Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2016 Cumartesi

Cemaat - AKP Kavgasının Anatomisi



Cemaat - AKP Kavgasının Anatomisi 




Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat
Tarih:04/03/2014 
Türü:İç Politika 


 Sosyal medyayı etkin kullanmada Cemaat, kıyas kaldırmayacak bir beceriye sahip. Olaylar karmaşıklaştıkça görüyoruz ki cemaat, hükümetten çok daha stratejik bir akla sahiptir.

Esasen bu olayda, hükümeti Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsından ve Erdoğan ailesinden belki de kısmen ayrı tutmak gerekiyor. Dikkatli baktığımızda, kavganın AKP ve Cemaat'ten çok, Recep Tayyip Erdoğan ile Cemaat arasında geçtiği görülebilir. Aslında Recep Tayyip Erdoğan, hükümeti ve devletin kontrol edebildiği bütün aygıtlarını Baas rejimlerine özgü bir Devlet-Lider ilişkisi içerisinde kendi kişisel kavgasının silahları olarak kullanıyor.

 
www.acikistihbarat.com
04.03.2014


Cemaat-AKP savaşında geri dönüşü olmayan bir noktaya gelindiğine tanık oluyoruz.

Taraflar artık hiç bir etik kaygı gütmeden birbirlerine karşı bütün silahları kullanıyor. 12 yıl sürmüş büyük bir suç ortaklığı ortalığa saçılırken, ülkenin bütün kurumları ve değerleri kirlenmeden en ağır şekilde nasibini alıyor.

Tarafların konumu itibarıyla hükümet cephesinin daha fazla yıprandığını söylemeye gerek yok, bütün bu olup bitenlerin siyasi faturası önünde sonunda kendilerine çıkacaktır. Devlet içine çöreklenmiş bir paralel örgütün ürkütücü icraatlarından söz ederken, aynı zamanda "Ne istediler de vermedik" şeklinde suç ortaklığı itirafında bulunuyorlar. Bu itirafa rağmen sözünü ettikleri paralel yapının yıllardır mağduru olmuş bizleri "Pensilvanya'ya arka çıkmakla" suçluyorlar.                                                                                                                                                                  
Yalan, şizofreni ve ahlaksızlık kaygı duyulacak veya utanılacak şeyler olmaktan çoktan çıktı. Her iki taraf da inkâr ve kara propagandayı bir yöntem olarak kullanıyor. Düne kadar birlikte linç ettikleri insanları kendi cephelerine çekmek için olmadık iknâ yöntemlerine baş vuruyorlar. 

Sosyal medyanın bu  kirli savaşın en amansız mecralarından biri olduğunu söylemeye gerek yok. Özellikle 17 Aralık'tan sonra açılmış bazı twitter hesaplarından AKP iktidarı ve Erdoğan ailesine ait en mahrem bilgileri ortalığa saçılıyor. 

Sosyal medyayı etkin kullanmada Cemaat, kıyas kaldırmayacak bir beceriye sahip. Olaylar karmaşıklaştıkça görüyoruz ki cemaat, hükümetten çok daha stratejik bir akla sahiptir. 

Esasen bu olayda, hükümeti Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsından ve Erdoğan ailesinden belki de kısmen ayrı tutmak gerekiyor. Dikkatli baktığımızda, kavganın AKP ve Cemaat'ten çok, Recep Tayyip Erdoğan ile Cemaat arasında geçtiği görülebilir. Aslında Recep Tayyip Erdoğan, hükümeti ve devletin kontrol edebildiği bütün aygıtlarını Baas rejimlerine özgü bir Devlet-Lider ilişkisi içerisinde kendi kişisel kavgasının silahları olarak kullanıyor.

Erdoğan ailesinin odakta olduğu bir savaştır bu. Kurumlar ve yapılar, ailenin ve liderin kendilerine verdiği görevler çerçevesinde kavgaya dahil oluyorlar. 

Başbakan'ın oğlu hakkında gözaltı kararı çıkınca İçişleri Bakanlığı harekete geçiyor ve Emniyet teşkilatında operasyon yapılıyor. Soruşturmayı başlatan savcılara Adalet Bakanlığı eliyle neşter atılıyor. Savcıları korumaya kalkışan HSYK'nın karşısına Meclis çıkarılıyor. Ve bütün bunlar Başbakan'ın talimatıyla gerçekleşiyor. 

Normal şartlarda en kötü demokraside bile kuvvetler ayrılığı mekanizması işlemese de "görevler ayrılığı" çatışmasının işlemesi ve bazı direnç noktalarının ortaya çıkması gerekir. 

Ama hayır, çıkmıyor..Çünkü tıpkı Baas rejimlerinde olduğu gibi lider, devletin bütün aygıtlarını elinde tutuyor ve sadece kendi ihtiyaçları için devreye sokuyor. 

İktidar cenahındaki bu Baasçı çelik çekirdeğe karşın Cemaat'in "demokrasinin" aygıtlarını kullanmayı tercih ettiğine tanık oluyoruz.

Ellerindeki medyanın yanı sıra, sosyal medyayı da oldukça stratejik kullanıyorlar. Yolsuzluk soruşturmasının siyasi zorbalıkla engellendiğini bir güzel kayıtlara geçirdikten sonra çoğu soruşturma dosyasından olduğu anlaşılan ses kayıtlarını sosyal medya ortamına sürüyorlar. AKP'ye oy veren kitlenin desteğini gözden geçimesidir burada amaç-ki başarısız olunduğu söylenemez-

Nitekim şiddeti giderek yükselen bu yıpratıcı savaş, Tayyip Erdoğan'ı kendisini yıllardır destekleyen liberal sol ve merkez sağı feda etme noktasına getirmiş olmalı ki "Başörtülü bacıma üstü çıplak erkekler saldırdı" söylemiyle toplumun en karanlıkta bırakılmış kesimlerini elinde tutmaya çalışıyor. Böyle bir söylem ne liberal solu, ne de merkez sağı ikna edebilmekten uzaktır zira...

Tayyip Erdoğan'ın çevresinde işlerin şöyle döndüğünü tahmin edebiliyoruz:

Başbakan'ın öfkesi her şeyi yönetmektedir. 

Ses kayıtları doğruysa, anayasanın kendisine yüklediği görevleri yıllardır bir yana bırakıp para kazanma işlerine vakfolduğu anlaşılan Recep Tayyip Erdoğan, artık 24 saatini yeni düşman Cemaat'e vakfetmiştir. 

Cemaat'ın medya, sosyal medya ve yargı üzerinden gelen her taciz atışına devletin bütün aygıtlarını seferber etmektedir. Erdoğan ailesini hedef aldığı düşünülen her kımıltıya istihbaratçılar, savcılar, bakanlar, milletvekilleri ve başıan vasi tayin edilmiş medya koşturulmaktadır.

Herkes ve her şey Tayyip Erdoğan'ın öfkesini tatmin etmeye odaklanmıştır. Öfke ve hırsla aldığı her karar için telaşla bir telefon açılmakta, bir yönetmelik değiştirilmekte, bir yasa çıkarılmakta veya yeni bir atama-görevden alma kararnamesi yazılmaktadır.

Bunun bir "Strateji" olmadığını söylemeye sanırız gerek yok..

Tayyip Erdoğan'ın belagatı başa koyan bu tarzına karşılık Cemaat'in belirli bir strateji izlediğine yukarıda değinmiştik. 

Toplumu şoke eden ses kayıtları belli bir sistematik içerisinde piyasaya sürülmektedir. Bunların Tayyip Erdoğan'ın imajında hiç bir aşınmaya yol açmadığını söylemek zayıf bir kendini kandırmadır. 

İmajında hiç bir olumsuzluğa neden olmuyor, aksine saygınlığını daha da pekiştirıyorsa Başbakan neden bu kadar sinirlenmektedir?

Sanırız Cemaat, Recep Tayyip Erdoğan'ın halihazırda elinde bir operasyon gücü olmadığını da bilip kıs kıs gülmektedir.."Ne istedilerse verildiği" için elde operasyon yapacak adli makam ve kolluk gücü belli ki kalmamıştır. Öyle değilse, devleti içten içe kemirdiği ileri sürülen bu kadar korkunç bir paralel yapıya operasyonun "seçimlerden sonra" yapılacağını açıklamak da neyin nesidir?  

Peki bundan sonra ne olacak?

17 Aralık'tan sonra açılan gizemli ve etkili kimi twitter hesapları ile Cemaat kanadının medyadaki açık neferleri Mehmet Baransu ve Emre Uslu gibi isimler,  "Mart ayı ortasını bekleyin, güzel şeyler olacak" derken ne söylemek istiyorlar? 

En ekstrem olasılıktan başlayacak olursak:

Mısır örneğini hayata geçirmek adına, TSK içinde bir cuntayı harekete geçirebilirler mi?..

Ukrayna modeli uygulanacak olursa, Melih Gökçek'in de dediği gibi "ülkücüleri harekete geçirip" sokaklar ateşe verilebilir mi? 

(İyi ama toplumun her kesiminin katıldığı Gezi olaylarıyla istifa etmeyen hükümet, ülkücüler sokağa döküldü diye neden etsin?)

Her ikisi de Cemaat'in tarzı ve gücü açısından gerçekçi tahminenler değildir. Türkiye'nin Mısır ve Ukrayna'ya benzemediğini ayrıca unutmamak gerekir...

Ve şunu da unutmamak gerekir: Bizim kavgalarımız ne kadar kirli ve şliddetli olursa olsun, belli bir "hukuk içinde" yürümektedir...

Dolayısıyla, bundan sonra olacaklar konusunda şu tarz tahminler yürütmek belki daha gerçekçi olur:

Şoke edici ses kayıtlarının seçimler yaklaştıkça dozunu artıracağı öngörülmelidir. 

Örneğin, Oslo görüşmelerinin ortaya çıkmamış bölümlerini dinleyebilir veya Recep Tayyip Erdoğan'ın sesini bu kez Uludere'nin emrini verirken işitebiliriz...

Bütün bunlara rağmen Recep Tayyip Erdoğan istifa etmezse-ki bunu hiç bir şart altında yapmayacağı anlaşılıyor-sonuç almanın mümkün olmadığı ortadadır..

Geriye, yine " Hukuk içerisinde " bir yol kalıyor:

Yüz kadar milletvekili istifa ettirilir ve Meclis'ten hükümet için güvenoyu istenir. 

Siyasi istikrarsızlık başgöstereceğinden seçimler ileri bir tarihe ertelenir...

Abdullah Gül geçici bir hükümet atar..

Bu arada engellenen fezlekeler Meclis'e tekrar gelir, Recep Tayyip Erdoğan ve bazı kabine üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılır, savcılar süratle harekete geçer...

Her şey 70 ilâ 100 adamın AKP'den çekilmesine bağlı.

Cemaatin bunu yapacak gücü var mı?

Bilmiyoruz..

Bizler oyun dışıyız;

Seyrediyoruz...

Açık İstihbarat @ 2014

http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10466

..

"Yeniden Yargılama" : Paçayı Kurtaran Değil Ülkeyi Kurtaran Çözümler



"Yeniden Yargılama" : Paçayı Kurtaran Değil Ülkeyi Kurtaran Çözümler 



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat
Tarih:12/01/2014 
Türü:İç Politika 


Basına, Meclis’e, Adalet Bakanlığı’na, Başbakanlığa Kuddusi Okkır’ın nasıl vahşi bir ihmal sonucu öldürüldüğünü anlatan dilekçeler yazdılar, soruşturma istediler, Zekeriya Öz ve cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundular...

(Bkz :  Kuddusi Okkır'ın Koğuş Arkadaşlarından Suç Duyurusu  ... / Kuddusi  Okkır'ın Anısına : Suç Şahsidir, Vicdan Ortak  )

O şartlarda böyle bir şeye cesaret edebilen bu insanların birisi emekli albay, birisi çay ocağı işçisi, biri Sağlık Bakanlığı memuru, biri de serbest meslek sahibi bir vatandaştı..

Koca koca generaller, milletvekilleri, Baro başkanları, anlı şanlı köşe yazarları Tekirdağ Cezaevi’nden yükselen bu feryada kulak tıkadılar, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya ve yazmaya devam ettiler..

 
www.acikistihbarat.com
13.01.2014


Konu, sözde Ergenekon,Balyoz, Odatv, İnternet andıçı, ıslak imza, askeri casusluk vs. davaları için yeniden yargılanma yolunun açılması..(ve tabii  mecburen KCK, PKK vs. davalarını da kapsayacak biçimde).

Ne vesileyle?

Türk yurtseverleri, aydınları ve askerlerine bu tuzağı kuranlar arasında pasta paylaşma kavgası çıktı diye..

Önce şu meseleye açıklık getirelim: Bu konuda facebook sayfamda kısa bir itirazda bulununca, 
“ Yılmaz Özdil seninle ilgili bir şey söylemiyor, sana ne oluyor ki?” diyenler oldu..

Efendim, Ergenekon ve Balyoz davalarında sadece ünlü ve medyatik insanlar yargılanmıyor..

Silivri Cezaevi’ni dolduranlar arasında bizim gibi işsiz gazeteciler, Ayşe Arman’a poz vermek için sıraya girmeyenler, otogaz satıcıları, mali müşavirler, sınıf öğretmenleri, emekli astsubaylar,ev kadınları, banka memurları, kantin işletmecileri vs. türünden “düz vatandaşlar” da var..Hem de medyatik olanlardan sayı olarak daha fazla ve de yargılanma-yatma konusunda ünlü şahıslardan daha kıdemli...

Ben ve eşim Behiç Gürcihan da bu “düz vatandaşlardan” ikisi olarak sessiz sedasız toplamda 19 yıi ceza aldık. 

O kadar sessiz sedasız aldık ki, 5 Ağustos 2013 günü hüküm açıklandığında, hiç bir medya organının duyurduğu listede adımız yer almadı. Mehmet Haberal’ı bile “gazeteciden” sayan basın kuruluşları, beni gazeteciden saymayıp hazırladıkları listelerde yer vermedi.

Umurumda olduğundan değil, zira bu halimle dünyanın en özgür gazetecisiyim ve meslek örgütleri dahil kimseye sözümü esirgemek için yapmam gereken hesap, tartmam gereken denge yok. 

Bunu sadece, her şeyin nasıl “seçilmişler” arasında döndürülmek istendiğini, her konuda olduğu gibi bu konuda da meselenin gerçek sahiplerinin sesinin kısılıp, ortaya yapay kahramanların sürüldüğünü görün diye söylüyorum...

Sevenleri, hayranları, fanları vs. kusura bakmasın ama Yılmaz Özdil de benim gözümde bu yapay kahramanlardan biridir. Daha bir kaç ay önce, Tayyip Erdoğan hesabına Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı sarfettiği hakeretâmiz sözleri tabii ki unuttunuz gitti. Ben o olaydan değil, daha eski bir meseleden dolayı Yılmaz Özdil’e bir not vermiş durumdayım; o da şu:

Acılarla dolu Ergenekon sürecinin kanımca en travmatik, en vicdan sızlatan olaylarından birisi Kuddusi Okkır’ın ölümü, daha doğrusu bizzat Savcı Zekeriya Öz ve 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti tarafından öldürülmesidir...

2008 yılında gerçekleşen bu acı olay hakkında Yılmaz Özdil’in o tarihte neden yazı yazmadığını hiç düşünen var mı?

Yazmadı; çünkü Aydın Doğan medyası o yıllarda “Ergenekon” konusunda AKP-Cemaat iktidarından yana tavır alma politikasını seçmişti. Bu anlamda Emin Çölaşan’ın yazılarına son verildi ve Çölaşan’ı okuyan kitleyi kaybetmemek için yerine Yılmaz Özdil getirildi. Misyonunun gayet de farkında olan Yılmaz Özdil, bu konuda tabii ki patronajı üzecek bir şey yapmadı.

2011 yılında yazarları Soner Yalçın tutuklandığında, konuyla ilgili haberlerde kendisinden “bir internet sitesinin sahibi” şeklinde sözedildiğini ve tutuklanmasının ikinci haftasında yazılarına son verildiğini de unutup gittiniz ki, bizim gibi  daha 2007 yılında “Ergenekon” adlı hukuk seri cinayetinin hedefi olan sıradan vatandaşları çoktan unutmuşsunuzdur...

Yılmaz Özdil ve gazetesinin görmezden geldiği Kuddusi Okkır cinayetinin benim ve eşimin hafızasında daha acı bir yeri var...

Behiç Gürcihan 2008 Haziranında  tutuklanıp Tekirdağ cezaevine konulduğunda, kendisine yatması için verilen yatak, daha bir kaç gün önce acılar içinde ölmüş olan Kuddusi Okkır’ın yatağıydı...

“Paşa çocuğu” Behiç Gürcihan,  durumu üzülmesinler diye ailesine bildirmedi, namertten ricacı olmamak için cezaevi yönetiminden yeni yatak istemedi..Bu travmayı kendi içinde yaşadı ve Okkır’ın diğer koğuş arkadaşları ile birlikte şunu yaptı:

Basına, Meclis’e, Adalet Bakanlığı’na, Başbakanlığa Kuddusi Okkır’ın nasıl vahşi bir ihmal sonucu öldürüldüğünü anlatan dilekçeler yazdılar, soruşturma istediler, Zekeriya Öz ve cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundular...

(Bkz :  Kuddusi Okkır'ın Koğuş Arkadaşlarından Suç Duyurusu  ... / Kuddusi  Okkır'ın Anısına : Suç Şahsidir, Vicdan Ortak  )

O şartlarda böyle bir şeye cesaret edebilen bu insanların birisi emekli albay, birisi çay ocağı işçisi, biri Sağlık Bakanlığı memuru, biri de serbest meslek sahibi bir vatandaştı..

Koca koca generaller, milletvekilleri, Baro başkanları, anlı şanlı köşe yazarları Tekirdağ Cezaevi’nden yükselen bu feryada kulak tıkadılar, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya ve yazmaya devam ettiler..

O dilekçeleri ve mektupları tutuklanma tehdidi altında bizzat taşımış biri olarak biliyorum...

Yılmaz Özdil de sustu, gazetesi de sustu, bugün Baro Başkanı olan, o günlerde adını duymamış olduğum Metin Feyzioğlu da sustu..

Şimdi gelinen noktada, kafa kafaya verip kendilerince bir “Silivri’dekileri kurtarma planı” hazırlamışlar, bana ve benim gibi olanlara da “Sana ne oluyor ki? Biz sana mı söylüyoruz?” diyorlar...

Yılmaz Özdil gibi hiç bir bedel ödememiş birisi, bizin gibi “ yeniden yargılama ” adı altında aniden ortaya çıkan heyecan dalgasına ihtiyatlı bakanlara “geri zekalılar, ahmaklar, düşün yakamızdan” diyebiliyor..

Sorun tam da bu zaten, bana ve benim durumumda olanlara da ne oluyor ki?

Böyle bir misyonu nerede üstlendiği anlaşılamayan Baro Başkanı, Silivri’de adet yerini bulsun diye İlker Başbuğ ve Doğu Perinçek’le görüşüp onlardan icazet aldıktan sonra, tüm Ergenekon sanıkları adına Tayyip Erdoğan’a teklif götürmeye kendisini yetkili görüyor..

İlker Başbuğ ve Doğu Perinçek neden  benim adıma karar verme yetkisine sahip onu da bilemiyorum.. Yoksa “örgüt” diye diye bizim kendimizi gerçekten “örgüt” zannetmeye  başlamamıza mı sebep oldular?

Konu konuyu açıyor ama ben Doğu Perinçek ve partisinin “Fevzioğlu inisiyatifi” diyebileceğimiz olaya coşkuyla sarılıp bel bağlamasını da anlayabilmiş değilim...

Ergenekon davası duruşmalarındaki tavırlarına yakinen tanığım zira. Abdullah Öcalan’a uzanacak bir af girişimine kesin olarak karşıydılar. Duruşmaların birinde, şimdi ismini hatırlayamadığım bir sanık.“Bizi Öcalan katiliyle birlikte serbest bırakmak planlanıyorsa, bilinsin ki ömür boyu burada  yatmaya razıyız” dediğinde, Perinçek ve arkadaşlarının hep bir ağızdan “Biz de!” diye bağırdıklarını hatırlıyorum...

Gelinen nokta, Öcalan’ın salıverilip siyaset sahnesine sürülmesi planının adım adım gerçekleşmeye başladığı bir noktadır zira..

Bu kadar uzun bir girişten sonra ana meseleye dönelim ve “yeniden yargılama” adı verilen al gülüm-ver gülüm oyununa neden karşı olduğumuzu maddeler halinde açıklayalım:

1-Cemaat-AKP savaşı olarak isimlendirilen taşeron  kavgasında taraf olmamamız gerektiğini düşünenlerden, akrep gibi birbirlerini ve kendilerini sokmalarının en hayırlısı olacağına inananlardanız. Böyle düşündüğümüz için, Tayyip Erdoğan’dan yeniden yargılanma talebinde bulunmanın onun  konumunu güçlendireceğini , kendisine “Yapılan hukuk katliamlarından pişmanlık duymuş, kandırılmış ve özeleştiri yapmış Başbakan” hüviyeti sağlayacağını ve siyasette “temiz sayfa” açma fırsatı vereceğine inanıyoruz. 

Tayyip Erdoğan ile böyle bir işbirliğine gitmek, yurtseverlere kurulan bu alçakça pusunun ileride hesabını sormayı zorlaştıracak bir durumdur. Toplumun korkutucu düzeydeki balık hafızası da hesaba katıldığında, Tayyip Erdoğan’ın “Hatasını görmüş ve elinden geldiğince düzeltmeye çalışmış” bir başbakan olarak tarihgire geçmesi işten bile değildir. Kendisiyle işbirliği yapmış olanların gerçekleri gelecek nesillere aktarma konusundaki inandırıcılıkları da yara alacaktır.

2-Yeniden yargılanma konusunda görüş birliğine varılsa bile, bizzat Tayyip Erdoğan tarafından darmadağın edilmiş bir güçler ayrılığı dengesinden, önce vesayet altına alınıp sonra  parçalanmış bir yargı sisteminden hızlı ve adil bir karar çıkacağı son derece şüphelidir. 

Yeniden yargılama demek, milyonlarca klasörlük bu dev davaların, aynı mahkemeler tarafından , hem de “sıfırdan” yeniden ele alınması demektir. Bu uzun süreçte, AKP ile Cemaat arasında sulh yoluna gidilirse nasıl bir B planı tasarlanmıştır? 

Savunulduğu gibi amaç, “düşman hattında ortaya çıkmış bir bozgundan istifade ederek yıllardır haksız yere zindanlarda yatan yurtseverleri kurtarmak” ise, Ergenekon davasının en çetin yıllarında cesur ve başarılı bir avukatlık mücadelesi ortaya koymuş olan Tolga Akalın gibi avukatların “Yeniden yargılama değil, Yargıtaya Ceza Kurulu” önerisi neden dikkate alınmamaktadır? (Haydi, sanıklardan sadece bir kaç kişi “adam yerine konuluyor diyelim, peki avukatlarımızın görüşünü almak da mı yok?)

3-Metin Feyzioğlu’nun hal ve gidişinin, girişimin “halisliğine” halel getirmesinde de şaşırılacak bir durum olmadığı gibi, olay Yılmaz Özdil’in “Velev ki Beyaz Saray’a başkan olmak istiyor...sana ne, sen neticeye bak!” şeklindeki gayrı ciddi yaklaşımlarını kaldırmayacak kadar hayati bir meseledir. Girişimi başlatan ve sürükleyen adamın, daha ortada fol ve yumurta yokken lider havalarına girmesi, hukuk mücadelesinin boyutlarını aşan söylemlere kalkışması bu zorlu sürecin acılarını çekmiş insanlarca sindirilecek yaklaşımlar değildir. Metin Feyzioğlu neticede siyasi mücadelede kendisini kanıtlamış birisi olmayıp, Amerikan Büyükelçiliği ile olan mesaisi de en azından bizim açımızdan karanlıkta kalmış bir konudur...

4- Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde geçen çetin yıllar, eğer bir siyasi mücadeleyi ve bağımsız Atatürk Türkiye’sini yeniden kazanma hedefini getirecekse (ki getirmelidir); eğer bu süreç Türk Milleti’nin gerçek temsilcilerini ortaya çıkaracak bir er meydanı olacaksa, bedenlerin bir yıl önce-iki yıl sonra “özgürlüğe kavuşmasının hesabı yapılamaz.

Özellikle subay aileleri arasıında maalesef olayın siyasi boyutunu kavrayamayanlar göze çarpsa da,  davanın siyasi bilince sahip sanıkları, bu fedakârlığı göstermek mecburiyetindedirler; aksi takdirde bütün mücadeleleri boşa gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Kavuşacakları “özgürlük” tıpkı Mustafa Balbay’ın “özgürlüğü” gibi gerçek bir özgürlük olmayacaktır. 

Türk askerine ve Türk aydınına yaraşır bir tavrın nasıl olması gerektiği merak ediliyorsa; duygusal, apolitik  ve pek medyatik kimi subay eşi ve çocuklarının tavırlarına değil; (Ergenekon ve Balyoz adı altında Türk Milleti’ne oynanmış büyük oyuna yıllarca sessiz kalmış olan partisine rağmen); Engin Alan’ın tavrına bakmak yeterli olacaktır...

Bize  Ahlak ve Stratejinin kesiştiği noktada ; Paçayı Kurtaran değil Ülkeyi kurtaran  Çözümler üretmek yakışır. 


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10456


.