip Lisesi öğrencisiydi (Doğan, 2006, s.41). 

1997-1998 Eğitim Öğretim yılında İmam Hatip Lisesi, Anadolu İmam Hatip 
Lisesi ve Çok Programlı Lise sayısı toplamı 609 iken, bu liselere devam eden öğrenci sayısı ise 178 bin idi. İmam Hatip Liseleri'nin orta kısımlarında 1996-1997 eğitim öğretim yılında 214 bin öğrenci okumaktaydı. Sekiz Yıllık Zorunlu ilköğretime geçilmesinin ardından 2002–2003 eğitim öğretim yılı sonunda toplam İmam Hatip Lisesi sayısı 536 olurken, öğrenci sayısı ise 70 bine geriledi. Bu okullara yapılan kayıtların azalması durumu, yeni hükümetin başa geçmesiyle yön değiştirmiştir. 2003 yılında 23 bin öğrenci kayıt olurken, bu sayı 2004 yılı itibariyle yüzde 50 artarak 35 bine ulaşmıştır.

7 Soğukdere,a.g.m., http://www.cnnturk.com,2005 

Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim Kanunu yürürlüğe girdikten sonra da çeşitli 
çevrelerde tartışmalar devam etmiş, cuma ve pazar günleri, cami önlerinde toplanan cemaat tarafından Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim protestoları yapılmıştır (Ayhan, 1999, s.433). 

İmam-Hatip Liselerinin genel öğretim içindeki konumuna yalnız din görevlisi 
yetiştirmesi gereken bir öğretim kurumu olarak bakanlar bile, okulların ve 
öğrencilerinin doğru tanınmadığından yakınmışlardır. Prof. Dr. Jale Baysal “İmam- Hatipliye de Saygı” başlıklı yazısında “... Binlerce caminin pek çoğunda, ilkokul diploması bile olmayan, dinden de dünyadan da habersiz cahil imamların iş basında bulunduğu düşünülürse, pekâlâ belli bir gereksinimi karşılaya bilecekleri söylenebilir...” (Ayhan, 1999, s.435) sözleriyle konuyu dile getirmiştir (Doğan, 2006, s.42). 

Bu konu zaman içerisinde büyük bir sorun haline gelmiş başta basın ve medya organları olmak üzere dönemin gazete ve dergilerinde de bu konu ile ilgili haberler yapılmış, gündeme özel başlıklar atılmış ve çeşitli konular hakkında da eleştiriler ortaya çıkmıştır. 

. Türkiye Gazetesi, “Din Eğitimi Engellenmiyor” 31 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Şeriatçı Eğitim Dorukta”, 3 Mart 1997, 
. Yeni Kayseri Gazetesi, “Din Eğitimi Mutlaka Okullarda Verilmeli”, 
  15 Ağustos 1997, 
. Sabah Gazetesi, “Erbakan: Sekiz Yıllık Eğitim Hepimizi Bitirir”, 
   6 Mayıs 1997, 
. Yeni Gazete, “İmam-Hatipler Kapatılmamalı”, 15 Ağustos 1997, 
. Zaman Gazetesi “İmam-Hatibi Kapatamazlar”, 25 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Dinci Siyasete Denetleme”, 2 Mart 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “İlköğretime İmam-Hatip Modeli”, 
  17 Nisan 1997, 
. Türkiye Gazetesi, “Kur’an Kursları Kapatılmıyor”, 30 Temmuz 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “Dinci Eğitime Son”, 2 Mart 1997, 
. Cumhuriyet Gazetesi, “ABD Laik Türkiye İstiyor”, 13 Şubat 1997… 


28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısı sonrasında alınan kararlar bugün bile hala 
tartışılmakta ve özellikle eğitim sistemi üzerinde önemli bir dönüm noktası olan 8 yıllık kesintisiz eğitim ile İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması hakkında çeşitli görüşler ortaya çıkmış, bu uygulamayı doğru bulanların yanında, uygulanan bu sistemi eleştirenlerde ortaya çıkmıştır. 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasını destekleyen ve 
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesinden dolayı İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılmasını olumlu bir gelişme olarak (İlhan, 1999, s.282) değerlendirenlerin yanında bu uygulamanın; Türkiye’de din ile ilgili hizmetlerin verilebilmesi için gerekli olan meslek elemanlarının yetiştirilmesi gibi masum bir amaçla kurulan İmam-Hatip Okulları’nın ilerleyen süreçte çeşitli dini ve siyasi gruplar tarafından istismar edildiğini, İmam-Hatip Okulları’na devam eden öğrencilerin kendi özgür iradeleri ile yaptıkları bir seçim sonucunda bu okullarda okumadıklarını, bu okulların öğrencilerin ailelerinin siyasi görüş ve beklentileri nedeniyle dayatılmış din eğitimi okulları konumunda olduklarını ve bu okulların gençleri militanlaştırdığını savunan ve İmam-Hatip Okulları’na devam edecek öğrenciler ülkeden ihtiyaç duyulan din görevlisi ihtiyacını karşılayacak şekilde sınırlandırılmalı ve bu ihtiyaçtan fazla durumda olan İmam Hatip Okulları çok programlı liselere dönüştürülmelidir (Saylan, 2009, s.16) şeklinde düşünenlerde bulunmaktadır. 

Yukarıda ki düşüncelerin yanında özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin 
ana amacı “İmam-Hatip Okulları’nın ve Kur’an Kurslarının budanmasıdır” şeklinde düşüncelerini dile getiren ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasının uygulanmasının hemen akabinde İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapandığını, Kur’an Kurslarına zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından dolayı öğrenci alınamaz hale gelinmiş ve YÖK tarafından İmam-Hatip Okulu mezunlarının devam edebilecekleri yükseköğrenim alanların sınırlandırılması neticesinde 1997-1998 eğitim öğretim senesinde İmam-Hatip okullarının öğrenci kayıtlarının yarı yarıya düşmüştür (Kocabaş, 1999, s.179) 

Eğitim-Sen’in yaptığı araştırmaya göre Türkiye'nin sadece 5 bin İmam-Hatibe 
ihtiyacı olduğu; buna karsın, İmam Hatip Liseleri'nden 25 bin kişi mezun olup, bu okullarda okuyan öğrencilerin yüzde 12'si din görevlisi olmak istiyor, yüzde 88'i ise din adamı olmak istemiyor olması, tartışma konularının basında gelmektedir. Bu araştırmaya karşın Diyanet İşleri Başkanlığı 2002 yılında 20 bin imam hatipliğe ihtiyacı olduğunu Maliye Bakanlığı’na bildirerek kadro istemiş aynı şekilde 2004 yılında Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Diyanet İsleri Başkanlığı Bütçesi görüşülürken yaptığı sunuş konuşmasında, ülkenin en önemli kurumlarından biri olan Diyanet'in kadro ve görevli ihtiyacı ile ilgili olarak önemsenmesi gereken açıklamalar yapmıştır. Buna göre yurt içinde ve dışında (yurt dışında 32 ülkede) irşat, aydınlatma, eğitim, sosyal ve kültürel alanlarda hizmet veren Diyanet'in en önemli ihtiyacı yetişmiş hizmet elemanı ile 
kadrodur. On bininde kadrosu da bulunmayan cami görevlisine (müezzin, kayyım, imam-hatip) ihtiyacın sayısı 24 bin 214'tür. Bunun yanında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da Türkiye'de bulunan yaklaşık 80 bin caminin 10 bininin çeşitli dernek ve kuruluşlara ait olduğunu belirterek 15 bin camide Diyanet görevlisi olmadığını belirtmiştir (Doğan, 2006, s.42-43). 

1997'den itibaren İmam Hatip Liseleri öğrenci alınmadı. 1997 yılında çıkan 4306 
sayılı kanun gereği zorunlu ilköğretimin 8 yıla çıkarılmasıyla ilköğretimden 
ortaöğretime geçişin yeniden düzenlenmesi ve ortaöğretim kurumlarının haftalık ders çizelgelerine bazı derslerin eklenmesi sonucunda, İmam Hatip Lisesi, Anadolu İmam Hatip Lisesi ve Yabancı Dil Ağırlıklı İmam Hatip Liselerinin öğretim süreleri 1 yılı hazırlık sınıfı olmak üzere toplam 4 yıl olarak belirlendi ve 1998-1999 öğretim yılından itibaren de bütün sınıflarda uygulamaya konuldu. 

Bu gelişmelerle beraber özellikle 4306 sayılı kanunun 10. maddesinde 
“İlköğretimin 6, 7 ve 8. sınıf öğrenimini ortaöğretim kurumları bünyesinde yapmakta olanlarla çıraklık eğitim merkezlerindeki öğrenciler, eğitimlerini bu kurumlarda tamamlarlar. 1997-1998 ders yılı başından itibaren bu sınıflara hiçbir şekilde öğrenci alınmaz” hükmü gereğince, 1997-1998 öğretim yılından itibaren İmam Hatip Liselerinin bünyesindeki ortaokullara öğrenci alınmadı. MEB Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla 2005 yılında liselerin 4 yıla çıkarılmasıyla imam hatip liselerinin önündeki hazırlık sınıfları kaldırıldı, Yabancı Dil Ağırlıklı Anadolu İmam Hatip Liseleri, Anadolu İmam Hatip Liselerine dönüştürüldü (30 Nisan 2012, Hürriyet). 


Bu tartışmaların eşiğinde özellikle İmam Hatip Liselerinde ki kız öğrencilerin de 
eğitim-öğretim görmeleri, İslam dininde kadın din görevlisi geleneğinin bulunmadığı gerekçesiyle başka bir tartışma ve eleştiri konusunu gündeme getirmiştir. Ancak dini bilgiye ulaşma hakkı ve sorumluluğu açısından İslam’a göre kadın ve erkek arasında farklılık görülmez. Dolayısıyla kadınların din eğitimi de bir ihtiyaç olarak görülmelidir. 
Nitekim Diyanet İsleri Başkanlığı bünyesinde kurs ve camilerde bu amaçla görevli personel bulunmaktadır. 

Bugün İmam-Hatip Liseleri Türk Milli Eğitim Sistemi içinde yerini almış, 
sistemin bir parçası olarak, seçmeli ders sistemi, ders geçme sistemi, sınıf geçme sistemi vb. genel ortaöğretimdeki bütün uygulamalara adapte olabilen ortaöğretim kurumlarıdır (Doğan, 2006, s.44). Ortaokul kısmı 3 lise kısmı 4 şeklinde (3+4=7) eğitim öğretime devam eden İmam Hatip Liselerinin 1997 yılından itibaren uygulamaya konulan sekiz yıllık zorunlu eğitim yasasıyla birlikte orta kısımları kapanmıştır. 2012 yılından itibaren 4+4+4 kademeli eğitim sistemine geçilmesiyle birlikte orta kısımları açılan İmam Hatip Liseleri 4+4 (4 orta kısım, 4 lise kısmı) şeklinde eğitim öğretime devam etmektedir (Soylu, 2013, s.39). 

Bugün Kur’an kursları 16 Kasım 1990 tarih ve 20697 sayılı Resmi Gazete’ de 
yayımlanan “Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an kursları yönetmeliğinde yer alan esaslar istikametinde yönetilmekte ve faaliyette bulunmaktadır” (Soylu, 2013, s.43). 

1980 yılında Kur’an Kursu sayısı 2773 iken, 1985 yılında ise 3405’e ulaşmıştır. 
Bu kurslara devam eden öğrenci sayısı da yaklaşık olarak 100.000’e ulaşmıştır 
(Gökaçtı, 2005, s. 274). 1980 ve 1985 yılları arasındaki Kur’an Kursu sayıları bu 
şekilde olmakla beraber resmi kursların sayısı özellikle köylerden büyük kentlere doğru başlayan göçün neticesinde büyük yerleşim birimlerinde hızla artmaya devam etmiştir. 1995 yılına gelindiğinde ise Kur’an kursu sayısı 5483’e ulaşmış ve bu kurslara devam eden öğrenci sayısı da 172,053’ü Kur’an’ı yüzünden okumayı öğrenenler, 21,475’i de hafızlık çalışanlar olmak üzere toplam olarak 193,528’e ulaşmıştır (Çağrıcı, 2002, s. 425). 

Kurs sayısında meydana gelen artış ve bu kurslardaki mevcut öğrenci sayısının 
çokluğu açısından Türkiye’deki dini eğitim verilen kurumlar içerisinde en yaygın olan Kur’an kurslarına, 1977 yılında çıkarılan yönetmeliğe göre ilkokulu bitirenler devam edebilmekte iken, 28 Şubat sürecinden sonra bu yönetmelikte yapılan değişiklikle sürekli olan Kur’an kurslarına ilköğretimi bitirenler devam edebilecek, yaz kuran kurslarına ise ilköğretimin beşinci sınıfını tamamlayanlar devam edebilecekdir hükmü getirilmiştir. Kur’an kurslarının sürekli ve yatılı olanlarına daha çok kırsal kesimden öğrencilerin devam ettiği ve bu süreci tamamladıktan sonra ise İmam Hatip okullarına devam ettikleri görülmüştür. Buna karşılık geçici olan yaz kurslarına, hemen hemen her türlü kesimden çocukların devam ettikleri ve bu kurslara devam etmekteki maksatlarının 
da temel dini bilgileri edinmek olduğu görülmüştür (Gökaçtı, 2005, s.275). 

1990’lı yılların başına kadar Kur’an kursları ile ilgili olarak önemli gelişmeler 
yaşanırken, 28 Şubat post modern darbesi sonrasında, örgün eğitim alanında olduğu gibi yaygın din eğitim alanında da ve özellikle Kur’an öğretimi konusunda sıkıntılı bir sürece girilmiştir. MGK bildirgesinin 3. Maddesinin b fıkrasında yer alan “Sadece 8 yıllık temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kur’an kurslarının MEB’in sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmaktadır” ifadesi, gelecek günlerde Kur’an Kursları için yaşanacak değişimin önemli bir göstergesiydi. MGK bildirisinde yer alan ifadelerin hayata geçirilmesi 1999 yılında olmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 22.06.1965 tarih ve 633 sayılı Kanun’a 22.07.1999 tarihinde kabul edilen 4415 sayılı Kanun’la getirilen ek 3.madde ile Kur’an öğretimi, konusunda geriye doğru bir gelişme yaşanmıştır (Bahçekapılı, 2012, s. 79-80). 

Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıl olarak düzenlenmesi İmam-Hatip 
Okulları da dâhil tüm meslek liselerinin orta kısımlarının kapanmasına neden olmuştur. Ayrıca, 22 Temmuz 1999 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun Ek 3. maddesinde “İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve MEB’ın denetim ve gözetiminde yaz Kuran Kursları açılır. Kuran Kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyon ların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir” (Şimşek, 2012, s.178) hükmü yer almış ve ülkede ki Kur’an Kursları bu 
hükümler çerçevesinde faaliyet göstermektedir. 

1996 Kur’an Kurslarına olan ilginin zirveye çıktığı yıllardan biri olarak tarihe 
geçmiştir. Fakat her ne kadar başarılı bir yıl olarak değerlendirilse de bu yıl hatta 1995 yılı eğitim ve öğretim sistemimiz açısından yeni bir dönemin de başlangıcını oluşturmuştur. Çünkü 1995’te yıllardan beri konuşula gelen 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçiş için start verilmiş ve 15. Milli Eğitim Şurasının hazırlıkları başlatılmıştır. 13-17 Mayıs 1996 tarihinde Ankara’da 15. Milli Eğitim Şurası toplanmış ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim kararı alınmıştır. 1997’de TBMM’de kabul edilen bir kanunla 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir (Soylu, 2013, s.45). 

Devam eden süreç içerisinde 8 Yıllık Zorunlu Kesintisiz Eğitim Kanunu 
sonrasında, ilköğretim süresinin kesintisiz olması neticesinde, uzun süreli Kur’an 
kurslarına ancak ilköğretimden mezun olan öğrenciler kayıt yaptırabilirken, bir diğer yasaklama da, yaz Kur’an kursları için getirilmiştir. Buna göre, ilkokul 5.sınıftan mezun olmayan öğrencilerin, bu kurslara devam etmeleri yasaklanmıştır. Yasa’da yer alan “ilköğretimin 5.sınıfını bitirenler için tatillerde” ifadesi, öncelikle iç hukuk açısından, yani Anayasa’nın 24.maddesiyle8 düzenlenmiş olan din özgürlüğüne ve bu özgürlüğün bir sonucu olan din eğitim ve öğretim hakkına ciddi anlamda bir sınırlama getirmiştir (Bahçekapılı, 2012, s.80). 

8 Anayasa’nın 24. Maddesi: “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden 
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz 

8 yıllık zorunlu eğitimin yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, hem imam hatip 
okullarının orta kısımları kapatılmış hem de kesintisiz eğitim uygulaması nedeniyle çocukların ilköğretim 1. Kademe sonrası (ilkokul) Kur’an kurslarına gitme imkânları ellerinden alınmıştır. Bu durum zaman içerisinde Kur’an kursu öğrencilerinin cinsiyet ve yaş grubu dağılımlarının da farklı şekilde değişmesine yol açmıştır. Sekiz yıllık zorunlu eğitim uygulaması öncesinde daha çok 11-12 yaş arası çocuklar Kur’an kurslarına kayıt yaptırırken, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkmasından sonra 14-15 yaş sonrası gençlerin bu kurslara kayıt yaptırdıkları görülmüştür. Sekiz yıllık zorunlu eğitim sonucunda Kur’an öğretiminin zayıflaması beraberinde özel kurum ve kuruluşların bu alana yönelmesini sağlamıştır. Bir başka ifade ile vatandaşların kendi özel çabalarıyla olumsuz durumu kendi lehlerine çevirme arzusunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla 
1997’den 2002’ye kadar Kur’an öğretimim konusunda devlet ve özel kurum ve 
kuruluşlar tarafından yürütülen Kur’an kurslarına baskı ve sınırlamalar getirilmiş olsa da, yaşanan bu süreç bu kurumların daha güçlü bir şekilde gelişmesini sağlamıştır (Bahçekapılı, 2012, s.86). 

Özel kurum ve kuruluşların bu dönemden güçlenerek çıkması beraberinde 
olumlu ve olumsuz birçok düşünceyi de getirmiştir. Böyle bir dönemde din eğitiminin veriliyor olması gençlerimizin dini ve kültürel değerlerimizden uzaklaşmaması olumlu bir gelişme olurken, din eğitiminin cemaatler eliyle verilmesi gerektiği tartışmalarını beraberinde getirmiş olması ya da var olan bir düşüncenin yüksek sesle dillendirilmeye başlanması olumsuz bir gelişmedir. Çünkü genel eğitimin dışında verilecek olan bir din eğitiminin mezhepçiliğe, tarikatçılığa, peygamber dışında dini motifler aramaya ve din adına çatışmaya götürmesi (Özcan, 2012, s.175) gibi sonuçlarının doğurabileceğinden ve dahası kendi aralarında bile belirli bir konsensüsü sağlayamamış cemaatlerin din eğitimi konusunda da farklılaşmalara gidebilecekleri, kendi düşünce ve anlayışlarına 
göre eğitim verme istekleri milli birlik ve beraberlik açısından fayda değil zarar 
getirecektir. 

Ülkemizdeki Kur’an kurslarında son zamanlarda ciddi artış yaşanmıştır. 2000’li 
yılların başında 3.368 olan Kur’an kursu sayısı, 2009-2010 öğretim yılına gelindiğinde 8696’ya, 2010-2011 öğretim yılında ise 9066’ya ulaşmıştır. Kur’an kursu sayısındaki artışların 28 Şubat sürecine gösterilen tepki olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte Kur’an kurslarıyla ilgili yapılan güncel düzenlemelerde kurs ve öğrenci sayılarının artmasına sebep olurken öğretici sayısının da öğrenci ve kurs sayısına bağlı olarak artmasını sağlamıştır (Soylu, 2013, s.46-47). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1



43 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 41


1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 

Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla şöyledir: 

1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 

20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 

Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yükseköğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci  konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 
Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 

ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumların da başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. 
maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim 
kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 

Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yükseköğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 

1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 

Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelinden uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). 

Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen 
gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 

Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). 

Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsünün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 

Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun 
olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 

28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde 
yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 

Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. 

Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin 
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetimi nin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


42 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***