BOP Cinayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BOP Cinayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2015 Pazartesi

BOP Cinayetleri,



BOP Cinayetleri,


HAYRULLAH MAHMUD ÖZGÜR
14 Şubat 2007

TÜRKİYE’DE BOP CİNAYETLERİ YA DA TERÖRÜ KURTLAR VADİSİ, SAĞIR ODA VE BENZERİ DİZİLER Mİ YOKSA BOP’ÇULAR MI TIRMANDIRIYOR?!



BOP Cinayetleri



“Post Modern IV. Dünya Savaşı”nın gözde enstrümanının adı; “internet”!

2006’nın sonu itibariyle Pentagon, kürede “BİP”i “BOP”latan “internet”i gözetim altına almaya çalışıyor.

Bu anlamda II. Dünya Savaşı’nın gözde “aygıt”ının adıysa “Enigma”ydı.

“Enigma”, Latince’de “gizem”, İngilizce’de “Bilmece, gizem, esrar, muamma, anlaşılmaz kimse” anlamında kullanılan bir kelime.

Enigma, aynı zamanda, Nazi Orduları’na karşı savaşan “Müttefikler”in en çok ele geçirmek istedikleri cihazın adıydı.

Bu gizemli cihaz, II. Dünya Savaşı’nın en komplike aygıtı olarak kabul edilse de, günümüz şartları içinde söyleyecek olursak, daktiloya benzeyen bir şifre yazma ve çözme makinesinden başka bir şey değildi.

Gizli askeri yazışmalar önce bu makinede şifreleniyor, daha sonra yine bu makine aracılığı ile alıcı tarafından mesaj çözülüyordu.

İngiliz özel timleri “Enigma”ya, Nazi işgali altındaki Çekoslovakya’da yaptıkları bir baskın operasyonu sonrasında sahip olabildiler.

Savaşı da “Enigma”nın gizemine tamamıyla vakıf olduktan sonra kazanabildiler.

Bu bağlamda, “Post Modern IV. Dünya Savaşı”nın gözde aleti “internet”in yardımı ve de II. Dünya Savaşı’nın gizemli aleti “Enigma”nın aracılığı ile “BOP operasyonu” sırasında işlenen cinayetlerin şifrelerini çözmeye çalışacak olursak, karşımıza şöylesi bir tablo çıkıyor:

(…)

Tarih: 31 Ocak 1990

Prof Dr Muammer Aksoy, radikal laik –  radikal dinci gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 7 Mart 1990

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, I. Körfez Harekatı öncesi izlediği yayın politikasına binaen öldürüldü.

(…)

Tarih: 2 Ağustos 1990

Irak, Kuveyt’i işgal etti. BOP operasyonu fiilen başlamış oldu.

(…)

Tarih: 4 Eylül 1990

İkibine Doğru Dergisi Yazarı Turan Dursun, radikal laik – radikal dinci gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 6 Ekim 1990

Prof Dr Bahriye Üçok, radikal laik – radikal dinci gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 20 Eylül 1992

Özgür Gündem Gazetesi Yazarı Musa Anter, radikal Türk – radikal Kürt gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 24 Ocak 1993

Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Uğur Mumcu, radikal laik – radikal dinci gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 9 Ocak 1996

Sabancı Holding Otomotiv ve Plastik Grubu Başkanı Özdemir Sabancı, radikal Türk – radikal Kürt gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 8 Temmuz 1996

Yeni Düzen Gazetesi Yazarı Kutlu Adalı, adadaki “Ankara” “Non-Ankara” gerilimi tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 21 Ekim 1999

Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Ahmet Taner Kışlalı, radikal laik – radikal dinci gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 24 Ocak 2001

Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan, Kürtlerin gönlünü fethetmiş bir bürokrattı. Bundan rahatsız olan BOP’çular tarafından radikal Türk – radikal Kürt gerilimini tırmandırmak için öldürüldü.

(…)

Tarih: 25 Ağustos 2001

Alarko Grubu Eş Başkanı Üzeyir Garih, BOP operasyonu öncesinde, AKP’nin iktidara gelmesine karşı çıktığı için öldürüldü.

(…)

Tarih: 11 Eylül 2001

ABD’deki İkiz Kuleler ve Pentagon’a terör saldırısı yapıldı! BOP operasyonu başladı! Bush, “Haçlı Saldırıları”nı başlattı.

(…)

Tarih: 18 Aralık 2002

Araştırmacı Yazar Doç Dr Necip Hablemitoğlu, MİT Müsteşarı olmayı hedefliyordu, BOP’a karşıydı, öldürüldü.

(…)

Tarih: 6 Temmuz 2005

Şiddet karşıtı Kürt politikacı Hikmet Fidan, fikirlerinden rahatsız olunduğu için, Türkiye’ye karşı PKK’yı taşeron olarak kullanan güçler tarafından öldürüldü.

(…)

Tarih: 7 Şubat 2006

“Tayip Bey’in 1 milyar doları var” diye açıklama yapan Rahmi Koç’un oğulları, geçirdikleri trafik kazası (!) sonrası, İtalya’da ölümden döndüler.

(…)

Tarih: 17 Mayıs 2006

Açıkladıkları “türban kararları” nedeniyle, tetikçi avukat Alparslan Arslan tarafından, Danıştay Üyeleri’ne gözdağı vermek amacıyla silahlı saldırıda bulunuldu. Bu saldırı sırasında Danıştay 2’nci Daire Başkanı Mustafa Yücel Özbilgin öldürüldü.

(…)

Tarih: 20 Ocak 2007

Ermeni kökenli Türk gazeteci Hrant Dink, Diaspora’nın BOP’çular tarafından kullanılmasına karşı çıktığı, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden “millet-i sadıka” olmak istediği için “Büyük Ermeni Projesi”ni hayata geçirmek isteyenler tarafından öldürüldü.

(…)


Tarih: 14 Şubat 2007

Soru: Şimdi sırada kim ya da kimler var?!

(…)

“Enigma”dan süzülen bu “mesaj cinayetler” bağlamında şu tespitler yapılabilir:

1- Bu cinayetlerin hepsi de kaosa hizmet etmek için yapılmış “provokatif suikastler”dir. Yani hiçbiri örgüt işi değildir. Hepsi de gizli servislerin Türkiye’deki uzantıları üzerinden, “taşeron”lar aracılığı ile işlenmiş cinayetlerdir.

2- Bu cinayetlerin hepsinin de ortak noktasında “BOP” yani “Büyük Ortadoğu Projesi” vardır. Bu süreçte suikaste uğrayan isimlerin hiçbiri, rastgele seçilmiş isimler değillerdir. Hepsi de kendi alanlarında öncü, içinde bulundukları cemaat ya da topluluğa sağduyu telkininde bulunan fikir ya da eylem adamıdırlar. Yani I. Körfez Harekatı’ndan sonra dünyada ivme kazanan “radikal” dinci ya da milliyetçi akımlara karşı duran isimlerdir!

3- Suikaste uğrayanlardan Üzeyir Garih, MHP’ye yakın bir isimdir. AKP’nin iktidara gelmesi halinde, Türkiye’de radikal milliyetçi oyların tavan yapacağına, bundan da en çok İstanbul’da ikamet eden Yahudiler’in yani kendilerinin zarar göreceğine inanıyordu. Bu düşüncesini öldürülmeden önce ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında Yahudi “Think Tank”lerde de anlattı. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde başarısız olduğunu, Başbakanlık görevine getirilmesi halinde, kendilerini çok zor duruma düşüreceğini ısrarla söyledi. Fakat “BİP operasyonu”nu  hayata geçirmek isteyen güçler nezdinde, bu düşüncesi tasvip görmedi. Ama Garih buna rağmen BOP’a, BİP’e şiddetle karşı çıktı. Bu ısrarlı söylemine karşılık, ölümle cezalandırıldı.

4- Hikmet Fidan, İzmir’de Yeni Asır’da gazetecilik yaptığım dönemlerden tanıdığım bir Kürt politikacıydı. Ömrünün üçte birini hapiste geçirmişti. Hayatın değerini bilen bir isimdi. Silahı çözüm olarak görmüyordu. PKK’yı, Türk Milleti’ne karşı “taşeron” saldırı unsuru olarak kullanmak isteyen güçler (BOP) tarafından, düşünceleri nedeniyle öldürüldü. Gaffar Okan da Türk Devleti’nin şefkatli yüzünü bölgede Kürtler’e gösterdiği için katledildi.

5- Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Muammer Aksoy cinayetlerinin perde arkasında; “BOP İslamı” yaratma düşüncesi yatıyor. Kaldı ki BOP operasyonu boyunca ABD’nin “Ilımlı İslam” projesi adı altında içimizde yeşerttiği din adamlarının kime, hangi güçlere hizmet ettikleri de ortada! Müslümanların Irak’ta, Filistin’de katledildikleri, Hz Muhammed’e İslam’a küfredildiği bir ortamda; iktidarda Erdoğan ve onunla ittifak yapan Fetullah Gülen var. Her nedense Türkiye’de, AKP iktidarında “Cuma Namazları” çıkışında İsrail’i, ABD’yi kınayan hiçbir gösteri yapılmıyor. “Neden diye hiç düşündünüz mü?! Çünkü, öldürülen bu değerli vatanperver isimlerin hepsi de, Erdoğan gibi bir siyasal İslamcı “BOP Eş Başkanı” olup, Türkiye’yi “Küresel / Siyonist güçler”in hizmetine sokup, Türkiye’yi rahatça kullandırsın diye “BOP operasyonu” bağlamında öldürüldüler.

6- Bu suikastlerin hemen ardından, BOP Eş Başkanı Erdoğan örneğinde olduğu gibi kulaklara “derin devlet” diye bir isim fısıldandı. Israrla, TSK töhmet altında bırakılmak istendi. İşlenen cinayetlerin perde arkasındaki görünmeyen “gizli el” olarak hep aynı adres, yani Türk Ordusu işaret edildi. Neden?! Çünkü TSK’yı BOP’ta “taşeron ordu” olarak kullanmak isteyen güçler; önce sol aydınlarla Mumcu, Üçok, Dursun, Aksoy vb cinayetler üzerinden TSK’nın arasını açmayı denediler. Ardından da “İrtica/Türban” sorunu üzerinden 28 Şubat’ta “iliştirilmiş” bir gerilim yaratmayı planlayarak, Türk Milleti ile Türk Ordusu’nun arasına duvar örmek istediler. Bundan da amaçladıkları, TSK’nın üzerinde büyük bir stres oluşturarak, tamamıyla kendi denetimlerine geçmesiydi. Fakat bu kirli oyun da, “milli irade” tarafından görülüp bozuldu!

7- BOP sürecinde, “uydu Kürt devleti” düşünde başarısız olan aynı güçler, şimdi de Hrant Dink “provokatif suikasti” üzerinden BEP’i yani “Büyük Ermenistan Projesi”ni hayata geçirip, Türkiye’deki petrol yataklarının üzerine “uydu bir Ermeni devleti” kurmayı düşlüyorlar. Bu amaçla da Hrant Dink’in cenaze töreni üzerinden, Ermeni vatandaşlarımız ile Türk halkını karşı karşıya getirmeye çalıştırlar ama yine başarılı olamadılar. Bunda da gözden kaçırdıkları bir husus vardı! O da, PKK saldırılarının en yoğun olduğu dönemde dahi, Türk Milleti tarafından bir tek Kürt vatandaşımızın burnunun kanatılmamış, incitilmemiş olduğu gerçeğidir. Aynı zamanda Asala terör örgütünün saldırılarının en yoğun olduğu dönemde de Ermeniler’e karşı, bu topraklarda herhangi bir hasmane tavır sergilenmemiştir. Çünkü bizler, onlar Osmanlı’yı parçalayana kadar hep kardeş gibi büyük bir sevgiyle iç içe yaşadık. Dink cinayeti sonrasında ortaya çıkan bilgi, bulgu ve belgeler; BOP/BİP/BEP Eş Başkanı Erdoğan’ın göstere göstere gelen suikastten, Danıştay saldırısı sırasında da kayda geçtiği üzere, yine haberli olduğunu ortaya koyuyor. Yani bu suikastlerin hepsi de 22 devleti kapsayan “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmek isteyen güçler tarafından, içimize iliştirilmiş unsurlar üzerinden yapılmıştır. Ezcümle, tüm BOP’çuların, başta Erdoğan ve tayfası olmak üzere, tüm yerli ve yabancı Neo Conlar’ın ellerine kan bulaşmıştır.

İşte bu anlamda “Türkiye üzerine oynanan kanlı oyun”u ortaya koyan birkaç enstantane…

Aynen yansıtıyorum:

(…)


ÜZEYİR GARİH’İ, YENER YERMEZ Mİ ÖLDÜRDÜ

Müteveffa Üzeyir Garih’i öldürdüğü gerekçesi ile tutuklanarak askeri cezaevine gönderilen Yener Yermez, Eyüp 1. Sulh Ceza Mahkemesi'ndeki ifadesinde şöyle diyor: “Mezarlıkta oturup sigara içiyordum. O sırada uzun boylu bir adamın çocuklara para dağıttığını gördüm. Para istedim. Beni tersledi, küçük düşürdü. Aşağı indim. Cebimdeki üç milyonun bir milyon lirasıyla bıçak satın aldım ve öldürdüm.” Milliyet Gazetesi’nde ise Garih’in üzerindeki kıyafetlerin değişmediğine dair fotoğraflar yayınlandı. Garih’in üzerinde o gün, Yermez’in anlattığı gibi takım elbise değil, mavi bir kumaş pantolon ile rengi yine mavi olan ama kalın çizgileri bulunan bir gömlek varmış. Zaten Garih’i tanıyanlar da bilirler ki, müteveffa böylesi bir genci terslemeyecek kadar vizyon ve tecrübe sahibidir. Şöyle ki: Tarih; 1990'lı yılların ortaları... Alarko Grubu Eş Başkanı Üzeyir Garih, Tesisat Mühendisleri Odası'nda genç müteşebbislere hitap etmektedir. Garih, “Türkiye kötüye gidiyor. Öğrenim düzeyi kötü. Eğitimsiz kalabalıklar yetişiyor. Çok adaletsiz bir gelir piramidi oluştu. Bu adaletsiz dağılım, kaçınılmaz bir şekilde sosyal barışı bozacak. Türkiye’nin daha uzunca bir süre, üç farklı Türkiye’yi yanyana taşıması, götürmesi mümkün değil. Hızla, bu çarpıklığı giderici çözümlerin üretilmesi gerekiyor. Aksi halde, evlerin bahçe duvarları yükselse de, o evlerde rahat oturmak kısmet olmayacak. Sokakta önünüzü kesip, cüzdanınızda ne varsa boşaltmanızı isteyecekler” derken konuşmasını keser... Bu sırada dinleyicilerden bazılarının kendisini alaycı bir yüz ifadesi ile dinlediğini fark eder... Çünkü, Garih bu konuşmayı yaptığında Türkiye’de tüketim patlaması yaşanmaktadır. Bunun üzerine Üzeyir Garih eliyle çenesini sıvazlar. Ardından kendisini tebessümle dinleyen genç meslektaşlarına, “Siz gülmeye devam edin. O vakit geldiğinde bu ülkeden kaçmak da sizleri kurtaramayacak. Latin Amerika’da da benzer süreçler yaşandı, önce evlerin bahçe duvarlarının boyu yükseldi. Sonra o duvarların arkasında da huzur olmadığını anlayınca sizin gibi düşünenler Miami’ye kaçmak zorunda kaldılar. Korkarım ki, Türkiye de böylesi bir kaos ortamına sürüklenecek. Sokaklarda rahat rahat gezemeyecek, korumalı evlerde huzur içinde uyuyamayacaksınız. Böyle gezemeyecek, korumalı evlerde huzur içinde uyuyamayacaksınız. Benim böyle bir problemim yok. Ben istediğim an yurtdışında yaşayacak birikime sahibim. Ama bu ülkeyi seviyorum ve Türkiye’de yaşamak istiyorum. Onun için siz ve sizin gibileri burada ikaz etmeyi bir görev biliyorum!” Bu sözleri bana o günkü toplantıyı izleyen sevgili dostum Makine Mühendisi Yalçın Gür aktarmıştı. Daha sonra aynı sözleri müteveffa Üzeyir Garih’e aktarıp, “Üç farklı Türkiye sözünün patenti size ait, ama bilginiz olsun bende çok sık bu örneği kullanıyorum” demiştim. O da bana, “Tabii ki kullanabilirsiniz, ne kadar çok bu yaraya parmak basarsak o kadar çok ses çıkar” demişti. Görünen o ki, eğer cinayetin altında başka parmaklar dolaşmıyorsa, Garih altını kendisinin çizdiği sosyal yaranın kurbanı oldu. Demek ki, bilmeden yaptığı konuşmalarda kendi yazgısı ile ilgili tarihe not düşüyormuş. Ne acı!.. Oysa, onun altını sık sık çizdiği üç farklı Türkiye gerçeği, bugün için bir realite. En alttaki kesimi oluşturan kocaman bir Bangladeş! Onun üstünde yer alan orta büyüklükte bir Pakistan! Ve mini minnacık bir İsveç düzeyinin de üstünde yaşayan Türkiye’nin kremasını yiyen... Mutlu ama bundan böyle huzuru kaçmış bir kesim... Daha yeni yeni “Siyah”, “Gri” ya da “Beyaz Türkler” diye sınıflamalar yapılan bir gerçeğin altını müteveffa Garih yıllar önce çizmişti. Onun için Yener Yermez’in Üzeyir Garih ile aralarında geçtiğini söylediği diyaloğu ihtiyatla karşıladım. Garih’in en azından böylesi tenha bir yerde, kendisinden para isteyen bir gence ters davranmayacak kadar tecrübeli ve öngörü sahibi olduğunu yakinen biliyorum. Bu anlamda bir başka parametre… 1995 yılının son aylarıydı... Gözlem Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürü’ydüm. Sevgili Şevki Figen’in vasıtası ile tanıştığım İshak Alaton’a haftada bir Gözlem’e yazması için teklif götürmüştüm. O da kabul etti. Alaton, telefonda bana yazmayı düşündüğü konuyu aktarıyor, ben de onun sözlerini yazıya döküyordum. Bu teşrik-i mesaimiz epeyce bir süre devam etti. 2000 yılının Mart ayında Alarko binasına kendisini ziyarete gittiğimde, güvenlik anlamında büyük zafiyetleri olduğunu gördüm. Bu izlenimimi kendisine aktarıp, “Şimdi elini kolunu sallaya sallaya birisi içeri girse ve sizi vursa, kim ne yapabilir” dedim Daha dikkatli olması gerektiğini söyledim. Alaton da bu sözlerime hak verdiğini söyledi. Çünkü, mevcut Türkiye fotoğrafı her geçen gün biraz daha flulaşıyor, at izinin it izine karıştığı günler geri geliyordu. Bu tür dönemlerde ya bir politikacı ya bir basın mensubu ya da bir işadamı suikaste uğrardı! Onlar da Türkiye’nin önde gelen gruplarındandı. İşadamlıklarından ziyade, aydın kimlikleri ile öne çıkmışlardı. Bu anlamda kendilerine dikkat etmeleri gerektiğini söylediğimde, “Haklısın Hayrullah, dikkatli olmak lazım. Sonra kim vurduya gitmeyelim” demişti. Yaptığım uyarı olası bir suikast ihtimaline karşıydı! Sonrasında aynı endişelerimi ilk karşılaşmamızda Üzeyir Garih’le de paylaştım. Alarko binasına bir sonraki gidişimde karşılaştığım manzara ilginçti. Güvenlik önlemleri abartılı bir şekilde artırılmıştı. Bunun üzerine o sırada söyleşi yapmak için odasında bulunduğum Alarko’nun Genel Koordinatörü Ayhan Yavrucu’ya “Şimdi de güvenlikçi arkadaşlar işi çok abartmışlar” dediğimde, “Hemen baktırıyorum, maalesef Türkiye’de her iş böyle. Şimdi işi yoluna koyarız” demişti. Sonrasında güvenlik anlamında daha da titiz davrandılar. Ama ne yazık ki, koca bir holdinge yön veren bir ekip, Türkiye’nin hızla iç kargaşaya sürüklendiği böylesi bir ortamda, bu defa da yakın koruma ihtiyacını gözardı etmişti. Üzeyir Garih’in ölüm haberini Cumartesi günü Sabah Haber Merkezi’nden Can Esentaş telefonda verdiğinde içim cız etti. Boğazımda bir şeyler düğümlenip kaldı. Hiçbir şey diyemedim. Ne ailesine ne de İshak Bey’e telefon açamadım. Maalesefki Türkiye, Anadolu’daki deyişiyle “daneli” bir başağını daha kaybetmişti. Garih’in sık sık toplantılarda paylaştığı Türkiye “Vizyon”u “Kader”i olmuştu... Daha başka ne denilebilir ki? Hele Ortadoğu’nun bu denli karıştığı, yeni bir dünya savaşının çıkmak üzere olduğu bir dönemde... İşte bu anlamda Garih & Alaton ikilisinin başarı sırrından da birkaç satır bahsedeyim. Üzeyir Garih ile bir kokteylde rastlaşmış, laflıyorduk. Gecenin davete uymuş tek smokinli gazetecisi olarak bana takılıyordu. Ben de O’na uzunca bir süredir, kafamda takılı kalan bir soruyu sordum. ABD’de başarılarını yüksek kar oranları ile ispatlamış şirketlerin uyguladıkları bir yöntemden kısaca bahsedip, “Şirketin yönetim kurulu üyeleri hiçbir şekilde eşleri ile birlikte bir araya gelmiyorlar. Her ne şekilde olursa olsun, eşli olarak görüşmüyorlar. Çünkü, görüştükleri takdirde eşler arasında ‘Onun otomobiliydi, bunun kürküydü, şu bana iyi davranmadı, o kim oluyor da bana selam vermiyor’ gibisine sudan sebeplerle hır çıkacağından, işin sonu kötüye gidebiliyor. Kıskançlık ve kapris yarışı başlamaması için orada, katı bir önlem almışlar ve iş ile özel yaşamı tamamıyla birbirinden ayırmışlar; siz de bu kurala uyuyor musunuz?” dedim. Cevabı “Kesinlikle evet” oldu. Garih, “Biz yıllardır sevgili ortağımla ailecek görüşmeyiz. Yanyana dahi gelmeyiz. İş başka, özel yaşam başkadır bizim için. Bu konuda çok hassas davrandık yıllarca” dedi. Daha sonra aynı soruyu Alarko’nun Genel Koordinatörü Ayhan Yavrucu’yla da konuşmuştuk. Yavrucu, Garih&Alaton ikilisinin yönetim ve başarı sırrını şöyle anlatmıştı: “Bizim şirkette karar verilinceye kadar, her olay ayrıntılı bir şekilde tartışılır. Karar verildikten sonra o kararı sonuna dek desteklemek ve paylaşmak esastır. İshak Bey ve Üzeyir Bey’in bir kişi gibi hareket etmesinin ardında yatan unsur, kararı aldıktan sonra birbirlerini hiçbir şekilde eleştirmemeleri, sonuna kadar alınan kararın arkasında durmalarıdır. Bizim şirketimizde bu çok önemli. ‘Ben dememiş miydim?’ ibaresi bu şirketin kapısından içeri giremez. Ne diyecekseniz deyin. Kararın alınması aşamasına kadar her türlü şeyi söylemekte serbestsiniz. Burada olağanüstü bir özgürlük ortamı var. Onun için diyorum, patronumuz yok bizim. İki tane büyük hissedarımız var. Yoksa patron olarak emir veren, talimat yağdıran değil. ‘Hep benim dediğimi yapın’ şeklinde bir anlayış bu şirkette hiç olmadı. Bu şirkette değil patron, patronun gölgesi bile yoktur.’ İşte başarının sırrı!” Her türlü ihtimale karşı, yıllar öncesinden Alarko’nun geleceğini planlamışlardı. Bunları ALFA yayınları arasından çıkacak olan “Önde Gidenler” kitabında da ayrıntılı olarak anlattım. Nitekim, Üzeyir Garih inançlı bir insandı. Ölümlü olduğunu biliyordu. Onun için ani bir ölüm ihtimaline karşı hep hazırlıklıydı! Ne yazıktır ki, hesapta olan ama zamanı belli olmayan bir ölümü, en iğrenç şekliyle yaşadı! Yakınlarına ve Alarko çalışanlarına Allah rahmet eylesin demekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden... (Sabah Online / Hayrullah Mahmud / 16 Eylül 2001)

(…)


EŞİNDEN GAFFAR OKAN’A KARANFİLLİ ANMA

Hizbullah'ın düzenlediği suikast sonucu 24 Ocak 2001'de 5 korumasıyla birlikte öldürülen eski Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, katledilişinin 6'ncı yıldönümünde Sakarya'nın Hendek ilçesindeki mezarı başında törenle anıldı. Törende Gaffar Okkan'ın eşi Zerrin Okkan, mezara karanfil bırakırken, mezarın çevresine de Okkan'ın fotoğrafları konuldu. Anma töreni, Hendek Müftüsü Nizami Turan tarafından okunan Kuran-ı Kerim'in ardından sona erdi. Okkan, 6'ncı ölüm yıldönümünde Diyarbakır'da da anıldı. Okan ve 5 polis memurunun öldürüldüğü yere karanfiller bırakılırken anma töreninde konuşan Diyarbakır Valisi Efkan Ala, “Bu millet hayattayken kendilerini sevenleri öldükleri zaman toprağa değil, yüreklerine gömüyor. Diyarbakır halkının yüreği ile iletişim kurmayı başarmıştır. Ondan çok alacağımız dersler vardır” dedi. Şehit Aileleri Derneği üyeleri ve vatandaşlar, Okkan'ın vurulduğu yere karanfiller bırakarak kısa bir açıklama yaptı. Daha sonra üzerinde Gaffar Okkan'ın fotoğrafı ve Diyarbakır surları bulunan afişler dağıtıldı. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde de bir anma töreni düzenlendi. Okkan'ı Süper Lig'e çıkmasında büyük payı olduğu Diyarbakırspor da unutmadı. Diyarbakırspor Taraftarlar Derneği, internet sitesinin giriş sayfasını karartarak Gaffar Okan’ın resmine yer verdi. Ölmeden önce Diyarbakırspor Eğitim Vakfı’nın kuruluş çalışmalarını yürüten Gaffar Okkan, 30 Eylül 2000 tarihinde, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti tarafından Diyarbakır’da huzur ve güveni sağladığı için ´Yılın Bürokratı´ seçilmişti. (Referans / 25 Ocak 2007)

(…)

HABLEMİTOĞLU’NUN EŞİNİN HAKLI İSYANI

En saf, en halis, en temiz, en hilesiz sevgilerin ve hasretlerin hazinesidir bazı mektuplar. Bu da onlardan biri. Bana geldi. Ancak bende; “kocası öldürülen bir kadından kocası öldürülen diğer bir kadına” yazılmış duygusu uyandırdı. Paylaşmaya değer buldum. Sizinle paylaşmak istedim. Öğretim üyesi ve gazeteci Necip Hablemitoğlu kahpece öldürülmüştü. Ve vuranı bugüne kadar bulunamadı. Necip Hablemitoğlu, vatansever, ulusunu seven bir mücadele adamıydı. Gazeteci Hrant Dink de doğup büyüdüğü topraklardan kopup gitmek istemeyen, bu ülkenin vatandaşı, düşüncelerini özgürce ifade etmekten korkmayan biriyidi. İşte bu mektup Necip Hablemitoğlu’nun eşi Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’ndan geliyor ve kocası öldürülen bir başka kadın, Rakel Dink’e; “19 Ocak’tan önce ve sonra değişen bir şey yok” diye sesleniyor. Yerim yetersiz. Mektubu özetliyorum: “Dink’in ailesinin acısının ne denli büyük olduğunu, ancak bizler gibi ’yakınları öldürülerek ölenler’anlayabilir. Acıları hiçbir zaman dinmeyecek, yaraları hiç kapanmayacak ve bu acı ile hep ayakta durmaya çalışacaklar. Ayrıca öldürülerek canına kıyılan birini öylece durup seyretmek zorunda kalmanın dayanılmaz ağırlığını hem yüreklerinde hem gözlerinde hem de sırtlarında demirden bir kambur gibi taşıyacaklar. Türkiye’nin acısı ise, ülkemizin böyle bir cinayetle zaten hiç iyi olmayan itibarını biraz daha kaybetmesinin yanısıra, Türkiye Cumhuriyeti’ne emanet edilen azınlıkları koruyamamanın Atatürk’ün Cumhuriyeti’ne yakışmayan bir eylem olması ile de daha da artmalıdır. Herkes anlamalı: 1- Necip Hablemitoğlu ’...Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok’ demiştir, Hrant Dink’in zaten neler söylediği ve diasporanın kendisine yaklaşımı ortadadır. Türkiye’de bu tür suikastları planlayanlar; azınlık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, alt kimlik, üst kimlik gibi kavramlarla ilgili değil. 2- Bu cinayetin amacı ne olursa olsun, herkes için eşit bir uygulama var: Türkiye’de bir cinayet demokrasisi işletiliyor. 3- Buna karşın olup biteni fark edemeyen halk, pekâlâ da Necip öldürüldüğünde ona hakaret ederek, gazeteci kimliğini görmezden gelip ‘derin araştırmacı öldürüldü’ diye başlık atan medyanın yarattığı kuşku dalgasından etkilenmiştir. Ben de diyorum ki; olur olmaz bilgileri, abuk-sabuk haberleri yayan asıl sizler derinsiniz... 4- Kasım ayı İstanbul saldırılarında failler hemen yakalanınca, ’keşke Necip de azınlık bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsaydı... O zaman sahip çıkan bir devleti olurdu...’diye düşünmüştüm. Hrant Dink’ten sonra gördüm ve anladım ki, bunda da müthiş bir eşitsizlik yaşıyoruz. 5- Deniyor ki, ’son beş yılda Türkiye’de faili meçhuller dönemi kapanmıştır, Hablemitoğlu cinayeti dışında hepsi çözülmüştür...’Oysa bütün Türkiye biliyor ki, Necip Hablemitoğlu suikastının da faili bellidir ve bu, Sayın Başbakan’ın Mayıs 2006’da söylediği ’...bu ülkede Necip Hablemitoğlu suikastı örtbas edildi’sözleriyle açıklanmıştır. Bu düşünce Sayın Başbakan’ın bazı bilgileri olduğunu düşündürmektedir ve Hablemitoğlu ailesi bu tür açıklamalarla her defasında Necip’i bir kez daha kaybetmekte, aynı acıları sürekli yaşamaktadır. Kim örtbas etmiştir, bilmeye hakkımız vardır. 6- Hrant Dink, öldürüldükten sonra bile 301’den yargılanmaktadır. Necip Hablemitoğlu ise öldükten sonra, yazdığı yazılar için yargılanmakta; bana ve kızlarıma varisler olarak açılan tazminat davaları sürmektedir. Türkiye’de ifade özgürlüğü için mücadele ettiklerini söyleyenler ise ortada yoktur... Herkes şunu anlamalı: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, yine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına öldürtülüyor. Kimin yararı var bu ölümlerden? Türk halkının yarar sağlamayacağı açık. Devletin yarar sağlaması ise hiç olası değil. Cenazeler hepimizin. Oyuna son vermek Türk halkının elinde...” Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu / 8 Şubat 2007 Perşembe (Vatan / Necati Doğru / 11 Şubat 2007)

(…)


HRANT DİNK’İN EŞİNİN VEDASI


Sevgili dostlar, bugün bedenimin yarısını, sevgilimi, çocuklarımın babasını, sizin kardeşinizi uğurluyoruz. Sağdakine, soldakine, öndekine, arkadakine rahatsızlık, saygısızlık vermeden, sloganlar atmadan, pankartlar açmadan, sessiz bir saygı yürüyüşü gerçekleştiriyoruz. Bugün sessizlik ile büyük bir ses yükselteceğiz. Bugün derinliklerin ışığa yükseldiği günün başlangıcıdır. Yaşı kaç olursa olsun 17 veya 27. Katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim. Hrant’ın doğruluğa, şefaflığa ve dostuna olan sevgisi onu buraya getirdi. Korkuya meydan okuyan sevgisi onu büyüttü. “O büyük bir adamdı” deniliyor. Size sorarım, o büyük mü doğdu? Hayır. O da bizim gibi doğdu. O gökten değildi. O da topraktandı. Bizim gibi çürüyen bir beden, fakat yaşayan ruhu, yaptığı iş, kullandığı üslup, gözlerindeki, yüreğindeki sevgi onu büyük yaptı. Evet o büyük oldu. Çünkü büyük düşündü, büyük söyledi. Bugün buraya gelerek hepiniz büyük düşündünüz, sessizce büyük konuştunuz. Siz de büyüksünüz. Bugünle kalmayın, bu kadarla yetinmeyin. O bugün Türkiye’de milat yaptı. Sizler de mührü oldunuz. Onunla manşetler, onunla konuşmalar, onunla yasaklar değişti. Onun için dokunulmazlar veya tabular yoktu. Büyük bir bedel ödedi. Bedellerin ödendiği gelecekler Hrantlar’ı severek, Hrantlar’a inanarak olur. Nefretle, hakaretle, kanı kandan üstün tutarak olmaz. Bu yükseliş karşısındakini kendin gibi görerek, kendin gibi sayarak olur. Hitusun yardımıyla yarattığı ev cennetinden ayırdılar. Göksel ve ebedi cennete kanat açtırdılar. Gözleri daha yorulmadan, bedeni daha yaşlanmadan, daha hasta olmadan, sevdiklerine doymadan kanat açtırdılar göksel cennete. Biz de geleceğiz sevgilim. Biz de geleceğiz o eşsiz cennete. Oraya yalnız ve yalnız sevgi girer. Orada gerçek sevgi ile birarada ebedince yaşayacağız. Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı, zulüm mü, dünyanın zevkü sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz. Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim. Bana da ağır oldu bedeli sevgilim. Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın, burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın, ülkenden ayrılmadın." (CNN Türk / 23 Ocak 2007)

(…)


DİNK AİLESİ HÜKÜMETTEN ŞİKAYETÇİ

Gazeteci Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, kızları Delal ve Sera, oğlu Arat ile kardeşi Orhan Dink dün İstanbul Adliyesi’ne gitti. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcıları Selim Berna Altay ve Fikret Seçen’e yaklaşık 1.5 saat ifade veren Dink Ailesi’nin olayda sorumlu olanlardan şikayetçi oldukları ifade edildi. Gazetecilerin sorularını yanıtlamayan aile adına açıklamayı Avukat Bahri Bayram Belen yaptı. Rakel Dink’in ‘Devletten de şikayetçi olacağı’ yönündeki iddialara ilişkin şunları söyledi: Şöyle bir genel söylem var. Bunun önlemini almayanlardan şikayetçiyiz. (star / 13 Şubat 2007)

(…)


HİKMET FİDAN’I NEDEN ÖLDÜRDÜLER:

 Diyarbakır'da bir cinayet işlendi bu yakınlarda. Birçok bakımdan ilginç bir cinayet! Üstelik faili de pek meçhul değil. Cinayetin PKK tarafından işlendiğine dair genel bir mutabakat dikkati çekiyor. Öldürülen, Hikmet Fidan. HADEP'in eski genel başkan yardımcısı. Kırklı yaşlarındaydı. Kürt siyasetiyle PKK'da çok iyi bilinen bir isimdi. Belki daha önemlisi, Hikmet Fidan'ın kitle üzerinde çok etkili bir kişi olmasıydı. Gittiği yerlerde dobra dobra konuştuğu, PKK politikalarını açık bir dille eleştirdiği ve toplulukları etkilediği biliniyordu. Üç açıdan kafası netleşmişti: (1) İmralı, Apo talimatlı siyasete kesin karşı çıkıyordu. (2) Silahların gölgesinde politika yapılmasını doğru bulmuyordu. Şiddet ve terör eylemlerine karşıydı. (3) Kürt siyasal hareketinin artık demokratik ve şeffaf bir çerçeveye oturmasını savunuyordu. Hikmet Fidan, bu üç noktaya endekslenen siyasal tutumu nedeniyle de, kamuoyu önünde Leyla Zana'nın başını çektiği Demokratik Toplum Hareketi'yle arasına mesafe koymuştu. Bilindiği gibi bu hareket, Leyla Zana ve arkadaşlarının hapisten çıkmalarından sonra yeni bir parti kurmak için oluşturulmuştu. Diyarbakır'dayken telefonu çaldı Hikmet Fidan'ın. Bir yere çağrıldı. Verilen adrese tek başına gitti. Tek başına gittiğine göre, kimlerle buluşmaya gittiğini bildiği söyleniyordu. Geldiği apartmanın önünde silahlar patladı, Hikmet Fidan öldürüldü. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bu kez ambulans vermekten kaçındı. Oysa, geçmişte ölen PKK'lılar için bu hizmeti her seferinde vermişti. Mardin'de yapılan cenazeye de PKK'dan hiç kimse katılmadı. Bölgedeki belediye başkanları da cenazede yoktu. Hatta Hikmet Fidan'la aynı aşiretten olduğu bilinen Kızıltepe Belediye Başkanı Cihan Sincar da cenazede görülmedi. İnsan hakları örgütleri suskun kaldı. HADEP'ten hiçbir yetkili, eski genel başkan yardımcılarının cenazesine gelmedi. Neden? Niyeydi bu ilgisizlik? Örgüt izin vermediği için mi? PKK'dan yeşil ışık yanmadığı için mi? Bu yöndeydi değerlendirmeler. Hikmet Fidan doğruları konuşuyordu. Üstelik etkili oluyordu. Bu yüzden, muhalefete gözdağı vermek için mi faili meçhul olmayan bir cinayete kurban gitmişti? Ahmet Türk, Murat Bozlak, Feridun Yazar gibi Kürt siyasetinin önde gelen bazı isimleri bu yüzden mi Demokratik Toplum Hareketi içinde rahatsızlık hissetmeye başlamışlardı? Lafı uzatmak yersiz. Silah ve İmralı, yani Apo gölgesinde siyaset, PKK tabelasıyla siyaset, şiddet ve terörü benimseyen siyaset çıkmaz sokaktır, geri tepecek bir anlayıştır. Bu bir. İkincisi, Amerika ve Avrupa'daki bazı odaklar, hatta bazı başkentler, eğer şiddet ve terörle mücadeleyi gerçekten ciddiye alıyorlarsa, Türkiye'nin hem içteki hem de Kuzey Irak'taki 'PKK sorunu'nu da ciddiye almak zorundadırlar. Üçüncüsü, AKP hükümeti Güneydoğu ve Kürt sorunuyla çok daha ciddi biçimde ilgilenmelidir, eğer PKK'yı etkisiz kılmak, zamanla marjinalleştirmek istiyorsa... (Milliyet / Hasan Cemal / 14 Temmuz 2005)

(…)

KOÇ, “KAZA BİZİ DERİNDEN ÜZDÜ”: 

Koç Holding Şeref Başkanı ve Ford Otosan Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, çok güzel ve verimli geçen Ford Otosan'ın Roma'daki bayi toplantısının beklenmedik bir şekilde sona ermesinin kendilerini derinden üzdüğünü bildirdi. Koç, Roma'da meydana gelen trafik kazasıyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada, Roma'daki bayi toplantısının son akşam yemeğinde otele dönerken müessif bir otobüs kazası olduğunu, Ford Otosan ailesinin 12 ferdinin hayatını kaybettiğini, ikisi ağır olmak üzere 18 mensubunun da 6 hastaneye yatırıldığını hatırlatarak, gerekli her türlü tıbbi müdahalenin yapıldığını kaydetti. Yoğun bakım uzman doktorlarının temin edilerek hastanelere sevk edildiğini, yaralıların durumunun elemanlar ve tercümanlar tarafından hastanelerde yakından takip edildiğini vurgulayan Rahmi Koç, ayakta tedavi gören ve yarası hafif olanların bu akşam diğer Ford Otosan mensuplarıyla birlikte Türkiye'ye döneceklerini bildirdi. Hastanelerde kalacak yaralıların durumunun, Çarşamba günü akşamı belli olacağını ve Roma'da nöbetçi kalacak Ford Otosan mensupları tarafından yakından takip edileceğini aktaran Koç, vefat eden Ford Otosan mensuplarına ilişkin olarak kanuni işlemlerin başlatıldığını ve gerekli müsaadelerin en kısa sürede alınacağını ümit ettiklerini kaydetti. Cenazelerin Türkiye'ye götürülmesiyle ilgili kesin haber alıncaya kadar vefat edenlerin aile mensuplarının Roma'ya hareket etmemelerini isteyen Koç, haber almak üzere İstanbul Setur Genel Müdürlük'te kurulan kriz masasıyla temas edilebileceğini ifade etti. Rahmi Koç, cenazeler İstanbul'a vardıktan sonra ailelerin istekleri doğrultusunda defin işlemlerinin yapılacağını kaydetti. Vefat eden bayilerin işlerinin aksamaması için Ford Otosan'ın maddi manevi her türlü destekte bulunacağını ve gerektiğinde yönetici personel de vereceğini dile getiren Rahmi Koç, şunları kaydetti: “Çok güzel ve verimli geçmiş olan bir bayi toplantısının beklenmedik bir şekilde sona ermesi, hepimizi derinden üzmüştür. Çalışanlarımız, bayilerimiz ve büyükelçiliğimiz mensupları, sabaha kadar yaralılarımızla ilgilenmişlerdir. Büyükelçimiz başta olmak üzere bütün elçilik teşkilatı bugün de seferber olarak formaliteleri tamamlamak için gerekli girişimleri yapmaktadırlar. Roma Belediye Başkanı, şahsen kaza mahalline gelerek kurtarma çalışmalarını bizzat yönetmiştir. Sayın Büyükelçimiz başta olmak üzere elçilik mensuplarına ve acımızı paylaşan Roma Belediye Başkanı'na şükranlarımızı ifade etmek istiyorum. Kaybettiğimiz mensuplarımıza Tanrı'dan mağfiret, yakınlarına başsağlığı, yaralılarımıza acil şifalar ve Allah'tan bizlere bir daha böyle keder vermemesini temenni ederiz.” (Hürriyet / 7 Şubat 2006)

(…)


“DERİN ABİLER, TC’NİN ÜÇÜNCÜ SİLAHLI GÜCÜ:

 Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sayısı yaklaşık 665 bin. Polis sayısı 165 bin 137. Bankaları, okulları, şirketleri, alışveriş merkezlerini, üniversiteleri, işyerlerini-fabrikaları koruyan özel güvenlik personelinin sayısı ise 200 bini aşmış durumda. Yani Veli Küçük, Yavuz Ataç, Nuri Gündeş gibi isimlerin kurucusu oldukları özel güvenlik şirketleri, TSK ve emniyetten sonra üçüncü silahlı büyük güç. İsmi “derin”le yanyana geçen pek çok isim bugün Türkiye’nin üçüncü silahlı gücü haline gelen özel güvenlik sektöründe faaliyet gösteriyor. Türkiye’de özel güvenlik sektörünün 1.5 milyar dolarlık bir Pazar olduğu tahmin ediliyor. 200 bin kişilik özel güvenlik ordusunun sayısının, gelecek on yılda yüzde 50 artarak 300 bin kişiye çıkması bekleniyor. Bu sektör yeni çıkan yasalar ile kendisini legal bir zemine oturtmuş durumda. Peki özel güvenlik şirketleri ne kadar güvenli? Bu alanda öne çıkan isimler, kurumlar kimler? Hrant Dink suikasti ile ilgili olarak yaşanan en büyük tartışmalardan bir tanesi de Başbakan’ın dile getirdiği derin devlet kavramı oldu. Aynı tartışmalar içinde adı geçen isimler, yine geçmişteki olaylar sonrasında adı anılan kişilerdi. Yani toplumsal güvenlik konseptimizin başlıca aktörleri olan özel güvenlik şirketlerinin kurucuları ve sahiplerinin kim olduğuna bakıldığında da, bu isimlerden bazıları karşımıza çıkıyor. Bu isimlerin bu sektörde faaliyet göstermesi tesadüf mü? Özellikle terörle mücadele sürecinin özne çıkardığı bu “devlet kahramanları” bugün 200 bin kişilik, adeta ordu kapasitesinde gücün yöneticileri. Türkiye çapında Emniyet Genel Müdürlüğü’nden izin belgesi alan özel güvenlik şirketi sayısı 668, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan izin belgeli 3, özel güvenlik eğitim kurumu olarak izin alan emniyet onaylı şirket sayısı 410’dur. (Süperpoligon / TEMPO / 13 Şubat 2007)

(…)


PKK, BAĞDAT’TA PARALI ASKER

400 dolar maaş için PKK'dan ayrılan teröristler Bağdat'ın güvenliğini sağlayan Peşmergelerle birlikte askerlik yapıyor. Irak'ın başkenti Bağdat'a Kuzey Irak'tan gönderilen 4 bin kişilik iki tugay operasyonlara başladı. Tugaylarda Barzani'nin hizmetine geçmiş eski PKK'lılar da bulunuyor. Bunların sayısının 500 kadar olduğu öne sürülüyor. Kuzey Irak'taki Kürt ordusunda da bazı eski PKK'lılar, kilit komutanlık görevlerine getirilmiş durumda. Son olarak PKK'dan Nizamettin Taş grubuyla ayrılan Celal kod adlı Süleyman Kaydı da "yüzbaşı" rütbesiyle orduya alındı. PKK örgütten ayrılmaların önüne geçmek için Bağdat ordusuna katılanlar hakkında şu söylentiyi yayıyor: "Bu askerlere Bağdat'ın en tehlikeli bölgesinde görev veriliyor. Orduya katılmayanları Türkiye'ye yolluyorlar." Eski PKK'lılar Bağdat'a paralı asker oluyor... Bush'un yeni Irak stratejisi çerçevesinde Bağdat'a gönderilen iki Kürt tugayında 500 kadar eski PKK'lı görev yapıyor. Türkiye'ye teslim edilmemek için orduda asker olan eski teröristler 400 dolar maaş alıyor. Bağdat'a ABD Başkanı George Bush'un yeni Irak stratejisi çerçevesinde gönderilen iki Kürt tugayında 500 kadar eski PKK'lı bulunuyor. Kuzey Irak'ta özellikle Mesut Barzani'nin lideri olduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), eski PKK'lıları maaşla askere alarak çatışmalı bölgelerde görevlendiriyor. PKK'ya yakınlığı ile bilinen Fırat Haber Ajansı'na göre, geçtiğimiz haftalarda başkent Bağdat'a gönderilen Kürt tugaylarında PKK'dan kaçan eski teröristler görevlendiriliyor. PKK'lılar özellikle çatışmaların olduğu bölgelere gönderiliyor. Son olarak Kuzey Irak'ın KDP denetimindeki Behdinan bölgesinde bulunan PKK'lılar askere çağrıldı. Eski PKK'lılar bir kısmı yine eski PKK'lı General Aziz Veysi komutasındaki özel birliğe katılıyor. Musul'da bulunan Kürt askerlerinin komutanlığını yapan Hişyar Söyler ile yine aynı orduda komutanlık yapan Osman Hazar da eski PKK'lılardan. Son olarak PKK'dan Nizamettin Taş grubuyla ayrılan Celal kod adlı Süleyman Kaydı'nın da aylık 400 dolar maaş ve yüzbaşılık rütbesi ile Irak ordusuna alındığı öğrenildi. Kuzey Irak'ta Abdullah Öcalan'ın yakalandığı 1999 yılından sonra PKK'dan kaçan 7 bin civarında PKK'lı bulunuyor. Bu kişilerin bir kısmı Kürdistan Demokrat Partisi ( KDP) ve Kürdistan Yurtsever Birliği (KYB) için çalışıyor. KDP ve KYB'nin oluşturduğu orduda askerlik yapan eski PKK'lıların sayısı ise 2 bin civarında. PKK'lıların Türkiye'ye teslim edilmemek için Irak ordusuna katıldığı ileri sürülüyor. Edinilen bilgiye göre 50 kadar eski PKK'lı ise Bağdat'a gitmektense Türkiye'ye gönderilmeyi kabul etti. PKK'lılar "Çok tehlikeli bir görev. Tecrübeli olduğumuz söyleniyor ama öldüğümüzde kimse bizi şehit bile ilan etmiyor" diyor. PKK'nın da örgütten ayrılmaların önünü kesmek için Bağdat ordusuna katılanlar hakkında; "Ya en tehlikeli bölgelerde görev veriyorlar, ya da Türkiye'ye teslim ediyorlar" diye propaganda yaptığı öğrenildi. Bağdat'ın çevresindeki operasyona Irak'taki Amerikan birliklerinin komutanı General George Casey komuta ediyor. Bunun için 4 bin kişilik ABD birliği Bağdat'a getirildi. Kent içi operasyon ise Genelkurmay Başkanı ve KDP üyesi Babekir Zebari komutasında. (Sabah / Sibel Hürtaş & Sadık Güleç / 13 Şubat 2007)

(…)


TÜRKİYE’DE PETROL VAR

Sultan II. Abdülhamit'in 106 yıl önce yaptırdığı petrol rezervi çalışmasına göre, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Hakkâri gibi illerde de petrol rezervleri tespit edilmiş Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nce basılan "Osmanlı Döneminde Irak" isimli kitapta II. Abdülhamit döneminde maden mühendisi Paul Groskoph'a yaptırılan petrol araştırmasının raporları ve haritaları yayımlandı. Musul, Kerkük, Bağdat ve Erbil'de gösterilen petrol yataklarının yanı sıra Diyarbakır, Mardin, Bismil, Siirt, Hakkâri gibi bugün Güneydoğu Anadolu sınırları içindeki petrol yatakları da tespit edilmiş. Bundan tam 106 yıl önce Sultan II. Abdülhamit, Hazine-i Hassa'dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkararak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girilmesi için emir verdi. Sultan'ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat çevresinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi, çalışmalarını 22 Ekim 1901'de Sultan II. Abdülhamit'e rapor olarak sundu. Yakın zamana kadar içeriği hakkında pek fazla bilgi sahibi olunmayan "Sultan'ın petrol haritası", Güneydoğu Anadolu illerinde de petrol bulunabileceğini gösteriyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri belirlediklerini belirtiyor. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek gezerek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da isimlerine kadar raporda anlatıyor. Groskoph, Hakkâri, Bingöl, Siirt dolaylarında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu kaydediyor.

Dicle Nehri kıyısında suların yükselmesi nedeniyle bazı noktalarda yeterli araştırmayı yapamadıklarını da raporuna ekleyen Groskoph, nehrin kıyısı dışında, Dicle'nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkânları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılmasının zorluğuna değinerek, aynı zamanda bu yüksek dağlardan petrolün taşınmasının maliyeti artıracağına dikkat çekiyor. Güneydoğu Anadolu'nun tamamı ve Doğu Anadolu'nun bir bölümünü kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Botan Çayı etrafı, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri'de (Çölemerik) önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor. Petrol araştırmaları buralarda yapıldı: Musul ve Bağdat havalisinde Dicle-Fırat nehirleri havzasında yapılan petrol araştırmalarının yerlerini gösterir harita… 1 Diyarbakır, 2 Mardin, 3 Bismil, 4 Hazro çayı, 5 Sinan, 6 Batman çayı, 7 Dicle, 8 Midyat, 9 Bedran, 10 Bitlis Suyu, 11 Tulan, 12 Siirt, 13 Botan Çayı, 14 Habur,15 Fındık,

16 Cizre, 17 Dehuk, 18 Zaho,19 Habur Çayı, 20 Çölemerik (Hakkâri), 21 Ahmediye, 22 Bisan, 23 Alkuş, 24 Akra, 25 Büyük Zap, 26 Revanduz, 27 Musul, 28 Karakuş, 29 Nemrut, 30 Küçük Zap, 31 Erbil, 32 Köysancak, 33 Altınköprü, 34 Şargat, 35 Hamrin Dağı, 36 Kerkük, 37 Taşhurmatı, 38 Tavuk, 39 Karadağ, 40 Süleymaniye, 41 Karadağ, 42 Aksu, 43 Tuzhurmatı, 44 Kefri (Salahiye), 45 Deli Abbas, 46 Tikrit, 47 Samarra, 48 Haso Çayı, 49 Narib Suyu, 50 Diyale Suyu, 51 Ramadi, 52 Felluce, 53 Mendeli, 54 Bakuba, 55 Kâzımiye,

56 Bağdat, 57 Museyyeb, 58 Hılle, 59 Kerbela, 60 Hit, 61 Fırat, 62 Anah, 63 El-Kadim, 64 Ebu Kemal, 65 Meyadin, (Milliyet / Ömer Erbil / 7 Şubat 2007)

(…)

BATI, OSMANLI’YI “PETROL”Ü İÇİN PARÇALADI

Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği yeni petrol yasasının başında “Türk” adı bulunuyor!.. Yani, bizim yasamız bu.. Türkler ve Türkiye için çıkarılıyor ve bu yasada yer alan her hüküm Türkler ve Türkiye’nin yararına olacak.. “Türk Yasası” nın yabancılara kolaylık sağlaması beklenemez. Acaba gerçek böyle mi? Uzun süredir Yeniçağ’da bu konuya geniş yer veriliyor. En son biz de, Ceviz Kabuğu programında 6,5 saat süren canlı yayın rekoru ile bu konuyu tartıştık. Yasayı çıkaran ve savunan iktidardaki AKP’nin milletvekilleri de görüşlerini açıkladılar. Bu canlı yayın boyunca görüldü ki, yasada imzası olan AKP milletvekillerinin bir kısmı yasayı bilmiyor. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, bu yasayla kabotaj hakkımız yok ediliyor, ama kabotajın ne olduğu bilinmiyor. Yasayı hazırlayan TBMM Enerji Komisyonu üyesi AKP Aydın Milletvekili Ahmet Rıza Acar’a bu soruyu sordum. “Onu herkes biliyor” dedi ama yanıt veremedi! Aynı soruyu CHP Adana Milletvekili Tacidar Seyhan yanıtlamaya çalışırken de, “Kıvırtma, bak sen de bilmiyorsun” anlamında çıkışlar yaptı. Bilindiği gibi kabotaj, Fransızca’dan gelmiş bir sözcük ve iskele ve limanlar arasında gemi işletme hakkı. Kısaca, deniz ve akarsulardaki egemenlik hakkı. AKP milletvekilleri bu petrol yasası ile “Yurt dışına bağımlılık azalacak” görüşünde! Oysa, yorum yapmaya gerek yok. Maddeleri okuduğumuzda, “yurt dışına göbekten bağımlı duruma geldiğimizi” görüyoruz. Yeraltındaki (ne kadar olduğunu bizim bilmediğimiz!!..) petrol ve doğalgazımızın tamamını yabancılar çıkarma hakkı kazanıyor. Hem de “sınırsız süre” ile.. Ama AKP’liler “bağımlılığımızın azaldığını” düşünüyor!.. Bir başka ilginç ve vahim nokta ise, yeraltında ne kadar petrol ve doğalgaz rezervimiz olduğunu bilmememiz. Bunu, yasayı hazırlayan ve çıkaran AKP’liler bilmiyor. Ceviz Kabuğu’nda sorduğum milletvekilleri, bunu bilmek için çok kazı (sondaj) yapılması gerektiğini söylüyor. Oysa, elin oğlu hiçbir kazı yapmadan bunları uydudan ölçüyor ve variline kadar biliyor. AKP’liler ise, “Zaten petrolümüz yok ki, biz petrol zengini değiliz ki” görüşünde!.. Biz de diyoruz ki, “Olmayan şeyin yasasını mı çıkardınız?”  AKP’liler, aynı zamanda, “Bizim milli petrol şirketimiz TPAO’nun bugüne kadar yaptığı belli. Yabancılar gelsin, varsa çıkarsın. Ayrıca, Türk şirketlerine hiçbir engel yok” diyor. Oysa, eşit güçte olmayanlar arasında bir rekabetten söz edilemez. Zayıf Türk şirketleri, yabancı petrol tekellerine “konu mankeni” olmaktan öteye geçemez ve bu, “işte rekabet var” propagandası yapacaklara sözde bir kanıt olur!.. AKP’liler yeni petrol yasası ile “yeraltındaki petrol hızlı ve etkin çıkarılacak” diyor.. Ulusal çıkarlar konusunda daha duyarlı olanlar ise, “hızlı çıkarıp da ne olacak? Yabancılar petrolümüze daha hızlı mı sahip olsunlar?” diye soruyor. Halk da soruyor. Halkın ince zekâsına saygı duymamak mümkün değil. Halkın sorusu şu: “Saddam, böyle bir petrol yasası çıkarsaydı, ABD kendisini idam eder miydi?..” AB ve ABD’cilerin ulusal (millî) çıkarlara “Türk ve Türkiye gözüyle bakmaması” toplumun büyük tepkisini çekiyor. Buna karşın ulusalcıların da (millîcilerin de), karşı görüştekileri anlaması gerek. Biz anlamaya çalıştıkça, onların mantığı bizden uzaklaşıyor. Şu mantığı anlamak ve yakınlaşmak mümkün mü: “Türkiye sürekli olarak etrafına düşmanlık üretti!..” Bu sözü, Ceviz Kabuğu’nda AKP Aydın Milletvekili Ahmet Rıza Acar söyledi. Bu mantık, Sayın Acar’ın “kişisel görüşü” değil. Belli bir kesimin yaklaşımı. Hatta “kesin inancı!” Yine, bu yasayı çıkaran TBMM Enerji Komisyonu Başkanı ve AKP Kütahya Milletvekili Dr. Soner Aksoy’un, “Bir dolara mermi sıkacak durumdayım, ama petrolü çocuklarımız için yeraltında mı saklayacağım?” mantığı da bizden çok uzak. (Başbakan Erdoğan’ın da, “Bir dolara mermi sıkacak” kadar fakirleştiğimizi düşündüğünü sanmıyorum!..) Birinci Dünya Savaşı başlangıcında, 1914’de, dünya petrol rezervinin yüzde 57’sini kontrol eden Osmanlıların nasıl parçalandığını artık herkes iyice öğrendi.  Şimdi ise, “bir varil petrol için” bile Türkiye üzerinde ne oyunlar oynanıyor?.. Halk her şeyin farkında. Ezici bir çoğunlukla “Petrol millileştirilsin” görüşündeki halka kulak verecek bir “halk iktidarı” gelir mi acaba?.. (Yeni Çağ / Hulki Cevizoğlu / 13 Şubat 2007)


(…)


ABD’DEN “KÜRT KARTI”: 

Washington Post Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde ABD eski dışişleri bakan yardımcısı Richard Holbrooke, Kuzey Irak ve Kerkük sorununun açılması için şu önerileri sundu. Barzani, PKK’yı frenlesin, Türkiye’nin iç işlerine karışmama sözü versin. ABD, Türkiye’nin kaygılarını da göze alarak Kerkük’te arabulucu olsun. İki taraf da ortada fırsatların olduğunu da görmeli. ABD’nin eski Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Dayton Anlaşması’nın mimarı Richard Holbrooke, Mesut Barzani’nin PKK’yı frenlemesi ve Türkiye’nin içişlerine karışmaması sözünü vermesi gerektiğini belirtti. Holbrooke, Türkiye’nin Kerkük ile ilgili meşru kaygılarını dikkate alan bir uzlaşının gerekliliğine de işaret ederken, Kerkük konusunda krizin önlenmesi için ABD’nin yoğun bir arabuluculuğunu istedi. Holbrooke, Washington Post gazetesinde yayınlanan Erbil çıkışlı köşe yazısında, Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki sorunların çözümlenmesi için ABD’nin teşviki ile Türkiye ve Iraklı Kürtler arasında bir yakınlaşma sağlanması için fırsat olduğunu savundu. Holbrooke yazısında, Ankara’daki Türk liderler ile yaptığı temasların ardından Erbil’e geçtiğini belirtirken, ilk aşamada çözümlenmesi gereken sorununun PKK saldırılarının olduğunu belirtti. Bir şantiye halindeki Erbil’in savaş halindeki Irak’ın parçası olduğuna inanmanın çok zor olduğunu belirten Holbrooke, "Yoksa bu bölge Türkler ve Kürtler arasında bir başka savaşa mı sahne olacak" diye sordu. Holbrooke, Türkiye’nin olası bir sınır ötesi harekatla ilgili olarak da şu görüşleri öne sürdü: "Bu üslere karşı sınırlı bir Türk askeri operasyonu dışlamazdım. Çünkü Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim yılında şahin rakiplerinin karşısında güçlü milliyetçi bir tavır takınması için büyük bir siyasi baskı altındadır." Holbrooke, Bush Yönetiminin yıllarca Türkiye ile ilişkileri yanlış yürüttükten sonra, geçen yıl herkesin saygı duyduğu emekli Orgeneral Joseph Ralston’u özel temsilci olarak görevlendirdiğine dikkat çekerken, "Ralston ataması, geçen yaz Irak’ta bir Türk saldırısının önlenmesine yardımcı oldu ve Erbil’in PKK’yı frenlemesini sağlamaya yönelik çabaları hızlandırdı" diye yazdı. Kerkük sorunu ile ilgili olarak da Holbrooke, Türkiye’nin referanduma karşı çıktığına dikkat çekerek "Tam bir krizin önlenmesi, ABD’nin yoğun bir arabuluculuğunu gerektirecek. Maalesef, Ralston’a verilen yetki, Kerkük’ü içermiyor" ifadesini kullandı. Holbrooke şöyle devam etti: "Yakınlaşma, her iki taraftan büyük taahhütleri gerektirir. Halen Kürt bölgesel yönetimi başkanı olan efsane Kürt lideri Mesut Barzani, PKK’yı frenlemeli ve Türkiye’nin iç işlerine karışmama sözünü vermeli. Kerkük konusunda Türklerin meşru kaygılarını dikkate alan bir uzlaşı gerekli olur. Bu özellikle Türk askerleri için zor olabilir ama Amerika’nın güçlü cesaretlendirmesi ile denenmesi gerektiğine inanıyorum." Uzlaşma için vizyon sahibi liderlere gerek bulunduğunu ifade eden Holbrooke, "Yine de Irak’taki kriz, Türkler ve Kürtlerin ortak çıkarlarını düşünmelerini gerektiriyor. Her iki taraftan da liderler ile daha yeni konuştum. Onların da ortada sadece bir kriz değil, aynı zamanda fırsatların da bulunduğunu anladığına inanıyorum" dedi. (Hürriyet / Kasım Cindemir / 13 Şubat 2007)

(…)


“TERÖR İSTİHDAM ALANI OLDU, TERÖRİST ÜCRETLİ İŞÇİ”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, terörle mücadelede bölgeler arasındaki ekonomik uçurumlara işaret ederek, "İçinde bulunduğu trajediden müreffeh toplumları sorumlu tutan geniş kitlelerin ıstırabı devam ettiği müddetçe terörizmin kaynaklarının bütünüyle kurutulması zordur" dedi. Özkök, bu nedenle terörün istihdam alanı haline geldiğine, teröristin ücretli işçiye dönüştüğüne vurgu yaptı. "Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu" Bilkent Otel'de başladı. Toplantıya, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da katıldı. Sempozyumda bir konuşma yapan Özkök, terörizmle mücadeledeki zorluklara değinerek, "Hiçbir ulus dünyadaki terörizmi kendi başına kazanabileceğini de düşünmemelidir" dedi. Özkök, "Ulusal savunma ve mukabele kabiliyeti terörle mücadale açısından son derece önemlidir. Ancak sadece bunlar yeterli sayılamaz" dedi. Özkök konuşmasında şunları kaydetti: "Diğer ülke ya da kültürlere yönelik tehditleri gözardı ederek sadece kendisine yönelik terörizmi yenmeye çalışan hiçbir ulus ya da kültürün kesin bir başarısı söz konusu olamaz. Terörle mücadelede yapılacak işbirliği için Birleşmiş Milletler gibi küresel örgütlenmelerin ya da NATO ve AB gibi bölgesel kuruluşların önemli görev ve sorumlulukları olduğuna inanmaktayım. Bu kapsamda uluslararası platformlarda bilgi ve istihbarat paylaşımının sağlayacağı yeni yapılanmaların oluşturulması ve bu yapılar arasında yüksek seviyeli bir iletişimin tesisin vazgeçilemez bir gereklilik olduğunu değerlendiriyorum." Bugün terör artık bir istihdam alanı olmuştur. Teröristler ise idealler yerine maddi koşullarla terör örgütlerine bağlanan, ücretleri ve sosyal hakları terör örgütleri tarafından sağlanan işçilere dönüşmüştür. Terörün kurumsallaşmasına giden bu dönüşüm tehlikelidir... Yoksulluk, ümitsizlik ve çaresizlik içinde kıvranan ve içinde bulunduğu trajediden müreffeh toplumları sorumlu tutan geniş kitlelerin ıstırabı devam ettiği müddetçe terörizmin kaynaklarının bütünüyle kurutulması zordur. Keza, terörizmin kaynağının kültür mü, inanç mı yoksa geçmişte yaşananların acısının insanlar yaşadığı coğrafya mı olduğu doğru tespit edilmediyse teröristk eylemlerin daha da hız kazanması önlenemez. Bu bağlamda zengin bölgelerle fakir bölgeler arasında giderek derinleşen yapısal sorunlara daha somut çözümler getirilmesi gerekmektedir." Genelkurmay Başkanı Özkök, terörle mücadelenin sadece devlet organlarıyla yapılamayacağını belirterek, bunun için geniş halk kesimleriyle medyanın desteğine ihtiyaç olduğunu söyledi. Özkök, "Terörislerin propanganda için hedef seçktiği kitlenin radikalleşmesinin önlenmesi, masumların zarar görmesinin önüne geçilmesi ve herşeyden önemlisi devletin gücü ve iyi niyeti konusunda toplumun ikna edilmesi başarıya ulaşmak için kaçınılmazdır" diye konuştu. Özkök, terörle mücadelede teröristlerin yaymaya çalıştığı korkunun önüne geçilmesi ve istihbari verilerin zamanından önce kamuoyuna duyurulmaması için medya önemli görevler düştüğünü ifade etti. Özkök, terörün bu nedenle bir istihdam alanı haline geldiğini vurguladı. Afganistan Devlet Başkanı Karzai de Sempozyumda yaptığı konuşmada, terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemine işaret etti. Karzai, terörizmle mücadelede etkili bir mücadele için BM başta olmak üzere, devletler, kurumlar, kişiler ve kültürler arasında işbirliği yapılması gerektiğini vurguladı. (Milliyet / 23 Mart 2006)

(…)

Ve…

Son olarak…

Görüldüğü üzere, istihbarat dünyasında kullanılan deyim ile “walking back the cat” yani kediyi tersine yürüterek hadiselere baktığımızda, her şeyin çok net olarak ortaya çıktığını görüyoruz.

Flu olan tüm kareler bir anda netleşiveriyor!

“Kurtlar Vadisi”, “Sağır Oda” gibi diziler şiddeti özendirmek bir yana, Türk Milleti’ni Türkiye üzerine oynanan oyunlar, kurulan kumpaslar konusunda bilgilendiriyor.

Hülasa, BOP sürecinde içimizden birileri de ölebilir; önemli değil!

Neticede “Allah’ın takdiridir” der, yolumuza devam ederiz ya da edersiniz.

Ama her şey bir kenara, “I. Dünya Savaşı” sonrasında önce 22’ye, daha sonra 36 parçaya bölünmüş olsak da, Türk Devleti gerçekten çok büyük bir devlet!

Kökleri sağlam, iradesi güçlü bir millet!

Bu kadarını bilmek ve de görmek dahi insana tarifi mümkün olmayan hazlar veriyor.

Anlaşıldığı üzere, günümüz dünyasında “terör” ya da “terörist” diye bir şey de kalmadı.

Soğuk savaş döneminde bir dava uğruna mertçe öne atılışların, haykırışların aksine, şimdilerde profesyonelce bu mesleği ücretine mukabil yapan, saygı duyulması mümkün olmayan “çakal”ların “taşeron katil işçiler”in ortalık yerde tetik düşürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.

Son olarak Fransa örneğinde de görüldüğü üzere, “kadife eldiven” içinden PKK’yı yönlendirenlerden birinin maskesi daha düştü!

Şimdi sırada diğer Batılı (!) ülkeler var.

Anlaşılan ve ortaya çıkan o ki, “IV. Dünya Düzenlemesi” tamamlanana kadar, hem Batı’da hem Doğu’da, hem de Türkiye’de kan akmaya, art arda suikastler düzenlenmeye devam edecek.

Ezcümle, tetiğe basan her kim olursa olsun, 2007’nin 14 Şubat’ında, artık tetiği çektirenin kim ya da kimler olduğunu biliyoruz; hepimiz o katilleri tanıyoruz.

Son söz: Allah bu vatan uğruna Şehid olan herkesin Mekanını Cennet eylesin!