1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 15



AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 15


AB Bitmeyen Yol, SADİ SOMUNCUOĞLU, Kopenhag Kriterleri, İnsan Hakları, Sözleşmeleri ,

Kopenhag Kriterleri , 

Kopenhag Kriterlerine Göre Türk Ekonomisinin Görüntüsü Nasıldır? 
Kopenhag, siyasî kriterlerden ibaret değil. Bunun bir de ekonomik ve AB mevzuatının üstlenilmesi kriterleri bulunmaktadır. AB'ye tam üye olabilmek için sadece siyasî kriterlerin değil, ekonomi ve mevzuat ile ilgili bu kriterlerin de yerine getirilmesi gerekmektedir. 

Hatırlanacağı gibi AB, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik başvurusunu 1989 yılında reddederken önceliği ekonomik durumuna vermişti. 13 yıl sonra AB ülkemiz ekonomisini nasıl görmektedir? AB'nin 2001 İlerleme Raporu'nun hemen başlangıcında, 1989 yılında verilen görüş hatırlatılmaktadır: 
"Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu... eğer, Topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir." 

Böylece hemen incelemenin başında 1989 yılındaki "Görüş"ün değişmediğini ortaya konmaktadır. 2000 yılına ait düzenli rapordaki şu değerlendirmeye de atıfta bulunulmaktadır: 
"Türkiye, ekonomideki en âcil dengesizlikleri ele alma konusunda önemli ilerleme kaydetmiştir, fakat işleyen bir piyasa ekonomisi gerçekleştirme süreci tamamlanmış değildir. Türk ekonomisinin önemli kesimleri, daha şimdiden AT ile bir gümrük birliği içinde rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkma yeteneğindedir." 
AB'nin, Kopenhag kriterleri çerçevesinde, "İşleyen bir piyasa ekonomisinin varlığı ile Birlik içinde rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkma kapasitesini" ölçü aldığı hatırlatılarak, ana başlıkları ile şu sonuçlara varılmıştır: 

- Makroekonomik istikrar, malî bunalımlar nedeniyle bozulmuş olup, durum son derece kararsız olmaya devam etmektedir. 
- Yabancı doğrudan yatırım çok düşük kalırken, sermaye çıkışları yüksek düzeyde oldu.
- 1995-2000 döneminde, AB ile aradaki farkın kapatılmasında ilerleme kaydedilmedi. Satın alma gücü pariteleri itibariyle kişi başına GSYH, AB ortalamasının yüzde 29'u dolayında kalmıştır. 
- Bölgesel ve toplumsal dengesizlikler büyüktür ve daha da büyümektedir.
- 2000 yılında bütün işsizlerin yaklaşık yüzde 24'ü uzun süreli işsizlerden oluşuyordu. Kentsel alanlarda eğitimli gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 25'e ulaştı. 
- Esas olarak kronik yüksek enflasyon yoluyla düşük gelirli grupların satın alma gücündeki aşınma nedeniyle, eşitsizlikler artmıştır.
- Yaşanan ekonomik gerileme toplumsal durumu daha da kötüleştirmiştir. 
- Bankacılık, tarım ve devlet işletmeleri gibi çeşitli sektörlerde önemli ölçüde yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. 
- Türkiye'nin müktesebat ile uyumlulaşması en fazla Gümrük Birliği kapsamına giren alanlarda olmuştur. Sosyal politika ve istihdam sahasında adımlar atılmıştır ama bunların hepsi müktesebat ile uyumlu değildir. 
- Bütün yeni mevzuat tekliflerinin topluluk müktesebatına uygunluk yönünden kontrol edilmesini sağlamak için daha büyük gayretler sarf edilmelidir. Bazı hallerde müktesebat ile uyumlu olmayan ve hatta bu açıdan bir gerileme anlamına gelen yasalar kabul edilmiştir (örneğin sosyal politika, kozmetikler, alkol rejimi, radyo ve tv konularında). Türkiye, ilgili bütün mevzuat taslaklarını, yeterince erken bir zamanda Komisyon'a iletmeye teşvik edilir. Böylece AB uzmanları bu taslaklar hakkında tavsiye sunabilirler. 

AB, mevzuatımıza müdahale konusunu açıkça gündeme getirirken, TBMM'den çıkan yasaları beğenmediğini de ifade edebilmektedir. AB Komisyonu Türkiye Temsilciliği, İhale Yasası'nın kabulünden sonra 16 Ocak 2001 tarihinde yaptığı açıklamada şöyle demiştir: 

"Türkiye'nin AB'ye girmesi halinde AB eşiklerinin geçerli olmasını sağlamak üzere TBMM tarafından eklenen değişikliğin, devam eden uyumlulaşma süreci bağlamında yeniden değerlendirilmesi gerekecektir. Katılım Ortaklığı ve Ulusal Program'da belirtildiği gibi, mevzuatın, orta vadede AB müktesebatıyla tam uyumlu hale getirilmesi de gerekecektir. Avrupa Komisyonu, yeni bir KİY'nin kabul edilmesiyle ilerleme sağlanmış olduğunu kabul etmekte ve zaman içinde ikincil mevzuat ve müteakip yönetmeliklerin kabul edilmesiyle tam bir uyumlulaşma sağlanacağını ümit etmektedir."

AB'nin Olmazsa Olmaz Şartlarından

Ekonomik Kriterlerin Yerine Gelmesi İçin Neler İstenmektedir? 

Kopenhag Kriterleri içinde yer alan ekonomik ve Birlik mevzuatının üstlenilmesi şartlarının yerine gelmesi için de AB, Türkiye'den çok fazla şey istemektedir. AB, bunları diğer ülkelerden de istemektedir ama hem onlara yeterli miktarda malî yardımda bulunmaktadır, hem de "mazeret veya özel durumlarını" kabul edip, iyileşmenin zamana yayılmasını öngörmektedir. Türkiye gündeminde sadece siyasî kriterler tartışılırken, bu iki şartın da AB için olmazsa olmazlar arasında bulunduğunu vurgulamamız gerekiyor. Her ne kadar ANAP Lideri, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Helsinki Zirvesi'nde siyasî kriterlerin ön şart olarak tesbit edilmesine dayanarak, diğer kriterlerin daha sonra da yerine gelebileceğini söylüyorsa da, AB'nin üyelik müracaatımızı ilk reddettiği 1989 yılında öne sürdüğü "ekonomik sorunlarımız ile nüfus ve coğrafik büyüklük" gerekçelerini aklımızdan çıkarmamız gerekiyor. Türkiye, şimdilik sadece siyasî kriterler ile oyalanırken, AB, bir plan ve program dahilinde yürütüldüğü görülen Kıbrıs, Ege ve sanal azınlıklar konularında ciddi mesafeler almaktadır. Gerçekte Türkiye'nin temel meselesi olan ekonomik problemlerin, siyasi kriterlerden sonraya bırakılmasının sebebi de bu olsa gerek. AB'nin istediği ekonomik ölçütlere ulaşmanın çok uzun süreceği ortada iken, bu konuların öncelik haline getirilmemesi AB yolumuzun alabildiğine uzaması veya uzatılmasından başka bir şey değildir. 

Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2001 Yılı İlerleme Raporu ile AB, Türkiye'ye ekonomi ve AB mevzuatının uyumlaştırılması konusunda oldukça geniş bir talep listesi vermiştir. Bu liste ülkenin ekonomik görünümünü tepeden tırnağa değiştirmeye yöneliktir, bu nedenle de tüm toplum kesimlerini derinden etkileyecek hususları içermektedir. Nitekim, AB'nin raporunda bunun külfetinin ağırlığından bahsedilmektedir. Ancak böylesine ağır bir külfetin ve yapılacak düzenlemelerin ne getirip, ne götürdüğünün tartışılması, bu maliyetlerin azaltılmasına yönelik tedbirlerin alınması yerine tüm eforun siyasi kriterlere harcanması ileride ülkemizi daha büyük boyutlu sıkıntılar ile karşı karşıya bırakacaktır. Türkiye bu konularda AB yardımı olmaksızın çaba göstermektedir. Ancak bu düzenlemelerin getireceği ağır faturanın tek başına üstlenilmesine imkân bulunmamaktadır. Gümrük Birliği örneğinde olduğu gibi Türkiye, tüm yükümlülükleri tek taraflı olarak yerine getirmiştir, bunun faturası da büyük olmuştur. AB ise, kendisine hiçbir maliyet çıkmadan Türkiye'nin Gümrük Birliğine uyum göstermesinden duyduğu memnuniyeti gizlememekte, ekonomi ile ilgili değerlendirmelerinde sadece Türkiye'nin bu alandaki "başarısından" söz etmektedir. Anlaşılan Gümrük Birliği'nin kârını hanesine yazan AB, hiçbir maliyete katlanmadan aynı başarıyı diğer alanlarda da beklemektedir. AB'nin ekonomide ve mevzuatta istediği düzenlemelerin ağır faturasının etkileri şimdiden hissedilmeye başlanmıştır. AB içinde en oturmuş sisteme sahip olan İngiltere'de bile ekonomideki bütünleşmenin getirdiği maliyetler tartışılmaya başlanmıştır. Euro'ya geçmeyi kabul etmeyen İngiltere'de, bizzat eski Başbakan Margaret Thatcher, ekonomik birliktelikten zarar gören sektörlerin AB kapsamı dışına çıkarılması gerektiğini söylemekte ve AB'nin "hata" olduğunu ifade etmektedir. Bu sebeplerle aşağıda ana başlıkları ile belirteceğimiz ekonomi ve mevzuatla ilgili düzenlemeler konusunda Türkiye'nin çok ciddi tedbirler alması ve AB desteğini mutlaka sağlaması gerekmektedir. 

AB, Türkiye'den kısa ve orta vadede; tarımsal alanda, fikrî ve sınaî haklarda, özelleştirmede, malların serbest dolaşımında, rekabet ve devlet yardımlarında, vergilendirmede, balıkçılıkta, taşımacılıkta, istatistikte, istihdam ve sosyal konularda tepeden tırnağa reform beklemektedir. Bu listeye, enerji, telekominikasyon sektörleri ile kültür ve görsel-işitsel sektör politikası, çevre, adalet ve içişleri, gümrükler, idarî ve adlî kapasitenin geliştirilmesi, ekonomik ve parasal birlik, yasa dışı göçün önlenmesi, yolsuzluk, uyuşturucuyla, organize suçlar, ve kara para aklanması ile mücadele, bölgesel reformlar gibi yine çok köklü ve maliyetli olan reformlar da dahildir. 

Aday Ülkelerce Onaylanan İnsan Hakları Sözleşmeleri Eylül 2000




Aday Ülkelerce Onaylanan İnsan Hakları Sözleşmeleri 30 Eylül 2001





AB Üyesi veya Adayı Ülkeler Bütün Kriterleri Yerine Getirmiş midir? 

AB üyesi Yunanistan ve Fransa Avrupa Azınlık Dilleri Sözleşmesini imzalamamışlardır. Yine Yunanistan ile İrlanda Uluslararası Ceza Tüzüğü'ne imza koymamışlardır. Ancak AB, Türkiye'nin bu tüzüğü imzalamasını istemektedir. 
İngiltere, toplulukta sosyal şartların yakınlaştırılmasını öngören sosyal politikaya karşı çıkmıştır. Sırf bu yüzden oylama sisteminde değişikliğe gidilmiştir. Varılan mutabakata göre, konsey genelde "nitelikli çoğunlukla" karar alacak, bazı hususlarda "oy birliği" ile karara varacaktır. İngiltere para birliği ve sınır kontrollerini, yine İrlanda sınır kontrolünü kabul etmemiştir. İngiltere, Danimarka ve İsveç Euro'yu kullanmayı da kabul etmemiştir. 
Yeni alınan bir kararla, ülkelerin bundan sonra Euro'yu kullanacak duruma gelmeden AB'ye üye olamamaları benimsendi. Oysa Maastricht Kriterleri, bu uyumların üyelikten sonra yapılmasını öngörüyordu. Bu da AB kriterlerin değişmez değil, değişebilir nitelikte olduğunu göstermektedir. Oysa bu karardan kısa bir süre önce Avrupa Merkez Bankası Başkanı Wim Duisenberg, Avrupa Para Birliğine katılımın "üyelikten hemen kısa süre sonra olması gerekmiyor ve illa da iki yıl içinde gerçekleşme ile sınırlı olmayacaktır." demişti. Polonya Merkez Bankası Başkanı Balcerovicz, değişiklik kararı ile yeni üyelerin geciktirilmek istendiğini söylemiştir. 
Bu arada AB, tarım yardımlarını da azaltmayı ve üyelikten sonraki 10 yıla yaymayı tartışmaya başlamıştır. Bunun üzerine Polonya Tarım Bakanı, "tarım yardımlarında azalmayı kabul etmeyiz." demiştir. Diğer Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri de, üyeler ile adaylar arasındaki bu çifte standarda karşı çıkarak "üyeliği kabul etmeyiz" şeklinde tepki göstermişlerdir. Oysa Türkiye, sözkonusu ülkelerin şimdiye kadar yararlandıkları yardımlardan bile yararlandırılmamıştır. 
Aday ülkelerin yerine getiremedikleri kriterleri, geride kalan bölümlerde AB Komisyonu'nun hazırladığı ilerleme raporlarında detaylı olarak ele almıştık. Aday ülkelerin 2000 ve 2001 Eylül'ü itibariyle imzaladıkları ve imzalamadıkları Avrupa Sözleşmeleri de tablolarda verilmiştir. İki tabloyu vermemizin sebebi, ülkelerin bir bölümünün bunları müzakereler sürerken imzalamalarını göstermek içindir. Türkiye'den ise daha müzakerelere başlanmadan imzalanması istenmektedir. 
Üyelik Yükümlülüklerini Yerine Getirmeyen veya Engelleyen Ülkeler İçin

 AB Mevzuatı Ne Demektedir? 

Aday ülkeler, ağırlıklı olarak da Türkiye için şart üstüne şart icat eden AB'nin kendi yükümlülüklerini ise yerine getirmediğini belirtmiştik. Özellikle malî yardımlar konusunda Yunanistan vetosuna sığınması en başta temel anlaşmalara aykırıdır. Türkiye GB ortaklığını 15 AB üyesi veya onlar adına AB organları ile yapmıştır. Dolayısıyla bu Antlaşma 15 AB üyesi ülkeyi de bağlamaktadır. Anlaşmalar ortadayken ve Türkiye'ye yapılacak yardımlar yazılı taahhüde bağlanmışken, hakkımız olan yardımları Yunanistan'ın veto etme hakkı ve yetkisi yoktur. Anlaşma yapılırken "veto"yu kullanmayanların onaylanan bir anlaşmanın her aşamasında veto gerekçesine sığınmaları mümkün olmadığı gibi, iyi niyetle de bağdaşmamaktadır. Malî İşbirliği, AB'nin ülkemize karşı uluslararası anlaşmalardan doğan, uluslararası hukukun vecibesidir. Bunun yerine getirilmesini engelleyen üye devletlerin durumunun, Avrupa Topluluğu'nu kuran Roma Antlaşması'nın 5. ve 6. Maddeleri ile AT-Türkiye arasında imzalanan Ankara Antlaşması'nın 7. Maddesi'ne göre ele alınması gerekmektedir. Sözkonusu maddelerde, "Üye devletler, bu antlaşmadan kaynaklanan veya Topluluk kurumlarının kararlarından doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesini sağlamak üzere gerekli bütün genel veya özel tedbirleri alırlar ve topluluğun görevini yerine getirmesini kolaylaştırırlar. Üye devletler, işbu antlaşmanın hedeflerinin gerçekleştirilmesini tehlikeye sokabilecek her türlü tedbirden sakınırlar." denilmektedir. 
AB'nin kurucu antlaşması Roma Antlaşması'nın 169, 170, 171, 172 ve 173'üncü maddeleri de, üye devletlerin üzerine düşen yükümlülüklerinden birini yerine getirmemesi halinde Adalet Divanı'na başvurulmasını öngörmektedir. 
Yine Roma ve Maastricht Antlaşmaları'nda değişiklikler yapan Amsterdam Antlaşması'nda, AB'nin özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ile hukuk devleti ilkeleri üzerine kurulu olduğu vurgulanarak, bunu ihlal eden üyeler için 7. madde ile, "oy hakları dahil üyelik haklarının askıya alınması" kabul edilmiştir. Sözkonusu antlaşmada, "Ayrımcılık yapmama (ırk, din, etnik, inanç, özürlülük, yaş, seks) konusunda kuvvetli taahhütler" verilmiştir. 
Ancak örneğin Yunanistan, Avrupa Konseyi üyesi ülkeler içinde din özgürlüğünü çiğnediği için aleyhine en fazla dava açılan ve mahkum edilen ülkedir. Yunanistan'daki Türk, Makedon ve Arnavut azınlıkları yönelik baskılar ortadadır. Yine AB üyesi İtalya, insan hakları ihlallerinde AİHM tarafından en çok cezaya çarptırılan ülkedir. İtalya, AGİT kararlarını çiğneyerek, binlerce insanın ölümünden sorumlu teröristbaşını da alenen villalarda ağırlamıştır. Bu ülkelere bugüne kadar herhangi bir müeyyide uygulanmaması, AB'nin kendi kurallarını çiğnediğine ve ilkelerin maalesef kâğıt üzerinde kaldığına bir başka örnek olmaktan öteye gidememektedir. 


AB Ülkeleri, Temel Hak ve Özgürlükler, Azınlıklar ile Teröre Nasıl Bakmaktadır?

Öncelikle Birleşmiş Milletler'in 17 Nisan 1998 tarihinde terörizme karşı aldığı bir kararın oylama sonucuna işaret etmek gerekiyor. 115 lehte oya karşılık 57 çekimser oy kullanılmıştır. Çekimser oy kullananlar arasında gerçekten dikkat çekici ülkeler bulunmaktadır: Kıbrıs Rum Kesimi, Ermenistan, Suriye, Yunanistan, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, Finlandiya, İrlanda, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İspanya, İsveç ve Ukrayna gibi...(İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi-Vural Savaş)
Görüldüğü gibi, BM'nin terörizmle ilgili kararına çekimser kalan ülkeler arasında AB'nin 15 üyesinden 13'ü ile, aday ülkesi Kıbrıs Rum kesimi bulunmaktadır. Bu sebeple Avrupa ülkelerinin PKK ve DHKP/C'yi terör listesine almamasına gerçekten şaşırmamak gerekiyor. Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in, terör örgütlerinin Avrupa'da üstlenmesi konusunda bu ülkeler nezdinde yaptığımız çalışmalara ilişkin olarak yönelttiğimiz soru önergesine verdiği cevap, "medenî ülkelerin", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" iki yüzlülüğünü tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Cem, Belçika başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin büyük bölümünün, "kendi kamu düzenine tehdit oluşturmayan etkinlikleri ifade ve toplanma özgürlüğü kapsamında değerlendirdiğini ve sözkonusu örgütleri yasaklamanın mevzuatlarına göre mümkün olmadığını kaydettiklerini" bildirmiştir. Cem, Avrupa ülkelerinin," Faaliyetlerinin engellenmesinin örgütleri yer altına iterek, denetimini zorlaştıracağı ve bu şekilde kamu düzenine tehdit oluşturmasından endişe ettikleri" gerekçesine sığındıklarını da söylemiştir. Görüldüğü gibi AB ülkeleri için aslolan, terörizmle mücadele değil, kendi varlıkları ve vatandaşlarıdır. Oysa bu ülkelerin tamamının uluslararası sözleşme ve antlaşmalarda imzaları bulunmaktadır. 
Bu arada Türkiye'nin AB'nin çifte standartlarını, sadece terör listesine indirgemesinin yanlışlığına da dikkat çekmek istiyoruz. Bugüne kadar herşey yolundaymış da sadece liste hatası yapılmış gibi bir görüntü vermek problemleri dar bir çerçeveye sığdırmamıza yol açmaktadır. Bilindiği gibi bölücü terör örgütü Avrupa ülkelerinin talimatı üzerine siyasallaşma kararı almış, adını ve görüntüsünü değiştirme çalışmalarına başlamıştır.                
Terörle ilgili uluslararası düzenlemeleri yeniden hatırlarsak; Dünya İnsan Hakları Konferansı'nın 1993 yılında yayınladığı Viyana Bildirgesi'nde, hak ve özgürlüklerin "eşit haklar ilkesine uygun olarak ırk, din ve renk ayrımı gözetilmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükümete sahip egemen ve bağımsız bir devletin ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmî veya bütüncül biçimde parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi ve bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı" belirtilmiştir. 
Bildirgenin 2. maddesinde, "Sömürge ve diğer yabancı hakimiyeti  veya işgali altında bulunan halkların self determination hakkını gerçekleştirmek amacıyla  meşru eylem yapabileceğini" kabul etmiştir. Oysa bugüne kadar BM kararlarında, bu haktan yararlanmak isteyen halkların meşru mücadele yapması yeterliydi. Mücadele kelimesinin terörizmi de içerdiği gerekçesiyle bu kavram değiştirilmiş ve "terörizmin çok ciddi bir insan hakları ihlali olduğu" BM tarafından da kabul edilmiştir.
Daha önce temas edilen uluslararası anlaşma ve sözleşmeler ile yukarıdaki bu kararlara karşı AB Komisyonu'nu, Türkiye ile ilgili 1999 İlerleme Raporu'nda, "AB-Türkiye ilişkileri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tutuklanması ve yargılanmasından ve 29 Haziran 1999'da Ankara DGM'ce ölüm cezasına mahkûm edilmesinden de etkilenmiştir. Öcalan operasyonu kısa bir süreyle de olsa bazı AB ülkelerinde şiddetli PKK gösterilerine ve Türkiye'de terörist eylemlere yol açtı. Bu bağlamda AB, 22 Şubat 1999 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında, `AB terörizmin tüm biçimlerini kınadığını tekrar eder. Terörizme karşı meşru mücadele insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve demokratik kurallara tam saygı içinde yürütülmelidir. Meşru çıkarlar, şiddet yoluyla değil, politik bir süreç yoluyla ifade edilmelidir', açıklamasını yapmıştır" denilmiştir. 
Burada dikkati çeken, "meşru çıkarlar" ifadesidir. AB, PKK'nın taleplerini "meşru çıkarlar" olarak kabul ve ilan etmiştir. Güneydoğu'da terörizm olduğunu belirten ancak adeta "PKK ile masaya oturup, bu meşru çıkarlara politik bir çözüm bulun" diyen AB, bunu da AGİT'e dayandırmıştır. Oysa AGİT'in kararlarına göre, bu mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen maalesef bugün yaşanan gelişmeler AB'nin isteği doğrultusunda seyretmektedir. 
AB kurum veya kişilerinin bu tutumu tesadüfî değil, sistematiktir. Raporlardaki yaklaşımı gerek AB ülkelerinin yöneticileri, gerekse de medyası ağırlıklı olarak benimsemektedir. Şöyle ki;
-Alman Süddeutsche Zeitung'un 13 Ocak 1998 tarihli Wolfgang Koydl imzalı yazısı: 
"Tecrübeler gösterdi ki, dıştan baskı sonuç vermiyor. Silah ambargoları, ihtarlar, Hannover çağrısı türünden barış treni fantazileri de öyle. Baskı içerden gelmeli, Kürt yarası içerde İstanbul'da, Ankara'da sancılanmalı. Yoksa Kürdistan'ın Almanya'da bulunması hali devam eder."
-Alman eski Dışişleri Bakanı Kinkel:
 "Öcalan terörden vazgeçerse onu muhatap olarak kabul eder ve görüşürüz."
- ABD Dışişleri Bakanlığının insan hakları raporunu değerlendiren bir ABD'li yetkili,
"Geçmişte insan hakları kampanyaları ile destek verdiğimiz Mandela bugün Güney Afrika'nın, Leh Walesa Polonya'nın devlet başkanıdır. Demek ki insan hakları kampanyaları netice vermektedir" demiştir.
-400 bin tirajlı Alman Stuttgarter Zeitung'un yazarı Adrian Zielcke, 9 Ocak 1998 tarihli yazısında,
"Türkiye Kürtlerin azınlık haklarını kabul etmeli ve sorunu politik olarak çözmelidir. Ankara bunu kendisi yapmazsa birinci dünya savaşı sonunda Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırılan Kürt sorununa çözüm bulmak için uluslararası baskı artacaktır." 
iddiasında bulunmuştur.
-Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher'in 1992'de verdiği bir demeç:
 "Biz Yugoslavya'da yeni bir model oluşturduk. Türkler de Kürtlerle buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdır."
-ABD'nin Californiya Milletvekili Brad Sherman Şubat 1999'da ABD Temsilciler Meclisinde yaptığı konuşmada, 
"Türk devletinin Kürdistana gönderdiği askerî güç, Miloseviç'in Kosova'ya gönderdiği güçten daha fazladır. Kürdistan'da Kosova'dan daha çok insan öldürülüyor. Umuyorum ki ABD Kürtlerin korunması için daha açık ve daha katı bir tutum izler. Baskıcı rejimlere karşı olan tutumumuz, bu ülkelerin NATO müttefiki olması ya da olmaması ile değiştirilmemelidir. Türkiye'deki Kürtlerin korunması için ABD askerî güç kullanarak devreye girmelidir." demiştir. 
-Almanya'nın Türkiye'de 5 yıl görev yapan Büyükelçisi Hans Joachim Vergou: 
"Apo'yu idam ederseniz AB'yi unutursunuz. Türkiye'de 25'ten fazla azınlık grubu var. Artık AB'ye aday bir ülkesiniz. Azınlıklarla ilgili Avrupa terminolojisini reddederek işleri kendiniz için gereksiz yere zora sokarsınız. Kopenhag kriterleri azınlıklardan bahseder."
-Türkiye-AB Karma Parlamentosu 23 Şubat 2000'de Ankara'da yapılacak toplantıyı erteleme kararı aldı. Gerekçe Leyla Zana'yı ziyarete izin verilmemesiydi. Parlamento Eşbaşkanı Bendit(Kızıl Denny),
"Erteleme kararı sonuç verecek ve Türkiye bu karardan sonra ziyarete izin vermek zorunda kalacaktır. Bu konuda İngiliz Parlamanter Richard Balfe ile yemeğine iddiaya girdik. Merak etmeyin en geç 4 ay içinde Zana'yı ziyaret edeceğiz." 
açıklamasını yaptı. Türkiye 4 ay bile beklemeden, 28 Mart 2000 günü ziyarete izin verdi!..
-17 Şubat 2000'de Türkiye'ye gelen İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh, yetkililerden önce Diyarbakır'ın HADEP'li Belediye Başkanı Feridun Çelik ve İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ı ziyaret etti, "Kürtçe eğitime ve her tür Kürtçe yayına izin verilmeli." dedi. (İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi-Vural Savaş/ Bitmeyen Oyun-Metin Aydoğan) 

Bu Bölümü, birbirini tamamlayan ve gerçek fotoğrafı gösteren iki önemli değerlendirme ile tamamlamak istiyoruz;


-Ecevit'in 1999'da Özel Başkent Üniversitesi'nin yeni öğretim yılı açılışında yaptığı konuşma:
 "Türkiye'nin AB üyeliğinin önündeki en büyük engel ırkçılıktır.Türk halkının gönlünde ve bilincinde ırk kavramı yoktur ama batı Avrupa ırkçıdır."
-Büyük hukuk düşünürü ve çok sayıda teröristin avukatlığını da yapan Jacgues Verges:
 "Bir gerilla grubu ile bir devlet arasındaki savaşın beyaz eldivenler ve insan hakları bildirgesiyle yapılmasını beklemek ne ikiyüzlülük..."

Peki, aynı Avrupa, konu kendileri olunca yasalarını nasıl düzenlemekte ve neler yapmaktadır?

-Alman yasal sisteminde temel hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanması veya zaman zaman ortadan kaldırılması, toplumu, terörizmin tehlikelerinden korumak gerekliliğinin, kişisel özgürlüklerin kaybından ve terör şüphelisi olan kişinin haklarından daha ağır bastığı hükümleri vardır.
-Alman Yüksek Mahkemesi, Anayasa'nın Alman Hükümetini sadece vatandaşları kişisel olarak korumakla değil, aynı zamanda Alman ulusunu bir bütün olarak korumakla yükümlü tutulduğunu içtihat etmiştir.
Alman yasaları gizli dinlemelere karşı yargı yoluna başvurmayı yasaklamıştır. Bunun üzerine ikisi hakim 5 Alman hukukçu AİHM'e başvurdu. AİHM kararı şöyledir:
 "Demokratik kurumların korunması açısından zorunlu olan hallerde vatandaşlar aynı polis devletlerinde olduğu gibi gizlice izlenebilir. Demokratik toplumlar günümüzde sofistike bir casusluk ve terörizm tehlikesi altındadır. Dolayısıyla devlet bu gibi tehlikelere etkin bir biçimde karşı koyabilmek için gizli dinleme ve gözetim yöntemleri uygulayabilir."
-İngiltere'nin eski Başbakanı Thatcher, IRA'yla ilgili haber ve yazılara kısıtlama getirirken, "Medya terörizme reklam oksijeni veriyor" demiştir.
-Fransa'da Mahalli Dil ve Şivelere Özgürlük Kanunu Konsey tarafından 17 Temmuz 1999'da reddedilmiş, mahallî dillere özgürlükle ilgili Anayasa değişikliği talebi de Cumhurbaşkanı Chirac tarafından geri çevrilmiştir. Chirac, "Fransa Balkanlaşamaz" demiştir.
-Yunanistan, Lozan Antlaşması'na rağmen Batı Trakya'daki Türkleri yok saymakta, Türk adı geçen tüm dernek, lokal ve okulları kapatmakta, kendi müftülerini seçme hakkını bile vermemektedir.
-Almanya, birçok ülkeye vatandaşları için kendi okullarını açma hakkını verdiği halde sadece Türklerin okul açmasını engellemektedir. Buna karşılık Türkiye'de Alman okullarının faaliyeti sürmektedir. Ayrıca ikili anlaşmalar kapsamında Türkiye'den giden öğretmenler tarafından verilen Türkçe ve din derslerini Almanya'nın üstlenmesi çalışmaları başlatılmıştır. İleride tümüyle kaldırılmasının gündeme getirilmesi de mümkün olacaktır.      
-Kopenhag Kriterlerine adını veren Danimarka'nın Kopenhag şehrinde ana dilde eğitim yasaklanmaktadır. 47 bin çocuğu etkileyecek bu kararla ilgili olarak yapılan tartışmalarda, Eğitim Sözcüsü Gitte Lillelund Bech, Standford Üniversitesi'den bir araştırmacının, "Çocuklar erkenden yabancı dil öğrenmeye başlarsa, gelişmiş bir anadil öğrenmelerine ihtiyaç yoktur." dediğini belirtilerek, "Bu yüzden biz çocuklar okula başlamadan Danimarkaca öğretmeliyiz ki, okulda Danimarkaca konuşsunlar." savunmasını yapmıştır. Danimarka Pedagojik Üniversitesi Profesörlerinden Anne Holmen de, "Çocuklar hem Danimarkaca da kötü olacaklar, hem de toplumda daha kötü yer alacaklardır." demiştir. Berlingske Tidende Gazetesi ise, karara "Danimarkacanın bu toplumda ayakta kalabilmesi için şart" başlığı ile karara destek vermiştir. 
-ABD Başkanı Clinton ikinci kez seçildiğinde Amerikan eğitiminin temel ilkesini şöyle açıklamıştır:

 "Her eyaletin farklı bir eğitim anlayışının olması kabul edilemez. ABD'de tek bir eğitim anlayışı olmak zorundadır. Öyle olacaktır." 

-Türkiye'de insan hakları ihlallerine gerekçe yapılan konuların başında cezaevlerinin durumu gelmektedir. Raporlara yansıtılmasa bile, Avrupa ülkelerinin tamamının yakınında cezaevlerinin durumunun, "cehennem hayatına" benzetildiğini biliyoruz. Avrupa cezaevlerinde kalan  vatandaşlarımızın Türkiye'ye dönüşte anlattıkları ve Türk cezaevleri için "cennet" ifadesini kullanmaları, bu konudaki çifte standardı da göstermektedir.  
Bugün Türkiye'de 15 silahlı bölücü, 33 silahlı sol, 6 silahlı dinci, ve 23 ayrı radikal grup faaliyet göstermektedir. 15 yıl süren Avrupa destekli terörün bilançosu şöyle olmuştur;
- 30 binin üzerinde Türk vatandaşı hayatını kaybetmiştir.
- Terörle mücadelenin maliyeti 100 milyar Dolar'ı geçmiştir.


16 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder