10 Ekim 2021 Pazar

TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 4

 TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 4





3. TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLERİN SONUÇLARI 

Sanayi toplumu olma yolunda hızlı bir ilerleme gösteremeyen Türkiye’de meydana 
gelen iç göçler sonunda kentsel alanlar hızla akan kırsal nüfusu aynı hızda emme gücüne 
sahip olamamıştır. Bir yandan kırsal alanlardan akan işgücünü istihdam edecek sanayi aynı 
hızla gelişmemiş, diğer yandan kentsel alanlar gelen nüfusu barındıracak konut gereksinimini 
karşılayamamıştır. Sonuç olarak, gecekondularda yaşayan ve ikincil ekonomik sektörlerde 
geçimini sağlamaya çalışan bir göçmen kitlesi, kent nüfusunun ağırlıklı bir parçasına 
dönüşmüş; “kentleşme” ve “kentlileşme” farklılığı da bu çerçevede tartışılmaya başlanmıştır 
(İçduygu ve Sirkeci, 1999b: 252). 

İç göçün ülkemizde neden olduğu sonuçlardan en önemli olanlarını ana hatlarıyla 
özetleyen bu paragraftan da kısmen anlaşılabileceği gibi, Cumhuriyet ile beraber kalkınma 
çabalarının hız kazandığı ülkemizde kentler iç göçle gelen nüfus hareketinden büyük ölçüde 
etkilenmiştir. Böyle olunca Batı toplumlarında görülenin aksine Türkiye’deki kentler ani ve 
sıçramalı bir büyüme göstermiş ve Türkiye bu sürece hazırlıksız yakalanmıştır. Başka bir 
ifadeyle Türkiye’deki kentleşme, sanayileşme ile yakın ilişki içinde olmasına rağmen, 
sanayileşme ile orantılı bir gelişme göstermediği ve sanayileşmenin doğurduğu ihtiyaçlara 
uygun olmadığı için, sağlıksız ve düzensiz bir şekilde gelişme göstermiştir (Karaman, 1998: 
35, aktaran; Bulut, 2005: 37). 

Bu düzensizliğin ana sebeplerinden biri de hiç şüphesiz ki yoğun bir şekilde yaşanan 
gecekondulaşma sürecidir. Ülkemizde tümüyle olmasa da genel olarak köylerden ve kırsal 
kasabalardan göç eden insanlar, düzensiz sanayi merkezlerinin çirkinleştirdiği kentlere 
geldiklerinde barınabilecekleri bir yere en çok ihtiyaç duymuşlardır. Ancak içinde yaşamı 
sürdürmenin oldukça pahalı olduğu kentlerin lüks konutlarından yararlanmak bu insanlar için 
imkânsızdır (Çakır, 2007: 33-34). Bu yüzden bu kişiler bu fiyatlar karşısında çözüm 
arayışlarına gitmişlerdir ve bunun sonucunda çözüm mekânı olarak da gecekonduyu 
bulmuşlardır. Yani gecekondu düşük gelirli istihdam alanlarında çalışan ve sosyokültürel 
farklılıklardan dolayı kente uyum göstermekte zorlanan bir nüfusun, mülkiyeti başkalarına ait 
topraklar üzerine yasal olmayan yollardan yapılmış konutlara yerleşmesiyle ortaya çıkmış bir 
olgudur (Tekşen, 2003: 45). Bu olguyu artıran nedenlerden biri de, ülkemizde sanayileşme 
sürecinde kentleşmenin sanayileşme için itici bir güç olarak kabulüyle iç göç olayı ülke 
ölçüsünde bir boyut kazanırken, bu ülke boyutundaki yeni yerleşme düzeni sorununun 
cevaplandırılmasının yerel yönetimlerin imkânlarına terk edilmesidir. Bu durumda yerel 
yönetimler de hızlı bir tempoyla kentlerine gelen kırsal nüfusun yerleşme gereksinimlerini 
karşılayamamış ve göçen nüfus kendi imkânlarıyla bu sorunu çözümlediğinde de sonuç, kamu 
elindeki arazilerin bir gecede inşa edilen gecekondularla kullanılması olmuştur (Erdem, 1986: 188-189). 

Gecekondu olgusu kırdan kente göçen nüfusun içine girmiş olduğu yoğun çözüm 
arayışı sürecinde en başarılı olduğu alandır. Göçmen nüfus, gecekondu yaparak sadece 
barınma sorununu çözmemiştir, aynı zamanda gecekonduyu bir yatırım aracı olarak da 
kullanmıştır. Kentteki biriktirimlerini ve kırdaki kaynaklarını önemli ölçüde gecekonduya 
kanalize etmiştir. Böylece hem barınmıştır, hem de servet biriktirerek sosyal güvenlik 
ihtiyacını karşılaşmıştır. Ancak tek tek kişiler açısından yararlı gibi görünen bu işleyiş, büyük 
toplumsal kaynakların israfına neden olmuştur (Kartal, 1992: 38). 

Buna rağmen devlet ve piyasa güçlerinin ağırlık değiştirerek denge aradığı ekonomik 
modeller içinde yapılanan emek piyasası ise, gecekondu nüfusunun sunduğu ucuz emeği her 
modelin içinde farklı değerlendirmiş, zaman içinde bu emeğe farklı ve çoğu zaman 
vazgeçilemez önemde işlevler yüklemiş, bu işlevlerin karşılığında bu nüfus önce ekonomik 
mekânda süreklilik kazanmış ve bu süreklilik sonucu siyasal mekâna giriş yaparak bu 
mekânda da vazgeçilemez önemde işlev yüklenmiştir (Şenyapılı, 2006: 119). 
Bu nedenlerden dolayı da ülkemizde gecekondu sayısı gün geçtikçe artmıştır. Şöyle ki, 
1940'ların sonuna doğru, büyük kentlerde 23-30 bin gecekondu bulunurken, bu sayı 1960'da 
240 bine, 1983'te ise 1,5 milyona yükselmiştir. 1990 yılı itibariyle, Türkiye'de 1 milyon 750 
bin gecekondu bulunduğu tahmin edilmektedir (Keleş, 1990: 78, aktaran; DPT, 1997). 
Siyasal mekânda da gecekondunun yer almasıyla gecekondu alanları siyasi rant 
çeperlerine dönüşmüştür. Bu da zamanla yasal düzenlemelerin oy kaygısıyla altüst edilmesine 
ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelinemeyecek bir noktaya erişmesine yol açmıştır. Bu 
aşamada devreye giren enformel çözüm yollarının bedeli çok yüksek düzeylere erişmiştir. 
Kent çevresindeki hemen her tür alan vahşi bir yapılaşmaya açılmış, kentlerin yerine konması 
mümkün olmayan tarihsel değerleri yitip gitmiştir. Sonuçta ortaya çıkan, kalitesiz sıfatını her 
ölçüde sonuna dek hak edecek bir tarihsel çevre ortaya çıkmıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2003: 
98). Ayrıca bu süreçte konut alanlarında meydana gelen sağlıksız yapılaşmanın da bünyesinde birçok tehlikeyi ve sorunları barındırdığı tartışılmaz bir gerçektir. 

Bunun acı meyvelerini de 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 yılında yaşadığımız depremler sonunda binlerce can kaybı ve trilyonlarca maddi kayıpla almış bulunmaktayız. 
Türkiye’de iç göçle kente gelenler arasındaki katmanlaşmanın ilk boyutunu, görüldüğü 
gibi gecekondu topraklarının değerlendirilmesi meydana getirmektedir. Fakat kentlerin 
büyüme ekseninin farklı olmasından ötürü, tüm gelenlerin toprak rantından eş zamanlı eş düzeyli yararlanmaları söz konusu olmadığı için, göçmenlerin sosyal katmanlaşmasıda 
farklı düzeylerde gerçekleşmiştir (Peker, 1999: 299). 
İç göçün ülkemizdeki sonuçlarının gecekonduyla sınırlı olmadığı herkesçe kabul 
edilen bir gerçektir. Bunun dışında iç göçle beraber hızlanan kentleşme büyük etkileri olan bir 
toplumsal erozyonu da beraberinde getirmiştir. Bu erozyonun kırsal alanlar üzerindeki etkisi; 
geçim olanakları daralmış bu yerleşmelerde yaşayanların büyük düşlerle kentlere göçmesi, 
köylerin atılgan, genç, becerikli ve girişimci öğelerini yitirmesi biçiminde yüzünü 
göstermiştir. Büyük kentlere gelenlerin çoğu, baba ocaklarından, alışagelmiş oldukları 
çevrelerinden uzaklaşmış olduklarından, ihtiyaç duydukları maddi ve manevi desteklerden 
yoksun kalmışlardır. Parlak iş hayalleriyle geldikleri büyük kentlerde, çoğu kez bunlara 
erişemediklerini görüp; işsiz ya da gizli işsiz durumuna gelmişlerdir. Küçük köy topluluğunun 
oynadığı denetim işlevinin etkinliğini yitirmesinden dolayı, toplum için yararlı olmayan, hatta 
zararlı yollara kapılmaları olasılığı da artmıştır (Keleş, 2002: 74-75). 
Söz konusu toplumsal erozyonun kentlerde görülen birçok belirtileri vardır. 
Ülkemizde kentlerin sanayileşme seviyesinin düşük olması, kente göçenlerin kalifiye 
olmamaları ve göçün yoğunluğu ile birlikte kentlerde önemli bir işsizlik sorunu 
yaşanmaktadır (Erjem, 2008: 22). Bundan dolayı da iş gücü, ‘ikincil ekonomik kesimler’ 
olarak adlandırılan marjinal ekonomik kesimlere yönelmektedir. Girişin kolay olduğu, büyük 
sermaye gerektirmeyen ve müşterinin kolay erişebildiği işler olan marjinal işlerin, sosyal 
güvencesi olmayan, bilgi ve deneyim gerektirmeyen işler olduğu, genel kabul gören 
özellikleri arasındadır. Ülkemizde bu kesimin genişlemesi ile iş gücü piyasası 
örğütsüzleşmeden uzak ve iş gücünün zararına işleyen bir görünüme kavuşmuştur. Ayrıca 
gittikçe büyüyen marjinal kesim çok sayıda kaynak israfına da yol açmaktadır (Şenyapılı 
1982: 107, aktaran; Tekşen, 2003: 79). 

İç göçün neden olduğu toplumsal erozyonun bir diğer belirtisi de, iç göç olgusuyla 
hızlanan kentleşme neticesinde, kentlerin gerek nüfus, gerekse alan olarak büyümesinin yol 
açtığı ulaşım ve trafik sorunlarıdır. Bu sorunlardan dolayı, kentlerin konut bölgelerinden, iş ve 
ticaret yerlerinin toplu olarak bulunduğu, merkez bölgelerine doğru yönelen önemli bir yolcu 
trafiği belirmekte, özellikle gün içinde mesai başlangıç ve bitiş saatlerinde ulaşım, yavaşlama 
ve tıkanmalarla güçlükle sağlanabilmektedir, şehir içi seyahatler uzun sürmektedir (Kutlu, 
1986: 212).
 Ülkemizde yaşanan yoğun iç göç hareketinin beraberinde getirdiği sonuçlardan bir diğeri de kentlerde meydana gelen kültürel değişmeler ve uyum sorunudur. 
Güngör (2003, 230)’ün belirttiği gibi kırdan kente göç eden yığınlar ilk aşamada kente beraberinde kendi yaşam biçimlerini, değerlerini, gelenek ve göreneklerini, ritüellerini de getirirler. 
Dolayısıyla kırdan kente bir kültürel akış gerçekleşir. Bu da kentli toplumsal ve kültürel yapının çözülmesi, kentte bu anlamda bir taşralaşma sürecine neden olur. Diğer yandan kente göç eden insanların zamanla geldikleri köylere, kasabalara kısa süreli gidiş gelişleri söz konusu olur ki bu gidiş gelişler, kente özgü birtakım toplumsal ve kültürel değerlerin kıra taşınmasına da neden olur. Zaman içinde kentler de taşralaşma sürecine, taşra da kentleşme sürecine doğru gitmektedir.

 Bunun dışında ülkemizde yaşanan iç göç hareketinin kentlerdeki siyasal hayatı olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Türkiye’de kırsal kesimlerdeki seçmenin oyunu tam bir demokrasi bilinci içinde ve kendi inandığı ideolojik değerler veya kendi siyasal fikirleri ve kararları doğrultusunda kullandığını söylemek oldukça güçtür. Yeterli düzeyde bilince sahip olmayan bu seçmen kitlesinin (Görentaş, 2008) mobilize oy, patron-yanaşma ilişkilerinin hâkim olduğu köylük yerlerde, belirli bir patronun ya da ağanın güdümünde ve onun istediği yönde oy kullandığı bilinmektedir (Vergin, 1986: 42). 

Dolayısıyla bu seçmen kitlesi kırsal alanlarda çok küçük vaatlerle ve propagandalarla 
kolayca kandırılıp, oyları istenen tarafa yönlendirilmektedir. Dolayısıyla gerekli siyasal 
birikime ve bilinç düzeyine sahip olmayan bu kitlenin iç göçle kente gelmesi sonucu, 
kentlerdeki seçimlerde oy vermesi ve bu oyların kentlerin geleceğini tayin etmesi ülkemizde 
kentleşme için son derece vahim bir durumdur. 
Görentaş (2008)’ın belirttiği gibi söz konusu kitle kent merkezinin çevresine 
oluşturduğu, gün geçtikçe sayıları artan, şehrin fiziksel ve kültürel dokusuyla taban tabana zıt 
yapılar olan gecekondularına tapu alabilmek için bu yapıyı destekleyen, bu yönde vaatlerde 
bulunan siyasi partilere arka çıkmıştır. Kısaca Türkiye’de köyden kente yapılan göç 
hareketleri kentteki siyasal hayatı olumsuz yönde etkilediği gibi, çarpık ve sağlıksız bir 
kentleşmeye de neden olmuştur. 
Ayrıca ülkemizde iç göçle kentlere yönelen yoğun nüfus akımı nedeniyle kentlerde 
kanalizasyon yetersizliği, içme suyu ve elektrik sıkıntıları, toplu taşıma araçlarının 
yetersizliği, okul, kitaplık, yeşil alan eksikliği, hava ve gürültü kirliliği (Keleş, 2002: 74-75), 
suç oranının yükselmesi, güvenlik sorunları gibi birçok sorun belirmiştir.
 Özellikle kırdan kentlere yönelik olarak gerçekleşen iç göçün ülke ekonomisine büyük 
bir yük getirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Yukarıda da değinilen marjinal kesimlerde çalışan 
iş gücü kayıt dışı ekonomiye yol açmaktadır. Bunun dışında gelişigüzel ve akılcı olmayan 
şekillerde yapılan gecekondulara altyapı hizmeti götürmek için devletçe yapılan harcamalar, 
planlı bir yapı için yapılan harcamaların kat kat üstünde kalmaktadır. Ayrıca köyden kente 
yapılan göçlerle kendi toprağında çiftçi olarak çalışan toprak sahibi köylülerin, topraklarını 
bırakmalarından dolayı, kırsal kesimde tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde önemli miktarda 
azalmaların olduğu gözlenmiştir (Görentaş, 2008). 

Bunun dışında değinilmesinde yarar görülen diğer bir husus da, ülkemizde 1980’li 
yıllardan beri gerçekleşen zorunlu göçlerin sonuçlarıdır. Gürbüz (2005: 213)’ün belirttiği gibi 
zorunlu göçler sonunda, göç edilen bölgelerde tarım ve hayvancılığa dayalı faaliyetlerle 
geçimini sürdüren yurttaşlar göç sonrası yeni yerleşim alanlarında işsizlik, sefalet ve 
yoksulluk gibi sorunlarla karşılaşmışlardır. Ayrıca zorunlu göç öncesi ülkenin et ve süt 
ürünleri ihtiyacının önemli bir bölümü bu bölgelerden sağlanmaktaydı. Ancak göç sonrasında 
bu bitme aşamasına gelmiştir ve bu ürünler dışalım (ithalat) yoluyla alınmaktadır. Zorunlu 
göç sonrası aile reisleri iş bulamazken, gençler ve çocuklar ise geçici-dönemsel işlerde sosyal 
güvencesi olmayan, kalitesiz işlerde düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalmıştır. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder