18 Ocak 2021 Pazartesi

TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞTE ETKİLİ OLAN DIŞ FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞTE ETKİLİ OLAN DIŞ FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ. BÖLÜM 2


Çok Partili Hayata Geçiş, Süreç, Dış Faktörler, Milli Şef Dönemi,Abdulvahap AKINCI, Sefa USTA,Türk Siyasal Hayatı, Türk Dış Politikası, Türk
Demokrasisi, Dörtlü Takrir,Varlık Vergisi,


Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçişte Etkili Olan Dış Faktörlerin Değerlendirilmesi

3.1. İkinci Dünya Savaşının Etkisi ve İzlenen Tarafsızlık Politikası

İkinci Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939 yılında Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla
başlamıştır. 3 Eylül’de İngiltere ve Fransa, Almanya’ya savaş açmıştır (Soysal, 1983:668). Savaş kısa zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nda stratejik ve jeopolitik önemi sebebiyle, müttefik ve mihver devletler tarafından, kendi yanlarında savaşa girmesi için Türkiye yoğun baskılara maruz bırakılmıştır. Ancak, Türkiye hem toprak bütünlüğünü korumak hem de bağımsızlığından taviz vermemek amacıyla tarafsızlık politikası izlemiştir (Akandere, 1998:269). Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında, tarafsızlık stratejisini kullanarak, savaş dışı kalma amacına ulaşmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). Savaşa girmede isteksiz davranılmasında, I. Dünya Savaşı'nın olumsuz sonuçlarının etkili olduğu söylenilebilir.

İngiliz hükümeti ve Churchill sürekli olarak, Türkiye’nin savaşa katılmasını istemiş, 1943 yılının Aralık ayında, Roosevelt ve Churchill’in Kahire’de buluşmasında ve 1944 yılındaki, İkinci Kahire Konferansı’nda bu husus vurgulanmıştır. Amerika ise, İngiltere’ye göre daha esnek davranmış, Türkiye’nin savaşa katılması noktasında çok ısrarcı olmamıştır  (Soysal, 1983:674: Sönmezoğlu, 1994: 85; Timur, 2003:53-54).

Türkiye savaşın ilk üç yılında dış ilişkilerinde denge politikası izlemiş, hem İngiliz
İttifakına sadık kalmayı sürdürmüş hem de Almanya ile ilişkilerini güçlendirmiştir. 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması (Akandere, 1998: 273); 1941’de Almanya ile Saldırmazlık Paktı imzalanması (Sönmezoğlu, 1994: 83) bu durumun bir göstergesidir. Türkiye bu süreçte Almanya ile ilişkilerini sıcak tutarak, 1943 ve 1944 yıllarında Almanya ile ticari anlaşmalar imzalamıştır (Timur, 2003: 54).
Daha sonraki süreçte, İngiltere ve ABD Türkiye’ye verdikleri bir nota ile Almanya’ya yapılan krom sevkiyatı nın durdurulmasını istemişlerdir (Akandere, 1998:301). Bu durum karşısında 1941–43 yılları arasında, savaşta üstünlüğü elinde tutan Almanya ile sıkı ilişkiler içinde olan Türkiye (İncioğlu, 2007: 258), 21 Mart 1944 tarihinde, Almanya’ya yapılan ve stratejik önem taşıyan krom ihracatını durdurmuş (Turan, 2003:255), boğazlardan geçen Alman gemilerine sıkı bir denetim uygulamıştır (Sönmezoğlu, 1994: 85).

Diğer taraftan, İngiltere ve ABD, Türkiye’den Almanya ile ekonomik ve diplomatik
ilişkilerini kesmelerini istemiş (Akandere, 1998: 305), bu durum CHP meclis grubunda ele alınmış ve 2 Ağustos 1944’de Almanya ile diplomatik ilişkiler, 6 Ocak 1945'de ise Japonya ile siyasi ve ticari ilişkiler kesilmiştir. (Soysal, 1983:674-675). Dönemin şartları içinde değerlendirildiğinde, savaşın kaybedenlerinin belli olması, Türkiye’yi bu adımları atmaya zorlamıştır şeklinde bir çıkarımda bulunulabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, Almanya, İtalya ve Japonya’da faşist yönetimler yıkılmış, otoriter ve totaliter akımların çekiciliği kaybolmuştur (Erdoğan, 2003: 72). 
Bu durum, tüm dünyada tek partili diktatörlük yönetimine dayanan siyasal sistemlerin gözden düşmesine ve serbest seçime dayanan liberal demokrasilerin canlanmasına yol açmıştır (Tunçay, 1989:138).

Bununla birlikte, savaşı ABD ve İngiltere gibi demokratik cepheyi oluşturan müttefiklerin kazanması ile birlikte, Türkiye yeni bir yol ayrımına girmiş ve bu durum ülkedeki siyasal rejimin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacını doğurmuştur (Dursun, 2000: 15). Türkiye savaştan sonra ya tek parti rejimini koruyacak ya da çok partili demokratik düzene geçecekti (Dursun, 2007: 29). II. Dünya Savaşı sırasında tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, savaş sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünyada batı bloku içinde yer alarak tercihini yapmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası ortamda en geçerli rejimin liberal demokrasiler olması, BM Anayasasının ortaya koyduğu temel ilkelerin, devletlerin demokrasiye geçmelerini zorunlu kılması, Türkiye’nin çok partili hayata geçişini hızlandırmıştır (Akandere, 1998:344). 
Tüm bu gelişmelerin yeni dünya düzenine uyum çabaları olarak değerlendirilmesi mümkündür.

3.2. Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin İmzalanması ve Birleşmiş Milletlere Üyelik Süreci

4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında savaş sonrası kurulacak, yenidünya düzeninin ilkelerini belirlemek amacıyla Kırım’ın Yalta şehrinde Yalta Konferansı düzenlenmiştir (Ekinci, 1997:251-252). Yalta Konferansı sonrasında Avrupa’da demokratik yönetimlerin oluşturulacağına dair “Kurtarılmış Avrupa Demeci” yayınlanmıştı (Çufalı, 2005:402). Bir kısım ülkeler savaşı kaybettikten sonra galip devletler tarafından demokratikleştirilirken, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bir grup devlet de sırf demokratik blok savaşı kazandığı için kendilerini demokratikleşmeye mecbur hissetmişlerdir (Dursun, 2005:178-179;
Huntington, 2007: 42; Karadağ, 2005:316). Kazananlarla birlikte olmanın ve onların değerlerini paylaşmanın Batılı devletler tarafından kabul görmede etkili olacağı düşüncesiyle hareket edildiği de vurgulanması gereken bir husustur (Akıncı, 2014:57). Bu konferansta 8 Şubat 1945 günü, o güne kadar Almanya’ya savaş ilan etmiş devletlerin San Francisco Konferansı’na katılabilecekleri belirtilmiştir. Türkiye’nin de 1 Mart 1945’e kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi durumunda, San Francisco Konferansı’na katılabileceği kararlaştırılmıştır. Türkiye, İngiliz Hükümeti tarafından, kendilerine verilen
bu notayı mecliste görüşerek karara bağlamıştır (Akandere, 1998:309-311; Soysal, 1983:675-676).
Daha sonra Yalta Konferansı kararları uyarınca (Sönmezoğlu, 1994:82), savaşın son günlerinde 23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir (Ahmad ve Ahmad; 1976:12). Savaş ilanı verildiği günün ertesi günü, ABD ile “Ödünç Verme ve Kiralama Antlaşması” imzalanmıştır (Dursun, 1999:36). Ayrıca, Almanya ve Japonya’ya yapılan savaş ilanı Türkiye’nin San Francisco Konferansı’na katılmasını sağlamış ve bu sayede, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Beyannamesi’ni imzalama hakkı doğmuştur. Bu durum Türkiye’yi batı dünyasına ve özellikle ABD’ye daha da yaklaştırmıştır (Erdoğan, 2003: 72). 5 Mart 1945’de müttefik devletler, Türkiye’yi San Francisco toplantısına resmen davet etmişlerdir (Akandere, 1998:314).

İkinci Dünya Savaşını Almanya ve İtalya gibi totaliter tek partili rejimlere sahip ülkelerin başlatmış olması sebebiyle, otoriter ve totaliter rejimlere karşı şiddetli bir tepki dile getirilmiştir. Bu eleştirilerden milli şefin hâkim olduğu tek partili bir siyasal rejime sahip olan Türkiye de nasibini almış, savaş sonrası, İngiliz yayın organları, Türkiye’yi eleştiren yayınlar yapmışlardır (Akandere, 1998:337-338).
Bu tepkiler karşısında, Yalta Konferansı sonrası, San Francisco’ya çağrılan Türkiye’de bu konferanstan önce bir dizi değişikliklere gidilmiştir. Tan, Vatan, Tasvir-i Efkâr gazetelerine yayın izni verilmiş, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak 1944’de emekliye ayrılarak, silahlı kuvvetler üzerinde sivil denetim yetkisi kurulmak istenmiştir (Çufalı, 2005:402- 403). 

Bu konferansa giden Türk heyetinde yer alan Feridun Erkin’in ifadelerine göre,
İnönü, Amerikalıların sorması halinde, “en kısa zamanda demokrasiye geçileceği nin” söylenmesi talimatını vermiştir (Karatepe, 2001: 95). Söz konusu beyan dahi Türkiye’nin demokrasiye geçişinde dış faktörlerin belirleyici rolünü ortaya koymaktadır.
Bu arada, Türkiye’yi Dışişleri Bakanı, Hasan Saka’nın başkanlığında bir heyetin temsil ettiği San Francisco Konferansı 25 Nisan 1945’de toplanmıştır. 
Hasan Saka bu konferansta Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçişte Etkili Olan Dış Faktörlerin Değerlendirilmesi “Savaştan sonra her türlü demokratik akımların gelişmesine izin verileceğini” vurgulamıştır (Çufalı, 2005:403). Saka, Reuters Ajansına verdiği demeçle, “Cumhuriyet rejiminin modern demokrasi yolu üzerinde azimle gelişeceğini” ifade ederek, Türkiye’nin yeni bir yola girdiğinin işaretlerini vermiştir (Dursun, 2001: 13). Bununla birlikte, 19 Mayıs 1945 tarihli konuşmasında İnönü, “Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin, gelişmeye devam
edeceği ve savaş bittikten sonra, Türkiye’nin siyaset ve fikir hayatında demokrasi
prensiplerinin hüküm süreceğini” açıklamıştır (Dursun, 1999: 37).
Bütün bu açıklamalar ve girişimler sonucunda, 26 Haziran 1945’de Türkiye, diğer
devletlerle birlikte Birleşmiş Milletler Antlaşmasını onaylamış, bu antlaşma 15 Ağustos 1945 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir (Akandere, 1998: 336-337). 

Birleşmiş Milletler Yasası 24 Ekim 1945 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Soysal, 1983:677).
Türkiye Birleşmiş Milletler Anayasası’nı onaylayarak, çok partili demokrasiye geçmeyi kabul etmiştir. Menderes, mecliste yapmış olduğu konuşmada bunu şu şekilde dile getirmiştir: “Birleşmiş Milletler Sözleşmesini kabul eden ülkelerin demokrasi prensiplerine uygun olarak vatandaşlarının özgürlüklerinin ve siyasi haklarının saklı tutulmasını taahhüt ettiklerini kabul etmişlerdir…” diyerek çok partili demokratik hayata geçişin gerekli olduğunu vurgulamıştır (Akandere, 1998:343-344). Buradan yola çıkılarak, Türkiye'de çok partili hayata geçişin, oluşturulan yenidünya düzeninde yer alabilmek için bir zorunluluk olarak görüldüğü yönünde bir değerlendirmede bulunulabilir.

3.3. Sovyetler Birliği Tehdidi: SSCB'nin Türkiye’den Toprak ve Üs Talebinde Bulunması

Çok partili hayata geçiş sürecini hızlandıran en önemli dış etkenlerden birisi de, SSCB ile Türkiye’nin dış ilişkilerinin bozulmasıdır (Karatepe, 2001: 95). Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler 1920’li ve 1930’lu yıllarda Türk dış siyasetinin önemli köşe taşlarından birisi olmuştur (Zürcher, 2007:302). SSCB ile Türkiye arasında 1921 Moskova Antlaşması ile başlayan, 1925 Antlaşmasıyla yenilenen ikili ilişkiler, 1939’da SSCB’nin boğazlara ilişkin bazı istekleri nedeniyle bozulmuştur (Sönmezoğlu, 1994: 85). Sovyetler Birliği ile olan iyi ilişkiler dolayısıyla Türkiye, dengeli bir dış politika izlemek ve ondan faydalanmak amaçlamaktayken, kendi topraklarına dönük talepler, zorunlu olarak Türkiye’nin batıya yanaşmasına yol açmıştır.
SSCB, 1945 yılının Mart ayında Ankara’ya bir nota vererek, 17 Aralık 1925 Saldırmazlık Antlaşmasını uygulamayacağını bildirmiştir. SSCB, yeni şartlara uyum sağlayabilmek için bu antlaşmada değişikliğe gidilmesi gerektiğini belirtmiş, boğazlarda üs ve doğu sınırında toprak talebinde bulunmuştur (Karatepe, 2001: 95). SSCB’nin 7 Ağustos ve 24 Eylül 1946 tarihlerinde Türkiye’ye gönderdiği notalar (Sönmezoğlu, 1994: 86) karşısında ABD hükümeti Türkiye’nin kararlı bir yol tutmasını tavsiye etmiş (Zürcher, 2007:303) ve bu durumdan cesaret alan Türkiye 22 Ağustos ve 18 Ekim tarihlerinde verdiği notalarla SSCB’nin isteklerini reddetmiştir (Soysal, 1997: 27-33).

Savaşın galiplerinden olan SSCB’nin 1945 ve 1946 yıllarında iki defa Türkiye’ye nota göndererek, taleplerde bulunması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarıyla ABD’ye yanaşmasını çabuklaştırmıştır (Erdoğan, 2003: 72). Bu durum, Türkiye’nin batılı ülkelerin desteğini almak üzere girişimlerde bulunmasına sebep olmuştur (İncioğlu, 2007:258). O dönem içerisinde Türkiye'nin Batı bloğunun desteğini almadan Sovyetler Birliği’ne karşı kendini savunabilmesi mümkün görünmüyordu.
Türkiye-Sovyet İlişkilerinin bozulması, Türkiye’nin Amerikancı bir politika izlemesine de yol açmıştır (Timur, 2003: 66). SSCB tehdidi karşısında Türkiye, demokrasiyle yönetilen batılı ülkelere yönelmeye başlamıştır. Bunun için Türkiye’nin önünde iki seçenek vardı;  ya tek parti düzenini devam ettirecek ya da demokratik siyasal sistemi yerleştirecekti (Kongar, 1999:158). Bu durum karşısında, Türkiye, ABD’nin hem siyasi hem de ekonomik desteğini alabilmek için çok partili siyasal hayata geçişi hızlandırma düşüncesine girmiştir (Çufalı,  2005:404). 

Bu dönem içerisinde Türkiye’nin başka bir alternatifi mevcut değildi ve Sovyet
tehdidine karşı Amerika'ya ve batılı ülkelere yanaşması gerekmekteydi.
Hem Sovyet tehdidi altında olması hem de içinde bulunduğu ekonomik durum, Türkiye’nin ABD’den yardım talep etmesine sebep olmuştur (Dursun, 2000: 16). Daha sonraki süreçte, ABD’nin Truman Doktrini ile Sovyet tehdidine karşı Yunanistan ve Türkiye’ye yardım yapması da gündeme gelmiştir 
(Erdoğan, 2003: 72).

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder