ANASOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANASOL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 27

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 27


4.7.2. Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri (EMASYA) 

 Emniyet, Asayiş Yardımlaşma Birlikleri ülkemizde 1960'lardan beri varlığını devam ettirmektedir. Toplumda herhangi bir sosyal hareket olduğunda valilikler zordurumda kalırsa, İller Kanunu'na göre, valilikler, askeri birimlerden yardım isteyebilmekle yetkilendirilmiştir. Bunun için de, Silahlı Kuvvetlerde, o askeri 
birliklerin nasıl hareket edeceğine dair tali bir yapılanma ve planlar oluşturulmuştur (Özgan, 2008, s.88). 

EMASYA protokolü 7 Temmuz 1997'de 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu'nun 11/D. maddesinde yapılan düzenleme ile İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı 
arasında imzalanmıştır (Özer, 2011, s.76). 7 Temmuz 1997'de imzalanarak yürürlüğe giren EMASYA Protokolü'nde dönemin 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan’ın da imzası bulunmaktadır. Org. Çetin Doğan, EMASYA Protokolünde olduğu gibi BÇG’de de etkin olarak rol üstlenmiştir. EMASYA Protokolü genel olarak; ihtiyaç duyulduğunda valiliklerin askeri birliklerden yardım isteyebilme sini sağlamak amacıyla İller Kanunu’na dayanarak hazırlanmış bir protokoldür. Bu amaçla kullanılması için TSK’da özel birlikler oluşturulmuş ve o askeri birliklerin nasıl hareket edeceği ile ilgili olarak planlar yapılmıştır (Arikan, 2010, s.113). Özellikle protokol dönemin ihtiyaçlarına göre oluşturulmakta ve gizli tutulmaktadır. Protokol iki gerekçeye dayandırılıyordu. İlki İslami kesime duyulan güvensizlik karşısında örgütlenilmesi, ikincisi ise Güneydoğu'da olağanüstü hal rejiminin adım adım kaldırılmasının ardından bölgede güvenlik kuvvetlerinin yeniden örgütlenme ihtiyaçlarıdır. Bu açıdan hem belli toplumsal kesimleri tehlikeli ilan eden hem de terörle mücadele alanlarındaki hâkimiyetini sivil alana bırakmak istemeyen bir stratejinin ürünüdür EMASYA Protokolü (Özer, 2011, s.77). 

EMASYA Protokolü’nün amacı şöyle açıklanmaktadır: “Bu protokolün amacı, bir veya birden fazla ilde çıkan veya çıkabilecek olaylarla ilgili olarak valilerin isteği 
üzerine askeri birlik tahsis edilmesi durumunda, güvenliğin, asayiş ve kamu düzeninin sağlanması ve terörle mücadelede, askeri birlikler ile kolluk kuvvetleri arasında; Kuvvet kullanılması, kuvvet kaydırılması, emir komuta ilişkileri, işbirliği ve koordinasyon ve gerekli görülen diğer hususları, belirlemek, uygulanacak yöntem ve alınacak tedbirleri ortaya koymaktır” (Arikan, 2010, s.114). 

EMASYA Protokolü’nün amacı yukarıda belirtilmekle beraber protokol nasıl uygulanıp ve hangi adımlar takip edilerek icra alanına koyulmaktadır. Bu adımlar genel olarak şu şekildedir: 

1. Yardım talep edilmesinden önceki aşamalara ilişkin olarak sivil ve askeri birimler ortak görev ve tatbikat yapacaklardır. 
2. Mülki idare amirleri kuvvet talebinde bulunmadan önce EMASYA Bölge ve Tali Bölge Komutanlıkları’na kademeli hazırlık yapmak üzere bilgi vermek zorundadır. Bu bilginin mahiyeti, bilgi akış süreci ve kurumları tam olarak belli değildir. 
3. Vali yardım istemeden önce durumu İl Güvenlik Koordinasyon Komisyonu'na sunacaktır 
4. Vali başka bir ildeki askeri birlikten yardım isteyecekse bunu EMASYA Tali Bölge Komutanı vasıtasıyla yapacaktır. 
5. EMASYA komutanlıkları mülki amirlerin talebi olmadan olaylara müdahale edebilecektir. 
6. Vali tarafından görevlendirilip görevlendirilmediklerine bakılmaksızın bütün kolluk güçleri yardıma gelen askeri birlik komutanının emrine girecektir. 
7. Mülki amirlerden yardım talebi geldiği anda jandarma ve polis EMASYA komutanlıkları nezdinde oluşturulan Asayiş Harekât Merkezi'nde irtibat personeli bulunduracaktır (Özer, 2011, s.77-78). 

EMASYA birliklerinin toplumu harekete geçirebileceği endişesi ile bir istihbarı faaliyeti muhtemel ise bu istihbarı bir bakıştır ve istihbarat bakışı da tehlike fikri üstüne oturmaktadır. Bu ise belli açılardan tehlikenin varlığını işaret etmektedir (Özgan, 2008, s.89). EMASYA protokolü 4 Şubat 2010 tarihi itibariyle yürürlükten kaldırılmış olmakla beraber 28 Şubat süreci içeresinde bazı olaylara temel teşkil ettiği bilinmektedir. Özellikle medya organlarının EMASYA Protokolü hakkında ki düşünceleri farklı olmakla beraber, protokolün işleyiş şekli ve düzeni net olarak ortadadır. 

4.7.3. Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi (MGSB) 

 MGSB, (Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi) gerek Anayasa’nın 118’nci maddesi, gerekse 2945 sayılı Yasa’nın 2’nci maddesi, “Milli Güvenlik” kavramını 
tanımlarken, bu konu ile ilgili görevleri de MGK’ya vermektedir. 2945 Sayılı MGK Yasası’nın “Milli Güvenlik Siyaseti” ile ilgili olan açıklaması aynen şu şekildedir: 

“Devletin Milli Güvenlik Siyaseti; milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun belirlediği görüşler dâhilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç ve dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti (politikayı) ifade eder.” (Bölügiray, 1999, s.54). 

MGSB’i, 5 yılda bir hazırlanmaktadır. İlk belge MGSB 1963 tarihinde, son belge ise 1992 tarihinde yazılmıştır. 1997 yılında yenisinin hazırlanmasına sıra gelmiş 
fakat bunun hazırlanması Refah-Yol Hükümeti’nden sonraki, Anasol-D Hükümeti’ne nasip olmuştur (Kazan, 2013, s.212). 

MGSB Türk Devleti’nin en önemli gizli belgelerinden birdir (Özer, 2011, s.75). MGSB 5 yılda bir iç ve dış tehditlere yönelik olarak yenilenmekte ve değiştirilmektedir. 
Bununla beraber ani gelişen olaylar karşısında ve ülkeyi bölmeye veya sarsmaya yönelik tehditler karşısında belge yeniden güncellenip değişiklikler yapılmaktadır. Fakat MGSB’nin temelini oluşturan ve en büyük tehlike olarak varsayılan irtica tehdidi tehlikesi Refah-Yol Hükümeti döneminde ortaya çıkmakla beraber özellik le bu belge RP’nin eylemlerine ve faaliyetlerine karşı oluşturulmuştur. O dönem Ekim 1997’de oluşturulan MGSB’nin en önemli tehdit unsuru olarak terör ve irticai faaliyetler gösterilmekteydi. Ayrıca medya kuruluşları bu belgeyi “Gizli Kitap” veya “Kırmızı Kitap” olarak nitelemiş, bu konuyla ilgili olarak, seçimler sonucu iktidara gelen Başbakan’a bu belgenin okutulduğu ve Başbakan’ın bu belgeyi dikkate alması gerektiğine dair temkinde bulunulduğundan bahsedilmekteydi (Özer, 2011, s.76). 28 Şubat süreci sonrasında, Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan uzaklaştırılması ile birlikte, MGK’nın 31 Ekim 1997 tarihli toplantısında kabul edilen MGSB’nin 1. Maddesinde “Bölücü ve irticai faaliyetler eşit ve birinci derecede önceliklidir” şeklinde ki ifade yer almıştır. Bu ifade aynı zamanda “Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir” şeklinde yorumlanmış ve o döneme göre uyarlanmıştır. 

28 Şubat sürecinden geriye kalan en önemli belgelerden biri MGSB olmuştur. MGSB’ye neden ihtiyaç duyuldu sorusuna: “Devlet faaliyetlerinin yürütülmesin de devamlılık esas olduğu için MGSB’ye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle, devlet faaliyetlerinin planlı ve belirlenmiş esaslara göre yürütülmesi, hükümetlerin temel sorumluluklarındandır. Bu temel sorumluluklardan birisi de, milli güvenliğin sağlanması ve bu kapsamda milli güvenlik siyasetinin tayin ve tespitidir. MGSB bu amaçla hazırlanmaktadır” (Arikan, 2010, s.116) şeklinde cevap verilmiştir. 

Ahmet İnsel’e göre “Silahlı Kuvvetler Partisi” olarak tanımladığı yapılanmanın Türkiye’nin öncelikli tehdit unsuru olarak irticayı ve bölücülüğü gördüğünü, siyasi programı olarak değerlendirdiği MGSB’ye ise hiçbir yasa, genelge ve yönetmeliğin aykırılık taşıyamayacağını, kamu kuruluşlarının da belirlenen çerçeve dışında hareket edemeyeceğini ifade etmiştir (İnsel, 2001, s.11-12). 

Nabi Yağcı ise “MGSB’yi hiçbir yasal kurumun karar ve incelemesine tâbi olmayan, içeriği, değil halk, TBMM tarafından da bilinmeyen bir belge olarak 
tanımlamıştır”(1Mart 2010) Taraf, s.10. 

MGSB’nin esasları, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde saptanmıştır. Anasol-D Hükümeti döneminde belge MGK’da tartışılmış ve hükümete  sunulmuş tur. Bakanlar Kurulu belgeyi görüşüp onayladıktan sonra belge bir hükümet kararnamesi olarak resmi gazetede yayınlanmış ve yürürlüğe konulmuştur (Bölügiray, 1999, s.55). İlk kez bu belgeyi kamuoyuna açıklayan dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın yapılacak uluslararası bir sözleşmenin bile bu belgeyle çelişemeyeceğini, çelişirse MGSB’nin geçerli olacağını ifade etmiştir (Arikan, 2010, s.117). 

MGK toplantısında kabul edilen yeni MGSB ile birlikte, irtica tartışmasının tekrardan Türkiye'nin gündemine gelmiş olması ile beraber 28 Şubat sonrasındaki süreçte, kritik bir dönem geride bırakılmıştır. MGK Toplantısı’nda alınan en önemli karar, irtica tehlikesini Türkiye'ye dönük bir numaralı tehdit olarak tanımlayan yeni MGSB’nin kabul edilmesi olmuştur (Özgan, 2008, s.89). Bu belgeler, Türkiye’nin güvenliği ile ilgili irtica tehdidi algılarını gündeme getiren, bu tehlikeleri önem derecelerine göre sıralayan ve bu tehditler karşında ne gibi önlemler alınması gerektiğine dair ana ilkeleri ve hususları belirten önemli metinlerdir. Bu önemli metinler devletin ve ülkenin geleceği için önem arz etmekle beraber ülkenin geleceğine yön tayin eden belgeler olarak nitelendirmek mümkündür. Bu belgelerin önemi devlet politikalarını ve siyaseti şekillendirmekle beraber sadece o dönemin hükümetlerini değil sonra ki hükümetler içinde bağlayıcı unsurlar taşımaktadır. 

Söz konusu olan MGSB, Refah-Yol Hükümeti döneminde başlayan bir sürecin uzantısı niteliğindedir. Çünkü Genelkurmay Başkanlığı ilk olarak 17 Ocak tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdiği bir brifingde, iç tehdidin ve bu çerçevede irticanın dış tehdidin önüne geçtiğini vurgulamıştır. Bu brifingin ardından 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında irtica ile mücadeleye ilişkin 18 maddelik karar dizisi çıkmıştır. Genelkurmay Başkanlığı, sonrasında 29 Nisan tarihinde basın için düzenlediği özel brifingde aynı tespiti bu kez kamuoyuna duyurmuştur (Özgan, 2008, s.90). Oysaki 28 Şubat öncesi 1992 yılında hazırlanan MGSB’nin birinci önceliği dış tehdit olarak Sovyetler Birliği ve iç tehdit ise bölücülük ve terör olarak ifade edilmiş olmakla beraber, 28 Şubat sonrasında ise iç tehdit unsuru olarak irtica ve şeriat tehlikesi olmuştur. 

4.7.4. Toplumsal Örgütlerin Siyasi Tavırları 

Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde bir yanda tarikat tartışmaları ile gündeme gelen Acz-Mendi lideri Müslüm Gündüz, imam nikâhlı eşi Fadime Şahin ve 
Ali Kalkancı ilişkileri gündeme damgasını vurmuş olması ile birlikte diğer yanda uzun süre kamuoyunun gündeminde yer edinen Susurluk Olayı ile başlayan devlet-mafya ilişkileri hakkındaki başlayan süreç ile kamuoyunda başlayan huzursuzluk ortamı ve uzun süreli tartışmaların içine girilmiş olması gerek kamuoyun da gerekse siyaset yaşamında uzun süreli bir gerginlik yaratmıştır. Sivil-asker ilişkilerinde de tansiyon yükselmiş, yaşanan bu olumsuz gelişmeler sonucunda da toplumsal kesimlerde huzursuzluk ortamı daha da artmıştır. 

TSK’nın irtica tehdidi ile ilgili sürekli olarak uyarılarda bulunması, basın ve medya organlarının bu konu ile ilgili olarak kamuoyunda bir algı oluşturulması ve bununla beraber irtica tehlikesi ve laik, demokratik düzenden yana toplantılar, konferanslar, paneller ve gösteriler adeta birbirlerini izliyordu (Bölügiray, 2000, s.248). Bu toplumsal hareketlerle beraber insanlar hemen hemen her yerde “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” şeklinde sloganlar atıyor ve protesto gösterilerinde bulunuyorlardı. Bu dönemde birçok sivil toplum kuruluşu ve sendikada ordudan irtica ile ilgili olarak brifingler almaktaydı. Bazı sivil toplum kuruluşları ve sendikalar RP’nin iktidarına karşı olumsuz eleştirilerde bulunmaktaydı. Bu sendikalar ve sivil toplum kuruluşları bazı eylemler gerçekleştirerek, RP’nin politikalarını eleştirmekte ve RP’nin ülkeyi kaosa 
sürüklediğini ifade etmekteydiler (Özer, 2011, s.93). 

Sivil toplum örgütlerinin, MHP dışında muhalefet partilerinin ve TÜRK-İŞ’in önderliğinde ki sendikaların katıldığı “Türkiye’ye Sahip Çık, Demokratikleşme İçin Mücadele Et” sloganıyla düzenlenen mitingde ve yapılan yürüyüşlerle beraber hükümet aleyhinde sloganlar atılmaktaydı. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral yaptığı konuşmada; “Bu ülkede doğulu batılı kardeş gibi yaşamak zorundayız. Türkiye’nin bir taşını bile kimse oynatamaz. Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” (Akpınar, 2006, s.146) diye şeklinde ki konuşması sivil toplum örgütlerinin yaşanan olaylar karşısında ki tavırlarını göstermekteydi. Böylece hükümete karşı başlatılan bu siyasi mücadeleye sivil unsurlarda eklenmişti. Özellikle bu gösteriler ile beraber başlayan sürece aydınlar, üniversiteler, medya organları ve birçok sol düşünceli 
grupların da destek vermesi ile başlayan bu sürece laik-sivil kesimin de katılması asker açısından olumlu sonuçlar doğurmuş ve askerin işini kolaylaştırmıştır. 

Mustafa Başoğlu’na göre “Siviller ve sivil toplum kuruluşları yeteri kadar demokratik olmadıktan sonra bir ülkede demokrasinin gelişmesi ve kalıcı olması 
imkânsızdır”. 28 Şubat sürecine Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşları ve sendikaları (TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK) destek vermiştir. O dönen 
TÜRK-İŞ Genel Başkanı Bayram Meral, TİSK Genel Başkanı Refik Baydur ve DİSK Başkanı Rıdvan Budak; “28 Şubat ile demokrasinin kurtarıldığını ileri sürmüşlerdir. 
Demokratik bir ülkede basın ve medya organları, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve üniversiteler, demokrasi dışı müdahaleleri destekler veyahut görmezden gelip, pasif destek gösterirlerse o ülkede gerçek demokrasi hiçbir zaman var olamaz” (Başoğlu, 2007, s.118) şeklindeki açıklamaları 28 Şubat dönemi içerisindeki sivil toplum kuruluşlarının laik, demokratik Cumhuriyet’ten yana olan tavırlarını ortaya koymaları açısından oldukça önemlidir. 

Sivil toplum kuruluşları ve sendikalar 28 Şubat sürecinde yapılan, müdahaleye ya açık bir şekilde demeçleriyle destek vermişlerdir veya bu süreçteki olaylara sesiz kalarak pasif destekte bulunmuşlardır. Tabi o dönem RP’ne yakın bazı sivil toplum kuruluşları güçleri yettiğince bu post modern darbeyi ve bu darbenin etkilerini eleştirmişlerdir. Sivil toplum kuruluşlarının ve sendikaların bu tutumu ve o dönem demokratik olmayan müdahalelere desteği, bu kuruluşların özüne aykırı bir tablo çizmektedir (Özer, 2011, s.93). 

Refah-Yol Hükümeti döneminde etkin olan, demokratik toplum örgütlerinin kitlesel ve örgütsel tepki ve gösterileri (Bölügiray, 2000, s.250) ile beraber sivil toplum kuruluşları ve sendikaların tutumları genel olarak bu şekilde olmakla beraber özellikle o dönemin basın ve medya organları 28 Şubat sürecinde yangına körükle giden bir yapıdaydı. Medya, TSK başta olmak üzere birçok kuruluşu Refah-Yol iktidarına karşı kışkırttığı ileri sürülmektedir. Medyanın objektif habercilikle darbe teşvikçiliği arasındaki çizginin açık bir şekilde farkında olmadığı da aşikârdır. Medya o dönem askeri baskıya karşı sert ve tutarlı bir tutum sergileseydi, ülke demokrasiden ödün vermeyebilirdi (Bayramoğlu, 200, s.126). Fakat o dönem medyasının bu sürece alkış tutması ve hızlanması için elinden geleni yapması, Türkiye’nin demokrasi adına onlarca yıl geriye gitmesine neden olmuştur. Medya burada çatışmanın tarafı olmuş ve bu çatışmadan kendine pay çıkarmıştır (Özer, 2011, s.94). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


28 .Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

********************