TÜRKİYEDE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME. BÖLÜM 4
3. TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLERİN SONUÇLARI
Sanayi toplumu olma yolunda hızlı bir ilerleme gösteremeyen Türkiye’de meydana
gelen iç göçler sonunda kentsel alanlar hızla akan kırsal nüfusu aynı hızda emme gücüne
sahip olamamıştır. Bir yandan kırsal alanlardan akan işgücünü istihdam edecek sanayi aynı
hızla gelişmemiş, diğer yandan kentsel alanlar gelen nüfusu barındıracak konut gereksinimini
karşılayamamıştır. Sonuç olarak, gecekondularda yaşayan ve ikincil ekonomik sektörlerde
geçimini sağlamaya çalışan bir göçmen kitlesi, kent nüfusunun ağırlıklı bir parçasına
dönüşmüş; “kentleşme” ve “kentlileşme” farklılığı da bu çerçevede tartışılmaya başlanmıştır
(İçduygu ve Sirkeci, 1999b: 252).
İç göçün ülkemizde neden olduğu sonuçlardan en önemli olanlarını ana hatlarıyla
özetleyen bu paragraftan da kısmen anlaşılabileceği gibi, Cumhuriyet ile beraber kalkınma
çabalarının hız kazandığı ülkemizde kentler iç göçle gelen nüfus hareketinden büyük ölçüde
etkilenmiştir. Böyle olunca Batı toplumlarında görülenin aksine Türkiye’deki kentler ani ve
sıçramalı bir büyüme göstermiş ve Türkiye bu sürece hazırlıksız yakalanmıştır. Başka bir
ifadeyle Türkiye’deki kentleşme, sanayileşme ile yakın ilişki içinde olmasına rağmen,
sanayileşme ile orantılı bir gelişme göstermediği ve sanayileşmenin doğurduğu ihtiyaçlara
uygun olmadığı için, sağlıksız ve düzensiz bir şekilde gelişme göstermiştir (Karaman, 1998:
35, aktaran; Bulut, 2005: 37).
Bu düzensizliğin ana sebeplerinden biri de hiç şüphesiz ki yoğun bir şekilde yaşanan
gecekondulaşma sürecidir. Ülkemizde tümüyle olmasa da genel olarak köylerden ve kırsal
kasabalardan göç eden insanlar, düzensiz sanayi merkezlerinin çirkinleştirdiği kentlere
geldiklerinde barınabilecekleri bir yere en çok ihtiyaç duymuşlardır. Ancak içinde yaşamı
sürdürmenin oldukça pahalı olduğu kentlerin lüks konutlarından yararlanmak bu insanlar için
imkânsızdır (Çakır, 2007: 33-34). Bu yüzden bu kişiler bu fiyatlar karşısında çözüm
arayışlarına gitmişlerdir ve bunun sonucunda çözüm mekânı olarak da gecekonduyu
bulmuşlardır. Yani gecekondu düşük gelirli istihdam alanlarında çalışan ve sosyokültürel
farklılıklardan dolayı kente uyum göstermekte zorlanan bir nüfusun, mülkiyeti başkalarına ait
topraklar üzerine yasal olmayan yollardan yapılmış konutlara yerleşmesiyle ortaya çıkmış bir
olgudur (Tekşen, 2003: 45). Bu olguyu artıran nedenlerden biri de, ülkemizde sanayileşme
sürecinde kentleşmenin sanayileşme için itici bir güç olarak kabulüyle iç göç olayı ülke
ölçüsünde bir boyut kazanırken, bu ülke boyutundaki yeni yerleşme düzeni sorununun
cevaplandırılmasının yerel yönetimlerin imkânlarına terk edilmesidir. Bu durumda yerel
yönetimler de hızlı bir tempoyla kentlerine gelen kırsal nüfusun yerleşme gereksinimlerini
karşılayamamış ve göçen nüfus kendi imkânlarıyla bu sorunu çözümlediğinde de sonuç, kamu
elindeki arazilerin bir gecede inşa edilen gecekondularla kullanılması olmuştur (Erdem, 1986: 188-189).
Gecekondu olgusu kırdan kente göçen nüfusun içine girmiş olduğu yoğun çözüm
arayışı sürecinde en başarılı olduğu alandır. Göçmen nüfus, gecekondu yaparak sadece
barınma sorununu çözmemiştir, aynı zamanda gecekonduyu bir yatırım aracı olarak da
kullanmıştır. Kentteki biriktirimlerini ve kırdaki kaynaklarını önemli ölçüde gecekonduya
kanalize etmiştir. Böylece hem barınmıştır, hem de servet biriktirerek sosyal güvenlik
ihtiyacını karşılaşmıştır. Ancak tek tek kişiler açısından yararlı gibi görünen bu işleyiş, büyük
toplumsal kaynakların israfına neden olmuştur (Kartal, 1992: 38).
Buna rağmen devlet ve piyasa güçlerinin ağırlık değiştirerek denge aradığı ekonomik
modeller içinde yapılanan emek piyasası ise, gecekondu nüfusunun sunduğu ucuz emeği her
modelin içinde farklı değerlendirmiş, zaman içinde bu emeğe farklı ve çoğu zaman
vazgeçilemez önemde işlevler yüklemiş, bu işlevlerin karşılığında bu nüfus önce ekonomik
mekânda süreklilik kazanmış ve bu süreklilik sonucu siyasal mekâna giriş yaparak bu
mekânda da vazgeçilemez önemde işlev yüklenmiştir (Şenyapılı, 2006: 119).
Bu nedenlerden dolayı da ülkemizde gecekondu sayısı gün geçtikçe artmıştır. Şöyle ki,
1940'ların sonuna doğru, büyük kentlerde 23-30 bin gecekondu bulunurken, bu sayı 1960'da
240 bine, 1983'te ise 1,5 milyona yükselmiştir. 1990 yılı itibariyle, Türkiye'de 1 milyon 750
bin gecekondu bulunduğu tahmin edilmektedir (Keleş, 1990: 78, aktaran; DPT, 1997).
Siyasal mekânda da gecekondunun yer almasıyla gecekondu alanları siyasi rant
çeperlerine dönüşmüştür. Bu da zamanla yasal düzenlemelerin oy kaygısıyla altüst edilmesine
ve kentleşme sorunlarının üstesinden gelinemeyecek bir noktaya erişmesine yol açmıştır. Bu
aşamada devreye giren enformel çözüm yollarının bedeli çok yüksek düzeylere erişmiştir.
Kent çevresindeki hemen her tür alan vahşi bir yapılaşmaya açılmış, kentlerin yerine konması
mümkün olmayan tarihsel değerleri yitip gitmiştir. Sonuçta ortaya çıkan, kalitesiz sıfatını her
ölçüde sonuna dek hak edecek bir tarihsel çevre ortaya çıkmıştır (Işık ve Pınarcıoğlu, 2003:
98). Ayrıca bu süreçte konut alanlarında meydana gelen sağlıksız yapılaşmanın da bünyesinde birçok tehlikeyi ve sorunları barındırdığı tartışılmaz bir gerçektir.
Bunun acı meyvelerini de 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 yılında yaşadığımız depremler sonunda binlerce can kaybı ve trilyonlarca maddi kayıpla almış bulunmaktayız.
Türkiye’de iç göçle kente gelenler arasındaki katmanlaşmanın ilk boyutunu, görüldüğü
gibi gecekondu topraklarının değerlendirilmesi meydana getirmektedir. Fakat kentlerin
büyüme ekseninin farklı olmasından ötürü, tüm gelenlerin toprak rantından eş zamanlı eş düzeyli yararlanmaları söz konusu olmadığı için, göçmenlerin sosyal katmanlaşmasıda
farklı düzeylerde gerçekleşmiştir (Peker, 1999: 299).
İç göçün ülkemizdeki sonuçlarının gecekonduyla sınırlı olmadığı herkesçe kabul
edilen bir gerçektir. Bunun dışında iç göçle beraber hızlanan kentleşme büyük etkileri olan bir
toplumsal erozyonu da beraberinde getirmiştir. Bu erozyonun kırsal alanlar üzerindeki etkisi;
geçim olanakları daralmış bu yerleşmelerde yaşayanların büyük düşlerle kentlere göçmesi,
köylerin atılgan, genç, becerikli ve girişimci öğelerini yitirmesi biçiminde yüzünü
göstermiştir. Büyük kentlere gelenlerin çoğu, baba ocaklarından, alışagelmiş oldukları
çevrelerinden uzaklaşmış olduklarından, ihtiyaç duydukları maddi ve manevi desteklerden
yoksun kalmışlardır. Parlak iş hayalleriyle geldikleri büyük kentlerde, çoğu kez bunlara
erişemediklerini görüp; işsiz ya da gizli işsiz durumuna gelmişlerdir. Küçük köy topluluğunun
oynadığı denetim işlevinin etkinliğini yitirmesinden dolayı, toplum için yararlı olmayan, hatta
zararlı yollara kapılmaları olasılığı da artmıştır (Keleş, 2002: 74-75).
Söz konusu toplumsal erozyonun kentlerde görülen birçok belirtileri vardır.
Ülkemizde kentlerin sanayileşme seviyesinin düşük olması, kente göçenlerin kalifiye
olmamaları ve göçün yoğunluğu ile birlikte kentlerde önemli bir işsizlik sorunu
yaşanmaktadır (Erjem, 2008: 22). Bundan dolayı da iş gücü, ‘ikincil ekonomik kesimler’
olarak adlandırılan marjinal ekonomik kesimlere yönelmektedir. Girişin kolay olduğu, büyük
sermaye gerektirmeyen ve müşterinin kolay erişebildiği işler olan marjinal işlerin, sosyal
güvencesi olmayan, bilgi ve deneyim gerektirmeyen işler olduğu, genel kabul gören
özellikleri arasındadır. Ülkemizde bu kesimin genişlemesi ile iş gücü piyasası
örğütsüzleşmeden uzak ve iş gücünün zararına işleyen bir görünüme kavuşmuştur. Ayrıca
gittikçe büyüyen marjinal kesim çok sayıda kaynak israfına da yol açmaktadır (Şenyapılı
1982: 107, aktaran; Tekşen, 2003: 79).
Türkiye’de iç göçle kente gelenler arasındaki katmanlaşmanın ilk boyutunu, görüldüğü
gibi gecekondu topraklarının değerlendirilmesi meydana getirmektedir. Fakat kentlerin
büyüme ekseninin farklı olmasından ötürü, tüm gelenlerin toprak rantından eş zamanlı eş düzeyli yararlanmaları söz konusu olmadığı için, göçmenlerin sosyal katmanlaşmasıda
farklı düzeylerde gerçekleşmiştir (Peker, 1999: 299).
İç göçün ülkemizdeki sonuçlarının gecekonduyla sınırlı olmadığı herkesçe kabul
edilen bir gerçektir. Bunun dışında iç göçle beraber hızlanan kentleşme büyük etkileri olan bir
toplumsal erozyonu da beraberinde getirmiştir. Bu erozyonun kırsal alanlar üzerindeki etkisi;
geçim olanakları daralmış bu yerleşmelerde yaşayanların büyük düşlerle kentlere göçmesi,
köylerin atılgan, genç, becerikli ve girişimci öğelerini yitirmesi biçiminde yüzünü
göstermiştir. Büyük kentlere gelenlerin çoğu, baba ocaklarından, alışagelmiş oldukları
çevrelerinden uzaklaşmış olduklarından, ihtiyaç duydukları maddi ve manevi desteklerden
yoksun kalmışlardır. Parlak iş hayalleriyle geldikleri büyük kentlerde, çoğu kez bunlara
erişemediklerini görüp; işsiz ya da gizli işsiz durumuna gelmişlerdir. Küçük köy topluluğunun
oynadığı denetim işlevinin etkinliğini yitirmesinden dolayı, toplum için yararlı olmayan, hatta
zararlı yollara kapılmaları olasılığı da artmıştır (Keleş, 2002: 74-75).
Söz konusu toplumsal erozyonun kentlerde görülen birçok belirtileri vardır.
Ülkemizde kentlerin sanayileşme seviyesinin düşük olması, kente göçenlerin kalifiye
olmamaları ve göçün yoğunluğu ile birlikte kentlerde önemli bir işsizlik sorunu
yaşanmaktadır (Erjem, 2008: 22). Bundan dolayı da iş gücü, ‘ikincil ekonomik kesimler’
olarak adlandırılan marjinal ekonomik kesimlere yönelmektedir. Girişin kolay olduğu, büyük
sermaye gerektirmeyen ve müşterinin kolay erişebildiği işler olan marjinal işlerin, sosyal
güvencesi olmayan, bilgi ve deneyim gerektirmeyen işler olduğu, genel kabul gören
özellikleri arasındadır. Ülkemizde bu kesimin genişlemesi ile iş gücü piyasası
örğütsüzleşmeden uzak ve iş gücünün zararına işleyen bir görünüme kavuşmuştur. Ayrıca
gittikçe büyüyen marjinal kesim çok sayıda kaynak israfına da yol açmaktadır (Şenyapılı
1982: 107, aktaran; Tekşen, 2003: 79).
İç göçün neden olduğu toplumsal erozyonun bir diğer belirtisi de, iç göç olgusuyla
hızlanan kentleşme neticesinde, kentlerin gerek nüfus, gerekse alan olarak büyümesinin yol
açtığı ulaşım ve trafik sorunlarıdır. Bu sorunlardan dolayı, kentlerin konut bölgelerinden, iş ve
ticaret yerlerinin toplu olarak bulunduğu, merkez bölgelerine doğru yönelen önemli bir yolcu
trafiği belirmekte, özellikle gün içinde mesai başlangıç ve bitiş saatlerinde ulaşım, yavaşlama
ve tıkanmalarla güçlükle sağlanabilmektedir, şehir içi seyahatler uzun sürmektedir (Kutlu,
1986: 212).
Ülkemizde yaşanan yoğun iç göç hareketinin beraberinde getirdiği sonuçlardan bir diğeri de kentlerde meydana gelen kültürel değişmeler ve uyum sorunudur.
Güngör (2003, 230)’ün belirttiği gibi kırdan kente göç eden yığınlar ilk aşamada kente beraberinde kendi yaşam biçimlerini, değerlerini, gelenek ve göreneklerini, ritüellerini de getirirler.
Dolayısıyla kırdan kente bir kültürel akış gerçekleşir. Bu da kentli toplumsal ve kültürel yapının çözülmesi, kentte bu anlamda bir taşralaşma sürecine neden olur. Diğer yandan kente göç eden insanların zamanla geldikleri köylere, kasabalara kısa süreli gidiş gelişleri söz konusu olur ki bu gidiş gelişler, kente özgü birtakım toplumsal ve kültürel değerlerin kıra taşınmasına da neden olur. Zaman içinde kentler de taşralaşma sürecine, taşra da kentleşme sürecine doğru gitmektedir.
Bunun dışında ülkemizde yaşanan iç göç hareketinin kentlerdeki siyasal hayatı olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Türkiye’de kırsal kesimlerdeki seçmenin oyunu tam bir demokrasi bilinci içinde ve kendi inandığı ideolojik değerler veya kendi siyasal fikirleri ve kararları doğrultusunda kullandığını söylemek oldukça güçtür. Yeterli düzeyde bilince sahip olmayan bu seçmen kitlesinin (Görentaş, 2008) mobilize oy, patron-yanaşma ilişkilerinin hâkim olduğu köylük yerlerde, belirli bir patronun ya da ağanın güdümünde ve onun istediği yönde oy kullandığı bilinmektedir (Vergin, 1986: 42).
Dolayısıyla bu seçmen kitlesi kırsal alanlarda çok küçük vaatlerle ve propagandalarla
kolayca kandırılıp, oyları istenen tarafa yönlendirilmektedir. Dolayısıyla gerekli siyasal
birikime ve bilinç düzeyine sahip olmayan bu kitlenin iç göçle kente gelmesi sonucu,
kentlerdeki seçimlerde oy vermesi ve bu oyların kentlerin geleceğini tayin etmesi ülkemizde
kentleşme için son derece vahim bir durumdur.
Görentaş (2008)’ın belirttiği gibi söz konusu kitle kent merkezinin çevresine
oluşturduğu, gün geçtikçe sayıları artan, şehrin fiziksel ve kültürel dokusuyla taban tabana zıt
yapılar olan gecekondularına tapu alabilmek için bu yapıyı destekleyen, bu yönde vaatlerde
bulunan siyasi partilere arka çıkmıştır. Kısaca Türkiye’de köyden kente yapılan göç
hareketleri kentteki siyasal hayatı olumsuz yönde etkilediği gibi, çarpık ve sağlıksız bir
kentleşmeye de neden olmuştur.
Ayrıca ülkemizde iç göçle kentlere yönelen yoğun nüfus akımı nedeniyle kentlerde
kanalizasyon yetersizliği, içme suyu ve elektrik sıkıntıları, toplu taşıma araçlarının
yetersizliği, okul, kitaplık, yeşil alan eksikliği, hava ve gürültü kirliliği (Keleş, 2002: 74-75),
suç oranının yükselmesi, güvenlik sorunları gibi birçok sorun belirmiştir.
Özellikle kırdan kentlere yönelik olarak gerçekleşen iç göçün ülke ekonomisine büyük
bir yük getirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Yukarıda da değinilen marjinal kesimlerde çalışan
iş gücü kayıt dışı ekonomiye yol açmaktadır. Bunun dışında gelişigüzel ve akılcı olmayan
şekillerde yapılan gecekondulara altyapı hizmeti götürmek için devletçe yapılan harcamalar,
planlı bir yapı için yapılan harcamaların kat kat üstünde kalmaktadır. Ayrıca köyden kente
yapılan göçlerle kendi toprağında çiftçi olarak çalışan toprak sahibi köylülerin, topraklarını
bırakmalarından dolayı, kırsal kesimde tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde önemli miktarda
azalmaların olduğu gözlenmiştir (Görentaş, 2008).
kolayca kandırılıp, oyları istenen tarafa yönlendirilmektedir. Dolayısıyla gerekli siyasal
birikime ve bilinç düzeyine sahip olmayan bu kitlenin iç göçle kente gelmesi sonucu,
kentlerdeki seçimlerde oy vermesi ve bu oyların kentlerin geleceğini tayin etmesi ülkemizde
kentleşme için son derece vahim bir durumdur.
Görentaş (2008)’ın belirttiği gibi söz konusu kitle kent merkezinin çevresine
oluşturduğu, gün geçtikçe sayıları artan, şehrin fiziksel ve kültürel dokusuyla taban tabana zıt
yapılar olan gecekondularına tapu alabilmek için bu yapıyı destekleyen, bu yönde vaatlerde
bulunan siyasi partilere arka çıkmıştır. Kısaca Türkiye’de köyden kente yapılan göç
hareketleri kentteki siyasal hayatı olumsuz yönde etkilediği gibi, çarpık ve sağlıksız bir
kentleşmeye de neden olmuştur.
Ayrıca ülkemizde iç göçle kentlere yönelen yoğun nüfus akımı nedeniyle kentlerde
kanalizasyon yetersizliği, içme suyu ve elektrik sıkıntıları, toplu taşıma araçlarının
yetersizliği, okul, kitaplık, yeşil alan eksikliği, hava ve gürültü kirliliği (Keleş, 2002: 74-75),
suç oranının yükselmesi, güvenlik sorunları gibi birçok sorun belirmiştir.
Özellikle kırdan kentlere yönelik olarak gerçekleşen iç göçün ülke ekonomisine büyük
bir yük getirdiği tartışılmaz bir gerçektir. Yukarıda da değinilen marjinal kesimlerde çalışan
iş gücü kayıt dışı ekonomiye yol açmaktadır. Bunun dışında gelişigüzel ve akılcı olmayan
şekillerde yapılan gecekondulara altyapı hizmeti götürmek için devletçe yapılan harcamalar,
planlı bir yapı için yapılan harcamaların kat kat üstünde kalmaktadır. Ayrıca köyden kente
yapılan göçlerle kendi toprağında çiftçi olarak çalışan toprak sahibi köylülerin, topraklarını
bırakmalarından dolayı, kırsal kesimde tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde önemli miktarda
azalmaların olduğu gözlenmiştir (Görentaş, 2008).
Bunun dışında değinilmesinde yarar görülen diğer bir husus da, ülkemizde 1980’li
yıllardan beri gerçekleşen zorunlu göçlerin sonuçlarıdır. Gürbüz (2005: 213)’ün belirttiği gibi
zorunlu göçler sonunda, göç edilen bölgelerde tarım ve hayvancılığa dayalı faaliyetlerle
geçimini sürdüren yurttaşlar göç sonrası yeni yerleşim alanlarında işsizlik, sefalet ve
yoksulluk gibi sorunlarla karşılaşmışlardır. Ayrıca zorunlu göç öncesi ülkenin et ve süt
ürünleri ihtiyacının önemli bir bölümü bu bölgelerden sağlanmaktaydı. Ancak göç sonrasında
bu bitme aşamasına gelmiştir ve bu ürünler dışalım (ithalat) yoluyla alınmaktadır. Zorunlu
göç sonrası aile reisleri iş bulamazken, gençler ve çocuklar ise geçici-dönemsel işlerde sosyal
güvencesi olmayan, kalitesiz işlerde düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalmıştır.
yıllardan beri gerçekleşen zorunlu göçlerin sonuçlarıdır. Gürbüz (2005: 213)’ün belirttiği gibi
zorunlu göçler sonunda, göç edilen bölgelerde tarım ve hayvancılığa dayalı faaliyetlerle
geçimini sürdüren yurttaşlar göç sonrası yeni yerleşim alanlarında işsizlik, sefalet ve
yoksulluk gibi sorunlarla karşılaşmışlardır. Ayrıca zorunlu göç öncesi ülkenin et ve süt
ürünleri ihtiyacının önemli bir bölümü bu bölgelerden sağlanmaktaydı. Ancak göç sonrasında
bu bitme aşamasına gelmiştir ve bu ürünler dışalım (ithalat) yoluyla alınmaktadır. Zorunlu
göç sonrası aile reisleri iş bulamazken, gençler ve çocuklar ise geçici-dönemsel işlerde sosyal
güvencesi olmayan, kalitesiz işlerde düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalmıştır.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder