TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA DAVUTOĞLU DÖNEMİ: 2009 DEĞERLENDİRMESİ. BÖLÜM 2
Türk Dış Politikasındaki Dönüşüm
Türk dış politikasının son sekiz yılına baktığımızda karakteristiği, algısı, motivasyonu, benimsediği ilkeleri ve kullandığı mekanizmaları açısından daha önceki döneme göre oldukça bariz farklar görebiliriz. Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yıllık dönemine ve Cumhuriyet’in kuruluşundan 2002 yılına kadarki döneme baktığımızda birçok ortak noktadan bahsedilebilir. Örneğin, Osmanlı dönemine hâkim olan otoriter-bürokratik yönetim tarzı Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmüştür. Bu anlayışın dış politikadaki varlığı kendini tepkisel ve savunmacı reflekslerle göstermiştir. Osmanlı yönetici elitinin batıya karşı verdiği hayatta kalma mücadelesi sonucunda oluşan solgun aurası Cumhuriyet döneminde Osmanlı sonrası kafa yapısı dediğimiz şekliyle etkili olmuş ve temel kaygısı yeni rejimi sürdürmek olan yeni elitin temel motivasyonunu oluşturmuştur.
Osmanlı’nın coğrafi bileşkesinin önemli parçalarını oluşturan Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya gibi hayati bölgelerin I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında kaybedilmesinin yarattığı travmanın ülke içindeki isyanlar ve ayaklanmalarla pekişmesi bölünme korkusunu da beraberinde getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan ve ülkeyi batılı güçler arasında bölmeyi amaçlayan Sevr Anlaşması dış düşmanlara karşı oluşan ve sonraki seksen yıla hâkim olacak olan korkuyu daha da güçlendirmiştir.
Bu dış tehdit algısı ülkeyi bölmek için dış güçlerle işbirliği yaptıklarına inanılan iç unsurlara karşı da geliştirilmiştir.
Bu paranoya, o esnada Doğu Blok’u tarafından çevrilmiş olan Türkiye için Soğuk Savaş sırasında da devam etmiştir. Rejim bu sefer de komünist tehdide karşı ayakta kalma mücadelesi içine girmiştir. Bu korku İran’da İslam Devrimi’nin yapılmasıyla daha da pekişmiştir. İdeolojik tehdit böylece ikiye katlanmıştır.
Ülke bir yandan komünizm, diğer yandan siyasal İslam tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır.1 Bu kemikleşmiş korkunun sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti beş askeri darbeyi tecrübe etme rekorunu kırmıştır.
Yaşanan tüm bu sıkıntıların sonucunda, Türkiye her ne kadar Orta Doğu’daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında demokrasi anlamında öne çıksa da, Osmanlı’dan miras kalan otoriter-bürokratik gelenek ve mevcudiyetini devam ettirebilme bahanesiyle rejim tarafından alınmış katı güvenlik önlemleri yüzünden demokratikleşme sürecinin birçok defa sekteye uğradığını ve yavaşladığını söylemek abartı olmaz. Saltanattan cumhuriyete geçilmesine rağmen, askerin siyasete müdahalesi yüzünden, dış politikadaki otoriter yaklaşım devam etmiştir. Bunun sonucunda dış politikada devlet yegâne aktör olarak var olma durumunu sürdürmüş ve sivil toplum kuruluşları, baskı ve çıkar grupları ile iş çevreleri gibi devlet dışı aktörler dış politika yapım sürecinin dışında kalmıştır. Tam da bu noktadan baktığımızda, Cumhuriyet dönemi elitinin batılılaşma projesinin, demokrasi, barış, sivil özgürlükler ve insan hakları gibi evrensel normları ve değerleri içselleştirememesi bakımından bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal yapı bakımından gelişirken, kendi norm ve değerlerini sadece teoride değil pratikte de uygularken, örneğin dış politikasını bile bu normlar çerçevesinde oluşturur ken, Türkiye kendi kâbusları içinde hapsolmuş ve içedönük politikalar uygulamış tır. Avrupa barış, işbirliği ve karşılıklı bağımlılık ilkelerine dayanan komşuluk politikaları uygularken, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini çatışma, uyuşmazlık ve kalın ve kapalı sınırlar belirlemiştir. Bu anlamda, Türkiye’nin AB üyelik süreci karamsar bakış açısının ve korkularının üzerine su serpmiştir. Süreç Türkiye için yeni bir vizyon, taze ve dinamik bir dış politika için fırsatlar paketi sunmuştur.
Cumhuriyet döneminde Türkiye dış politikasının temel belirleyici unsurları tehdit algısı ve bunun sonucunda oluşan güvenlikleştirme (securitization) süreci olmuştur. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye, Sovyetler Birliği’nin ve komünizmin Batı’ya yayılmasını engelleyen bir tampon ülke olarak konumlandırılmıştır.
Bu durum hem Türkiye’nin önemini arttıran bir avantaj, hem de tehdit algısını arttıran bir dezavantaj olmuştur.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin üstünden neredeyse 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye bugün hala devlet içine yerleşmiş, Soğuk Savaş tipi illegal örgütlenmelerden arınma çabası içindedir. Dünya henüz Soğuk Savaş’ın yorgunluğundan sıyrılamamışken bir de 11 Eylül olaylarını yaşamıştır. Bu iki kırılma noktasına bir de son yıllara damgasını vuran küresel ekonomik kriz eklenmiştir. Bu üç dönemecin ardından birçok ülkeyle birlikte Türkiye de, politikalarını gözden geçirerek, kendini Yeni Dünya Düzeni içerisinde yeniden konumlandırma süreci içine girmiştir. Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu doğası yerini çok boyutlu bir dış politika anlayışına bırakmıştır. Bu yeni anlayış çerçevesinde bölgesel ortamın daha farkında olan ve diğer aktörlerle daha proaktif diplomatik ilişkiler kurabilen ülkeler öne çıkmaktadır.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da altını çizdiği gibi;
Soğuk Savaş düzeni kalktı ama yeni düzen kurulmadı. Bunu kuracak aktörler Soğuk Savaş’ta olduğu gibi sadece iki aktör değil. Mesela Kafkasya’da düzeni Sovyetler ile ABD oturur tartışır ve kurarlardı. Ama şimdi Irak örneğinde görüldüğü gibi ABD tek başına kuramıyor. Gürcistan örneğinde görüldüğü gibi Rusya da kuramıyor.2
Soğuk Savaş’ın bitimiyle iç politika dış politika üzerinde daha etkili olmaya başladı. Geleneksel iç/dış ayrımı yerini kültür, kimlik ve din gibi içsel faktörlerin dış politika üzerinde daha belirleyici olduğu yeni bir anlayışa bıraktı.3 Devlet daha heterojen bir yapı olarak algılanmaya başlandı. Dış politika iç politikanın bir uzantısı oldu. Bu anlamda, Türkiye yeni dönemde, askeri kapasite, coğrafi güç, ekonomik güç ve kültürel faktörler gibi ulusal güç unsurlarını gözden geçirmiş ve tüm bu avantajlarını kendisini bölgesinde güçlü bir lider ve yumuşak-güç olarak konumlandırarak değerlendirmiştir.4
Bunu gerçekleştirebilmek için de aktif, dinamik ve çok boyutlu bir dış politika çizgisi izlemiştir. Türkiye dış politikasının temel prensibini oluşturan “komşularla sıfır problem” anlayışı komşu ülkelerle sorunları çözmek ve komşu ülkelerinin ötesine geçen ölçekte mücavir alanlarda barış ve işbirliğini geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu politika ile komşularla sorunları çözmede kaydedilen başarılar, bir adım sonrası olan mücavir alanlarla “maksimum işbirliği” düşüncesini gündeme getirdi. Türkiye içinde bulunduğu küresel kriz ortamında varlığını en etkin biçimde sürdürebilmesinin yolunun güvenli bir barış ortamı ve maksimum işbirliği olduğunun bilinciyle hareket etmektedir. Yeni dönemde devlet dışı aktörler Türk dış politikasında tarihinde hiç olmadığı kadar etkili olmuştur.
Devlet dışı aktörlerin dış politika yapım sürecine dahil olması durumu yeni dış politikanın ‘toplu-performans’ (total-performance) görüşünü oluşturur.
Bu sürece dâhil olan bazı kuruluşlara örnek vermek gerekirse; Afrika Zirvesi’ni düzenleyen TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu), Türkiye’nin AB’ye girmesi için mücadele veren TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği), Körfez ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştiren MÜSİAD (Müstakil Sanayi ve İşadamları Derneği)5, ve SETA (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı)’nın Kafkas ülkelerini bir araya getirerek bölgesel barış ve işbirliğine yaptığı katkılar sayılabilir.
1999 Helsinki Zirvesi ile AB’ye giriş süreci Türkiye’nin içeride yaşadığı demokratikleşme ve reform sürecini tetiklemiştir. İçeride ivme kazanan demokratikleşme sürecinin Ak Parti hükümetiyle gelen siyasal ve ekonomik istikrarla birleşmesi karar alıcıların özgüveninin ve itibarlarının artmasına sebep olmuştur. Bu durum dış politikaya da yansımıştır. Bugün dış politika yapıcıları arkalarına tam destek alarak yola çıkmaktadırlar. Ancak şu unutulmamalıdır ki, dış politikanın istikrarlı ve sürdürülebilir olabilmesi için içerideki reform ve demokratikleşme sürecinin istikrarlı bir biçimde devam etmesi şarttır.
Bu önerme, Davutoğlu’nun dış politika vizyonunun temel unsurlarından biridir. Bu anlamda, demokratik açılım, sivil anayasaya geçiş ve sivil-asker ilişkilerinin iyileşmesi gibi konular çözüme bağlanmalıdır. İçeride yaşanacak bir kutuplaşma ve ayrılık, er ya da geç dış politikaya da yansıyacaktır. İç sorunlarını çözemeyen
bir Türkiye’nin bölgesine yeterince faydalı olması zordur. Bu anlamda, Türkiye’de muhalefetin gösterdiği başarısızlığın ve daha fazla demokratikleşmeyi talep etmek yerine bu çabalara köstek olmasının yarattığı boşluğu AB’nin doldurduğu söylenebilir. Bugün Türkiye dış politikasının sürdürülebilirliğinin önüne çıkabilecek belki de tek engel içeride yaşanacak bir kaos ortamıdır.
AB üyelik süreci aynı zamanda yeni Türk dış politikasının yapım sürecinde etkili olmuştur. Örneğin, Türkiye’nin bölgesinde güvenlik, istikrar, dayanışma, işbirliği ve refah sağlamayı amaçlayan '' Komşularla Sıfır Problem ’ stratejisi AB Komşu luk Politikası’nın bir benzeridir.6
Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde de belirtildiği gibi ‘hiçbir ülke bugünün karmaşık sorunlarını tek başına çözebilecek durumda değildir.”7
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin yeni dış politikasının rasyonel bir seçim olduğu söylenebilir. Örneğin, Türkiye’nin bazı çevreler tarafından eleştirilen İran’la olan yakınlaşması ve Batı ve İran arasında arabuluculuk yapması İran’ın dünyaya entegrasyonunu sağlayarak ve bölgesel dengeleri koruyarak bölge barış ve istikrarına katkı sağlamaktadır.8
Öte yandan, AK Parti’nin 2002’de başa geçmesinin Türkiye’deki ve dış politikada ki değişim açısından çok büyük bir etkisi olmuştur.
Bu anlamda, Türkiye’de yaşanan sivilleşme ve demokratikleşme girişimleri, yerel dinamiklerle irtibatı, muhafazakâr-demokrat kimliği ve yeni pazar arayışlarına önayak olan sermaye tabanı gibi Ak Parti’nin içsel dinamiklerini oluşturan unsurlar yeni bir dış politika vizyonu geliştirme açısından etkili olmuştur. Ekonomik sorunlar ve siyasal istikrarsızlık gibi Türkiye’nin gelişimine ve güçlenmesine sekte vuran birçok sorun Ak Parti hükümeti sürecinde çözülmektedir.9
Ak Parti hükümetinin yüzünü doğuya çevirdiğine dair birçok iddianın, hükümetin AB üyelik sürecinde batıyla olan ilişkilerine bakıldığında asılsız olduğu söylenebilir. Ak Parti hükümeti AB üyelik sürecinin daima arkasında olmuştur. AB ülkeleri parti üyelerinin ilk ziyaret ettiği ülkelerdir.
Ayrıca AB müzakere süreci de Ak Parti hükümetinin yoğun çabaları sonucunda 2005 yılında başlamıştır.
AB süreciyle birlikte, daha önce bürokratik elit tarafından güvenlikleştirilmiş (securitized) birçok sorun normal politik konular olarak görülmeye başlanmış ve bir güvenliksizleştirme (desecuritization) sürecine girmiştir.10 Örneğin, Kürt Sorunu ve Siyasal İslam gibi sorunlar eskiden Türkiye’nin Suriye ve İran gibi komşularıyla olan ilişkilerini belirleyen temel unsurlardı. Türkiye bu sorunlara içeride çözüm aramak yerine dışsallaştırarak bu ülkeleri suçlamayı yeğlemiştir.11
Ancak şu anda Türkiye’nin Suriye ve İran’la olan ilişkilerini dayanışma, işbirliği ve barış gibi kavramlar belirlemektedir. Demokratikleşme adına çok temel adım atılmıştır. Geçmişte milli güvenlik sorunu olarak görülen bu sorunlar ise artık toplumla beraber tartışılan normal siyasal konular olarak görülmektedir.
Bu anlamda, Türkiye’nin AB üyelik sürecini “demokratikleşme” ve “istikrar
sağlanması” olarak ” iki temel boyutta ele alabiliriz.12 Türkiye’nin, azınlık hakları, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü, sosyal ve kültürel hakların geliştirilmesi gibi AB kriterlerini yerine getirme çabası Türk siyasal kültüründe, korku politikasından daha açık, özgür ve çoğulcu bir kültüre doğru bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönüşümün olumlu etkileri özellikle sivil-asker ilişkilerinde ve dış politikada görülmüştür.13
11 Eylül sonrası dünyaya bakıldığında ise Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan geriliminin hâkim olduğu görülmektedir. Türkiye, bu noktada, küresel barışa katkıda bulunabilecek ve bu gerilimi düşürebilecek bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Türkiye bulunduğu coğrafya ve tarihi derinliği bakımından yeni dünya düzeninin kurulumunda ‘düzen kurucu’ ülke olma rolünü üstlenmiştir.
11 Eylül sonrası dönemde Türk-Amerikan ilişkileri yeni bir boyut kazanmıştır. Türkiye birçok meselede George W. Bush hükümetinden bağımsız hareket edebileceğini göstermiştir. Örneğin, Amerika’nın Suriye’yi izole etme politikasına destek vermemiş, Irak’a uygulanan ambargoya uymamış, İran’la iyi ilişkiler geliştirmiştir.
1 Mart 2003’te TBMM Amerika’nın Türk üslerini kullanmasına ve Irak’a Türk askerlerinin yollanmasına dair tezkereye onay vermemiştir.
Türkiye, Irak’ın ulusal bütünlüğü ve istikrarı için çaba göstermiştir.
Ayrıca, Filistin sorununa dair İsrail’e karşı da birçok kez tavır almıştır. Amerika güvenlik adına demokrasisinden taviz verirken, Türkiye güvenliksizleşme sürecine girdi ve demokrasisini güçlendirdi.
Amerika’nın Irak’ı işgali uluslararası camiada beklediği desteği bulamadı. Örneğin, Paris-Berlin-Moskova hattı Amerikan politikasını ciddi anlamda tehdit etti. Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşma ve bağımsız politikalar izlemesi gibi faktörleri de göz önüne alırsak artık çok kutuplu bir dünya düzenine doğru bir gidişattan bahsedebiliriz.
Amerika’nın Irak’ta ve Afganistan’da güvenlik ve istikrar sağlamaktaki başarısızlığı bölgede farklı aktörler için hareket alanı açmıştır.
Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirmiş ve bu boşluğu doldurma refleksiyle bölgede liderlik rolüne soyunmuştur. Türkiye’nin bu rolü Bush yönetimi tarafından destek görmemiş olsa da aynı şeyi Başkan Barack Obama yönetimi için söylemek pek doğru olmaz.
Aksine Obama Türkiye’nin bu yeni rolüne tam destek vermektedir.
Türkiye’nin Irak’taki tüm gruplarla ve aktörlerle görüşüyor olması, İran ve Batı arasında yaptığı arabuluculuk rolü, Kafkasya’da istikrar sağlama çabaları Obama’nın gözünden kaçmamış Türkiye’ye ‘model ortaklık’ teklif etmesiyle sonuçlanmıştır. Obama’nın ‘model ortaklık’ tan kastı ‘çoğunlukla Hıristiyan ve çoğunlukla Müslüman iki millet arasında dini inançlara değil, idealler ve değerler üzerine kurulmuş’ bir ortaklıktır.14
Obama İslam dünyasıyla ilişkilerini geliştirme isteğini ilk defa 2009 Nisan ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında dile getirmiştir.
Bunu yaparken Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyacağını defalarca ifade etmiştir. Başbakan Erdoğan 2010 Nisan ayında Nükleer Güvenlik Zirvesine katılmak üzere Amerika’ya yaptığı ziyaret sırasında Orta Doğu’nun nükleer silahlardan arınmasının önemini vurgulamış ancak bunun İran’ın tek başına yapabileceği bir şey olmadığını belirterek, İsrail’in de buna uyması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu açıklamanın önemi Türkiye’nin Amerika’nın belli konulardaki kaygılarını paylaştığı mesajını vermiş olması ancak bunu yaparken de kendi bakış açısını ve fikirlerini özgürce ifade ediyor oluşudur. Türkiye’nin İran, Suriye, Hamas, Irak gibi bölgedeki önemli aktörlerle açık diyalog ilişkisi içinde bulunması, bölgesinde üstlendiği arabuluculuk rolü, diplomasi aracını başarılı bir şekilde kullanabiliyor
oluşu ve bölgede sahip olduğu lojistik gücü Amerika’nın ihtiyaç duyacağı avantaj lar olarak öne çıkmaktadır.15
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder