Alt yapı nasıl hazırlandı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alt yapı nasıl hazırlandı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2017 Cumartesi

AB'nin Güneydoğu Projesi, Türkiye Son İstasyona gelmek üzere. BÖLÜM 4


AB'nin Güneydoğu Projesi, Türkiye Son İstasyona gelmek üzere. BÖLÜM 4

Türkiye henüz 2000 yılında imzaya açılan ve bir çok ülkenin imzalamadığı "Çocukların Müdahil Oldukları Silahlı Çatışmalara İlişkin Protokolü" de, 
ihtiyari olduğu halde, 2003'te sessizce imzalayıp AB'nin takdirini almıştır. Özellikle 15 yaşın altındaki çocukların askere yazılmasını/alınmasını, ya da 
uluslar arası olan/olmayan silahlı çatışmalarda faal olarak kullanılmalarını savaş suçları kapsamında değerlendirmektedir. Ayrıca silahlı çatışmadaki 
tarafların her birine, uluslararası insancıl hukuk hükümlerine uyma yükümlülüğü getirilmekte, istemeyenin askerlik yapmama (vicdani ret) hakkının olması ve 
Uluslararası Ceza Divanı statüsünün kabul edilmesi öngörülmektedir. Türkiye protokol hükümlerini sadece tanıyıp, diplomatik ilişki kurduğu taraf devletlere 
karşı uygulayacağını ve Türk mevzuatına göre askerliğin zorunlu olduğunu beyan etmiştir, ama AB'nin müzakerelere başlayabilmemiz için anlaşmalardaki 
çekincelerimizi kaldırmamızı istediği unutulmaması gereken önemli bir husustur.

Çocuklarla ilgili bir başka düzenleme Kasım 2004'de Dernekler Kanununun değiştirilerek, onlara da dernek kurma ve üyelik hakkının verilmesidir. Önemli 
bir diğer nokta da kanunda öngörülen cezaların çocuk derneklerine yazılı ikaza rağmen tekrarı halinde uygulanacak olmasıdır. Terör örgütünün son dönemde tüm gösterilerde çocukları kullandığı hatırlandığında, bu düzenlemeleri çocuklar üzerinden bir "kalkışmanın" alt yapısı olarak düşünmek mümkündür.

AB'nin köye dönüş ve terörden etkilenenlerin zararlarının tazmin edilmesi talebi üzerine, Temmuz 2004'de çıkarılan Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması hakkındaki kanunla "terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayanların, zararlarının karşılanması" kararlaştırılmıştır. Buna göre devlet, teröristlerin eylemlerinden zarar görenlere tazminat ödemekle kalmayacak, bu zararları terörle mücadele eden kamu görevlilerine rücu edebilecektir. Böylece teröristbaşının terörle mücadele edenlerin yargılanması talebi, dolaylı da olsa gündeme gelebilecektir. Bu düzenlemeyi, "bölgede devletin suç işlediğinin kabulü ve özür dileme" olarak yorumlayanlar da olabilecektir.

Eylül 2004'de de TCK değiştirilerek, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlara yer verilmiştir. Özellikle soykırım suçuyla ilgili düzenleme herkesi şaşırmıştır. Türkiye'nin soykırımla ne alakası olduğu sorulmuş, hatta bunun ileride Ermeni soykırımı iddiasının kabulüne zemin için konduğu ileri sürülmüştür. 

Yeni düzenlemede her iki suçun tarifi yapılmış ve bu suçları işlemek için örgüt kurmanın cezaları belirlenmiştir. Ayrıca sözkonusu suçlardan "tüzel kişilerin" de sorumlu tutulması ve zaman aşımının işlememesi öngörülmüştür.

BM soykırım sözleşmesini 1950'de çekincesiz onaylayan Türkiye'nin 44 yıl sonra, üstelik birçok AB ülkesi yapmadığı halde, soykırımı iç mevzuatına geçirmesi çok 
önemli bir husustur. Kaldı ki sözleşmeye göre soykırım, "bir insan grubunu imha niyeti" iken, bunu sübjektif bulan Türkiye, TCK'ya, "bir planın icrası suretiyle" ifadesini ekleyerek, sözleşmenin de ötesine geçmiştir. Ayrıca sözleşmede belirli gruplar sayıldığı halde TCK grupları, dolayısıyla suçun kapsamını da genişletmiştir. İşte TCK'daki bu düzenlemeler, özellikle de insanlığa karşı işlenen suçlar maddesinin, terör ve terörle mücadeleden doğan zararların karşılanması ile ilgili kanunun sonuçlarıyla birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Terörle mücadelenin "suç", bir dönemin "suçlu" gösterilmek istendiği bir ortamda, bu düzenlemeler, içerik ve zamanlama bakımından gerçekten çok dikkat çekicidir.

Özetle Türkiye AB/PKK planlarındaki, sondan bir önceki istasyona gelmek üzeredir. Bu istasyona gelindiğinde ise AB ile PKK'nın yollarının ayrılacağı 
görülmektedir. Çünkü AB'nin nihai hedefi Türkiye'yi bölerek küçültmek, PKK'nın ki ise Türkiye Cumhuriyeti Devletine ortak olmaktır. (2) Bütün bunların anlamı 
da, Türkiye'nin kendi eliyle aldatılarak silahsız-savaşsız parçalanmaya veya federasyona götürülmesidir. 

Türkiye tüm bu oyunları bozarak siyasi egemenliği ile vatan ve millet bütünlüğünü koruyabilir mi? Şüphesiz evet. Yeter ki yöneticilerimiz kendi gizli 
gündem hayallerinden kurtulup, Türk Milletine ve devletine sahip çıkma basiretini gösterebilsinler."

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/abnin-guneydogu-projesi-4-turkiye-son-istasyona-gelmek-uzere-19717yy.htm

***

AB’nin Güneydoğu Projesi, Ayrı bir halkın hukuki altyapısı BÖLÜM 3


AB’nin Güneydoğu Projesi,  Ayrı bir halkın hukuki Altyapısı,  BÖLÜM 3 


Bireysel hak ve özgürlükler kılıfındaki düzenlemelerle Kürt vatandaşlarımızı fiili azınlık statüsüne getirip, projenin siyasi temellerini büyük ölçüde 
tamamlayan AB'nin, "sanal halk" projesini de hayata geçirip, gerçekleştirmesi mümkün müdür? Bekleyen düzenlemelerin yaptırılması ve uluslararası sözleşmelerin Türkiye'ye göre yorumlanmaya devam edilmesi üzerine evet...

Burada da öncelikle BM Genel Kurulu'nun 1970 yılında kabul ettiği ve self- determinasyon hakkının ulus-devletlerde kullanılmasını içeren "Uluslararası 
Hukuk İlkeleri Bildirgesi" önem taşımaktadır. Buna göre, "hükümetin, halkının tümünü temsil ettiği ülkelerde, toprak bütünlüğünü ve siyasi birliği bozucu 
eylemler yapılması mümkün değildir". Bunun anlamı bir ülkede temsili demokrasi varsa ve halkın bütününü temsil ediyorsa, orada self-determinasyon hakkı kullanılamaz. Aynı hüküm tersinden okunduğunda ise, demokrasilerde dahi eğer hükümet bir bölgede veya bir grup üzerinde egemen değilse, burada 
self-determinasyon hakkı gündeme getirilebilir. İşte bu noktada AP'nin DEP'lilerin yargılanması üzerine 15 Aralık 1994'te "Türk Hükümetinin ülkenin 
tümünü temsil etmediği" iddiasıyla self-determinasyon hakkının kullanılabileceğine dair bir karar aldığını vurgulamak durumundayız.

AP kararının "siyasi" olduğunu söyleyip, geçmemiz mümkün değildir. Hele de Diyarbakır için "Kürdistan" diyen AP Başkanı Josep Borell'in, bunun Türkiye'de 
iken sürçü lisan deyip Brüksel'e dönünce üslubunu değiştirmesi ve "Kürt aydınların" yabancı gazetelere verdikleri ilanlardan sonra "Kürdistan" kelimesi 
Türkiye'de sıkıntı yaratıyor. Oysa bir vatandaş devlete karşı kendini savunabilmeli, o devletin parçası olmayı istememe hakkına sahip olmalı. 
Demokratik bir şekilde, -sizin devletinizi değil, kendi devletimi istiyorum- diyebilmeli. Bu bir ülkenin toprak bütünlüğünün sorgulanmasını beraberinde 
getirmez sözleri hiç de tesadüf değildir. Bu sözler hem AP'nin sözkonusu kararının yürürlüğe sokulma hazırlığının göstergesi, hem de Zana'nın AP'deki 
Türk-Kürt federasyonu çağrısına farklı ifadelerle destek verilmesidir. Borell'in çıkışının hemen ardından, DEHAP'lı kadınların "Kürt kadınıyım, Türkiyelilik 
kimliği ile AB'ye girmek istiyorum" sloganı ile başlatıp, "Öcalan'a özgürlük" çağrısıyla süslediği (!) kampanya da planın bir başka parçasıdır.

Konumuz açısından önemli bir diğer uluslar arası düzenleme BM İkiz Sözleşmeleridir. 1966'da onaylanan, 1976'da yürürlüğe giren, daha önce de 
defalarca kabul etmemiz istenen bu sözleşmeler, Haziran 2003'de onaylanmıştır. Azınlıklara ilişkin maddelere çekince konulmuş olsa da, AB bunların 
kaldırılmasını istemektedir. Ancak sözleşmelerde, Türkiye'nin çekince koymadığı şu maddeler bulunmaktadır. 

"Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal 
ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Doğal kaynakları ve zenginlikleri kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip 
olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz. Bu sözleşmeye taraf bütün devletler kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba 
gösterir ve BM Şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir."

İstanbul Barosu, sözleşmeler onaylandığında bu maddelerin, "ayrılmayı da kapsayacak şekilde kendi kaderini tayin hakkı tanınanın uluslar değil halklar 
olduğunu" (1), böylece ülke bütünlüğünü tehdit eden eylemlerin uluslar arası güvenceye kavuşturulduğu, bu maddeye göre Türkiye'nin halklara göre ekonomik parçalara bölüneceğini savunmuştur. İşte uyum adı altında yaptırılan azınlık hakları benzeri düzenlemeler, AB'nin bugün gündeme getirdiği Dicle-Fırat'taki barajlar ve havzalarla, sınırı aşan sularda uluslar arası yönetim sağlanması talepleri birlikte değerlendirildiğinde bu endişelerin ne kadar haklı olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***