ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ: İNGİLTERE ÖRNEĞİ, BÖLÜM 8
1.3. Irak Operasyonu Ve Önleyici Vuruş Doktrini
ABD 11 Eylül saldırıları sonrası yaşadığı travmanın bir daha başına gelmemesi için bir takım önlemler almaya başlamıştır. Nitekim dönemin ABD Başkanı Bush yaptığı konuşmalarda sık sık ülkesini ve vatandaşlarını korumak için tüm kaynaklarını seferber edeceğini ve bu tip saldırıların bir daha asla meydana gelmemesi için ne gerekiyorsa yapılacağını kesin bir dille söylemiştir.
Başkan Bush’un, 1 Haziran 2002’de aynı yönde bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında Bush şu sözlere yer vermiştir: “Haydut devletlerin ve teröristlerin amaçları göz önüne alındığında, ABD artık geçmişte olduğu gibi tepkisel bir tutuma güvenemez. Muhtemel saldırganı caydırmadaki iktidarsızlık, günümüz tehditlerinin aciliyeti ve muhtemel hısımlarımızın seçtikleri zararın büyüklüğü; düşman saldırılarının gerçekleşmesini bekleme seçeneğini ortadan kaldırmaktadır” diyerek, Amerikan politikalarında yeni bir yaklaşımın sinyallerini vermeye başlamış ve hedef olarak kendisinin “şer ekseni” olarak nitelendirdiği ülkeleri göstermiştir.
Bu düşünceler ışığında kamuoyu oluşturmaya çalışan Bush yönetimi nihayet, 20 Eylül 2002’de, 11 Eylül 2001’de meydana gelen trajik olayların ve Irak’tan algılanan tehdidin sonucu olarak, “Dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi yapmak” için, “Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” adında yeni bir güvenlik stratejisi yayınlamıştır. Fakat Bush Doktrini olarak isimlendirilen bu yeni ulusal güvenlik stratejisi, radikal bir takım unsurlar içermektedir. Yeni ulusal güvenlik stratejisi ile; önceki başkan Clinton’ın geliştirdiği stratejiden ciddi bir kopma meydana gelmiştir. Doktrinin en çarpıcı yönü soğuk savaş döneminde güvenlik amacına hizmet eden “caydırıcılık ve çevreleme politikalarının”, uluslarötesi teröristler ve kitle imha silahları tarafından karakterize edilen 21. Yüzyılın yeni tehdit ortamında yetersiz kaldığına işaret edilerek; bu politikaların yetersizliğini gidermek için Uluslar arası Hukukta ihtilaflı bir doktrin olan “sezgisel meşru müdafaa hakkına” dayanmış olmasıdır.
Söz konusu doktrinde, ABD’nin yeni dış politikasının neleri kapsadığı da açıkça ifade edilmiştir. Öncelikle, düşman devletlere ve kitle imha silahlarına sahip olmak isteyen teröristlere karşı askeri müdahalede bulunulacağı açıklanmıştır. İkinci temada, stratejik olarak Amerika’nın kendi askeri gücü ile başka herhangi bir yabancı gücün rekabet edemeyeceği belirtilmiştir. Üçüncü olarak ABD stratejisine göre çok taraflı uluslararası işbirliğine taraf olunmakla beraber kendi güvenliği ve uluslararası çıkarlarını korumak adına tek taraflı hareket etmekte tereddüt edilmeyeceği açıklanmıştır. Son stratejik amaç ise, özellikle Müslüman ülkeler başta olmak üzere demokrasi ve insan haklarını tüm dünyaya yaymak olarak açıklanmıştır.
Başkan Bush’un ortaya attığı “önleyici vuruş doktrini” içerisinde barındırdığı yeni önleyici meşru müdafaa hakkı anlayışı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu doktrini farklı kılan asıl husus ise; geleneksel “gereklilik” kriterini esnetmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Kısaca değinilecek olursa bu doktrin önleyici meşru müdafaa hakkı için gerekli olan “yakın tehdit” anlayışının günümüz teröristlerinin izlediği yeni stratejilerden dolayı tam manası ile uygulamanın imkansız olduğundan bahisle; artık “potansiyel tehdit” anlayışıyla hareket edilmesini öngörmesidir. Zira günümüzde tehditler, öngörülemeden aniden ortaya çıkabilmektedir. Doktrinde belirtilen “önleyici vuruş” ile terörizme karşı yeni ve stratejik bir çözüm olarak sunulmuştur. Bu Doktrin, teröristlere ve terörizme yataklık eden devletler ile kitle imha silahlarını barındıran veya bu silahları kullanma amacında olan devletlere karşı kuvvet kullanılmasını öngörmektedir.
Fakat potansiyel bir tehdidi ortadan kaldırmak için önleyici saldırı yapmak uluslararası hukukla ters düşmektedir. Faraziyesindeki tehdidi ortadan kaldırmak için “gerekirse tek başına harekete geçmeyi” esasları arasına alan Bush Doktrini esas itibariyle hukuksal bir doktrin değildir; siyasal bir doktrin olup BM Antlaşması’nın ruhuna ve lafzına aykırıdır.
Bu doktrinin ilk somut uygulamasının ise ABD’nin Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu olduğunu değerlendirmek yerinde olacaktır. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonraki dönemde ABD, “şer ekseninin” ilk sırasına Irak’ı yerleştirmiştir. 11 Eylül Saldırıları’nın sorumlusu El Kaide ile bağlantısı olduğu iddia edilen Saddam Hüseyin rejimi, Irak’ta kitle imha silahları üretmek; söz konusu silahların kullanılma ihtimali ve bu silahların teröristlerin eline geçmesinin başta ABD ve müttefikleri olmak üzere uluslararası düzen için en büyük tehdidi oluşturduğu gereğiyle; ABD otoritelerince suçlanmakta ve acil önlem alınması gereği dile getirilmiştir. Diğer yandan Saddam’ın iktidarda kalması 11 Eylül Saldırıları ile ortaya çıkan manzarada ABD’ye karşı olası saldırıların devamına neden olabilecektir. Bu nedenle bu tehdidin, teröristler faaliyete geçmeden önce önleyici savaş kapsamında engellenmesi görüşü hakim olmuştur. Amerikan hükümeti tarafından ise bu tehdidi ortan kaldırmanın en verimli yolu, diktatör Saddam Hüseyin rejimini devirmek ve Irak’ta demokratik bir yönetim biçimi oluşturmayı hedefleyen askeri bir operasyon olarak görülmüştür.
ABD, 25 Ekim 2002 tarihinde teröre yataklık ettiği ya da edeceği ve silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak’a karşı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır. Bush Doktrini’nin yorumuna uygun olarak yapılan bu açıklamadan sonra ise özellikle BM’de yoğun bir süreç başlamıştır. ABD Irak’a yapacağı saldırı öncesi, Afganistan’a yaptığı operasyonda olduğu gibi BM’nin direkt olmasa da doğrudan onayını almak istemiş ve bu sayede yapacağı operasyonun, özellikle müttefiklerine ve Ortadoğu Ülkeleri’ne karşı meşru bir çerçeve içerisinde olduğunu göstermek istemiştir. Fakat BM bu kez ABD’nin sunduğu argümanlara karşı daha mesafeli yaklaşmış ve tatmin olmamıştır. Çeşitli komisyonlar ve denetim mekanizmaları tarafından süreci değerlendiren BM, ABD’nin istediği kararları bu kez almamıştır.
BM Güvenlik Konseyi tarafından Irak’ın öngörülen yükümlülüklerini yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve “yükümlülüklerinin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı” yolunda ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı bir karar kabul edilmiştir. Denetimler sürerken denetim rejiminin etkinliğinden ve Irak’ın işbirliğinden şüphe duyan ABD, denetim mekanizmasının işlemediğini savunmuş ve Irak’ta hala kitle imha silahlarının var olduğunu iddia etmiştir. Çalıştıkları 11 hafta sonunda, 14 Şubat 2003 tarihinde raporlarını tamamlayan denetçiler ise Irak’ta kitle imha silahı olduğuna dair hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddeye rastladıklarını belirtmişlerdir. 24 Şubat 2003’te ise ABD, İngiltere ve İspanya, BM Güvenlik Konseyi’ne, Irak’ın 1441 sayılı karar çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğunu deklare eden bir karar tasarısı sunmuş ancak Fransa, Rusya ve Çin’in tasarıyı veto edeceğini açıklaması ile tasarıyı geri çekmek zorunda kalmıştır. Fakat BM’nin bu uygulamaları ve aldığı kararlar, ABD’nin Bush Doktrini çerçevesinde yeni bir operasyon başlatmasını engelleyememiştir. 28 Şubat 2003 tarihinde Beyaz Saray Sözcüsü “Yönetimin amacının artık Irak’ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği olduğunu” ifade etmiştir.
16 Mart 2003 tarihinde toplanan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İspanya liderleri, savaş konseyi adını verdikleri toplantının ardından yaptıkları açıklamada diplomasi için fazla şans kalmadığını açıklamışlardır. 18 Mart 2003 tarihli ulusa sesleniş konuşmasında ABD Başkanı Bush, Saddam Hüseyin ve ailesine Irak’ı terk etmek için kırk sekiz saatlik bir süre vermiştir. Tüm bu gelişmelerin ardından, ABD 20 Mart 2003 günü Irak’ta rejim değişikliğini amaçlayan kapsamlı bir operasyon başlatmış ve kısa sürede Irak’ı işgal etmiştir. Fakat bu operasyonda Afganistan Operasyonu’nda olduğu gibi tüm dünya ile işbirliği içersinde hareket edilmemiştir. ABD’nin en yakın müttefiklerince dahi meşruiyeti sıkça sorgulanan, BM başta olmak üzere uluslararası veya bölgesel hiçbir uluslararası örgütün desteği alınmamasına rağmen başlatılan bu operasyon ise uluslararası kamuoyu tarafından da meşru bulunmamıştır.
1.4. İstanbul, Madrid ve Londra Saldırıları
El – Kaide’nin Türkiye unsurları, ilk defa 15 Kasım 2003 tarihinde Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına aynı anda intihar saldırıları gerçekleştirerek Türkiye ve dünyanın gündemine girmiştir. Bu saldırılarda 26 kişi yaşamını yitirmiş, 300’ün üzerinde kişi de yaralanmıştır. Daha bu saldırıların yankısı sürerken bu defa 20 Kasım 2003 tarihinde İngiltere Başkonsolosluğuna ve HSBC Bankası binasına da eş zamanlı saldırılarda bulunulmuştur. Bu saldırılar sonucunda da 32 kişi yaşamını yitirmiş, 400’ü aşkın kişi yaralanmış ve 70’ten fazla araç kullanılmaz hale gelmiştir. Bu saldırıların en dikkat çeken yanı ilk saldırıların Yahudi ibadethanelerine, ikinci saldırıların ise İngiliz kurumlarına karşı yapılmış olmasıdır.
El – Kaide üyelerinin İspanyayı hedef alan saldırısı ise 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de gerçekleşmiştir. Avrupa ülkeleri arasında ABD’ye en yakın müttefiklerden biri olan İspanya saldırıları da İstanbul’da olduğu gibi özellikle Irak işgaline misilleme olarak gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılar İspanya’nın başkenti Madrid’de dört ayrı trene koyulan toplam on bombanın patlaması ile gerçekleşmiştir. Bu saldırılar sonucu 191 kişi hayatını kaybetmiş, 1430 kişi de yaralanmıştır. Bu saldırıların şehrin atar damarları olan ulaşım sistemlerinde olması ve yapılan saldırının sabah saatlerinde gerçekleşmesi saldırının bilançosunu da arttırmıştır. Bu saldırılarla Avrupa terörizm gerçeğini sınırları içerisinde yaşamış ve 11 Eylül saldırıları sonrası birçok önleme stratejisi geliştirmiş olmasına rağmen bu saldırılar sonrası gerçekle yüz yüze gelmiştir.
7 Temmuz 2005 günü İngiltere’nin Londra kentinde metro istasyonlarında üç adet, yine bu kentin Tavistock Meydanı’nda bir otobüste patlayan bir adet olmak üzere, şehrin toplu taşıma merkezlerinde patlayan 4 adet bomba patlamıştır. Bu saldırılar sonucu toplam 52 kişi hayatını kaybetmiş, 700 kişi yaralanmıştır. Bu saldırılar da Madrid’de olduğu gibi şehrin ulaşım merkezlerinde meydana gelmiştir. Bu saldırılarda İngiltere’nin hedef alınması ise 11 Eylül saldırıları akabinde başlayan ABD’nin küresel terörle mücadelesinin her safhasına en güçlü desteği veren ülke olmasıdır.
El- kaide terör örgütünün gerçekleştirdiği bu saldırıların temel amacı küresel terörle mücadelede ABD’nin yanında yer alan müttefiklerini hedef alarak onlarında her an tehlike içerinde oldukları hissi verilmek istenmesidir. Aralarında bir yıl bile süre geçmeden gerçekleşen bu saldırılar; özellikle Irak Operasyonunun uluslararası destek alamaması ardından El – Kaide terör örgütü ve onun adına eylemler gerçekleştiren diğer örgütlerin, bunu iyi kullanarak propaganda faaliyetleri ile tekrar güç kazanması sonucu yapılmıştır.
11 Eylül saldırıları sonrası oluşan hava ile yapılan ve uluslararası meşruiyeti dünyanın dört bir yanından gelen destek açıklamaları ile kanıtlanan Afganistan Operasyonunda çok iyi bir netice elde edilmiş ve terör örgütü El- Kaide’ye ağır bir darbe indirilmiştir. Hatta Amerikalı bir general; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirtmiştir. Fakat örgüt bitme noktasına gelmişken ABD’nin Afganistan’da yaptığı hataların ardından Irak’a yaptığı saldırı ABD ve müttefiklerine olan inancın iyice azalmasına sebep olmuştur. Bu da çökme noktasına gelen, hiçbir destek alamayan, bunlara ek olarak bölge halklarının da desteğini yitirmiş olan El-Kaide terör örgütü ve destekçilerinin; ABD’nin bu hatalarını propaganda malzemesi olarak kullanması ile birlikte tekrar can bulmasını, halk desteği ile lojistik destek almalarını sağlamıştır. Üyelerinin ve sempatizanlarının kendilerinden kopmaması ve yeni üyeler kazanabilmek için örgüt; küresel çapta eylemler gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Bu eylemlerden en çarpıcı olanları ise İstanbul, Madrid ve Londra saldırılarıdır.
El – Kaide terör örgütü elemanları, ABD’nin Afganistan’a yaptığı askeri müdahaleden sonra dünyanın pek çok ülkesine dağıtılmıştır. Ancak örgüt mensuplarının dünyanın pek çok ülkesinde bulunan bağlantıları devam etmiştir. El – Kaide bir şemsiye, bunun altında da Ortadoğu’dan Müslümanların yaşadığı Avrupa Kentlerine, oradan ABD’ye kadar uzanan alt bağlantıları mevcuttur. Bu bağlantılar ise El – Kaide’ye vurulan ağır darbeler sonucu yeraltında kalmış fakat ABD’nin hatalı stratejileri karşısında tekrar güç bularak gün yüzüne çıkmaya başlamışlardır. ABD’nin diğer ülkelerin görüşlerini almadan geliştirdiği savaşım stratejileri sadece kendine değil, diğer ülkelere de önemli zararlar vermiştir. İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları ABD’nin müttefiki olmanın bedelleri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu saldırıların, El - Kaide ve daha birçok etkin terör örgütünün savaşım stratejisi olan, her alanda savaş ve misilleme ilkelerine göre yapıldığı söylenebilir. Nitekim El Kaide lideri Bin Ladin; “Eğer düşmanlar Müslümanlara ait toprakları işgal ediyorlar ve masum insanları kalkan olarak kullanıyorlarsa, bu bize düşmanlara saldırma yetkisi verir….. Amerika ve Müttefikleri Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve Irak’ta Müslümanlara karşı katliam yapmaktadırlar. Müslümanların da ABD ve müttefiklerine karşı misilleme hakkı vardır”, diyerek bu stratejinin eylemlerini haklı olduğunu kanıtlamada önemli pay sahibi olduğunu göstermiştir. Bu saldırılar sonrası kimsenin evinde rahat edemeyeceği tezi güçlendirilmek istenmiş ve gerçekten de dünyanın 11 Eylül saldırılarından sonra daha az güvenli olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu saldırılar ile küresel terör örgütleri, ABD’nin en güçlü müttefiklerine bile rahatlıkla zarar verebilecek kapasitede olduklarını göstermişler ve ABD’nin saldırılara maruz kalmayan diğer müttefiklerinin de aslında güvende olmadıklarını göstermek istenmiştir. Bu saldırılar sonrası özellikle İtalya, Fransa ve Danimarka’da alarm verilmiş, bu toplumlarda bir süre korku hakim olmuştur.
2. DEVLETLERİN ve ULUSLARARASI ÖRGÜTLERİN 11 EYLÜL SALDIRILARI ÇERÇEVESİNDE YAPTIĞI DÜZENLEMELER
11 Eylül saldırıları terörizmin acımasız yüzünü dünyaya yeniden gösteren bir saldırı olmuştur ve adeta terör yeniden tanınmıştır. Terörün ne denli büyük boyutlara ulaşabileceği ve ne denli kayıplar yaşatabileceği dünya kamuoyu tarafından bu acı tecrübe ile bir kez daha anlaşılmıştır. Saldırının büyüklüğü sebebiyle yarattığı şok etkisi, bir güvenlik bunalımı doğurmuş ve ortaya çıkan bu korku ortamını yenebilmek için hükümetleri ve uluslar arası örgütleri harekete geçirmiştir. Tehdit algılamalarının ve savunma mekanizmalarının, değişen terörizmle mücadelede ve onu önlemede başarısız olduğunu gören devletler yeni düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Özellikle Irak Operasyonu’na bir cevap olarak gelen İstanbul, Madrid ve Londra saldırıları hem ikinci bir şok etkisi yaratmış hem de yeni düzenlemeleri beraberinde getirmiştir.
2.1. Devletlerin Yaptığı Düzenlemeler
Devletler genel olarak belirtilen saldırılara tepkisel cevap vermişlerdir. Kanunlarında yaptıkları düzenlemelerin yanı sıra, terörle mücadele eden birimlerinde de bazı değişiklikler yapma yoluna gitmişlerdir. Bu başlık altında 11 Eylül saldırılarının direkt muhatabı olan ABD’nin ve bu saldırılara karşı yapılan operasyonlarda ABD’nin en büyük destekleyicilerinden biri konumunda olduğu için Madrid saldırılarına mazur kalan İspanya’nın yaptığı bazı düzenlemeler aktarılmaya çalışılacaktır.
2.1.1. Amerika Birleşik Devletleri’nin Yaptığı Düzenlemeler
ABD’nin 11 Eylül Saldırıları’nın hemen ardından ulusal tedbirler kapsamında gerçekleştirdiği reformlar ve bu reformları izleyen bir dizi yasal düzenleme gerekleştirilmesinin temel nedeni, terör örgütlerinin ortadan kaldırılması, üyelerinin tespit edilmesi ve yargılanma süreçlerinin hızlandırılmasıdır. 11 Eylül Saldırıları’nın öncesinde ve saldırılar sırasında yapılan hataların tekrarlanmasını engellemek ve bu bağlamda muhtemel saldırıları gerçekleşmeden önlemek ise, bu reformların arkasında yatan diğer önemli nedenlerdir. 11 Eylül olaylarına ilişkin ABD’de üç temel reform yaşandığı görülmektedir: PATRİOT Kanununun yasalaşması, 2004 tarihli İstihbarat Reformu ve Terörizm Engellenmesi Kanunu’nun kabul edilmesi ve İç Güvenlik Örgütü’nün (Depertment of Homeland Security) kurulmasıdır.
2.1.1.1. İç Güvenlik Örgütü
İç Güvenlik Örgütü, kuruluş kanununun 2002 yılında tamamlanmış olmasına rağmen, uzun süren tartışmalar sebebiyle 2003 yılında faaliyete geçebilmiştir. ABD’de 22 kurumun bir çatı altında toplanmasıyla oluşturulmuş bu örgüt, 180.000 çalışanı ile en büyük federal kurumlardan biri olma özelliğini göstermektedir.
Başkan Bush, Amerikan halkının daha güvende olmasını sağlamak amacıyla yönetimin büyük sorumluluğu bulunduğunu ve bunun için ilk adımın ulusal güvenliğin sağlanması adına atılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsamda kurulmasını önerdiği İç Güvenlik Örgütü’nün kuruluş gerekçelerini şöyle sıralamıştır:
“Amerikan halkının güvende olması için; öncelikli görevi Amerikan toprağını savunmak olan; sınırlarımızın, taşımacılık alanlarının ve diğer kritik altyapı alanlarının güvenliğini sağlayacak; çoklu kaynaklardan gelen iç güvenlik istihbaratlarını en iyi şekilde sentez ve analiz edecek; her türlü olası tehdit ve tehlikelere karsı merkezi ve yerel yönetimler, özel sektör ve Amerikan halkı arasında etkin bir iletişim koordinasyonu sağlayacak; Amerikan halkını bio-terörizm ve diğer kitle imha silahlarına karsı korumaya yönelik çabalarımızı koordine edecek; bu konuda acil yardım için gerekli ekipman ve desteği en kısa sürede ulaştıracak; federal ilk yardım faaliyetlerini yönetecek ve daha fazla güvenlik elemanıyla bu alanda çalışacak; ve iç güvenlik için ayrılan kaynakların en etkin şekilde yönetilmesini sağlayacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu da İç Güvelik Örgütü’dür.”
2004 yılı İç Güvenlik Örgütü Stratejik Planı’na göre bu kurumun üç temel misyonu bulunmaktadır. Birinci olarak, ABD sınırları içerisinde bir daha terör saldırısı olmamasını sağlamak ve bu ülkede yaşayan insanlara daha güvenli bir ortam oluşturmak; ikinci olarak, bu ülkeyi terör saldırılarına karşı kapalı hale getirmek; üçüncü olarak da verilen zararları düşürmek ve diğer kurumlara bu türden suçların beklenmedik etkilerini ortadan kaldırabilmeleri yönünde stratejik destek vermek, olarak sıralanmıştır. 2007 Ekim ayında yayınlanan yeni planda ise dördüncü bir amaç olarak, uzun vadede başarı elde etmek için bu örgütün güçlendirilmesinin sürdürülmesi eklenmiştir. İlk üç amaç ulusal çabaların organize edilmesine katkı sağlarken bu son amacın, örgütün ilkelerinin, çalışma sisteminin, yapısının ve bünyesindeki kurumların gelişimini ve sağlamlaştırılmasını öngördüğü belirtilmiştir.
Bu örgüt terör konularında olduğu gibi diğer pek çok konuda da sorumluluklara sahiptir. Örneğin her türden felaket ve acil durumlara hazırlıklı olabilmeleri için diğer kurum personeline eğitim vermek bu sorumluluklardan birisidir. Bu kurumun seyahat ve taşımacılık alanlarında da yetki ve sorumlulukları vardır. Bazılarınca temel insan haklarına saygısızlık olarak görülen ABD’ye giren herkesin fotoğraf ve parmak izlerinin alınması gibi işlemlerde yetki ve sorululuk da bu kuruma aittir. Ayrıca örgüt, gerek yerel gerekse federal kurumlara, terörle veya afetlerle mücadele konularında yeni bulunan teknolojik gelişmeleri kazandıracak mali çalışmalar yapmakla da görevlidir. Ek olarak, ABD’nin teröre mağdur olma riskinin hesaplanması ve riskli alanların ortadan kaldırılması yönünde çalışmalar yapmak da bu örgütün sorumluluğuna verilmiştir.
2.1.1.2. İstihbarat Reformu ve Terörizmin Engellenmesi Kanunu
En temelinde bu kanun, istihbarat örgütleri arasında var olan duvarları yıkmak ve böylece bu örgütler arasındaki bilgi akışını sağlamak amacıyla çıkartılmıştır. Bahse konu kanunla bu örgütlerin birbirleri ile işbirliği içinde çalışarak koordinasyonun artmasının sağlanması, böylece de istihbari faaliyetlerden beklenen faydanın artması amaçlanmaktadır.
Bu kanun ayrıca iki yeni kurum daha kurarak terörle mücadele konusunda daha fazla verim elde etmeyi planlamıştır. Bu kurumlardan biri, ulusal bazda terörle ilgili istihbaratın yapılacağı ve konu ile ilgili stratejik operasyonel planlamaların yapılacağı Ulusal Terörle Mücadele Merkezi’dir. İkinci kurum ise terörle mücadelenin en temel aktörü olan ve izlenecek tüm terörle mücadele stratejilerinin onun üzerine kurulması gerekli olan insan hakları ve özgürlükler çerçevesindedir. Gizlilik ve Sivil Özgürlükler Takip Örgütü, yeni kurulan hükümet kurumlarının insan haklarına saygılı bir şekilde hareket edip etmediklerini takip etmek amacıyla kurulmuştur.
9. CU BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder