31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 46


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 46


TEZİN SEKİZİNCİ BÖLÜMÜ

8. SONUÇ ve ÖNERİLER 

8.1. Sonuçlar 

Cumhuriyetimiz millî egemenlik temelinde kurulmuştur. Demokrasilerde,“Milli İradenin” dokunulmazlığı daima esas alınmış ve bu ilke korunmaya çalışılmıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihine baktığımızda bir askeri darbeler tarihi olarak anıldığı, Türk milletinin darbelere her dönemde aşina olduğu, gerek Osmanlı Devleti gerekse Cumhuriyet dönemleri içerisinde yaşanan darbeler sonucunda millet iradesinin ve demokratik uygulamaların askıya alındığı dönemler olarak bilinmektedir. 

Cumhuriyetimizin ilanından bu yana ülkemizdeki demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan birçok antidemokratik uygulamalar gerçekleşmiş ve bu uygulamalar neticesinde başta anayasa askıya alınmak şartıyla; baskı kurarak, zor kullanarak, hukuk dışı yollara başvurularak millet iradesi hiçe sayılmış ve seçilmiş hükümetler darbe girişimleri sonucunda iktidardan uzaklaştırılmış ve bu darbe girişimleri demokrasi tarihimizde kapanması zor derin yaralar açmıştır. 

Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde muhtıralar ve askeri darbelerle demokrasimize çok sayıda müdahale gerçekleşmiştir. Yaşanan bu darbe ve muhtıraların ülkemize ve milletimize toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuki açılardan birçok etkisi olmuştur. 

Türkiye’de her 10 yılda bir gerçekleştirilen darbeler, demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan “milli iradeyi” yok ederek demokrasinin kesintiye uğramasına 
yol açmış, Türkiye’nin “kanun devletinden” bir “hukuk devletine” dönüşmesine engel olmuştur. Bu dönemler içerisinde milli irade başta olmak üzere milletin temsil hakkı, demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerler çiğnenmiş ve millet iradesinin sürekliliği kesintiye uğratılmıştır. Millet iradesinin sürekliliği ve daima korunmasının temelinde yatan gerçek unsur ise demokrasidir. Bu yüzden demokrasi, her koşul ve ortamda korunmalı ve benliğimize nakşedilmesi gereken bir değer olmalıdır. 

Cumhuriyet tarihinde, darbeler ve muhtıralarla demokrasimize çok sayıda müdahale gerçekleşmiş, bu darbe ve muhtıraların ülkemize ve milletimize toplumsal, siyasal, ekonomik ve hukuki alanlarda birçok yıkıcı etkileri olmuştur. Cumhuriyetimizin ilanından bu yana ülkemizdeki demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan birçok antidemokratik uygulamalar olmuş, baskı kurarak, zor kullanarak, hukuk dışı yollara başvurularak millet iradesi ile iş başına gelmiş hükümetleri devirmek isteyenler, çeşitli darbe girişimlerinde bulunmuş ve bu darbeler demokrasi tarihimizde ve kültürümüzde kara bir leke olarak kalmıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tarihi aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, demokrasi kültürünün sekteye uğratıldığı ve milli iradenin askıya alındığı muhtıraların ve darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. 90 yıllık Cumhuriyet tarihimize baktığımızda, siyasi hayatımızda 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 klasik Askeri darbelerin yanında 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesi ve 27 Nisan e-Muhtıranın varlığı da bilinmektedir. Bütün bu yaşanan muhtıra ve darbelerin sonucunda demokrasiye hukuk dışı müdahaleler yapılmış, iktidarda bulunan hükümetler cebir, şiddet ya da baskı yöntemleri kullanılarak görevlerinden uzaklaştırılmış, milli iradenin yegâne yansıması olan parlamento lağvedilmiş ve sonuç olarak yüzbinlerce vatandaşımız büyük acılar yaşamış, işkencelere tabi tutulmuş ve mağdur edilmiştir. Bunun yanında özellikle Başbakan ve Bakan konumunda ki devlet adamları adaletsiz bir biçimde yargılanmış, hukuk dışı uygulamalara tabi tutulmuş, yargısız infaz yollarına gidilerek idam edilmiş ve hafızalardan silinmeyen büyük acılar yaşanmıştır. 

Cumhuriyetimiz “millî egemenlik” temeline dayalı kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyet’i bir ulus devleti olarak 90 yıllık bir tarihe sahip olmasının yanında 
Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini de bünyesinde taşıyan bir özelliğe sahiptir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmış olan darbelerin Osmanlı yönetim yapısı ile olan ilişkisi, ordunun darbe yaparken meşruluk zeminini nereden aldığı, 28 Şubat 1997 Askeri darbesi öncesi askeri darbelerin ortak özellikleri ve farklılıkları incelenmiş, ordu-siyaset ve sivil ilişkileri, siyasal atmosfer içerisindeki ordunun yeri ve önemi, siyasi arenada geniş bir yer tutan ve devlet organizasyonları üzerinde belirleyici ve etkin bir konumda bulunan ordunun faaliyetleri, 28 Şubat 1997 Askeri darbesini diğer darbelerden farklı kılan yönleri, doğrudan yönetime el koymak yerine dolaylı yollara başvurulma sının nedenlerini, dini referanslı partilerin siyasal alanda yer almasının darbeyi çağıran yönleri ve bu darbenin sonuçları ele alınmış ve konumuz kapsamında 
incelenmiştir. 

Bu bağlamda yakın tarihimiz içerisinde bir dönüm noktasını oluşturan ve Türkiye’nin siyasal yaşamında önemli bir yeri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen askeri darbenin neden ve nasılının yanında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin rejimi korumak ve kollama görevini üstlenerek siyaset kurumuna müdahale etmesi sonucunda ortaya çıkan atmosfer neticesinde Türkiye’de ordunun siyasete karışma sebepleri, siyasal yapıdaki ağırlığı, ordunun yeri ve önemi, siyasal iktidarlara doğrudan karıştığı durumlar vb. faktörler incelenen konular arasındadır. 

Özellikle 28 Şubat 1997 MGK karalarının anlık olarak alınan kararlar olmadığı ve yaşanan uzun bir sürecin ürünü olduğu herkes tarafından da bilinmektedir. 28 Şubat 1997 MGK karalarının uygulanmasında sivil toplum kesimlerinin ve dönemin basın ve medya organlarının önemli roller üstlendiği ve bu süreçte ordunun da siyasette aktif olarak rol üstlenmelerini ve bu tavırlarını da meşru kıldıkları bilinmektedir. 

Bütün yaşanan bu gelişmelere baktığımızda milli irade yolu ile seçilmiş bir parti ilk önceleri iktidara getirilmek istenmemiş, ardından hükümet kurma görevi verilerek iktidara getirilmiştir. Ancak milli iradenin seçmiş olduğu kişilerin iktidara getirilmesi sonrasında bir takım gündemler yaratılarak bu kişiler yıpratılmaya çalışılmış ve iktidardan uzaklaştırılmışlardır. Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan gitmesinden sonra başa gelen hükümetlerden de, RP’nin iktidardan gidişini hızlandıran 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’da alınan kararların uygulan ması istenmiş, bir nevi siyasi hayat denetim ve baskı altına alınmıştır. 

Nitekim burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise çok açık ve net bir biçimde anlaşılmıştır ki 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi ile istenilen RP’nin iktidardan gitmesidir. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde RP büyük bir başarı ile seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına rağmen hükümetin kurma görevinin genel yapılan genel seçimlerden ikinci parti olarak çıkan Mesut Yılmaz liderliğindeki ANAP’a verilmiş olması, aslında 28 Şubat sürecinin Refah-Yol Hükümeti’nin iktidara gelmesinden çok daha önce başladığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Yine bununla beraber seçim öncesi RP aleyhine basın ve medyada yapılan propagandalar da yaşanan bu sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. 

Yıllardan beri süre gelen sisteme muhalif bir parti olan RP, 27 Mart 1994 yerel seçimlerde büyük bir başarı elde etmiş olmasının yanı sıra asıl başarısını 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde göstermiş ve seçimlerinde en çok oyu alarak birinci parti olmuştur. Ancak RP’nin almış olduğu bu başarı kısa sürede gölgelenmiş idi. Çünkü RP aldığı oylarla tek başına iktidara gelemediğinden, koalisyon kurmak için bir diğer partiye ihtiyaç duymuş ve bunun sonucun da yıkılan Ana-Yol Hükümeti’nin DYP kanadı, bu koalisyon için en ideal ortak olarak görülmüştür. Nitekim Ana-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşürülmesinde önemli etkisi olan Tansu Çiller hakkında ki yolsuzluk gensorulardır. Tansu Çiller’in Yüce Divan’a gitmemek için artık her yola başvuracağı açık bir şekilde ortadayken, RP Erbakan’ın bu zaafı iyi kullanmış ve Tansu Çiller’i koalisyona zorlamıştır. Bunun sonucunda da Refah-Yol Hükümeti kurulmuş ve böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti olan Refah-Yol Hükümeti iktidara gelmiştir. Çıkarlar ve bazı ödünler sonucu kurulan bu hükümetin icraatları çok tartışılmış RP’ne Taksim’e cami, pompalı tüfek satın alımı, karayoluyla hac, Sincan’daki Kudüs gecesiyle ilgili çok ağır eleştiriler gelmiş RP faaliyetleri sonucu, ordu ile birçok kez karşı karşıya gelmek zorunda kalınmıştır. Bir müddet sonra ülke şeriat-darbe ikilemine sürüklenmiş ve sonuç olarak bu ikilemde geçen süreç sonun da, post-modern darbeyi getirmiştir ve halkın oyuyla gelen, partiler iktidardan indirilmiştir. Kimilerine göre bu durum Cumhuriyeti Şeriattan kurtarırken, kimilerine göre ise demokrasiye asker eliyle bir müdahale olarak ifade edilmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması ile başlayan bu süreç Genelkurmay Başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ifadesiyle; “1000 yıl daha sürecek olan 28 Şubat süreci”, Türkiye Cumhuriyet’i siyasi tarihinde olağanüstü bir dönem olarak yerini almış ve Refah-Yol Hükümeti’nin kurulduğu ilk günlerden itibaren başta askeri kanat olmak üzere, basın ve medya organları ve sivil toplum örgütleri tarafından yakından takip edilmiştir. Nitekim RP içerisinde bulunanların sık sık yaptıkları şeriat ve irticai açıklamalar başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere birçok kesimin tepkisini çekmiş, Cumhuriyeti ve lâikliği koruma görevini Anayasa’dan aldıklarını ifade eden askerler siyasi yaşama müdahale etmeye başlamışlardır. Bu yapılan müdahaleler kimi zaman sert demeçlerle, kimi zaman basın ve medya organları kullanılarak köşe yazarları aracılığıyla kimi zaman da sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesi ile olmuştur. 

Özellikle 28 Şubat süreci içerisinde basın ve medya organları aktif bir rol oynamıştır. Bu dönem içerisinde basın ve medya organları adeta kendisini kullandırarak bu yaşanan süreçte önemli bir yere sahip olmuş ve darbe söylentileri çıkararak siyaset atmosferinde ki yaşananları manşetlerine taşıyarak baş aktör konumuna yükselmiştir. 

Nitekim şu da bir gerçektir ki demokratik rejimi korumak ve kollamak adına bile olsa darbe söylentileri çıkarmak, gelişmekte olan ülkenin önüne set çekmek, ülkemizi geri kalmış ülkeler sınıfına koymak, Türkiye’nin ulaşmak istediği çağdaş medeniyet seviyesinden uzaklaştırmak ve en önemlisi de hak etmediği bir konuma yerleştirmektir. Çünkü yaşanan hiçbir askeri müdahale Türk siyasi hayatına olumlu bir etki ve değer katmamış, tam tersi bir süreç içerisine sokmuştur. 

Yaşanan bütün bu gelişmelere baktığımızda ordu dünyanın hiçbir ülkesinde demokrasinin koruyucusu değildir. Bu durum ise Türkiye’de 1960 ve sonrasında ki yaşanan askeri darbeler ile ordunun meşruiyetini kılan ve bizim demokratik idare eksikliğimizin bir uzantısı olarak görülmektedir. Belki bu yüzden ordunun yapmış olduğu müdahaleler meşruymuş gibi görünmekte ancak demokrasinin sahibi milli iradenin yansıması olan iktidar ve devlet olmadıkça orduya duyulan ihtiyaç hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Bu durum ise demokrasinin koruyucusu olan orduyu ön plana çıkaracaktır. Nitekim Türkiye’nin yaşadığı bu sıkıntılı süreçler sonrasında, demokrasi kültürümüzün daima zayıf bir şekilde bırakılmasına meydan verecektir. 

Ancak şu da belirtilmelidir ki Türkiye’de silahlı kuvvetlerin kendisine münhasır bir yapısının ve gerekli gördüğü durumlarda sisteme müdahale etmesini kolaylaştıran sebeplerin başında toplumun kendilerine biçtiği saygın imaj ve de yerleşmiş geleneksel kültür yapısı gelmektedir. Eğer ülkenin güvenliğinin ve geleceğinin tehlikede olduğunu söyleyen toplumda sarsılmaz güvene sahip bir kurum olan silahlı kuvvetler ise, toplum buna rahatça ikna olabilmektedir. 

Bu yaşanan durum elbette ki askeri darbelerinin onaylanması için sebep değildir. Her ne kadar 28 Şubat sürecinin demokrasiye bir müdahale olduğu, milli iradenin askıya alınmış olması ve bir süreç olarak uzun bir olgunun ürünü olmasının yanında askeri müdahalenin geç fark edilmiş olması, toplumda ki egemen güçlerin hegemonyalarını sürdürme kararlılığı ve yine bunun yanında halkın bilinçsiz bir şekilde, kendi kendisini yönetemeyecek bir şekilde bir noktaya saplanıp kalması 28 Şubat sürecinin ürünü olarak bilinmektedir. 

28 Şubat süreci; halkın demokratik bir ortam içerisinde, milli iradenin seçim yolu ile yansıması sonrasında seçilmiş ve iktidara taşınmış olan hükümete karşı başta askeri kanat olmak üzere, oligarşik sınıfların, basın ve medya organlarının, üniversitelerin, sivil dernek ve sendikaların birlikte yaptıkları bir darbedir. Ancak 
belirtilmelidir ki siviller olmaları gerektiği kadar demokrat olmadıkları ve milli iradenin üstünlüğüne inanmadıkları sürece demokrasinin korunması ve gelişmesi hep kesintiye uğrayacak ve demokrasi kültürümüz hep eksik kalacaktır. Nitekim bir ülkede başta siyasi partiler olmak üzere yargı, basın, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları demokrasiyi sahiplenmezler tam tersine müdahaleleri onaylarlar ise demokrasiyi yaşatmak elbette çok zor olacaktır. 

Netice itibariyle seçilmiş olan bir hükümet, seçim yoluyla değil zor kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu süreç ise milletin özgür iradesini hiçe saymak, aynı zamanda ülke ekonomisini gözden çıkarmak, dış siyasi arenada ülkenin imajını zedelemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Yaşanan bu süreçte sistemin diğer aktörlerinin etkisini ve katkısını da unutmamak gerekir. Muhalefet partileri 28 Şubat sürecinde askerin sivil siyasete yaptığı uygunsuz müdahaleye karşı çıkmamış, hükümetin, parlamentonun ve demokratik siyasetin yanında yer almamışlardır. Sivil toplum örgütleri bu süreçte “laikliğin savunuculuğu” rolüyle 28 Şubat kararlarını destekleyerek Refah-Yol Hükümeti’nin iş başından uzaklaştırılması için verilen mücadelenin başını çekmişlerdir. Askerin “Bu kez silahsız kuvvetler halletsin” çağrısına ilk onlar cevap vermişlerdir. 

Türkiye Cumhuriyeti demokrasi serüveni boyunca 3 klasik darbe yaşamış olmakla beraber uzun bir sürecin ürünü olan, olgu ve olaylar zinciri etrafında şekillenen siyasi literatüre “post modern darbe” olarak geçen 28 Şubat 1997 Askeri darbesi ile karşı karşıya kalınmıştır. Basın ve medya organları başta olmak üzere, üniversitelerin, sivil dernek ve kuruluşların yoğun baskısı ile iktidarda bulunan Refah-Yol Hükümeti meşru olmayan, demokrasi ve hukuk dışı yollara başvurularak iktidardan uzaklaştırılmıştır. Yaşanan bu süreç içerisinde Cumhuriyetin temel ilkelerine yönelik ortaya çıkan tehditler bir anlamda önlendi. Bununla beraber askerin Türk siyasi hayatına yapmış olduğu bu dolaylı müdahale demokrasi ve rejim tartışmalarını da beraberinde getirmiş, milletin özgür iradesiyle iktidara gelen hükümetin meşru olmayan yollara başvurularak iktidardan uzaklaşmasını sağlamıştır. Bu süreç içerisinde özellikle ordunun söylem ve yönlendirmeleri oldukça etkili olmuş, özellikle bazı kuvvet 
komutanlarının bu süreç içerisinde aktif olarak rol oynamaları, asli görevleri dışına çıkarak siyasi yaşama müdahalede bulunmaları süreç içerisinde ki askerin rolünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bütün bu yaşanan antidemokratik uygulamalar karşısında kimilerine göre yaşanan bu sürecin normal olduğunu ifade edilerek TSK’nın 35. Maddesini dayanak gösterip yaşanan bu müdahaleyi meşru göstermişlerdir. 

28 Şubat süreci ile gerçekleştirilmek istenip de hayat bulmayan birçok talep ve istek bu süreç içerisinde gerçekleşmemiş olmakla beraber halkın kendi seçtiğinin ve milli iradenin yansıması olan seçim yolu ile değil ancak başka yöntemler kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmasına tepkisi yine geç olmamıştır. Nitekim 28 Şubat süreci ile siyaset sahnesinden silinmek istenen kadronun, 28 Şubat müdahalesinden 5 yıl sonra tek başına iktidara gelmiş olması, Türk milletinin 28 Şubat’ı onaylamadığının bir kanıtı olarak gösterilmektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde post-modern darbe olarak yaşanan bu süreç içerisinde Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah-Yol Hükümeti’nin ardından ANAP, DSP ve DTP ortaklığında kurulan Anasol-D Hükümeti iktidara gelmiş ve adını 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından alan bu sürecin etkileri uzun süre devam etmiştir. 

Bu hükümet ilk iş olarak 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararlarının en önemli maddesi sayılan “sekiz yıllık kesintisiz temel eğitim” yasasını kabul etmiş, böylece imam hatiplerin, Anadolu liselerinin, meslek teknik okullarının ve özel okulların orta kısımları kapatılmıştır. 

Bu bağlamda Türk Eğitim Sisteminin Yapısal Özellikleri, Türk eğitim sisteminin iktidarla olan ilişkileri, “devlet-iktidarı ilişkisi”, 28 Şubat 1997 MGK karaları sonrası Türkiye’de “Eğitim-İktidar İlişkileri” açısından ortaya çıkan gelişmeler vb. konular da bu çalışmamızın bir başka temel konusunu oluşturmaktadır. 

Günümüzde Eğitim; değişimlere ve çevresine uyum sağlayabilen ve çevresiyle bütünleşebilen bir sistemi ifade etmektedir. Çağdaş, medeni ve muasır bir toplum oluşturabilmek için eğitimin gelişmesine gereken önem verilmelidir. 

28 Şubat 1997 MGK karaları sonrasında ülkemizde reform hareketleri denilebilecek eğitim alanında yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Bu yenilik hareketlerin önceliği beş yıllık olan zorunlu ilköğretimin, üç yıllık ortaokul ile birleştirilerek zorunlu temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması olmuştur. Önceleri pilot bölgelerde başlayan sekiz yıllık ilköğretim 16.08.1997 tarihinde kabul edilen yasa ile ülke genelinde kesintisiz zorunlu hale getirilmiştir. 

28 Şubat 1997 MGK karaları sonrasında kabul edilen ve zorunlu eğitimi sekiz yıla çıkaran 4306 sayılı Yasa ile İmam-Hatip Okullarına olan talep büyük oranda 
düşmüş İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları bu yasadan dolayı kapatılmış, bundan dolayı bu yasa İmam-Hatip Liseleri için yeni bir dönüm noktası olmuştur. Sekiz yıllık zorunlu eğitim sonrasında kapatılan İmam-Hatip Okulları’nın orta kısmı ve üniversiteye giriş sınavında meslek lisesi olması nedeniyle katsayı sorunuyla karşılaşılması, Kur’an kursları, yüksek öğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu ve bu sorunların gerek hükümet gerekse toplum nezdinde uzun süren tartışmaları da beraberinde getirmiş olması 28 Şubat 1997 askeri darbesinin Türk Eğitim Sistemi üzerindeki etkileri göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Geçmişten günümüze kadar gelen süre içerisinde ilköğretimin geliştirilmesine ve iyileştirilmesine dönük olarak atılmış birçok adım bulunmaktadır. 18 Ağustos 1997 tarihinde yürürlüğe giren, 4306 sayılı yasa ile tüm ülke genelinde 1997-1998 eğitim öğretim yılından itibaren Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim uygulanmaya başlanmıştır. 

Eğitim sistemindeki yaşanan bu çarpıklıklar ve daima değişen sınav sistemi ile milyonlarca gencin, üniversite kapılarında yığılmasına neden olunmuş ve bu yüzden özel dershanelere olan talep her geçen gün artmış, böylelikle söz konusu kurumlar tüm ülkeye yaygınlaştırılmıştır. Cumhuriyetten bu yana eğitim alanında atılan adımların hiçbiri, eğitimde var olan sorunların çözümünü sağlayamamış tır. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eğitim alanında ortaya konulan politikalar ve uygulamalar, iktidar sahiplerinin eğitimle her halükarda ilgili olması bakımından, diğer ulus devletlerden herhangi bir farklılığa sahip olmamıştır. Devlet, eğitim marifetiyle halkını aydınlatarak modernleştirmeyi amaç haline getirmiş ve toplumsal hayatta ve kültürel bağlamda köklü bir yere sahip olan dini ve geleneksel alışkanlıklar yine eğitim marifetiyle değiştirilmeye çalışılmıştır. 

1990’lı yılların ikinci yarısından sonra başlayan ve 28 Şubat Süreci olarak anılan dönemde eğitimle ilgili alınan bazı kararların günümüzde de etkilerinin görülmesi bakımından, eğitim iktidar ilişkileri bu dönemde çok net olarak ortaya çıkmıştır. Eğitim ile iktidar arasındaki bu canlı ilişki, iktidar sahiplerinin mücadelelerini sürdürürlerken araç sallaştırdıkları eğitime zarar verdiklerine dair farkındalıklarını bile engelleyecek boyutlara ulaşmıştır. Sonuçta, Türkiye’de iktidar mücadelesi neticesinde istikrara kavuşamayan eğitimin ve bileşenlerinin iktidar ilişkilerinden zarar gördüğünü kesin bir şekilde ortaya çıkarmıştır. 

Türkiye’de eğitim sisteminin yasal dayanağı anayasanın 42. maddesi ile belirlenmiştir: “Eğitim ve Öğretim, Atatürk ve İnkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır... Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak kanunla düzenlenir...” Görüldüğü gibi anayasa eğitim sistemini hem çağdaş bilginin hem de devlet ideolojisinin (Atatürkçülük) aktarılmasının bir yolu olarak görmekte ve devlete eğitim hizmetini gözetleme ve denetleme görevini vermektedir. Bu görev, en üst düzeyde Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.7). 

Türkiye’de özellikle “28 Şubat süreci” ile başlayan dönemde meydana gelen siyasal gelişmeler ve ulusal tehditler arasına “irticanın” da konulmasından sonra 
yaşanan sorunlar neticesinde toplumsal bir tepki meydana gelmiştir. Meydana gelen bu toplumsal tepki şiddete veya silahlı mücadeleye dönüşmemiş, 
demokratik yollarla dile getirilmiştir. Koalisyon hükümetlerinin Türkiye’de ekonomik alanda başarılı olamamaları ve yaşanan ekonomik krizler, toplumda 
dönemin iktidar sahiplerine karşı tepkilerin artmasına yol açmıştır (Şimşek, 2012, s.183). 

28 Şubat süreci sonrasında özellikle Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşürülmesi ile başlayan istikrarsızlık süreci koalisyon hükümetleri zamanında da sürmüş, bu dönem içerisinde toplumsal barış ve huzurun bozulması, artan ekonomik bunalımlar, geniş bir alana yayılan toplumsal memnuniyetsizlik sonucunda 3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimler üzerinde büyük bir etki yaratmış ve seçim sonuçlarını etkilemiştir. 

28 Şubat süreci sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri zamanında her alanda devam eden istikrarsız yönetim biçimi 2002 genel seçimleri ile beraber 
AKP’nin tek başına iktidara gelmesi sonrasında yeni bir Türkiye stratejisi gündeme getirilmiştir. Özellikle 2002 sonrasında her alanda olduğu gibi eğitim 
alanında da AKP’nin ortaya koyduğu uygulamalar toplumsal açıdan takdir kazandığı gibi bu yapılan yenilik hareketlerini eleştirenlerde ortaya çıkmıştır. 

 Bilindiği üzere Refah-Yol Hükümeti’nin ardından kurulan koalisyon hükümetleri dönemlerinde 28 Şubat sürecinin etkileri uzun süre hissedilmiştir. Olay ve 
olguların ürünü olan 28 Şubat sürecinde büyük bir özgürlük daraltılması yaşanmış ve toplumun tüm kesimleri bu süreçten zararlı çıkmıştır. 

Devletin bütün kurum ve kuruluşları bu sürecin sonunda itibar kaybetmiştir. Bugün hâlâ Türkiye siyasetinden ekonomisine, toplumsal kesimlerden devlet 
kurumlarına, bağımsız medyasından sivil toplum kuruluşlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede 28 Şubat’ın açtığı yaraları kapatmakla ve yarattığı tahribatı 
onarmakla meşgul olan bir Türkiye siyaseti bulunmaktadır. 

3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimlerde AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra eğitim alanında hayata geçirilen uygulamalar arasında başörtüsü konusunda yapılan çalışmalar, zorunlu eğitim süresinin kesintili olarak 12 yıla çıkarılması, İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının 4+4+4 şeklinde 
kademe lendirilen 12 yıllık zorunlu eğitimle tekrar açılması, üniversiteye girişte katsayı farkının kaldırılması ve Kur’an Kurslarına devam yaşı ile ilgili yaş 
sınırının kaldırılmış olması, 28 Şubat sürecinde hayata geçirilen eğitim uygulamaları ile taban tabana zıt olması bakımından dikkat çekicidir. Belirtilen 
konulardaki uygulamalarda, her iki dönem özellikleri açısından bakıldığında eğitim ile iktidar ilişkileri çerçevesinde değerlendirilecek unsurlar bulunmaktadır 
(Şimşek, 2012, s.184). 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


47 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***************

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder