AB’nin Güneydoğu Projesi, Ayrı bir halkın hukuki Altyapısı, BÖLÜM 3
Bireysel hak ve özgürlükler kılıfındaki düzenlemelerle Kürt vatandaşlarımızı fiili azınlık statüsüne getirip, projenin siyasi temellerini büyük ölçüde
tamamlayan AB'nin, "sanal halk" projesini de hayata geçirip, gerçekleştirmesi mümkün müdür? Bekleyen düzenlemelerin yaptırılması ve uluslararası sözleşmelerin Türkiye'ye göre yorumlanmaya devam edilmesi üzerine evet...
Burada da öncelikle BM Genel Kurulu'nun 1970 yılında kabul ettiği ve self- determinasyon hakkının ulus-devletlerde kullanılmasını içeren "Uluslararası
Hukuk İlkeleri Bildirgesi" önem taşımaktadır. Buna göre, "hükümetin, halkının tümünü temsil ettiği ülkelerde, toprak bütünlüğünü ve siyasi birliği bozucu
eylemler yapılması mümkün değildir". Bunun anlamı bir ülkede temsili demokrasi varsa ve halkın bütününü temsil ediyorsa, orada self-determinasyon hakkı kullanılamaz. Aynı hüküm tersinden okunduğunda ise, demokrasilerde dahi eğer hükümet bir bölgede veya bir grup üzerinde egemen değilse, burada
self-determinasyon hakkı gündeme getirilebilir. İşte bu noktada AP'nin DEP'lilerin yargılanması üzerine 15 Aralık 1994'te "Türk Hükümetinin ülkenin
tümünü temsil etmediği" iddiasıyla self-determinasyon hakkının kullanılabileceğine dair bir karar aldığını vurgulamak durumundayız.
AP kararının "siyasi" olduğunu söyleyip, geçmemiz mümkün değildir. Hele de Diyarbakır için "Kürdistan" diyen AP Başkanı Josep Borell'in, bunun Türkiye'de
iken sürçü lisan deyip Brüksel'e dönünce üslubunu değiştirmesi ve "Kürt aydınların" yabancı gazetelere verdikleri ilanlardan sonra "Kürdistan" kelimesi
Türkiye'de sıkıntı yaratıyor. Oysa bir vatandaş devlete karşı kendini savunabilmeli, o devletin parçası olmayı istememe hakkına sahip olmalı.
Demokratik bir şekilde, -sizin devletinizi değil, kendi devletimi istiyorum- diyebilmeli. Bu bir ülkenin toprak bütünlüğünün sorgulanmasını beraberinde
getirmez sözleri hiç de tesadüf değildir. Bu sözler hem AP'nin sözkonusu kararının yürürlüğe sokulma hazırlığının göstergesi, hem de Zana'nın AP'deki
Türk-Kürt federasyonu çağrısına farklı ifadelerle destek verilmesidir. Borell'in çıkışının hemen ardından, DEHAP'lı kadınların "Kürt kadınıyım, Türkiyelilik
kimliği ile AB'ye girmek istiyorum" sloganı ile başlatıp, "Öcalan'a özgürlük" çağrısıyla süslediği (!) kampanya da planın bir başka parçasıdır.
Konumuz açısından önemli bir diğer uluslar arası düzenleme BM İkiz Sözleşmeleridir. 1966'da onaylanan, 1976'da yürürlüğe giren, daha önce de
defalarca kabul etmemiz istenen bu sözleşmeler, Haziran 2003'de onaylanmıştır. Azınlıklara ilişkin maddelere çekince konulmuş olsa da, AB bunların
kaldırılmasını istemektedir. Ancak sözleşmelerde, Türkiye'nin çekince koymadığı şu maddeler bulunmaktadır.
"Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal
ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Doğal kaynakları ve zenginlikleri kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip
olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz. Bu sözleşmeye taraf bütün devletler kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba
gösterir ve BM Şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir."
İstanbul Barosu, sözleşmeler onaylandığında bu maddelerin, "ayrılmayı da kapsayacak şekilde kendi kaderini tayin hakkı tanınanın uluslar değil halklar
olduğunu" (1), böylece ülke bütünlüğünü tehdit eden eylemlerin uluslar arası güvenceye kavuşturulduğu, bu maddeye göre Türkiye'nin halklara göre ekonomik parçalara bölüneceğini savunmuştur. İşte uyum adı altında yaptırılan azınlık hakları benzeri düzenlemeler, AB'nin bugün gündeme getirdiği Dicle-Fırat'taki barajlar ve havzalarla, sınırı aşan sularda uluslar arası yönetim sağlanması talepleri birlikte değerlendirildiğinde bu endişelerin ne kadar haklı olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder