İNGİLTERE ÖRNEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNGİLTERE ÖRNEĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2017 Salı

ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ: İNGİLTERE ÖRNEĞİ, BÖLÜM 12





ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE  HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ:  İNGİLTERE ÖRNEĞİ,  BÖLÜM 12



      
  2. İNGİLTERE’NİN KÜRESEL TERÖRİZM İLE MÜCADELESİ 

İngiltere iki binli yıllar kadar, tehdit algılamalarını sadece ayrılıkçı terör örgütüne yönelik düzenlememler ile yapmıştır. Buna karşın uluslararası terör örgütlerine ve diğer ülkelerde yaşayan terör örgütlerine karşı ciddi düzenlemeler yapma ihtiyacı hissetmemiştir. İngiltere Soğuk Savaş dönemi boyunca sadece İrlanda sorunu ve NATO’nun tehdit saydığı sol örgütlerle ilgilenmiştir. Uluslararası Terörizm konusunda ise yaptığı tek düzenleme, yine IRA terörünün uluslararası bağlantılarının artması sebebiyle uluslararası terör örgütlerinin İngiltere uzantıları ile ilgili, 1984 yılında PTA’ da yaptığı cılız bir değişiklik şeklinde gerçekleşmiştir.

Fakat bu durumu soğuk savaşın son yıllarında başlayan eğilim ile birlikte değişime uğramış ve yasal düzenleme ihtiyacı kendisini hissettirmeye başlamıştır. Bu ihtiyacın temel noktasında ABD ve İngiltere’nin Ortadoğu kökenli örgütler ve radikal İslamcı gruplar bulunmaktadır. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte radikal İslam’ı Batı’nın karşısındaki en büyük tehdit olarak ilan eden ABD ve İngiltere; 1998 yılında Afganistan merkezli Usame Bin Ladin, ABD’ye meydan okumaya başlamış ve Güney Afrika’da bulunan iki ABD büyükelçiliğini bombalamasıyla birlikte bu tehdit durumunu daha yakından ve şiddetli hissetmiştir. Ayrıca bu olayları takip eden günlerde, İngiliz basınının yüksek tirajlı gazeteleri “Müslüman Fanatikler Batılı Şehirlere Kimyasal Silah İle Saldıracak”, “Müslümanların Kötü Niyeti: Londra’yı Bombalamak” şeklinde manşetler atarak halkı da bir anlamda toplumun da radikal İslamcı terör tehdidine karşı hassasiyetlerinin arttırılması sağlanmıştır.

İngiltere özellikle sömürgecilik tarihine dayanan nedenlerle, Ortadoğu’da yaşanan gelişme ve çatışmaların tarihi sorumlusu olarak ön plana çıkmaktadır. El – Kaide ideolojisindeki terör örgütleri de İngiltere’nin bu tarihi sorumluluğundan dolayı bu ülkenin cezalandırılması gerektiğine inanmaktadır. Bu sebeplerle yeni bir terörist tehdidin odak noktasına düşen İngiltere ise, terörle mücadele stratejilerinde yeni düzenlemelere gitmek durumunda kalmıştır.    

İngiltere’nin bugün karşı karşıya olduğu uluslararası terörist tehdidinin geçmişteki terörist tehditlerden oldukça farklı olması; eylemlerini dini gerekçelerle meşrulaştırması, oldukça geniş bir dini ve siyasal gündeme sahip olması; birçoğunun toplu sivil ölümlerinin peşinde olması, radyolojik ve biyolojik silahlar dahil konvansiyonel olmayan teknikler kullanmaya hazır olmaları, aktif bir şekilde İngiltere ve dünyanın birçok yerinde eleman kazanmaya çalışıyor olmaları eski düzenlemelerin işlerliğini düşürmüştür. Bu sebeple yeni bir düzenleme ve strateji geliştirme ihtiyacı duyulmuştur. Uluslararası terörizmle mücadelede yeni önlem ve düzenleme yapma ihtiyacına etki eden diğer bir faktörse, Londra’nın uluslararası terör gruplarına güvenli bir yuva sunduğu yönündeki algılamalardır. Diğer Batı Avrupa ülkelerine göre görece daha liberal yasalara sahip olan İngiltere, bu ve benzeri nedenlerden dolayı birçok siyasi ve silahlı grubun tercih ettiği bir merkez olmuştur. Özellikle Iraklı, İranlı, Mısırlı ve Suudi Arabistanlı rejim muhalifleri bu ülkeyi mesken edinmiştir. Bu sebeplerle İngiltere 2000 yılı Terör Yasası adı altında bir düzenleme yapmıştır.


2.1. 2000 Terör Yasası (Terrorism Act 2000 )

Yasa önerisi 1999 ve 2000 yılında yapılan yoğun tartışmalar sonucunda 2 Temmuz 2000’de Kraliyet Onayını alarak, 19 Şubat 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sadece İngiltere değil uluslararası terörle mücadele konusunda tüm dünya için önemli bir adım sayılmalıdır. Çünkü bu yasayla İngiltere gibi uluslararası sistemin önemli bir aktörü olan bir ülke, kendisine dönük olmadığı halde, uluslararası arenada faaliyet gösteren birçok terör örgütünü ve bu örgütlerin İngiltere’deki faaliyetlerini yasaklamıştır.

Bu yasayla terörün tanımının hiç olmadığı kadar genişletilerek terör örgütlerinin tüm faaliyetleri yasaklanmış olmaktadır. Terörizm yasasının bir diğer özelliği de terör gruplarının finans kaynaklarına yönelik olarak getirdiği düzenlemelerle, finans kaynakları ile de etkin mücadeleyi amaç edinmiştir. Yasa ayrıca terör örgütleri ile mücadelede soruşturma ve mücadele birimlerinin yetkilerinde de düzenlemelere gitmiştir. Bu yasayla terörle mücadele birimleri diğer suçlarla mücadele yöntemlerine nazaran daha fazla güçle donatılmıştır. Bu yasa uygulamasına göre yetkililere terör suçu ile alakalı şüphelilerin 48 saat saat gözaltında tutabilme olanağı sağlanmıştır. Bu süre yedi güne kadar uzatılabilmektedir. Fakat eski yasalara nazaran bu yasanın bu konudaki temel farkı; gözaltına alma kararının bir yargıç gözetiminde veriliyor olmasıdır.
Ayrıca bu yasanın diğer bir özelliği de bir terör listesi ortaya koyması ve 21 örgütlü bir listeyi de kanuna eklemiş olmasıdır. Bu örgütlerin herhangi bir şekilde desteklenmesi de suç sayılmıştır. Bu listeye itiraz hakkı olmakla beraber, liste parlamentonun onayı ile beraber geçerli olacaktır. Bu listenin dikkati en çok çeken yönü ise radikal İslamcı örgütlerin ağırlıkta olmasıdır. Bu yasayı diğer yasalardan ayıran bir başka özellik ise diğer yasaların aksine bu yasanın geçici değil, kalıcı olmasıdır.

2000 Terörizm Yasası’na en büyük tepki ise başta İngiltere’de yaşayan Müslüman gruplar olmak üzere insan hakları dernekleri ve sivil toplum örgütlerinden gelmiştir. Tepkiler terörizm ve örgüt tanımında yapılan genişletici düzenlemelere yoğunlaşmıştır. Bu yasa uyarınca azınlıkların hak arama mücadelelerinin ve Greenpeace gibi barışçıl örgütlerin bile yasaklanabileceği belirtilmiştir. Fakat terör örgütü listelerinin Meclis onayına ihtiyaç duyması ve kamuoyunun yakın takibi bu endişeleri azaltmaktadır. Fakat özellikle Müslüman gruplar yasanın belli bir dine ve ırka karşı hazırlandığını savunarak İngiltere’nin bu yasa ile özellikle Müslümanlara karşı bir baskı unsuru oluşturduğunun altını çizmiştir. Özellikle Filistin ve Keşmir’de halk tarafından yasadışı hareket eden işgalcilere karşı halkın verdiği mücadeleyi uluslararası hukukun meşru bulurken, İngiltere’nin bu tip azınlık mücadelelerinin önüne geçtiğini savunmuştur.
Tartışmasız olarak İngiltere’de terörle mücadele konusunda çıkabilecek en sert yasa olarak değerlendirilirken; meydana gelen 11 Eylül olayları ile İngiltere sağduyusunu kaybederek bir tür telaş ve paranoyanın izleri görünen yeni düzenlemeler yapmaya başlamıştır.

2.2. İngiltere’nin 11 Eylül Saldırıları Sonrası Yaptığı Düzenlemeler   

Bilindiği gibi 11 Eylül’de ABD’ye karşı yapılan geniş çaplı saldırıya karşı Washington’a en önemli destek İngiltere’den gelmiştir. İngiltere saldırıları adeta kendisine yapılmış saymış ve bundan sonraki saldırıların İngiltere’yi hedef alabileceğini hesaplamıştır. Irak ve Afganistan’da İngiltere en çok asker bulunduran ikinci ülke konumuna gelmiştir.

11 Eylül sonrası süreçte İngiliz toplumunda güvenliğin kaybolmaya başladığı düşüncesi hakim olmaya başlamıştır. Bu sebeple toplum bu zafiyetin giderilmesi için her şeylerini feda edebilecek duruma gelmiştir. Avrupa kamuoyu tüm demokratik yönlerine rağmen en ufak bir güvenlik sorununda tüm liberal duruşunu bırakıp en sert önlemlere kolayca ‘evet’ diyebilecek bir yapıya sahip olmuşlardır. The Guardian gazetesi tarafından yapılan bir ankette, katılımcıların üçte ikisi güvenlik ve düzen için sivil haklardan taviz verilebileceğine inandığını söylemiştir. Hatta Londra saldırılarından sonra meydana gelen bir hırsızlık olayında bir polis memurunun çıkan çatışmada öldürülmesi ile ilgili olarak İdam cezasının dahi yeniden yürürlüğe girmesi tartışma konusu olmuştur. Demokrasinin beşiği sayılan böyle bir ülkede dahi bu gibi gelişmeler, güvenlik özgürlük dengesinin, güvenlik unsurundan yana bozulmaya başlamasının insanlar üzerinde bıraktığı psikolojik etkiyi gözler önüne sermektedir. Bu sebeple İngiliz hükümeti sert tedbirler alarak halkın ve özellikle güvenlik güçlerinin taleplerini yerine getirmeye yönelik tedbirler almış fakat özellikle yapılan yasal düzenlemeler, demokratik hukuk devleti ilkelerini ihlal ettiği gerekçesiyle ağır eleştiriler almıştır.

2.2.1. Anti – Terörizm Suç ve Güvenlik Yasası 2001   (Anti – Terrorism Crime and Security Act 2001)

Aralık 2001’de, İngiltere, ABD’nin liderliğini takip ederek, içinde terörist saldırıları ortaya çıkarmayı, soruşturmayı ve terörist saldırılar aleyhine dava açmayı kolaylaştıracak eşi görülmemiş önlemler bulunan Anti- Terörizm Suç ve Güvenlik Yasası’nı meclisten geçirerek 11 Eylül saldırılarına bir cevap vermiştir. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından çıkarılan bu yasa bir tür olağanüstü hal yasası niteliğindedir. 2000’de çıkarılan yasaya konulamayan bir çok yetki bu yasa ile uygulamaya konmuştur. Bu yönü ile bu yasanın içeriği güvenlik güçleri lehine bir fırsatçılık olarak nitelendirilmiştir. 2000 yasasının görüşmeleri sırasında daha sert önlemlerin alınması gerektiğini savunan bu kişiler, 11 Eylül sonrasında daha az bir direnişle karşılaşmışlardır.

Yasa İçişleri bakanına terör zanlısı yabancıların gözaltına alınmasına izin verme yetkisi vermiştir. Bunun için bakanlığın söz konusu kişilerin İngiltere’de bulunmasının ulusal güvenliğe tehdit oluşturduğuna inanması hatta bundan şüphe etmesi yeterli olacaktır. Bu sebeple yasanın bu bölümü en tartışmalı nokta olarak tepkileri üzerine çekmiştir. Terörün sürekli bir tehdit olduğu ve bu sorunu çözmek için uzun soluklu politikalara ihtiyaç duyulduğu; fakat yasanın amacının sadece acil durumları önleyebilmek için geçici çözümler ürettiği eleştirisinde bulunularak, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali niteliğinde olduğu belirtilmiştir. Parlamento’nun İnsan Hakları Müşterek Komitesi ve Privy Counsellor Review Committee (özel bir temyiz mahkemesi) tarafından alınan bu karar sonucu hükümete bu yasayı kaldırması tavsiyesi verilmiştir. Yasanın yürürlükte kalması için ise hükümetin ana gerekçesi “ bir kişinin yapmış olduğu cezai sonuçları olan saldırı için dava açmak, İngiltere’nin delillerin kabul edilebilirliğindeki kesin kurallarından ve yüksek ispat standardı istemesinden dolayı mümkün olmayabilir” olmuştur. Bu yasayı oluşturmaya iten sebeplerden biri yukarıda bahsedildiği gibi, terör olaylarında her zaman yeterli delil bulunamaması ve olay olana dek bu tip delillerin bulunmasının zorluğundan bahisle, şüphe duyulan kişilerin kanıt olmaksızın etkisiz hale getirilmesi gereğidir. 

Diğer bir neden ise terör tehdidi oluşturan kişilerin çoğunun yabancı olması ve bu şahısların genel olarak, sık insan hakları ihlali yapılan ve yakalanan kişinin mensup olduğu ülkeye iade edilmesi durumunda işkence ve kötü muameleye maruz kalacağı ülkelerin vatandaşı olmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki yabancıların bu tür insanlık dışı muameleler uygulayan ülkelere geri gönderilmesi yasağı İngiltere’nin neredeyse 20 yıl önce onaylamış olduğu Birleşmiş Milletler (BM) İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nde şu şekilde dile getirilmiştir: “Hiçbir Taraf Devlet bir şahsı, işkenceye tabi tutulacağı tehlikesinde olduğuna yönelik esaslı sebepler bulunduğu kanaatini uyandıran başka bir Devlete geri göndermeyecek, sınır dışı etmeyecek veya iade etmeyecektir.” Bu sebeple İngiltere sınır dışı edemeyeceği kişileri, hapis altında tutmayı bir strateji olarak benimsemiş ve bu yasayla bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. 
 16 Aralık 2004 tarihinde ise Lordlar Kamarası Belmarh Hapishanesi’nde bulunan dokuz yabancının durumunu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulmuş ve böylece 2001 Anti- Terörizm Suç ve Güvenlik Yasası hükümsüz kalmıştır. Hapishanede tutulan dokuz yabancı Aralık 2001 tarihinde bu yasanın hükümlerine dayanılarak hapishanede tutulmuş ve bir kez olsun mahkeme önüne çıkarılmamışlardır. Hapishanede geçen bu uzun süre bir bakıma yargılamadan cezalandırmak anlamına gelmiştir. Durumu değerlendiren Mahkeme; gözaltının gözden geçirilmesindeki düşük standart ve şüphelilerin haklarının korunmasındaki açık eksiklikten dolayı, yasanın unsurlarının kesin olarak Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne aykırılık gösterdiğine hükmetmiştir.

Yasanın, bu şekilde devre dışı kalması ile oluşan boşluğu doldurmak adına hükümet acil olarak yeni bir yasa hazırlama yoluna gitmiştir. Ancak yeni yasa da oluşan bu boşluğun çok ötesinde yetkileri getirmiştir.


2.2.2. 2005 Terörle Mücadele Yasası (Prevention Of Terrorism Act 2005) 

Bu yasa diğer yasadan farklı olarak, yabancıların gözaltına alınması hükmü yerine “kontrol altında tutma” şeklinde yeni bir düzenleme getirmiştir. Bu kontrol talimatına göre terörizm ile ilgisi olan kişileri belli yerlerde kalmaya ve belli davranışları yapmaya zorlayacak yetkiler verilmiştir. Bu yasayla güvenlik güçlerine; bu yasa kapsamındaki zanlıları ev hapsinde tutabilme, cep telefonu ve internet kullanımını yasaklaya bilme gibi yetkiler vermiştir. Bu yasanın diğer bir farkı ise bu sefer yabancılarla birlikte İngiltere vatandaşlarının da bu talimat kapsamında değerlendirmeye tabii tutulabilmesi olmuştur.

Fakat bu yasaya karşı parlamento çok daha güçlü bir dirençle karşı koymuştur. Eleştirilerinin başında; ilk anayasa olarak bilinen ve 790 yılında İngilizlerin hazırladığı Magna Carta’dan beri İngiliz hukukunda var olan mahkumun hapishanedeyken bile ceza ve infaz yöntemlerini sorgulayabilmesi, mahkemelerin adil ve bağımsız olması, tutukluya kendini savunacak hak ve bunu sağlayacak şartların oluşturulması gerekliliği gibi ilkelerin yıkıldığı gelmektedir. Hükümetse ısrarla yasaların güvenlik güçlerinin terörle mücadele etmesini zorlaştırdığını ve olağanüstü şartlar için olağanüstü yasalar gerektiğini savunmuştur. Yasa yapılan düzenlemelerin terörizm suçunun özünden kaynaklanan sebeplerle bir varsayımla savaşmak olarak nitelendirmiş ve bir varsayım üzerine bu kadar geniş yetkiler verilmesinin doğru olmadığı konusunda yapılan eleştirilere ise hükümet, Britanya vatandaşlarının yaşama hakkının, terör zanlılarının sivil haklarından daha önemli olduğu tezi ile karşılık vermiştir.
Yasa Avam Kamarasında yaşanan büyük isyanlara karşı Lordlar kamarasına gönderilmiş fakat Lordlar kamarasında da muhalefetle karşılaşan yasa iki kamara arasında sürekli gidip gelmiştir. Ortaya anayasal bir krizin çıkması sonucu muhalifler ve hükümet yasanın bir yıl içinde yeniden değerlendirilmesi konusunda anlaşarak, yasanın kabulü sağlanmıştır. Yasa kraliyet onayını ise 11Mart 2005 tarihinde almıştır.

İngiltere’de çıkarılan yasalar özellikle güvenlik güçlerinin kontrolü daha rahat sağlayabilmesi refleksi ile sert bir tutum üzerine kurulmuştur. 11 Eylül saldırıları dönemindeki güvenlik bunalımı sebebiyle kolaylıkla geçebilen yasalar; dünya kamuoyunun güvenlik özgürlük dengesine bakışının değişmeye başlaması ve uluslararası örgütlerin sürekli olarak demokratik hukuk devleti ilkelerine vurgu yapması ile, onay aşamasında daha büyük dirençle karşılamaya başlamasına neden olmuştur. Fakat bu süreçte İngiltere’nin kendi evinde meydana gelen 7 Temmuz 2005 Londra saldırıları tekrardan bir panik havası oluşturmuştur.

2.3. 7 Temmuz 2005 Londra Saldırıları Sonrası Yaptığı Düzenlemeler 

Londra Saldırıları şehrin atardamarları konumundaki toplu taşıma sistemlerinde yapılan intihar saldırıları şeklinde gerçekleşmiş ve toplam 52 kişinin ölümüne çok sayıda kişinin de yaralanmasına sebep olmuştur. Ulaşım sistemini hedef alan bu saldırılarda olağan yaşamı etkileyerek korku ve panik ortamı yaratmak amaçlanmıştır. Ayrıca saldırıların yapıldığı esnada şehirde G – 8 ülkeleri zirvesinin yapılıyor olması sebebi ile şehirdeki güvenlik önlemlerinin en üst düzeyde olduğu bir ortamda bu saldırıların yapılması ise güvenlik güçlerinin halkı korumakta başarısız olduğu mesajını halka iletmeyi hedeflemiştir. Saldırılardan sonra yapılan soruşturma neticesinde 130 terör zanlısı tutuklanmış ve bu olayın gerçek faillerinin bunlardan 4’ü olduğu anlaşılmıştır. Fakat halkı korkuya iten asıl sebep ise bu dört zanlının da İngiltere’de yaşamakta olduğu ve hatta İngiliz vatandaşı olduğudur. Bu olaydan iki hafta sonra Brezilyalı bir elektrikçi olan Jean Charles de Menezes bir tren istasyonunda eylem yapacağına dair şüpheden hareketle güvenlik güçleri tarafından vurularak öldürülmüştür. Bu olay güvenlik güçlerinin de olaylardan en az halk kadar etkilendiğinin ve stres ve panik içerisinde akılcı düşünememesinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bilakis bu şüphe yanlış çıkmış ve vurulan kişinin terörle hiçbir bağlantısı olmadığı anlaşılmıştır.

Londra saldırıları sonrası ise İngiliz yetkililerin yaptığı kriz yönetimi ise çok başarılıdır. Öncelikle İngiliz medyasının haberi veriş şekli oldukça başarılıdır. Bilinçli bir şekilde güvenlik güçlerinin duruma hakim olduğu şekilde olaylar lanse edilmiş ve olay mahallindeki yaralıları göstermek yerine itfaiye, polis ve sağlık ekiplerinin çalışmaları gösterilerek toplum rahatlatılmaya çalışılmıştır. Özellikle Londra saldırıları sonrası olayın El – Kaide bağlantılı olduğu konusunda spekülasyonlar yapılırken, güvenlik güçleri konu ile ilgili bilgilendirme sürecini zamana yaymıştır. Burada güvenlik güçleri toplumdaki gerilimin azalmasını bekleyerek, halk arasında infiale yol açılmamasını amaçlamıştır.
 5 Ağustos 2005 tarihinde dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair “artık oyunun kurları değişiyor” şeklinde bir açıklama yapmış ve bu açıklamada yaşanan olaylar sonrasında hükümetin ne tür bir politika izleyeceği yönünde sinyallerini vermiştir. Gerçektende yasalarda ne yazmasından çok ası önemli olan uygulayıcıların onları nasıl kullandığı daha önemlidir. Hükümet ve güvenlik güçleri uygulamalarını değiştirmeye başlamış ve bunun yanında yeni bir yasal düzenleme için hızla çalışmamlar başlatılmıştır. 

İngiltere ilk olarak, ‘diplomatik güvence’ yoluyla istediği yabancıyı sınır dışı edebilmek için bir dizi anlaşma yapma yoluna gitmiştir. Bu diplomatik güvenceler, ev sahibi hükümetlerden belli bir kişinin geri döndüğünde işkence görmeyeceğine dair söz alınması üzerine kuruludur. Bu tür ‘iyi niyet’ tutanaklarının kötü yanı bunlara pek itibar edilmemesidir. Geçmişte diplomatik güvenceye dayanılarak yapılmış sınır dışı işlemlerinin sonucunda sözleşmeler çok ciddi şekilde çiğnenmiş ve insan hakları acımasızca ihlal edilmiştir. İşkence eğilimi bulunan en az üç devlet, İngiltere ile diplomatik güvence üzerinde mutabakata varmıştır. Bu ülkeler Ürdün, Libya ve Lübnan’dır. Bu çerçevede ilk olarak 10 tane terör zanlısı hiçbir kanıt olmaksızın sınır dışı edilmek istenmiştir. Metro ve havaalanlarında ilgili ilgisiz birçok kişi gözaltına alınmış, daha sonra hiçbir sorgulama yapılmadan serbest bırakılmıştır. Birçok ev ve iş yeri aranmıştır. Bu evrede hakimlerden karar alırken İnsan Hakları Yasalarından çok, ulusal güvenlik kaygıları ile karar aldıklarını belirten açıklamalar gelmiştir.



2.3.1. 2006 Terörle Mücadele Yasası (Terrorism Act of 2006)


Hükümet 12 Ekim 2005 tarihinde 2005; Terörle Mücadele Yasası’ndaki bazı yetkileri genişletmek, yeni sınırlandırmalar getirmek ve bazı alanları terörle mücadele yasasına dahil etmek için bir yasa teklifi vermiştir. Fakat bu yasa değişikliğinde de terör eylemlerinin yayın veya konuşma yoluyla övülmesinin bir suç haline getirilmesi, terörizmin hazırlanmasında kullanılan veya yararlı olabilecek bazı materyallerin yayılmasının suç haline getirilmesi, terörist eğitim vermeyi veya almayı, bu amaçla hazırlanmış internet sitelerinin işlemesini suç haline getirmek, terör zanlılarının mahkeme önüne çıkmadan gözaltında tutma süresini 14 günden 90 güne çıkartmak gibi konularda tartışmalar çıkmıştır.
Özellikle gözaltında tutma süresinin 90 güne çıkarılması konusu büyük tartışmalara zemin olmuştur. Hükümetin terörün örgütlü bir suç olması, bu sebeple delillerin zor elde edilebildiği ve ayrıca aralarındaki iletişimin telefon ve internet aracılığı ile şifreli olarak sağlandığı ve bu yüzden aralarındaki bağlantıları çözebilmenin çok zor ve zamana ihtiyaç olduğunu vurgulamış, bunlara ek olarak ise yasal yollardan elde edilmeyen delillerin de kullanılabilmesini talep etmiştir. Bu öneriler meclis tarafından kabul ve haklı bulunmamış ve 3 aylık sürenin bazı suçlarda mahkumiyet süresine denk geldiği belirtilerek bu sürenin uygulanması halinde ihtimallerden hareketle bir kişinin kapalı tutulmasının kişi hakları ve demokrasiye aykırı olacağı belirtilmiştir. 2006 yılında herhangi bir suçlamada bulunmadan alıkoyma süresi yapılan yoğun pazarlıklar sonucu iki katına çıkarılarak toplam 28 güne uzatılmıştır. Ayrıca yasa dışı yollardan elde edilen delillerin kullanılması hiçbir yönden haklı bulunmamış ve böyle bir hakkın bir anlamda işkence ve kötü muameleyi meşru kılacağı belirtilmiştir. Lordlar Kamarası 8 Aralık 2005 tarihli kararında işkence yapılarak toplanan delillerin kabul edilemeyeceğini oybirliğiyle aldığı bir kararla kesinleştirmiştir.

Terörü övmenin suç teşkil etmesi yönündeki teklifte meclis tarafından yasanın tanımının muğlak olması ve demokrasinin vazgeçilmez ilkelerinden biri olan ifade özgürlüğünü yok edeceği yönündeki tepkileri ile karşılaşmıştır. Fakat tüm bunlara rağmen hükümetin yoğun baskısı sonucu, “terörü teşvik etme” yasağı çok muğlak bir şekilde tanımlanmasına ve, çok çeşitli sözlü veya sözlü olmayan beyanları da içermesine rağmen yasalaşmıştır. Dahası,“konuşma suçu” adı verilen suç, şiddet ile konuşma arasında güçlü bir bağ kurmaktadır. Bir başka deyişle, saldırgan olmayan eleştirel bir konuşmanın bile şiddet çağrısı olarak yorumlanması mümkündür. Öte yandan, dikkatsiz bir söz bile terörü yüceltme olarak kabul edilebilecektir. Bu da ifade özgürlüğünü derinden sarsan bir durumdur.

2.4. İngiltere’nin Terörle Mücadele Stratejisi

İngiltere’nin terörle mücadele yapılanmasında başat aktör İçişleri Bakanlığı olmakla beraber, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlıkları da ön plandadır. Terör örgütlerine karşı operasyon yapılmasına zin verme yetkisi İçişleri Bakanına aittir. Dış işleri bakanlığına bağlı dış istihbarat servisi MI6 ve Savunma Bakanlığı personelinin de terörle mücadele konusunda bu bakanlıkları etkin bir hale getirmiştir. İngiltere’de iç güvenlik ya da terörle mücadeleden sorumlu tek bir kurum yoktur. Sorumluluk ve yetkiler kurumlar arasında dağıtılmış olmakla beraber, etkin koordinasyon ve işbirliği ile dağınık görünen terörle mücadele konusundaki tüm birimler eşgüdümlü olarak çalışmaktadırlar.

İngiltere’de operasyonel alandaki tüm yetkileri Güvenlik Servisi (MI5) tarafından yürütülür. Güvenlik servisi görevini yürütürken ülkedeki polis teşkilatları ve Metropol Polisi Terörle Mücadele Şubesi ile yakın işbirliği içinde çalışmaktadırlar. İngiltere’de terörle mücadele konusu her şeyden önce polis ve istihbarat birimlerine verilmiştir ve bu alanda güçlü bir sivil irade söz konusudur. Haziran 2003 yılında Ortak Terörizm Analiz Merkezi kurulmuş ve bilgi yönetimi alanının güçlendirilmesi ve bu sayede istihbarat akış sürecinin daha etkin olması hedeflenmiştir. İstihbarat ve güvenlik kurumlarından (MI5 Güvenlik Servisi, SIS Gizli İstihbarat Servisi ve GCHQ Resmi İletişim Merkezi), bu yapı altında işbirliği yapmaları istenmektedir. Bu üç kurumun yanı sıra, Savunma İstihbarat Biriminin çalışanlarını da bu çatı altında toplanmıştır. Bu merkez, terör örgütlerinin kapasiteleri, faaliyetleri ve planları hakkında bilgi toplayan, saklayan ve bilgi alışverişinde bulunan kurumlar arasında koordinasyonu sağlamaktadır.

İngiltere, başta Irak ve Afganistan olmak üzere farklı bölgelerde gerek ulus inşası gerekse terörle mücadele başlığı altında dünyanın değişik yerlerinde askeri güç bulundurmaktadır. Afganistan işgali ile başlayan askeri süreç, Irak işgali ile devam etmiştir. Afganistan’da 8000 İngiliz askeri NATO kapsamındaki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’ne bağlı olarak görev yapmaktadır. Irak işgali başında 46000 İngiliz askeri operasyona başlamışken 2003 – 2008 yılları arası bu askeri gücün sayısı kademeli olarak azaltılmıştır. İngiliz askerleri bu görevi zaman içerisinde tamamen Iraklılara bırakmak için Irak asker ve polisini de eğitmektedir. Bu operasyonlarda yaklaşık olarak 400 İngiliz askeri hayatını kaybetmiştir.

2003 tarihinde İngiltere’ye ve deniz aşırı hedeflerine yönelik uluslararası terörizmden gelebilecek tehditlere karşı kapsamlı bir strateji mevcuttur. İngiltere’nin Uluslararası Terörizm ile Mücadele Stratejisi adıyla hazırlanan bu strateji CONTEST olarak bilinmektedir. Bu stratejinin amacı, İngiltere ve ülke dışındaki çıkarlarına karşı uluslararası terörizminden gelebilecek riski azaltmak ve böylece insanların, özgür ve güven içinde yaşamlarını devam ettirmelerini sağlamak olarak belirlenmiştir. CONTEST bu amacı gerçekleştirebilmek için terörizmle dört farklı ancak birbirini tamamlayan cephede mücadele etmektir: bireylerin radikalleşmesine engel olmak suretiyle terörizmi önlemek; teröristleri ve teröre destek verenleri takip etmek; kamuyu; halkı, önemli ulusal hizmetleri ve İngiltere’nin denizaşırı varlıklarını korumak ve sonuçlara hazırlıklı olmak.
CONTEST planına göre İngiltere’ye karşı mevcut olan terör tehdidi, Kuzey İrlanda veya IRA değil, İngiltere topraklarında İslam dinini istismar ederek yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkan radikalleşme olarak gösterilmektedir. Bunu sağlamak için isse terörle mücadele alanında çok sektörlü ve bütüncül bir yaklaşımla en geniş ölçüde koordinasyon, işbirliği ve eşgüdüm hedeflenmektedir. Bu stratejinin uygulanmasında temel sorumluluk İçişleri Bakanlığı’na aittir. Bu stratejinin uygulanması için yerel yönetimler, hükümet kurumları, yetki devri yapılmış kurumlar, polis, güvenlik güçleri, istihbarat kuruluşları, acil servis birimleri, silahlı kuvvetler ve uluslararası ortakların birlikte çalışması hedeflenmiştir.

2.4.1. İzleme: Terörist Saldırıları Önleme

Bu stratejiye göre hükümetin birincil öncelikli görevi terörist saldırıları durdurmaktır. Hükümet değişen terörist tehdide karşı müdahale için yeni yasal düzenlemeler hazırlamıştır. Yeni suçlar; terörist eylem hazırlamaya, terör amaçlı eğitim almaya, terör eğitimi alınan yerlere gitmeye ve terörizmi cesaretlendiren ya da terörist yayınları dağıtanlara yönelik eylemleri suç statüsüne alarak onlarla kanuni yoldan mücadele etmeyi hedef almıştır. İstihbarat ve diğer güvenlik birimlerinin terör tehdidindin bilinmesi ve anlaşılması noktasında yetenek ve kapasitelerinin arttırılması hedeflenerek, maksimum faydanın yakalanması istenmektedir. 
Bununla birlikte İstihbarat birimlerinin terör faaliyetlerine katıldığına işaret ettiği her şahsı yargılamanın mümkün olmaması sebebiyle hükümet halkı korumak için yasal kovuşturma dışında bir dizi faaliyetleri benimsemiştir. Bunlar: kontrol emirleri, yabancıların İngiltere’ye girişlerini reddetme, vatandaşlıktan çıkarma ve sınır dışı etmeyi kapsamaktadır. 
Terörle mücadeleyle, Afganistan, Pakistan ve diğer yerlerde İngiltere tarafından yürütülen direnişle mücadele ve ulus inşası çalışmaları arasındaki uyumu güçlendirmek terörist saldırıları engelleyebilmek için başvurulan diğer bir stratejidir. İnsan haklarının korunması ise, ülkede ve yabancı ülkelerdeki terörle mücadeleyi destekleyen en temel prensip olarak belirlenmiştir.


2.4.2. Önleme: İnsanların Terörist Olmalarını Ya Da Şiddete Dayalı Aşırılığı Desteklemelerini Önleme


Terörizm riskini azaltmak için stratejinin amacı sadece saldırıları önlemek değil insanların terörist olmalarını ya da şiddete dayalı aşırılığı desteklemelerini de önlemektir.  Strateji, radikalleşmenin (insanların terörist olma veya şiddete dayalı aşırılığa destek vermeye başladıkları süreç) nedenlerini daha iyi anlamaya dayanmakta ve bu nedenlerin her birine yönelik en uygun müdahalenin yapılmasını amaçlamaktadır.


Bu sebeple şu temel ilkeler üzerinde durulmuştur:


Şiddete dayalı aşırılığın arkasındaki ideolojiyle başa çıkma ve ılımlı seslerin desteklenmesi,Şiddete dayalı aşırılığı yücelten ve faaliyet gösterdikleri yerleri destekleyenlerin engellenmesi, Şiddete dayalı aşırıcılığı savunan gruplar tarafından kandırılması muhtemel veya kandırılmış olan kişilere yardım etmek, 
Şiddete karşı aşırıcılığa karşı toplum direncinin arttırılması, Bu ideolojinin kullandığı yapısal problemleri ortadan kaldırma, İdeologların istismar ettikleri sorunların üzerinde durma. Önleme stratejisi, benzersiz bir yerel, ulusal ve uluslararası ortaklığa dayanmaktadır. Önleme stratejisi, radikalleşmeye ve terörizm devşirmesine açık insanları korumak için bu ülkedeki toplumun ve toplum örgütlerinin desteğine olan ihtiyaç açıkça dile getirilmiştir.

İngiltere ve deniz aşırı ülkelerde radikalleşmenin önüne geçilebilmesi için, bu süreci tetikleyen sosyo – ekonomik, kültürel eşitsizlik ve ayrımcılıkların ortadan kaldırılması;  terör örgütleri propagandası amacı ile istismar edilen unsurlarda iyileşmeye gitmeyi hedeflemiştir. Ayrıca İngiliz Hükümeti radikalleşmenin engellenmesi için Müslümanlarla birlikte çalışmayı çok önemli bir ilke olarak görmüştür. Londra Saldırıları ertesinde bu sebeple Tony Blair 25 Müslüman toplum lideri ile bir araya gelerek radikalleşmenin önüne geçebilmek için birlikte hareket edilmesi isteklerini iletmiştir. Bu buluşmayı bir dizi buluşmalar ve ortak yürütülen faaliyetler takip etmiştir.

2.4.3. Koruma: Terörist Saldırılara Karşı Savunmanın Güçlendirilmesi

Terörle Mücadele Stratejisinin amacına ulaşabilmesi için bu ülkenin ve deniz aşırı çıkarlarımızın terörist saldırılara karşı zafiyetlerinin azaltılması gerekmektedir. Bu Korumanın stratejisinin temel amacını oluşturmaktadır. Bu strateji, kritik ulusal altyapılarını, kalabalık yerleri, taşıma sistemini, sınırlarımızı ve deniz aşırı çıkarlarımızı kapsamaktadır ve iç tehditler ile tehlikeli maddelerin kötüye kullanımına karşı korunmayı sağlamaktadır. Burada asıl güdülen amaç bu tip kalabalık ölümlerin gerçekleşebileceği ve tahrip görmesi halinde aşırı maliyete ve aynı zamanda zafiyete yol açabilecek yerlerin güvenliğinin tam olarak sağlanabilmesi için yapılması gereken çalışmaları ortaya koymak ve o yönde iyileştirmeler yapmaktır.

2.4.4. Hazırlıklı Olmak:  Saldırıların Etkisini Azaltmak 

Hazırlıklı olmak iş akışı terör saldırılarının durdurulamadığı durumlarda etkisini azaltmayı amaçlamaktadır. Bu, hali hazırdaki bir saldırı sırasında yapılacakları ve saldırı sonrasında takip edilecek konuları içermektedir.
Hazırlık olmanın amacı aşağıdaki belirtilen konuları gerçekleştirmek olarak belirlenmiştir: 
Çeşitli terör saldırılarına karşı kapasitelerin yerli yerinde olması, 
Terör saldırısı sonrasında kritik ulusal alt yapı hizmetlerinin sürmesi ya da hızlı bir şekilde zararın telafi edilerek normale dönülmesini sağlamak, 
Merkezi, bölgesel ve yerel kriz yönetim yapılarının uygun ekipmanla donatılması, yürütecekleri görevler için yeterli olmaları ve eğitilmeleri,
Hazırlıklı olmak kapsamındaki kapasiteler ayrıca diğer tehdit ve tehlikelere karşı yapılacaklar için kullanılabilecektir. Bu sebeple yerel yönetim dayanıklılık ağı, diğer yerel acil durumlara ek olarak terörizmin etkilerine müdahale için de dizayn edilmiştir.

Ayrıca hazırlıklı olma, olaylara müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi amacıyla, sürekli egzersiz yapma ve daha önce olmuş olan olayları değerlendirerek bunlardan dersler çıkarmaktadır. Ayrıca böylece, saldırı sonrası oluşabilecek zararların en aza indirilmesi amaçlanmıştır.


3. İNGİLTER’İN KÜRESEL TERÖRLE MÜCADELESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

İngiltere küresel terörle mücadelesinde ne yazık ki ayrılıkçı terörle mücadelesinde olduğu kadar başarılı olamamıştır. CONTEST olarak bilinen İngiltere’nin Uluslararası Terörizmle Mücadele Stratejisi terörle mücadele konusunda olumlu hatta gerekli ilkeleri içeren çok önemli bir belgedir. Konunun bütün yönlerini kapsayan titiz bir çalışmanın sonucu olarak meydana getirilen bu strateji terörün kök sebeplerine inmenin önemini belirterek, terörle mücadele anlayışını dört sacayağı üzerine oturtmuştur. Önleme, İzleme, Hazırlıklı Olma, Koruma prensiplerini içeren bu strateji amaç olarak tehdit algılamalarının en önünde gelen radikalleşmiş İslami terörün engellenmesine hizmet etmektedir. Bunu yaparken de temel hak ve özgürlüklerin hiçbir şekilde feda edilemeyeceğini, bu mücadelenin temelinin zaten bu hakların oluşturduğunun altı çizilmiştir.
Fakat özellikle yapılan düzenlemeler ve gözlenen uygulamalar bu strateji yansıtmamıştır. Her ne kadar mükemmel denilebilecek düzeyde bir strateji oluşturulmuş olsa da asıl olanın strateji değil uygulama olduğu bilinmektedir.
İngiltere yaptığı veya uygulamaya koymaya çalıştığı yasal düzenlemelerde hukukun temel ilkelerini ihlal eden bir dizi uygulamaya gitmiştir. Özellikle güvenlik güçlerini daha etkin kullanarak yargılamaların seyrini değiştirmek için yapılan uygulamalar çok tartışılmıştır. Yapılan genel düzenlemeler güvenlik güçlerinin kanunların emrine verilmesinden çok, kanunların güvenlik güçleri emrine verilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle güvenlik güçlerinin etkisi ile çıkartılan bu yasalar ise, yapılan işlemlerin hukuki meşruluk temelinde değil, kanuni meşruluk temelinde yapılmasının istendiği gözlemlenmektedir.    
Uygulamaya konulan yasal hükümler birçok temel hukuk ilkesini ihlal etmiştir. İngiltere, şahısların 28 gün süre ile herhangi bir suçlama yapılmadan alıkonulmasına izin vermektedir. Bu süre Avrupa’daki en uzun süredir. Bu kişilerin 60’ının herhangi bir suçlama yapılmadan serbest bırakıldığı görülmektedir. Bu da keyfi tutuklama ve alıkoymaların bir anlamda kurumsallaştığını göstermektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Müslüman toplulukların bu kovuşturmadan büyük rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir. Yüzlerce Müslüman bu yasalar uyarınca hapse atılmış ve daha sonra herhangi bir suçlama yöneltilmeden salıverilmiştir. Daha da çarpıcı olan, tutuklanan 1166 kişiden bugüne kadar yalnızca 40 tanesinin terör suçlarından dolayı hüküm giymiş olmasıdır. Bu rakam, terörist olduğu şüphesiyle polis nezaretinde bulunan kişilerin yalnızca yüzde 3,5’ine denk gelmektedir.
İnsanları bu şekilde hapse atıp daha sonra hiçbir sorgulama yapılmadan salıverilmesi, topluma birçok adaletsizliğe uğramış ve mağdur insanı göndermek anlamına gelmektedir. Bu şekilde yasal düzenlemeler yoluyla işleyen uygulamalar ise terörü önlemekten çok, teröre toplumsal zemin hazırlamaya yarayacağından şüphe yoktur. Hükümetin terörle mücadele konusundaki uygulamaları ve talepleri kontrol edilebilmekte ve bu kontrollerin çoğu da Parlamento içinde gerçekleşmektedir. Hazırlanan raporlar yoluyla hükümetin faaliyetleri bu kurumlar tarafından desteklenmektedir. Yine de bu raporlar, İngiliz hükümetinin yasalaştırmak istediği 90 günlük gözaltı, usulsüz yollardan elde edilen delillerin kullanılabilmesi konularının iptalinde etkili olmuş olsa da bugüne kadar İngiltere’nin sert terörle mücadele politikalarının yumuşatılmasında pek etkili olamamıştır. Bazı İngiliz yetkililerin bu yasaların hayata geçmesi halinde hükümetin istediği yetkileri alabileceği ve uygulamalarını bu yönde yapabileceğini söylemekle beraber, bunların birçok insan hakları ile ilgili anlaşma ve yasayı ihlal niteliğinde de olacağının altını çizmişlerdir.
Yasalar oluşturulurken göz önünde tutulması gereken ilkeler ile ilgili olarak yasa hazırlayıcılarının kendilerine şu soruları sormaları gerekmektedir: ulaşılmak istenen yasal amaç, temel bir hakkın sınırlandırılmasını haklı kılacak kadar önemli mi? Yasal amacı karşılaması için alınan önlemler, bu yasal amaca mantıklı bir şekilde bağlı mı? Ve hakları ve özgürlükleri zayıflatmak amacıyla kullanılan araçlar, amacı gerçekleştirmek için gerekenden fazla mı?. Fakat görülen odur ki İngiliz hükümeti yasaları hazırlarken bu titizliği gösterememiştir. Özellikle meclisin kendilerine karşı gösterdiği direnç bu noktadan kaynaklanmaktadır. Mecliste yasal düzenleme yapılmasındaki gerekliliği görmekte fakat güvenlik arayışının hukuki titizliği yenmesine izin vermemektedir.   
İngiliz hükümetinin yaptığı düzenlemeleri insan haklarını ihlal edeceğini bile bile yapmalarının sebebi, terörle mücadelede, geliştirdikleri stratejinin ruhundan farklı olarak güvenlik güçlerinin ön planda olması gerektiğine inanmalarıdır. Fakat bilinen gerçek odur ki güvenlik güçlerinin terörle mücadelesi, genel anlamda terörle mücadelenin küçük bir kısmını oluşturmaktadır.
İngiltere’nin bu uygulamaları özellikle Müslüman toplumun itirazlarına sebep olmuştur. Kendileri üzerinde bu yönde baskı kurulduğunu belirten hak genel olarak yapılan uygulamalara tepkili bir tavırla bakmaktadır. İngiltere’de yaklaşık iki milyon Müslüman yaşamaktadır. Fakat yapılan uygulamalarla bu halk devlete mesafe almış bir anlamda böyle bir ortam bekleyen radikalleşme taraftarlarının kucağına itilmiştir. İngiltere’nin 2003 yılında uygulamaya koyduğu CONTEST stratejisinin temel amaçlarına aykırılık oluşturmaktadır. Yapılan bu uygulamalar radikalleşmenin engellenmesi için “Müslüman gruplarla yapılan toplantı ve görüşmelerin aslında göstermelik olarak yapıldığı ve herhangi bir işlerlik kazanmadığı” algısının toplumda oluşmasına neden olmuştur. Terörizm ile mücadelenin temel taşı halkı inandırmaktır. Yapılan düzenlemelerle sorgulanan, gözaltına alınan, evi ve üzeri sebepsiz bir şekilde aranan halk üzerinde ise devletin inandırıcılığı yok denebilecek kadar zayıftır. Çünkü halk yapılmaya çalışana veya yazılı düzenlemelere göre değil, yapılan uygulamalara bakarak kararını vermektedir.
Londra saldırılarından sonra yapılan araştırmalar, saldırıyı düzenleyenlerin İngiliz dış politikası yanında, içinde bulundukları sosyo – ekonomik şartlar, sosyal marjinalleşme, düşük eğitim düzeyi, iş bulma olanaklarındaki sınırlılıklar ve etnik kimlik ağırlıklı varoşlardaki ırkçılık düşüncesi ile radikalleştiklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca yapılan anketler sonucunda da, çatışmaya katılanların %6’sı Londra saldırılarının meşru olduğunu değerlendirmiş, %24 ise saldırıları benimsememekle beraber saldırıyı düzenleyenlerin duygu ve motivasyonlarına sempati ile yaklaştıklarını belirtmiştir. katılımcıların %1’i ise eylemle ilgili önceden bilgileri olsa dahi polise haber vermeyeceklerini belirtmişlerdir. Bu anket Müslüman gençlik ile İngiliz makamlar arasında güven sorununun olduğunu göstermektedir. Bu da hükümetin hala halkı kazanamadığını göstermektedir. Yapılan uygulamalar sonucu toplumsal güvenin ve toplumun devlete olan güveninin sarsıldığı gözlemlenmektedir. Müslümanlara karşı önyargılı bir bakış oluşmuştur. Bunu engellemenin yolu ise müşterek değerleri tekrar toplumun tekrar kendisini güvende hissedebilecek şekilde kullanılmaya başlanmasıdır.

4. İNGİLTERE, ABD ve İSPANYA’NIN TERÖRLE MÜCADELE YÖNTEMLERİNİN GENEL OLARAK KARŞILAŞTIRILMASI

Kuzey İrlanda sorunu ile ilgili olarak özellikle 1995 tarihinden sonraki süreçte çok başarılı çalışmalara imza atarak, tüm dünyaya örnek gösterilebilecek siyasi bir karalılık göstererek, sosyo – ekonomik kültürel yöntemlere ve demokratik hukuk devleti ilkelerine önem gösteren İngiltere, ne yazık ki küresel terörle mücadele aynı siyasi kararlılıkla hareket edememiştir.
Uluslararası radikalleşmeye bağlı grupların, Batı’nın karşısında en büyük tehlike olduğu iddiasını 1990’larda belirten İngiltere’nin bu mücadelesindeki en yakın müttefiki ise ABD olmuştur. Bu durum ABD’ye yapılan 11 Eylül saldırıları ardından bu ülkeye hem BM’de yapılan görüşmeler hem de başlatılan operasyonlarda en büyük desteği İngiltere’nin vermesine neden olmuştur. Fakat ikili arasındaki bu derin müttefiklik terörle mücadele stratejilerine yansımış ve İngiltere’nin terörle mücadelesinin ABD’de örneğini takip ettiği gözlemlenmiştir. Fakat İngiltere’deki kurumların, temel hak ve özgürlükler konusunda kökleşmiş çok eski yapılar olması, hükümete karşı etkin bir direnç oluşturabilme kabiliyetleri bazı düzenleme isteklerini dizginleyebilmiştir.
Özellikle İngiltere’nin yaptığı yasal düzenlemeler ABD’nin yaptığı yasal düzenlemeler ile aynı mantıkla ilerlemiştir. İki yönetiminde kanunları çıkartmaktaki temel dayanakları, halkta bulunan güvensizlik algısını yenmek için daha etkin yasalar düzenlemek olmuştur. Bu yasaların ise özellikle terörle mücadelede kullanılan hukuki yolların özgürlükler temelinde oluşmuş olmasının terörle mücadeledeki polisiye tedbirlerinin etkinliğini azalttığını savunmuşlardır. İki hükümete göre de bu düzenlemeler, vatandaşlarının yaşama hakkı, terör zanlılarının sivil haklarından daha önce geldiği ve olağanüstü suçlarla mücadele etmek için olağanüstü yasalar gerekmektedir varsayımına dayandırılmıştır. Fakat bu durumun şüphe üzerine kurulmuş olması ve bu sezinin yanılabilir olması birçok suçsuz kişinin gözaltına alınmasına ve bu sebeple devlete olan güvenlerinin sarsılmasına neden olmuştur. Ayrıca iki hükümetinde tehdit olarak Müslüman radikalleşmeyi sık bir şekilde telaffuz etmesi, toplumlarında kendi vatandaşları olarak bulunan Müslümanlara karşı, toplumun geri kalan kısmının bir önyargı oluşturmasına sebep olmuştur. Bu da ötekileştirme olarak algılanan bu davranışın toplumsal düzeni tahrip etmesine neden olmuş ve Müslüman toplumun devlete karşı mesafe ile yaklaşmasına sebep olmuştur. Devlet eliyle oluşturulan bu durum ise radikalleşmenin asıl temelini oluşturmaya başlamıştır.
Ayrıca bu iki devletin, insan hakları ve özgürlükler çerçevesinde şekillenen hukuk ilkelerinin ve toplumsal yapının aksine kararlar sergileyerek bu temel değerleri ikinci plana atması ise temel ilkelerin içlerinin boşalmasına halk tarafından bu ilkelere olan güveni azaltmıştır. Bu da halkın güvende olabilmek için bu ilkeler yerine şiddete doğru eğilim göstermesine neden olmuştur. İspanya ise bu iki devletin aksine Madrid saldırılarından sonra temel dayanakları olan hukuki sistemlerinde hiçbir değişikliğe gitmemiş ve terörle mücadele deneyimlerinden aldıkları ders ile, toplumu bir arada tutmayı hedefleyen demokratik söylem ve faaliyetlerle hem halkları üzerindeki güvenlik algısının kaybolmamasını hem de toplumsal düzenin bozulmamasını sağlamışlardır. Öyle ki Madrid saldırılarını gerçekleştiren kişilerin Fas uyruklu olmalarına rağmen, hiçbir yabancıya veya Faslıya güvenlik güçlerinden veya halk tarafından herhangi bir kötü muamele veya dışlanma yaşanmamıştır. Bu da ülkede yaşayan diğer toplumların da saldırılar sonrası yetkililere ve olaylarda zarar gören insanlar için yapılan destek çalışmalarına yürekten destek vermelerine neden olmuştur. Yani toplumun kendi içinde ve hükümet organlarına karşı desteği hiç kopmamış, böylece olağan yaşamları neredeyse hiç etkilenmeyen İspanyol halkı, şiddet hareketlerinin bu topraklarda hiçbir zaman rant elde edemeyeceğini göstermiştir.
ABD ve İngiltere’nin terör hareketleri sonrası son durumları, İspanya’nın durumu ile karşılaştırıldığın da ise İspanya’nın halkı tam manası ile arkasına alarak oluşturduğu ve uyguladığı stratejinin halka güven duygusu verdiği ve bu sebeple terör korkusunun hemen yenildiği, İngiltere ve ABD’nin ise uyguladığı baskıcı politikalar ile halkını daha fazla belirsizliğe sürüklediği toplumsal güvenlik anlayışının hala tam olarak oturtulamadığı gözlemlenmiştir. Güvenlik duygusu, olduğunda fark edilmeyen fakat bir kez kaybolduğunda ise tekrar geri getirilmesi çok zor ve maliyetli olan bir psikolojik bir olgudur. İngiltere ve ABD’nin güvenlik ihtiyaçlarına milyarlarca dolar ayırmasına rağmen hala bu duyguyu tam manası ile oturtamamış olması, İspanya’nın ise en başında kendi ilkelerine karşı duyduğu saygı ile bu güvenlik duygusunu hemen hemen hiç bozmadan korumayı başarması İspanya’nın güvenlik stratejisinin daha başarılı olduğunu göstermektedir.         


SONUÇ

Terörizm insanlar üzerinde kontrol yaratmak veya üzerlerindeki kontrolü devam ettirebilmek için, insanlar tarafından kasti olarak oluşturulmuş yüksek korkudur. Bu korkuyu oluşturabilmek için ise sürekli ve sistemli bir şekilde şiddet eylemlerine veya böyle bir eyleme girişileceğine dair tehdide ihtiyaç duyulmaktadır. Terörizm hiçbir zaman bir amaç olmamıştır. Terörizm, istenilen ideolojik altyapı ile oluşturulmuş hedefe ulaşmak için bir araç konumundadır. Terörizmi diğer suç tiplerinden ayıran özellikse içerisinde barındırdığı siyasi kasttır.
Uluslararası toplum terör fenomeni ile başa çıkabilmek için özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük bir çaba göstermiştir. Başta BM olmak üzere tüm uluslararası kuruluşlar terörizmle uluslararası arenada, işbirliği içerisinde mücadele etmenin ilk unsuru olan terörizmi tanımlamak için çok büyük çaba göstermiştir. Fakat terörizmin içerdiği siyasi ağırlıktan dolayı etkin ve verimli olarak kullanılabilecek tek bir tanıma ulaşılamamıştır. Çünkü devletler, terör olgusuna, siyasi içeriğinin yoğunluğundan ve meydana getirdiği sonuçların etki kapasitesinin yüksekliğinden dolayı kendi çıkarları çerçevesinde bakmaktadırlar. Siyasi çıkar ilişkilerinden dolayı terörizmin işlevsel, objektif, genel geçer bir tanımı yapılamamıştır. Terörizmin bu özellikte bir tanımının yapılamaması ise terörle mücadele önündeki en temel sorunlardan birini teşkil etmektedir. Hatta Sertaç BAŞEREN gibi bazı yazarlar bir terörizm tanımına ulaşılması halinde terörizmin tamamen önlenebileceğini savunmuşlardır.
Terörizm olarak adlandırılan mücadele sistemi, sadece haklarının gasp edildiğini düşünen, mağdurluk hissi ile kuşatılmış, yeterince güçlü olmayan alt gruplar tarafından başvurulan bir strateji değildir. Kendisine has bir hukuk düzeni oluşturmuş, emrinde teknolojik silahlara sahip ordu ve polis gücü bulunan devletler tarafından halklarını baskı altında tutmak ve böylece kendi siyasi otoritesine kimsenin karşı gelmemesi amacı ile de yapılabilmektedir. Devletlerin terörizmi kullanması sadece iç politik konularda değil, dış politik konularda da karşımıza çıkmaktadır. Devletler terörizmi, karşısında bir tehdit olarak gördükleri devleti zayıflatmak, kaynaklarını tüketmek ve uyguladığı politikalara aktaracağı gücü bu soruna yönlendirerek, politikalarını zayıflatmak amacı ile kullanmaktadırlar. Terörün oluşturulması ucuz, yok edilmesi pahalı olan yapıda oluşu ve devletlerin savaş gibi büyük maliyetler altına girmek istememeleri, uluslararası arenanın aktörleri tarafından terörizm kullanılmasını cezbetmiştir. Fakat özellikle soğuk savaş döneminde devlet destekleri ile büyüyen terörist gruplar, kendilerini gittikçe geliştirmiş, uluslararası bağlantılara ve güce sahip olmuştur. 
Günümüzde faaliyet gösteren her terör örgütü mutlak şekilde, kendi faaliyet gösterdiği ülkenin sınırları dışında eylem yapabilme, eğitim, finans kaynakları bulabilme, propaganda faaliyeti yapabilme kabiliyetine kavuşmuştur. Bu da terörizmin artık ulusal sınırları aşıp uluslararası bir özellik gösterdiğinin kanıtıdır. Böylece terörist gruplar güçlerini ve etkinliğini arttırarak uluslararası bir tehdit haline gelmişlerdir.   
11 Eylül saldırıları sonrası ise terörizmin yeni yüzü kendisini göstermiştir. Teknolojiyi ve bunun nimetlerini çok iyi kullanabilen, eylemlerini çok daha kanlı ve acımasız yapabilen, belirsiz, görünmez, takip edilmesi uluslararası arenaya tam olarak yayılmış durumda olmasından dolayı çok zor olan ve tek bir siyasi iktidara değil tüm dünyaya ve onun değerlerine meydan okuyan küresel bir terör dalgası meydana çıkmıştır. Bu yeni terör dalgası ise eski terör dalgalarına göre çok daha fazla korku ve dehşet saçmaktadır. 11 Eylül saldırıları terörizmin şiddet ve etkisinin en fazla görüldüğü andır. Tarihte hiçbir terörist saldırının bu kadar heyecan verici, korkutucu ve hatta dehşet verici bir etkisi olmamıştır. Kısacası devletler düşük maddiyatlı olduğu için düşman devletlere karşı bir dış politika aracı olarak kullandığı terör örgütlerinin, bu denli gelişerek kendi kontrollerinden çıkması ile çok büyük bedeller ödemeye başlamıştır.
İnsanları terörist olması için güdüleyen birçok sebep vardır. Bu sebeplerin en önemlisi de haksızlığa uğramışlık hissi ve bundan doğan mağduriyettir. Özellikle ötekileştirmenin bir sonucu olarak meydana gelen bu olgu; küreselleşme sürecinin etkisiyle gelişen teknolojik süreçte insanların bilgiye daha rahat ulaşabilmesi ve kendi durumlarını diğerleri ile karşılaştırabilmesi ile daha da büyümüştür. Fakat insanları terörist stratejiyi kullanmaya iten ana sebep, bu fikre olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Sesini duyurabilmek ve ideolojik amacında bir kazanım elde edebilmek için tek çarenin bu yolu kullanmak olduğuna inanmış veya inandırılmışlardır. Bu hedeflerine ulaşabilmek için örgütsel manada çok iyi organize olmuşlardır ve eylemsel süreç için gerekli olan her türlü maddi ve manevi ihtiyaçlarını belli bir düzen içerisinde gerçekleştirebilecek kendilerine has birimler kurmuşlardır. Eylem stratejisi olarak ise, hedeflerindeki topluma karşı sistemli şiddet hareketi uygulayarak onları korku hipnozuna sokmaktır. Böylece insanların ne yaptığını bilemez hale getirerek toplumsal yapının zayıflamasını ve bu sayede meşruluğunu ve gücünü kaybedecek olan siyasi otoriteden emellerine dönük bazı imtiyazlar isterler.
Bu sebeple terörizmin asıl düşmanı toplumu bir arada tutan ve devlet otoritesinin meşruluğunu sağlayan demokratik hukuk devleti ilkeleridir. Bu ilkelerin içini boşaltabilmek için uğraş veren terör örgütleri bunu, yaptıkları eylemler karşısında siyasi otoritenin tepkisel cevap vermesiyle elde etmeye çalışırlar. Terör örgütleri eylemleri ile olağan yaşama saldırılar ve onu sekteye uğratmaya çalışırlar. Devlet birimlerince bu ağır ve muhakkak tehdide karşı verdiği mücadelenin kendisini meşru kılan hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları ve temel hak ve hürriyetler gibi ilkelere ters düşmesini amaçlarlar. Çünkü ancak bu şekilde terör örgütleri, toplumsal yapıyı tahribata uğratarak insanları kime inanacağını bilmez duruma getirebilecektir. Devlet organları bu temel ilkeleri rafa kaldırarak vatandaşları ve kendisiyle çelişince de en etkili silahı olan propagandayı daha etkin ve verimli bir şekilde kullanabilecektir. Yaptığı propaganda faaliyetleri sonucunda toplum tarafından ideolojik amaçlarına sempati beslenecek ve terör örgütü sağladığı halk desteği ile geniş bir alan kazanarak siyasi otorite üzerinde daha fazla etki ve baskı uygulayabileceklerdir.
Bu sebeple demokratik devletler terörle mücadele ederken, toplumların yapı taşı olan müşterek değerleri esnetici uygulamalardan kaçınmalıdır. Devletler, terörist felsefenin nasıl işlediğini ve ne amaçladığını iyi bilmek zorundadır. Kısa vadede halkın ve kendisinin yüreğine su serpecek olan baskıcı ve tepkisel yaklaşımlar, uzun vadede ise toplumun yabancılaşmasın, inandığı ve korumaya çalıştığı değerlerin içlerinin boşalmasına sebep olacaktır. Bu şekilde yıkılan insanların vatandaş olarak kendisini adlandırmasını sağlayan düzen ise teröristlerin istediklerini elde etmesini sağlayacaktır. Terörle mücadelede etkin ve verimli çalışmalar gerçekleştirmek isteyen siyasi otoriteler, terörle mücadele stratejilerini odağına demokratik hukuk devleti ilkelerini koymalıdırlar. Sadece terör örgütü elemanları ile değil, bu ilkeler yardımıyla terör örgütlerinin propaganda malzemesi olarak kullandığı sosyal, kültürel, demokratik ve ekonomik sorunlarla da yüzleşmelilerdir. Adaletin gücüne tüm organları ile inanarak yaptığı mücadeleyi halka da anlatarak onların bu politikalara inanması ve güvenmesini sağlamayı amaç edinmelidirler. Terörizmle mücadele bu anlamda bir sabır savaşıdır. Devletin gücü onun meşruiyetinden ve haklılığından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple devlet terörizme kaşı verdiği mücadelede kendi meşruiyetinin kaynağı olan demokratik hukuk devleti ilkelerinden ödün vermemelidir. 
Terörle mücadelede demokratikleşmenin en önemli rolü, terör örgütünün ideolojik altyapısını çökertmesi, adeta altını oymasıdır. Fikri meşruiyetini kaybetmesi ve propaganda için kullandığı demokrasi sorunlarının çözülmesi terör örgütünü güçsüzleştirecektir. Kitleler ile terör örgütü arasındaki köprüler bu şekilde yıkılacak, diğer taraftan devlet ile terör mağduru vatandaşları arasında yeni bağlar oluşmaya başlayacak ve mevcut bağlar güçlenecektir. Daha çok demokrasi eğer diğer iyileştirmeler ile birleştirilebilir ise orta ve uzun vadede terörde azalmaya neden olacak, daha da önemlisi yeni terör örgütlerinin oluşması riskini oldukça azaltacaktır.      
11 Eylül saldırıları sonrası oluşan uluslararası ortam da uluslararası terörizmle mücadelede bu ilkelerin vazgeçilmezliğini tekrar kanıtlamıştır. Uluslararası toplum bu saldırılar akabinde giriştiği mücadeleyi doğal olarak ABD önderliğinde yürütmüştür. Meşru sayılabilecek argümanlarla destek arayışı içerisine giren ABD, hem uluslararası kamuoyu, hem de uluslararası kurumlar nezdinde büyük bir destek sağlamış ve sadece bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar bir ülke, Afganistan’a yönelik terörle mücadele operasyonunu eleştirmiştir. Fakat Afganistan operasyonu ve sonrasında müttefiklerin özellikle mahkumlara ve sivil halka karşı işkenceye varan sert tutumu, ABD’ye dönük desteğin azalmasına sebep olmuştur. Yine aynı amaçla uluslararası hukuk esnetilerek hayata geçirilen ve Bush Doktrini adıyla anılan Önleyici Vuruş Doktrinine dayanarak Irak’a karşı operasyon düzenlenmesi ise uluslararası toplumun hiçbir kesimi tarafından meşru sayılmamıştır. ABD; uluslararası kurumların ve kamuoyunun desteği alınmamasına rağmen tek başına hareket ederek, kendisini çıkar ilişkileri bağlamında destekleyen müttefikleri ile bu operasyona başlamıştır. ABD “Ya bizimlesiniz ya onlardan” sloganı ile uluslararası terörle mücadelede işbirliğini de önemsemediğini göstermiştir. Fakat bu süreç uluslararası hukukun ve uluslararası kuruluşların meşruiyetinin sorgulanmasına sebep olmuştur. Yüz binlerce insanın öldüğü ve mağdur olduğu savaşlar sonrası kazanılan tecrübeler ile, bu şekilde kayıpların bir daha yaşanmaması için bir uluslararası sistem ve hukuk oluşturan uluslararası toplumun bu kazanımları büyük yara almıştır.
Küresel terör örgütleri ve özellikle 11 Eylül saldırıların faili olan El- - Kaide bu durumu iyi bir şekilde değerlendirerek, kendi propagandalarını yapmışlar ve özellikle Afganistan saldırılarının ilk aylarında dağılmaya yüz tutan grup, tekrar güçlenerek eylemsel güçlerini tekrar kazanmışlardır. 11 Eylül saldırıları sonrası işbirliği ve ortak mantıkla cevap verilen terör bitmeye yüz tutmuşken ABD’nin politikaları sonucu bu işbirliğinin dağılması ve uluslararası meşruiyetini kaybetmesi sonucu terör örgütlerinin güçlenmesi ise yüzlerce insanın hayatını kaybettiği İstanbul, Madrid ve Londra saldırılarının meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur.
Ayrıca 11 Eylül saldırıları sonrası devletler, oluşan korku ve dehşet ortamını engelleyebilmek adına ulusal sınırları içerisinde bir dizi düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Mevcut düzenlemelerin yaşanan tehdidi engellemede yetersiz kaldığı düşüncesiyle yapılan bu değişikler de demokratik hukuk devleti ilkelerine ters düşmüştür. Bu şekilde gelişen olaylara karşı devletler güvenliği sağlamanın yolunun hak ve özgürlüklerde çeşitli kısıtlamalara gitmek olduğu yargısı ile hareket etmişlerdir. İngiltere ve ABD hükümetleri, hukuk düzenini hukuksuzluk oluşturacak şekilde yorumlayarak yaptığı düzenlemeleri; halkın içerisinde bulunduğu dehşet durumundan faydalanarak hızlı bir şekilde yürürlüğe sokmuşlardır.
Fakat bu düzenlemelerde terörle mücadeleye fayda getireceği yerde yabancı düşmanlığını körükleyerek, toplumun birbirinden kopma sürecine girmesine sebep olmuştur. Ayrıca bu durum Avrupa’da yayılan milliyetçilik akımının da hızlanmasına neden olmuştur. ABD ve İngiltere’de birçok suçsuz insan, yapılan düzenlemeler doğrultusunda gözaltına alınmış fakat suçluluklarını kesinleştirecek herhangi bir maddi delil bulunamadığından dolayı serbest bırakılmışlardır. Bu ise toplumda aynı çatı altında yaşayan insanların birbirlerinden ayrışmasına ve ötekileşmesine; aynı zamanda da devlete yabancılaşmalarına sebep olmuştur.
Nihayet bu durum uluslararası kurumların dikkatini çekmiş ve demokratik hukuk devleti kazanımlarının asla bırakılmaması gerekliliği ve baskıcı tutumların teröristlere değil ancak özgür insanlara zarar vereceği yönündeki açıklamalar karşılık bulmaya başlamıştır. Bu aşamada İspanya’nın tutumu tüm dünyaya örnek teşkil etmiştir. İspanya, yaşanan Madrid saldırıları sonrası dahi baskıcı düzenlemelere gitmemiş hatta Irak’ta bulunan askerlerini geri çekerek terörle mücadelenin silahla değil temel hak ve özgürlükler çerçevesinde yapılacak olan eylemlerle sonuca gidebileceğini savunmuştur. Bu doğrultuda da BM çatısı altında oluşturulan Medeniyetler İttifakı Projesi, farklı kültürlerin ayrışan değil benzerlik gösteren noktalarında birleştirerek, ötekileşmenin önüne geçmeyi hedeflemiştir.     
Uluslararası ortamda, özellikle yenilenen siyasi otoritelerin de yardımıyla özgürlüklerin tekrar yükselişe geçmesi ise İngiltere’de de yankı bulmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrası sertleşen terörle mücadele yasaları, meydana gelen Londra saldırıları sonrasında temel hak ve hürriyetleri feda edecek şekilde tekrar düzenlenmek istenmiş; fakat bu sefer hükümet Meclis ve sivil toplum kuruluşlarının direnci ile karşılaşmıştır. İngiltere’de demokratik hukuk devleti kazanımlarını köreltecek düzenlemeler, Meclisin akılcı ve sakin davranması ile hayat bulamamıştır. ABD’de de özellikle Barrack Obama’nın başkanlığa gelmesinin ardından terörle mücadele stratejilerinde hata yapıldığı kabul edilmiş ve 11 Eylül saldırıları sonrası oluşan öfke ortamı sebebiyle kendi ilkelerine aykırı hareket ettikleri belirtilmiştir. Obama çeşitli tarih ve yerlerde yaptığı konuşmalarında işbirliğinin ve oluşturulan müşterek ilkelerin korunması gerekliliğine vurgu yaparak, her türlü ayrıma ve ötekileştirmeye karşı olduklarını vurgulamıştır.
İngiltere örnekleminde, İngiltere’nin IRA’ya karşı olan mücadelesinde zeki, kapsamlı bir siyasal müdahalenin, katı polis ve askeri yöntemlerin kendi başlarına durduramadığı teröre nasıl etkili bir şekilde son verdiği gözler önüne serilmiştir. İngiltere IRA ile mücadelesinde baskıcı güvenlik tedbirlerinin bir işe yaramadığını ve bunun özellikle IRA’ya dönük olan halk desteğini iyice arttırdığını ve sonuç olarak halk tarafında IRA’nın kendilerini koruyacak yegane unsur olduğu yönünde algısını güçlendirdiğini çok önceleri görmüştür. Fakat iç politik kaygılar neticesinde düşünülen düzenlemeler hayata geçirilememiştir. Fakat hükümet özellikle 1990’lı yıllara gelindiğinde terörle mücadelenin olmazsa olmazı olan siyasi kararlılıkla hareket ederek bir dizi düzenleme ve uluslararası işbirliği yoluna gitmiştir. Özellikle Kuzey İrlanda bölgesinde adaletsizlik ve haksızlıkların önüne geçen ve eşitlik olgusunu vurgulayan düzenlemeleri hayata geçirmiştir. Siyasi hakları arttırarak, sivil/siyasi hak arama yöntemleri desteklenmiştir. Özellikle 2005 yıllarında dünya konjonktüründe, insan hakları, özgürlük ve güvenlik dengesinde temel hak ve özgürlüklerin tekrar ön plana çıkması ile birlikte, Kuzey İrlanda’daki iki hareketin de giriştiği şiddet olaylarının halk tarafından desteklenmedikleri görülmüştür. Yapılan siyasi görüşmeler sonucu ise terör örgütleri silahlarını bırakmış ve hak arama süreçlerini şiddetten arındırılmış bir şekilde sürdüreceklerini ifade etmişlerdir. Bu örnekten anlaşılacağı üzere terörle mücadeledeki en etkin yöntem, sosyo – ekonomik iyileştirmelerle, halktaki demokratik hukuk ilkelerine olan bağlılığı ve inancı birleştirerek bir güven ortamı oluşturulmasıdır. Böylece halk terör faaliyetlerine prim vermeyecektir. IRA’yı dağılma sürecine asıl iten sebep siyasi görüşmelerde alınan imtiyazlar değil, kendi tabanının şiddete olan inancının kalmayarak IRA’nın dağılması yönündeki isteklerin artması yani halk desteğinin sona ermesidir.
      
  Dünyanın geçirdiği son on yıllık tecrübe de göstermiştir ki, uzun deneyimler sonucu kazanılan müşterek değerler, oluşturduğumuz yeni sistemin temel taşlarıdırlar. Bu sebeple bu değerlere rağmen geliştirilen politikalar uluslararası sisteme kazanım değil yitim olarak geri dönecektir. Demokratik hukuk ilkeleri asla daha fazla özgürlük için feda edilmemelidir. Aksi takdirde klişeleşmiş bir tabirle ne özgürlüğe ne de güvenliğe ulaşabiliriz. 
Dünyayı siyasal içerikli şiddetten arındırmak mümkün değilse bile, bu eğilimin marjinalize edilmesi mümkündür. İşbirliği çabaları ve terörle mücadele stratejilerinin bu yönde gelişmesi daha anlamlı olacaktır. Devletler ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarını geliştirirken, kalıcı güvenliği oluşturmanın yolunun demokratik hukuk ilkelerini güçlendirmekten ve bu ilkeleri dünya genelinde hakim kılmaktan geçtiğini unutmamalıdır. Terörle mücadelenin hedefi onu yok etmeye çalışmak ve onunla radikal bir savaşa girmekten ziyade; onunla birlikte yaşamayı öğrenerek, onun etkinliğini kısıtlamak ve gereksiz hale getirmek olmalıdır. Ancak bu şekilde insanlar terörist stratejiye inanmaktan ve onu kullanmaktan vazgeçeceklerdir. 

KAYNAKÇA

Akın, Engin, Terör ve Terörün Finansmanı Suçu: Anayasa Mahkemesi – Yargıtay Kararları ve Uluslararası Hukuk Metinleri Çerçevesinde, Ankara 2009
Alkan, Necati, Söz Bitmeden: Terörle Mücadele Önleme Stratejileri, 3. Basım, Ankara 2009
Arıboğan, Deniz Ülke,  Terör, Korku Hali: Tarihin Sonundan, Barışın Sonuna, 3. Basım, İstanbul 2007
Aydın, Nurullah, Küresel Terör ve Terörizm, İstanbul 2009
Bal, İhsan, Alacakaranlıkta Terörle Mücadele ve Komplo Teorileri, Ankara 2006
Bal, Mehmet Ali, Savaş Stratejilerinde Terör, 2. Basım, İstanbul 2008
Beşe, Ertan, Terörizm, Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara 2002
Bozkurt, Enver – Kanat, Selim, Uluslararası Toplumun Paradoksu: Terörizm, İnsan Hakları, Güvenlik ve 11 Eylül Sonrası Meydana Gelen Değişikler, Ankara 2007
Davutoğlu, Ahmet, Küresel Bunalım, 18. Basım İstanbul 2010
Davies, Barry, Terörizm: Ortadoğu’da Şiddet Dünya’da Terör, (Çev. Pınar Bulut), İstanbul 2006
Falk, Richard A., Dünya Düzeni Nereye? Amerikan Emperyal Jeopolitikası , (Çev. Neşenur Domaniç, Nusret Arhan) İstanbul 2005
Gürses, Emin, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi: IRA-ETA-PKK, 2. Basım, İstanbul 2001
Hobsbawm, Eric, Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, (Çev. Osman Akınhay) İstanbul 2008
Huntington, Samuel P., Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, (Çev. Mehmet Turhan, Y. Z. Cem Soydemir) 6. Basım İstanbul 2008
Karaosmanoğlu, Fatih, Tarihin Başlangıcı: Uluslararası ilişkiler & Haklar ve Güvenlik, Ankara 2008
Kaya, İbrahim, Terörle Mücadele ve Uluslararası Hukuk, Ankara 2005
Kongar, Emre, Küresel Terör ve Türkiye: Küreselleşme, Huntington, 11 Eylül, 11. Basım, İstanbul 2009
Laçiner, Sedat – Özcan, Mehmet – Bal, İhsan, Türkiyeli Avrupa: Türkiye’nin Üyeliğinin AB’ye Olası Etkileri, İstanbul 2004
Öktem, Emre, Terörizm: İnsancıl Hukuk ve İnsan Hakları, İstanbul 2007
Şenocak, Hasan Emre, Avrupa Terör Örgütleri ve Ülke Uygulamaları, Ankara 2006
Sever, Murat – Cinoğlu, Hüseyin – Başıbüyük, Oğuzhan, Terörün Sosyal Psikolojisi, Ankara 2010
Sönmezoğlu, Faruk, (Der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, 4. Basım, İstanbul 2005
Tarhan, Nevzat, Psikolojik Savaş: Gri Propaganda, 15. Basım, İstanbul 2011
Taşdemir, Fatma, Uluslararası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi, Ankara 2006

MAKALELER

Alkan, Necati, “Türkiye’nin Terörle Mücadele Deneyimi”, Uzakdoğu’dan Yeni Kıta’ya Terörle Mücadele, Derleyen: İhsan Bal, Süleyman Özeren, Ankara 2009
Arıboğan, Deniz Ülke, “Terörizme Karşı Kurumlar Arası Koordinasyon ve İş Birliği İmkanları”, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Baharçiçek, Abdulkadir,“Radikalleşmenin Önlenmesi ve Terörle Mücadele Üzerinde Demokratikleşmenin Rolü”, Terörün Sosyal Psikolojisi, Editörler: Murat Sever, Hüseyin Cinoğlu, Oğuzhan Başıbüyük, Ankara 2010
Bal, İhsan, “ Terör Nedir? Neden Terörist Olunur?“, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, Ankara 2006
Başaren, Sertaç, “Kavramsal Olarak Terörizm; Tarihi, ve Hukuki Boyutlarıyla” Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Ben-Meir, Alon, “11 Eylül: Sonuçları ve Yeni Düzen”, (Çev. Serpil Açıkalın), 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, Ankara 2011
Chirinos, Alexandra, “Özgürlük ve Güvenlik Arasındaki Dengeyi Bulmak: İngiliz Anti Terörizm Kanunu Üzerine İngiliz Yargıtayı’nın Kararı” , (Çev: Onur Özcan) Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Proje Yöneticisi: Kayıhan İçel, Editör: Yener Ünver, Ankara 2008
Colston, John, “NATO’nun Terörizm İle Mücadeledeki Rolü ve Uluslararası İşbirliği’nin Önemi”, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Eriş, Hamit Emrah, “IRA(İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu)”, Terörizm İncelemeleri, Derleyen: Ümit Özdağ, Osman Metin Öztürk, Asam Yayınları, Ankara 2000
Finjing, Fang, “Radikal Dini Terörizm Faaliyetleri ve Mücadele Yöntemleri”, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Hacıhafızoğlu, Dinçer, “ Terörist Grupların Örgütlenmesi ve Yönetimi”, Terörizm İncelemeleri, Derleyen: Ümit Özdağ, Osman Metin Öztürk, Asam Yayınları, Ankara 2000
Laçiner, Sedat, “Terörle Mücadelede Yasal Önlemler: İngiltere Örneği” Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, USAK Yayınları, Ankara 2006
Mazarı, Shireen, “Terörizmin Geleceği ve Ortak Nitelikleri”, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Özcan, Mehmet – Yardımcı, Serkan, “Avrupa Birliği ve Terörizmle Mücadele”, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, USAK Yayınları, Ankara 2006
Özcan, Nihat Ali, “ Bir Terör Örgütü Olarak PKK; İdeolojisi, Yöntemi, Yükselişi ve Çöküşü ”, Dünyada ve Türkiye’de Terör Konferansı: Ekonomik ve Sosyal Yapıya Etkileri, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Editör: Ali Tarhan, Ankara 2002
Özeren, Süleyman – Cinoğlu, Hüseyin, “ABD’nin yeni Terörle Mücadele Konsepti: Savaş Yerine Uyumlu İşbirliği mi?”, Dünyadan Örneklerle Terörle Mücadele, Derleyen: İhsan Bal, Süleyman Özeren, Ankara 2010
Özeren, Süleyman – Cinoğlu, Hüseyin, “Terörizm ve Amerika Birleşik Devletleri: 11 Eylül Öncesi ve Sonrası Terörle Mücadele Politikalarının Değerlendirilmesi”,  Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, Ankara 2006
Özeren, Süleyman – Demirci, Süleyman, “İngiltere’nin Ayrılıkçı IRA ve Dine Karşı Terörle Mücadele Politikası”, Dünya’dan Örneklerle Terörle Mücadele, Derleyen: İhsan Bal, Süleyman Özeren,  Ankara 2010
Öztürk, Osman Metin, “Avrupa ve Orta Doğu Ülkelerinin Terör Karşısındaki Konumları”, Terörizm İncelemeleri, Derleyen: Ümit Özdağ, Osman Metin Öztürk, Asam Yayınları, Ankara 2000
Saul, Ben, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Terörizmin Tanımı: 1985 – 2004”, (Çev: Seda Koç) Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Proje Yöneticisi: Kayıhan İçel, Editör: Yener Ünver, Ankara 2008
Şimşek, Yılmaz, “İspanya’nın Terörle ,Mücadelesinde ETA Örneği”, Uzakdoğu’dan Yeni Kıta’ya Terörle Mücadele, Derleyen: İhsan Bal, Süleyman Özeren, Ankara 2009
Tavas, Taner, “ Terörizm: Psikolojisi ve Hedefleri “, Terörizm İncelemeleri, Derleyen: Ümit Özdağ, Osman Metin Öztürk, Asam Yayınları, Ankara 2000
Thachuk, Kimberley, “Terörizme Destek Veren Kaynaklarla Mücadele”, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu, Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi, Ankara 2006
Ulusoy, Ülkü Halatçı, “11 Eylül Terörist Saldırıları ve Afganistan Operasyonu’nun Bir Değerlendirmesi” , 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, Ankara 2011
Üskül, Zeynep Özlem, “Küreselleşme Süreci ve Birey Kavramı”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, 14. Kitap, İstanbul Barosu, İstanbul 2005
Yamaç, Fatih, “11 Eylül 2011 Sonrası Fransız Terörle Mücadele Politikası”, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, USAK Yayınları, Ankara 2006
Yılmaz, Ömer, “ İspanya Terörle Mücadele Tecrübesi: Medeniyetler İttifakı Olabilir mi?“, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, Derleyen: İhsan Bal, Ankara 2006
Zelman, Joshua D., “Uluslararası Hukukta Son Gelişmeler: Anti- Terörizm Mevzuatı – Bölüm II: Etki ve Sonuçları”, (Çev. Ali Emrah Bozbayındır) Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Proje Yöneticisi: Kayıhan İçel, Editör: Yener Ünver, Ankara 2008


BASILMAMIŞ YÜKSEK LİSANS VE DOKTARA TEZLERİ

Doğuhan Sökücü, “Küreselleşen Terörizmin Uluslararası Siyasete Etkileri”, (İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi ), İstanbul 2009
Hakan İpek, Avrupa Birliği’nin Terörizmle Mücadelesi,(Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2006
Saadat Rüstemova, Küresel Terörizm, (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Doktara Tezi), Ankara 2006
Gökhan Gökulu, Terör Eylemlerinin Medyaya Yansıması: 15 – 20 Kasım İstanbul Saldırıları Örneği (Polis Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Suç Araştırmaları Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2005
Ethem İlbiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Çerçevesinde Türkiye’nin Terörle Mücadelede İnsan Hakları Sorunu, (Polis Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Suç Araştırmaları Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) ,Ankara 2009
Zafer Kılıç, Küreselleşme ile ivme Kazanan Uluslararası Terörizm ve Buna Karşı Alınan Tedbirler, (Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı), Isparta 2007
Erdal Bayer, Terörist Örgütlerde Örgütsel Öğrenme, (Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Isparta 2008
Arman Khanat, 11 Eylül Saldırıları Sonrası ABD’nin Terörle Mücadele Politikası ve İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi, (Polis Akademisi Başkanlığı, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Uluslar arası Polislik Çalışmaları Anabilim Dalı),  Ankara 2008
Tolga Çevik, 11 Eylül Saldırıları Sonrasında ABD’nin Uluslararası Terörizm İle Mücadeleye İlişkin Güvenlik Politikaları,(Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek lisans Tezi), Çanakkale 2008
Yasir Adil Erdem, Küresel Terörizm ve Irak Savaşı, (Polis Akademisi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Suç Araştırmaları Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2007
Kader Asan, Avrupa Birliği’nin Terörizmle Mücadele Politikası, (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2007

İNTERNET KAYNAKLARI

Avcı, İlyas, “El – Kaide Tehdidi ile Mücadele”, (http://www.pa.edu.tr/objects/assets/content/file/dergiler/2009/Cilt%2011/PBD%2011%20(3)%202009Word+Pdf/PBD%20%20(3)%202009Tamam%C4%B1.pdf#page=101)   (02.10.2011)
Baharçiçek, Abdülkadir, “Etnik Terör ve Etnik Terörle Mücadele Sorunu”, (http://web.firat.edu.tr/sosyalbil/dergi/arsiv/cilt10/sayi1/011-028.pdf) (26.09.2011)
Bekri, M. Nedim, “Suçta ve Cezada Kanunilik İlkesi ve İlkenin Uluslararası Belgeleri ile Uluslararası Ceza Hukuku Uygulamalarındaki Durumu”, (http://www.yayin.adalet.gov.tr/dergi/38.say%C4%B1/04%20%20DR%20M.%20NED%C4%B0M%20BEKR%C4%B0.pdf), (10.09.2011)
Laçiner, Sedat, “Toplumsal Sorunların Bir Belirtisi Olarak Terörizm”, (http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=97) (03.06.2011)
Laçiner, Sedat, “Demokrasi İle Terör Çözülür mü?”, (http://www.usak.org.tr/myazdir.asp?id=1045) (03.06.2011)
Laçiner, Sedat, “Londra Olayları: Avrupa Terörle İç Savaşa Mı Gidiyor?” (http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=471)  (07.09.2011)
Özdemir, Erol, “Terörizmin Unsurları Ve Bazı Çözüm Önerileri”, (http://www.caginpolisi.com.tr/74/17.htm) (24.09.2011)
Thierry Balzacq - Yılmaz Ensaroğlu, “İnsan Hakları ve Güvenlik: Türkiye, İngiltere ve Fransa”, (http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/Guvenlik%20ve%20Insan%20Haklari%20Siyasa%20Raporu.pdf), (01.09.2011)
Varol, Kasım, “Terör ve Sağduyu”, (http://www.caginpolisi.com.tr/v1/yazdir.php?art_id=1094) (26.09.2011)
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı, “Terör,Terörizm” (http://www.egm.gov.tr/temuh/terorizm6.htm) (10.05.2011)
UTSAM Raporlar Serisi:15, “İspanya’nın Terörle Mücadelesi” (http://www.utsam.org/images/upload/attachment/%C4%B0spanya'n%C4%B1n%20Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadelesi.pdf) (24.08.2011)
“Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkındaki İlkeleri”, (http://www.jp.coe.int/Upload/90_GuidelinesHumanRights_Terrorism_TUR.pdf) (25.08.2011)
“Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Girişimi”  (http://www.medeniyetlerittifaki.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=28&Itemid=2) (24.08.2011)
“İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkında İlkeler”, (http://www.jp.coe.int/Upload/90_GuidelinesHumanRights_Terrorism_TUR.pdf) (25.08.2011)
“İzleme, Koruma, Önleme, Hazırlıklı Olma: İngiltere’nin Uluslararası Terörizm ile Mücadele Stratejisi,” (http://www.utsam.org/images/upload/attachment/%C4%B0zleme%20Koruma%20%C3%96nleme%20Haz%C4%B1rl%C4%B1kl%C4%B1%20Olma.pdf) (07.09.2011)
“Obama’dan Mısır’da Tarihi Konuşma”, (http://www.sabah.com.tr/Dunya/2009/06/04/islam_dunyasina_seslenecek) (03.10.2011)
“Obama’nın Mısır Konuşması”, (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=184168) (03.10.2011)
“Obama Hürriyete Yazdı: Bin Ladin’i Müslümanlarla Birlikte Yendik”, (http://www.dipnot.tv/11857/Obama-Hurriyete-yazdi-BiN-LADiNi-MuSLuMANLARLA-BERABER-SAF-Disi-BiRAKTiK.aspx) (03.10.2011)
“Terörizmin Yayılmasını Kolaylaştıran Şartlar üzerine Soru ve Cevaplar Mart 2007”, (http://www.avrupakonseyi.org.tr/haberler/mart-07_b.htm) (25.08.2011)
“Türkiye ve Medeniyetler İttifakı”,          
(http://www.mfa.gov.tr/medeniyetler-ittifaki.tr.mfa) (24.08.2011)
“12 Nisan 1 991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu”, (http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/809.html) (09.09.2011)
(http://www.mulkiyeteftis.gov.tr) (10.09.2011)
(http://www.avrupakonseyi.org.tr/) (25.08.2011)
( http://www.fincen.gov/statutes_regs/patriot/) ( 17.06.2011)





***

ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ: İNGİLTERE ÖRNEĞİ, BÖLÜM 11





ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE  HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ:  İNGİLTERE ÖRNEĞİ,  BÖLÜM 11




2.2.3. Avrupa Konseyi’nin Yaptığı Düzenlemeler

Avrupa Konseyi, Avrupa’nın demokratik vicdanını oluşturan bir kurumdur. 1949’da kurulan Konsey’in başlıca hedefi, Avrupa ulus ve vatandaşlarının vakarını, temel değer olan demokrasiye, insan haklarına ve yasa düzenine saygıyı sağlamak yolu ile güvence altına almak; bir Avrupa kimliği bilincini teşvik ederek ve farklı kültürlerden gelen insanlar arasında karşılıklı anlayışı geliştirmek olmuştur. Bu temel değerleri korumaya ve işlevselleştirmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi’ne üye 47 devlet yaklaşık olarak 800 milyon insanı temsil etmektedir.
Avrupa Konseyi insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü üzerine inşa edilen ‘demokratik güvenliğin’ koruyucusudur. Demokratik güvenlik, askeri güvenliğin tamamlanmasında gerekli bir unsur ve Avrupa’nın istikrar ve barışı için ise bir ön koşul olarak kabul edilmiştir. 1997’de Strasbourg’da düzenlenen zirvede ise Avrupa Konsey’inin demokrasi ve insan hakları, sosyal uyum, kültürel çeşitlilik, vatandaşların ve kültürel değerlerin güvenliği (korunması) olmak üzere dört alanda bir eylem planı kabul etmiştir.
Avrupa Konseyi insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulcu demokrasiyi savunmak ve bu üç temel değere karşı olan terörle mücadele etmek için 1970’den beri faaliyetlerini yürütmektedir. Avrupa Konseyi’nin terörle mücadele alanında uluslararası hukuku ilgilendiren en önemli çalışması 1977 yılında imzalanarak, 1978yılında yürürlüğe giren “Terörizmin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi”dir.

Avrupa Konseyi’nin terörizmle mücadele stratejisi üç temel sacayağına oturtulmuştur. 

Bunlar şu şekilde sıralanabilir:

Teröre karşı yasal işlemlerin kuvvetlendirilmesi,
Temel değerlerin teminat altına alınması,

Terörizmin sebeplerine yönelmek.
Görüldüğü gibi Avrupa Konseyi yıllardan beri terörle mücadelenin nasıl olması gerektiği konusunda ulusal hükümetlere ışık tutmuştur. Fakat özellikle 11 Eylül saldırıları ve sonrasında yaşanan İstanbul, Madrid, Londra saldırıları gibi artçı saldırılar sonrası ise daha aktif bir rol üstlenmeye gayret etmiştir.
Bu sebeple Konsey ilk olarak 11 Temmuz 2002 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilen “İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkında İlkeler” adlı bir hukuk metni yayınlamıştır. Bu metin insan hakları ve terörle mücadele konusunda hazırlanmış ilk uluslararası hukuk metni olarak kabul edilmektedir. Bu metinde 11 Eylül saldırıları ardından terörle mücadelenin en büyük siyasi öncelik haline geldiği belirtildikten sonra yapılan saldırıların temel insan hakları değerlerine, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne indirilen bir darbe olarak algılandığı ortaya konmuştur. Teröre verilecek cevapta yasal cephanelerin ve kuvvetin kullanılmasının bir gereklilik olduğunun teyit edildiği raporda, bu kuvvet kullanımının devletin koruması gereken temel değerleri riske atmayacak bir dozda yapılmasının önemi vurgulanmıştır. İnsan haklarının gözetilmesi ihtiyacının hiçbir şart altında terörle etkili bir şekilde mücadele etmeyi engellemeyeceği üzerinde durulmuştur. Aksi takdirde devletlerin verdiği tepkisel cevapların, terörün demokrasi ve hukukun üstünlüğüne karşı kurduğu tuzağa düşmesi anlamına geleceği belirtilmiştir. Akabinde ise devletlerin yapması gereken ve terörle mücadele için gerekli olan siyasi suçların iadesi, işkence yasağı, keyfi muamele yasağı gibi bazı düzenlemelere değinilmiştir.
İkinci olarak daha da belirginleşen terör tehdidine karşı yeni ve daha kapsamlı bir terör sözleşmesi yapılması gereğini hisseden Avrupa Konseyi, Terörizm Uzmanlar Komitesi (CODEXTER – Commitee of Experts on Terrorizm) tarafından 2005 yılında bir sözleşmeyi onaylanmak üzere ülkelere sunmuştur. Terörizmin Önlenmesine İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi 1 Haziran 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, kışkırtma, adam toplama ve eğitme (cürüm amaçlı) gibi bir takım suçları cürüm olarak belirlemektedir. Ayrıca terörizmin engellenmesi amacıyla iade ve karşılıklı dayanışma konularında mevcut antlaşmaların yeniden düzenlenmesiyle uluslararası işbirliğini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu sözleşmede de insan hakları ve diğer temel ilkelerin terörle mücadele uğruna feda edilemeyeceği yinelenmiş ve terör suçunun hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağına değinilmiştir. Tüm devletlerin terör suçunu önleme, önleyemedikleri durumlarda da kovuşturma ve suçun ağırlığı ile uyumlu cezalar verme yükümlülüklerinin olduğu belirtilmiştir. Fakat cezalandırma önlemlerinin, hedeflenen meşru amaçlara ve bunların demokratik bir toplumda gerekliliği ölçüsünde olmasının ve yargısız infazın, ayrımcılığın ve ırkçı davranışların dışlanmasının öneminin altı çizilmiştir.

Avrupa Konseyi’nin altını çizdiği bir diğer önemli nokta ise, özellikle Madrid ve Londra saldırılarına atıfta bulunularak; Avrupa kıtasında yapılan en ciddi saldırıların dış kaynaklı düşmanlar tarafından değil Avrupa’da yaşayan, çalışan ve ailelerini geçindiren kişiler tarafından yapıldığının vurgulanmasıdır. Bu sebeple teröristleri ve terörist ağ bağlantılarını takip etmek ve engellemek için yollar aranması ve hükümetlerin bir takım kişi ve grupların köktenciliğe ve terörizme niçin yöneldiğini anlamak için kendi toplumlarını da kapsayacak şekilde araştırma yapılması istenmiştir.

3. 11 Eylül Saldırıları Çerçevesinde Yapılan Düzenlemelerin Uluslararası Terörizmle Mücadeleye Etkileri

11 Eylül saldırıları sonrası dünya yaşadığı şokun etkisinden çıkabilmek için tepkisel bir mücadele sürecine girmiştir. Normalde ulusal düzeyde yapılan terörle mücadele operasyonları ilk defa ulusal sınırları aşmış ve Irak, Afganistan operasyonları yapılmıştır. Bunun yanı sıra, devletler ulusal anlamda da yeni terörle mücadele stratejilerini yoğun terör riski bağlamında değiştirmiştir.
  
  Fakat dünya genelinde yapılan değişiklikler güvenlik sebebiyle özgürlüğün reddi şeklinde meydana gelmiştir. Yapılan ulusal düzenlemeler vatandaşların özgürlük alanını kısıtlamış, olağan yaşam sürecini sekteye uğratmış, vatandaşlar üzerindeki baskı unsuru artırmıştır. Bu şekilde yapılan düzenlemeler ise insanlara güven hissi vermek yerine, terörün doğasına uygun olarak ne zaman nereden geleceği belli olmayan bir saldırı tehdidine karşı devamlı tetikte olmasının gerektiği bilincini dayatmıştır. Bu da insanların dayanma eşiğini aşarak yabancı düşmanlığını hatta Müslüman karşıtlığını körükleyecek şekilde tepki vermesine neden olmuş ve toplumsal uzlaşmaya derin bir yara açmıştır. Bu şekilde devletlerin aslında teröristlerin istediği şekilde kendilerine cevap verdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Uluslararası arenada ise ABD’ye yapılan saldırılar sonrası uluslararası toplum hızlı bir şekilde cevap verme telaşı içine girmiştir. Yapılan saldırılar karşısında ABD’nin sert tutumuna tüm dünyadan destek geldiği gözden kaçmamıştır. Uluslararası toplumu düzenleyen en etkin kurumlar ABD’ye desteklerini acele bir şekilde açıklamıştır. Uluslararası toplum ve kamuoyunun desteği ile girişilen Afganistan operasyonuna, devletler düzeyinde büyük bir maddi katılım da sağlanmıştır. Fakat ABD’nin daha sonra uluslararası meşruiyeti aramak yerine kendi politik kararlarını uluslararası topluma dayatması, tepkilerin yeniden ABD’ye yönelmesine sebep olmuştur. Uluslararası terörizm ile mücadelenin vazgeçilmez bir unsuru olan uluslararası işbirliğinin kurumsal olarak ilerlemesi yönünde 11 Eylül saldırıları ardından doğan umut; ABD’nin tek taraflı politikaları, sürekli olarak “ya bizimlesiniz, ya onlardan”, “tek başımıza da olsa bu savaşı yapacağız” gibi cümleleri kullanması ve son olarak kendi toplumu dahil kimseyi ikna edemeden giriştiği Irak operasyonu ile son bulmuştur. 

Uluslararası kurumların yayınlamakta geç kaldığı düzenlemeler, yaptırım gücü olmadığı için BM gibi köklü kurumların dahil meşruiyetinin kalmadığını gündeme getirmiştir. Kısacası 11 Eylül saldırılarının hemen sonrası terörizme karşı ortak duruşa destek ve sempati duyulan ortamdan yaralanarak, terörizme karşı bu ortak duygu ile hareket etmek yerine, tek başına harekete geçmiş ve 11 Eylül saldırı ardından El – Kaide ve Taliban’a karşı askeri bir zafer olarak düşünülebilecek ne varsa ABD’nin yaşadığı bu ikilem sonrası ters yüz olmuştur. Afganistan operasyonu sonucu; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirten ABD, uygulamış olduğu politika ve eylemlerle tekrar bahse konu terör örgütüne yeterli propagandayı yapacak malzeme ve güç vermiştir. Bunun sonucunda ise EL – Kaide İstanbul, Madrid ve Londra’da kanlı eylemler gerçekleştirmiş, Afganistan’da ise tekrar savaşmak zorunda kalmıştır.

Görüldüğü gibi 11 Eylül sürecinde görevde olan siyasi iktidarlar terörü yenebilecek ve teröre karşı üstünlüğü sağlayabilecek durumda iken, uyguladığı yanlış ve ben merkezli politikalar ile bitme noktasına gelen terörü yeniden canlandırarak, kanlı eylemler yapabilecek pozisyona getirmiştir. Ulusal düzeyde de korku ortamına karşı bir şeyler yapma gereksinimine giren ve toplumsal baskının da rolü ile yapılan düzenlemeler ise Batı genelinde yabancı düşmanlığının artması sonucu doğurmuştur.
Fakat özellikle Irak saldırıları sonrası gelişmekte olan süreç ise yapılan hataların tekrar gözden geçirilmesi üzerine kuruludur demek yanlış olmayacaktır. Özellikle 11 Eylül sonrası meydana gelen ilk şoku atlatan Uluslararası Kuruluşlar,  Afganistan ve Irak operasyonlarında yapılan yanlış uygulamalar ve ulusal manada yapılan düzenlemelerin yol açtığı haksız fiillere karşı tepki göstermeye başlamıştır. Yaptığı düzenlemeler ile tekrar hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları temelli eylemlerin önemi her geçen gün daha fazla vurgulamaya başlamıştır. Bu şekilde hareket eden uluslararası kuruluşların tavrı, tahrip olan toplumu da harekete geçirmiş ve siyasi iktidarları tekrar hukuki meşruluğu olan düzenlemeler yapmaya itmiştir. Bu değişimde yenilenen siyasi iktidarların anlayışları da etkin olmuştur.

İspanya’da meydana gelen Madrid saldırıları sonucu, tepkisel bir cevaba girişmek yerine yeni iktidara gelen hükümet temel hukuk ilkeleri temelinde bir strateji izlemiştir. Uluslararası arenaya taşıdıkları bu stratejileri kamuoyunun da desteğini alarak dünya genelinde kabul görmüştür. BM çatısı altında oluşturulan Medeniyetler İttifakı Projesi uluslararası düzeyde yabancı düşmanlığını ve ötekileştirmeyi en aza indirmeyi amaç edinmiştir. Ulusal düzeyde de İspanya, terörle mücadelede Madrid saldırıları sonrası bile bu bilincini korumuş ve hiçbir yabancıya karşı güvenlik güçleri veya halk tarafından bir baskı yapılmamıştır (Madrid saldırılarını gerçekleştiren grubun çoğu Faslıdır. Bu süreç içerisinde Faslılara karşı bile herhangi bir tepki oluşmamıştır). Terörist ve terörizm ile mücadeleyi çok iyi dengeleyen İspanya örneği, bu yönüyle tüm dünyaya bir ders niteliğindedir.

ABD’de de iktidara gelen Obama yönetimi, eski yanlışlarının üzerini örtmek ve tekrar uluslararası toplum ile işbirliğine girmek için ulusal ve uluslararası politikalarını gözden geçirmiştir. 2009 tarihli Mısır ziyaretinde Obama, Müslümanlarla ABD arasında karşılıklı saygı ve ortak çıkara dayanan yeni bir başlangıç için Kahire'ye geldiğini ifade etmiştir. “İlişkilerimiz, farklılıklarımızla tanımlandığı sürece barıştan ziyade nefret tohumları ekenlerin eline güç verilmiş olur”; “Olmasını istediğimiz dünya için birlikte hareket etme sorumluluğumuz var”; “Amerikalılar, insanların daha iyi bir yaşama sahip olmaları için, dünya genelinde İslam dünyasındaki kişilerle, hükümetlerle, organizasyonlarla, dini liderlerle ve iş adamlarıyla ortak çalışmaya hazırdır” gibi cümleleri ile bundan sonraki dönem için eski politikaları bir kenara bırakarak, her din ve devlet ile ortaklaşa politikalar içerisine gireceğinin sinyallerini vermiştir.
Obama, yine Kahire konuşmasında terörle mücadele ile ilgili olarak 11 Eylül’ün, ülkeleri için çok büyük bir travma olduğunu ve bu sebeple ateşlenen endişe ve öfkenin anlaşılabilir olduğunu, ancak bazı durumlarda ideallerine aykırı hareket ettiklerini kabul ederek; bir anlamda yapılan hataları da kabullenmiştir. Ayrıca radikal ögelere karşı sadece askeri güçle kesin bir zafer elde edilemeyeceğini söyleyen Obama, dünya dengesinin üstünlük değil, ortaklık üzerine kurulabileceğini belirtmiştir. Obama 11 Eylül saldırılarının 10. yıldönümünde yaptığı konuşmada da ortaklığa vurgu yaparak “El Kaide’ye karşı Müslümanlarla birleştik. Usame Bin Ladin’i saf dışı bıraktık ve El Kaide’yi yenilgi yoluna soktuk. Dostlarımız ve ortaklarımızla bu mücadelede kaybedilenleri anmada birleştik” demiştir.
Tüm bu gelişmelere rağmen uluslararası toplumun kat edeceği çok yol vardır. En ileri düzeyde demokrasiyi yakalamış ülkelerde bile artan milliyetçilik dolayısıyla ötekileştirme güdüsü, çözümü daha doğrusu çözümsüzlüğü silahlı mücadelede arayan gruplara propaganda malzemesi vermeye devam edecektir. Terörün asla insanların tarihinden silinemeyeceği, gelecekte de terörist saldırılarla sarsılacağımız bilinse de, toplumsal dayanışma bu saldırıların etki gücünü ve teröristlerin güçlenmesini sekteye uğratacaktır.


III. BÖLÜM

İNGİLTERE’NİN TERÖRLE MÜCADELE POLİTİKALARI

19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren İrlanda sorunu ile başlayan tarihsel süreçte İngiltere daha çok ayrılıkçı bir terör örgütü olan İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (Irısh Repuclican Army - IRA) ile mücadele etmiştir. Ancak 11 Eylül 2011 tarihinde ABD’de EL – Kaide terör örgütü tarafından düzenlenen ve terörizm tarihine en sofistike saldırı olarak geçen eylemelerle birlikte İngiltere’de de dini istismar eden ve dini referans aldığını iddia eden radikal gruplar, ülke ve ülke dışında yaşayan İngiliz vatandaşları ile İngiltere çıkarlarına karşı tehdit oluşturan en önemli tehdit haline gelmiştir. İngiltere artık tehdit değerlendirmelerini IRA’dan çok EL – Kaide bağlantılı gruplar ve bu doğrultuda radikalleşme üzerine yapmaktadır.    

Bu bölümde asıl üzerinde durulacak olan konu İngiltere’nin uluslararası terör örgütleri ile ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası yaptığı düzenlemeler olacaktır. Fakat İngiltere’nin uzun yıllar mücadele verdiği ayrılıkçı terör olarak tanımlayabileceğimiz IRA ile ilgili yapılan düzenlemeler, İngiltere’nin terörle mücadele deneyimini, tecrübesini ve kültürünü anlamamız açısından önemlidir. Bu sebeple, ilk olarak İngiltere’nin IRA’ ya karşı yaptığı mücadele özetlenmeye çalışılacak, daha sonra da 11 Eylül saldırıları sonrası önemi artan uluslararası terörle mücadele ile ilgili İngiltere’nin yaptığı düzenlemeler irdelenecektir.

1. İNGİTERE’NİN TERÖRLE MÜCADELE TECRÜBESİ

İngiltere, Kuzey İrlanda sorunu olarak adlandırabileceğimiz ayrılıkçı terör hareketleri ile yaklaşık 30 yıl çalkantılı ve sıkıntılı bir süreçte mücadele etmiştir. Bu süreçte ayrılıkçı terör örgütü IRA, ülkenin başlıca güvenlik sorunu olmuştur. 1969 yılında ağırlığını tam olarak göstermeye başlayan bu sorunun kökleri aslında on yıllar değil, yüzyıllar öncesine dayanmaktadır.

1.1. Kuzey İrlanda Sorununun Temelleri ve IRA’nın Kuruluşu

Kuzey İrlanda, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (İngiltere) bir parçası olup, İrlanda Adası’nın kuzey doğusunda yer almaktadır. Özellikle 16. yüzyıldan bu yana birlik ya da ayrılma sorunu, siyasal yaşamın ana maddesi olmuştur.

12. yüzyılda İngilizler bu adanın hakimiyetini ele geçirmeyi başarmışlar ve bu tarihten sonra İngilizler ada üzerinde bir baskı ortamı oluşturmuşlar ve İrlandalıların geleneksel kültürlerini yaşamalarını engellemişlerdir. İngilizlerin kontrolüne geçen adaya İngiliz göçmenleri gelmeye başlamış ve burada belli bir nüfus yoğunluğu oluşturmuşlardır. Bu dönemde İngiliz kralı VIII. Henry’nin kendisin ve boyunduruğu altında yaşayan insanların mezhebini bir gecede emir komuta zinciri altında değiştirmesi ise, adada yaşanan olayların bir mezhep savaşına dönüşmesine neden olan asıl etmendir. Çünkü bu tarihten sonra adanın yerli halkı Katolik mezhebine bağlı kalmış, adada yaşayan Normanlar ise krallarının buyruğu ile Protestanlığı kabul etmişlerdir. Bu durum yüzlerce yıl sürecek sorunların tohumlarını atmıştır. İrlandalıların yaşamlarında din faktörü bundan böyle her alanda etkili olmuştur. Bu topraklara yakın yaşayan diğer uluslar, ne zaman İngiltere ile savaşa girmek isteseler, ilk önce mezhepsel yakınlık kurarak adada yaşayan halkla birlikte hareket etmeye çalışmışlardır.
17. yüzyılda İrlandalıların Ulster Yerleşkelerinde bulunan topraklarına el konularak ve buralara İskoçya’dan gelen 150.000 ve İngiltere’den gelen 20.000 Protestan göçmen yerleştirilmiştir. 1609 yılında tarihte Ulster Plantasyonu olarak bilinen bu olay adanın bölünmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Böylece nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmasına karşın adadaki ekilebilir toprağın önemli bir kısmı Protestanların eline geçmiştir.

Adada varolan ayrılıkları perçinleyen diğer bir süreç ise İngiltere’de Meclis ve kral arasında yaşanan otorite savaşı olmuştur. Meclis yine bu tarihlerde krala karşı yetkilerini yükseltmek için güç savaşına girmiştir. Bir iç savaşa dönüşen bu süreçte Katolik halk kralın tarafında yer almıştır. Adaya da sıçrayan bu kıpırdanmalar, Protestanlara karşı bir iç savaşa dönüşmüştür. Yaklaşık on iki bin Protestan bu olaylar sırasında öldürülmüştür. Katolikler açısından ise felaket girişilen mücadelenin meclis taraftarları tarafından kazanılması ile başlamıştır. İç savaşı meclis kazanınca Meclis güçlerinin lideri Cromwell İrlanda’yı cezalandırmaya başlamıştır. 1650 yılına kadar yaklaşık olarak 100.000 İrlandalı köle olarak satılmış, 750.000 kişi ise öldürülmüştür. Bu dönemde oluşturulan yeni iskan politikaları ile Katoliklerin elinde çok az miktarda toprak kalmıştır. Öyle ki 17. Yüzyılın başlarında toprakların %60’ından fazlasını elinde bulunduran Katolik İrlandalıların yüzyılın sonlarına doğru toprakları %20’lere kadar düşmüştür. 18. yüzyılın ortalarına doğru ise bu oran %7’ye kadar gerilemiştir.
1685 yılında tahta II. James’in geçmiştir. Kendisini Katolik olarak adlandıran bu kralın tahta geçmesi ile adada yaşayan Katolik unsurların yönetimdeki eski ağırlıklarının kazanmasına yardımcı olmuş ve kendilerinden alınan toprakları tekrar Katoliklere vermek için çalışmalar yapmıştır. Fakat bu eylemleri Meclisin tepkisini çekmiş ve bu süreçte William of Orange’a krallık teklifi götürülmüştür. Bu gelişmeler üzerine ise II. James İrlanda’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Katolikler James’i çok iyi karşılamış hatta onun önderliğinde kurulan ordu Protestanların çoğunlukta olduğu bir Londonderyy bölgesini kuşatsa da William of Orange’ın Protestanlara olan yardım etmesi sebebi ile alınamamıştır. Boyne Savaşı’nda II. James’in mağlup edilmesi ile beraber adada Protestan egemenliği süreci başlamıştır. Bu tarihten itibaren Protestanlar, Katolik krala karşı kazandıkları zaferi ve bu zaferi getiren Orange düzenini her yıl kutlamaya başlamışlardır. Bu savaş adadaki Protestan varlığını güçlendirmiş ve Protestan azınlık karşısında ikincil duruma düşen Katolikler bağımsızlık hareketlerini başlatacak ortamı hazırlamıştır.

1700 – 1800 yıları arasında Katolikler değişik zamanlarda ayaklanmışlar ama başarılı olamamışlardır. Bununla beraber her ayaklanma ve karşılıklı çatışmalarda Protestan ve Katolikler arasındaki düşmanlık artmış ve iki grupta bu yıllarda silahlı örgütler kurmuşlardır. Tüm bu olaylar ve çatışmalar sonucunda ise İngiliz Parlamentosu 1800 yıllında çıkardığı bir kanunla İrlanda ile birleşmiştir. Ülkenin adı bundan sonra Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı olmuştur. Fakat bu durum tartışmalara yeni bir boyut eklemiştir. Protestanlar yasaya bağlılığı savunurken, Katolikler ise bağımsız İrlanda fikrini savunmuşlardır.

İngiltere’nin İrlanda üzerinde hakimiyetini güvence altına alması Katoliklerin ekonomik servetlerinin ellerinden alınmasına sebep olmuş ve adanın zenginlikleri Protestan unsurlar tarafından paylaşılırken, Katolikler sürekli bir yoksulluk içerisine düşmüşlerdir. 19.yüzyılın ortalarında İrlanda’da tüm sermaye ve tarımsal araziler Protestan azınlığın eline geçmiştir. Katolik unsurlara sanayi tesislerinde işçi olarak bile istihdamına izin verilmemiştir. Katoliklerin yoksulluk içerisinde olması ve adaya çok sonraları gelmiş olmalarına rağmen tüm zenginlikleri elinde bulunduran Protestanlara ve bu konumu elde etmelerini sağlayan İngilizlere karşı besledikleri düşmanlığın giderek artmasına sebep olmuştur.

Adadaki olayları tam olarak anlamak adına, 1800’lü yılların ortasında meydana gelen kıtlık süreci de etkili olmuştur. Meydana gelen kıtlıkta İngiltere hükümeti adada yaşayan halka yardım etmemesi de önemli bir yer tutmaktadır. Fakir Katoliklerin temel gıdası olan patatesin bir salgın hastalık yüzünden üretilememesi sonucu büyük bir kıtlık yaşanmış bu boşluğu sübvanse edilmiş mısır ile kapatmak isteyen İngilizler ise serbest piyasacı görüşler ve kamuoyunun olumsuz tepkisi nedeniyle bu yardımı da göndermemiştir. Bunun sonucu adada yaklaşık olarak bir milyon kişi ölmüş ve bir o kadar kişide ABD ve Avusturya’ya göç etmiştir.

ABD’ye göç eden İrlandalılar, 1857 yılında New York’ta İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği adı altında bir örgüt kurarak, İrlanda’nın özerk yönetimi için silahlı mücadelenin gerekliliğini savunmuşlardır. Bu örgüt kendilerine Fenianlar adını vermişlerdir. Fenianlar bir dizi terör eyleminde bulunmuş fakat İngiliz hükümetinin bu örgüte karşı aldığı sert tutumlar ve ABD’nin eylemleri dolayısıyla desteğini çekmesiyle güçsüzleşmiş ve nihayet yok olup gitmişlerdir. İrlandalılar bu dönemde siyasi yapılanma içerisine de girmişlerdir. 1891 yılında Katolik lider James Connoly tarafından İrlanda Cumhuriyetçi Sosyalist Partisi, 1905 yılında ise Sinn Fein partisi Arthur Griffith tarafından kurulmuştur. Bu tüp siyasi örgütler yanında silahlı milis grupları da kurulmaya başlanmıştır. 1913 tarihinde Protestanlar silahlı bir örgüt olan Ulster Gönüllü Birliğini, Katolikler ise İrlanda Gönüllüleri örgütünü kurmuşlardır.

İngiliz idaresine karşı başlatılan ‘1916 Paskalya Ayaklanması’ ise İrlanda tarihinde yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bu ayaklanmada beklenen kalabalık oluşturulamamış; bunun sonucunda ise İngilizler sert bir şekilde ayaklanmayı bastırmışlardır. Katolik 15 lider bu ayaklanmalar sonunda idam edilmiştir. Bu durum ve çeşitli tarihlerde meydana gelen ayaklanmalar, Katolik unsurların daha milliyetçi bir havaya girmelerine sebep olmuştur.  Bu duygu yoğunluğu ile girilen İngiltere 1918 seçimlerinde ise Sinn Fein İngiliz parlamentosunda İrlanda’ya ayrılan 105 sandalyenin 73’ünü kazanmıştır. Bu süreç İrlanda gönüllülerinin IRA adı ile örgütlenmesinin de başlangıcı sayılmıştır.

Seçimlerden güçlü olarak çıkan Sinn Fein, Londra’nın yetkisini tanımadığı için milletvekillerini İngiliz Parlamentosuna göndermek yerine Dublin’de İrlandalılar için ayrı bir meclis oluşturmuştur. Dail Eirann in Dublin adı ile kurulan yeni meclis, tüm İrlandalılara bu meclisi tek ve meşru meclis olarak tanımaya çağırmıştır. Bu çağrıya 26 bölge uyarken, Ulster bölgesi olarak bilinen ve Protestanların çoğunlukta olduğu 9 bölge bu çağrıya katılmamıştır. 1920 yılında İrlanda Hükümeti Yasası adı altında bir yasa çıkartan Londra, güneyde Dublin’de, kuzeyde ise Belfast’a iki ayrı meclis kurma kararı almışlardır. 1921 yılında Dublin meclisi İngiltere’ye karşı savaş kararı almış ve İngiltere ile Sinn Fein arasında gerçekleşen görüşmeler sonucu oluşturulan Anglo – İrish Anlaşması ile Serbest İrlanda kurulmuştur. 1925 yılında kuzey ile sınırları belirlenen Serbest İrlanda, gelişen süreç içerisinde ilk olarak bağımsızlığını ilan etmiş ve Eire ismini almıştır. 1949 yılına gelindiğinde ise İrlanda Cumhuriyeti adını alarak, İngiliz uluslar topluluğundan ayrılmışlardır.

Bu gelişmeler yaşanırken IRA’da 1919 yılında Sinn Fein’i destekleme kararı almış ve 1920’lerle başlayan süreçte kentlere ağırlık vererek çok iyi bir şekilde örgütlenmiştir. Küçük gerilla grupları kurulmuş ve bunlar hücreler şeklinde örgütlendirilmiştir. Örgütlenmesini arttıran IRA, mali açıdan da güçlü bir konuma gelmeye başlamıştır. 

İrlanda Cumhuriyeti ilk yıllarında bir iç savaş yaşamıştır. Bu iç savağında sonucunda IRA ve benzer örgütler yasa dışı ilan edilmiş ve takip eden yıllarda İrlanda Hükümetinin kesin otoritesini kurması ile silahlı kuvvetler içerisindeki IRA grupları dağıtılmıştır. Gelişen süreç içerisinde IRA 1949 yılında İrlanda Cumhuriyeti’ne karşı olan askeri faaliyetlerini durdurmuş, 1962 yılına gelindiğinde ise Belfast ve Dublin hükümetlerinin teröre karşı işbirliği yapmaları ile de IRA saldırı kampanyalarını kesmiştir. Aslında IRA, bu tarihe kadar etkin ve sürekli olmayan eylemler yapabilmiş ve aktif bir yapıda bulunamamıştır.
1922 – 1966 yılları arasında Kuzey İrlanda hükümetleri Katolik İrlandalıların haklarına kısıtlama getirirken bölgede bulunan Birlikçi Protestanların hakları da olumlu yönde arttırılmış ve geçen zamanda sosyal ve ekonomik anlamda iki grup arasında uçurum daha da büyümüştür. Siyasal haklarla ilgi olan ve temelinde barınma ve eğitim sorunlarının giderilmesine yönelik talepler olan gösteriler, zamanla Katolikler ve Protestanlar arasında eski anlaşmazlıkları su yüzüne çıkaran ve ayrışmaları derinleştiren gelişmelere dönüşmüştür. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında Dublin yönetiminin aksine İngiltere’ye destek veren Kuzey İrlanda yönetimi İngiltere tarafından ödüllendirilerek ekonomik açıdan desteklemiştir. Bu destek Kuzey yönetiminin iyice güçlenmesine sebep olmuştur. Fakat bu güçten Kuzey İrlanda yönetimi altında yaşayan Protestanların daha fazla yararlanması sonucu ise, aynı yönetim altında yaşayan Katolik ve Protestan halk arasındaki eşitsizlik daha da artmıştır. Kuzey İrlanda’da bu şekilde perçinlenen Protestan hakimiyeti, ekonomik olduğu kadar siyasi oluşumlarda ve polis birliklerinin kurulmasında da kendisini göstermiştir. Büyük çoğunluğu Protestan olan, Krallık Ulster Zabıta örgütüne polislik görevinin verilmesi ile Katolik halk politik olduğu kadar fiziki olarak da baskı altında tutulmuştur.
1960’ların sonuna gelindiğinde ise Kuzey İrlanda’da Sinn Fein ve IRA tarafından ‘Sivil Haklar Kampanyası’ başlatılmıştır. Katoliklerin şikayetlerinin bir ifadesi olarak başlayan bu kampanyanın amacı tüm Birleşik Krallık vatandaşları için eşit haklar sağlanması olmuştur. Fakat bu harekete İngiliz hükümeti baskıyla karşılık vermiş ve bu gelişmeler milliyetçi, ayrılıkçı hareketin tekrar can bulmasına ve harekete geçmesine yol açmıştır. 1962 yılında saldırı kampanyalarını kesen IRA, 1969 yılında bölgede yaşanan olumsuzluklar ve bunun doğurduğu baskı ve şiddet ile aktif hale gelerek adeta yeniden doğmuştur.

1.2. 1969 Olayları Sonrası IRA’nın Faaliyetleri ve İngiltere’nin Mücadele Stratejisi

Sivil haklar hareketini takiben Ekim 1968’de Katolik Protestanlar arasında başlayan çatışmalar IRA’nın saldırıları ve Ulster Savunma Birlikleri’nin karşı saldırıda bulunması ile şiddetin giderek artmasına sebep olmuştur. Bu aşamada Protestanların Katoliklerin haklarına dönük olarak başlattığı her eylemi, kendilerine tanınan imtiyazlar zarar göreceği için ret etmekte, bu sebeple de Kuzey İrlanda ve Londra yönetimlerine baskı yapmışlardır. Protestanların bu ayrıcalıklarından taviz vermek istememesi, bu amaca yönelmiş karşı terör uygulayan paramiliter örgütler oluşturmuşlardır. Ulster gönüllü birliği de bu örgütlenmelerden biridir.

Kuzey İrlanda’da tansiyon bu şekilde iki mezhep arasında yükselmeye başlamıştır. 1969 yılında ise Protestanlar, Katoliklere karşı kazandıkları Boyne Savaşı kutlamaları için her yıl düzenli olarak yaptıkları kutlama yürüyüşlerinde, Katolik mahallelerden geçerken taraflar arasında çatışmalar başlamıştır. Çatışmaların önlenemez duruma gelmesi üzerine İngiltere bölgeye asker sevk etmiştir. İngiltere’nin adadaki askeri varlığı 1969 yılında 3000 iken, 1970 yılında 13.000, 1972 yılında ise 21.000 olmuştur. Kuzey İrlanda polisinin %90’ının Protestan olmaları, çıkan olaylar sonrasında Katoliklere çok ağır ve şiddetli baskılar yapmalarını beraberinde getirmiştir. Bu yüzden İngiliz askerlerinin adaya gelişini Katolik toplum büyük bir sevinçle karşılamış fakat bu sevinç kısa sürmüştür. Çünkü İngiliz askerleri de Protestan halkı kayırarak şiddet hareketlerini Katoliklere karşı yöneltmiştir. Mezhepsel farklılıkların öne çıtlığı yönünde bir algılama yaratan bu olaylar, Kuzey İrlanda Katoliklerinin kendilerini koruyabilecek tek gücün IRA olduğuna inanmasına yol açmış ve bu tarihten itibaren ise İRA hem eylemsel olarak hem de eleman kazanma gibi örgütsel faaliyetler alanında hızlı bir büyüme yaşamıştır. Bu dönemlerde Bogside ve Short Strand mahallerindeki Protestan saldırılarına karşı, güvenlik güçlerinin Katolik halka yardım etmemesi ve IRA’nın tek başına buralara yönelen Protestan saldırılarını önlemede başarı elde etmesi bu durumu perçinlemiş ve halk arasında IRA’nın itibarı da gittikçe artmaya başlamıştır.

1970 yılı ise IRA için bir dönüm noktası olmuştur. IRA yönetimi Sinn Fein’in parlamentoyu boykot etme kararını kaldırarak mücadelesini parlamento içerisinde devam etmesini istemiştir. Fakat kuzeyli delegeler bunun ihanet anlamına geleceğini ve bunun IRA’nın yenilgisi olacağını belirtmişlerdir. Bu gelişmeler sonrası örgüt 1970 kongresinde kuzeyde PIRA (Provisional Irish Republican Army – Geçici IRA ), güneyde ise OIRA (Official Irısh Republican Army – Resmi IRA) adıyla ikiye bölünme kararı almıştır. Geçici olması düşünülen bu karar ise varlığını hala sürdürmektedir. Şu an hala IRA olarak anılan örgüt aslında PIRA’dır.

Şiddet eylemlerinin iyice artması ve kontrol edilemez duruma gelmesi sonucu ise İngiltere 1 Ağustos 1971 tarihinden geçerli olmak üzere Internment (alıkoyma) yasasını yürürlüğe koymuştur. Bu politika ile beraber yüzlerce kişi terör şüphesiyle gözaltına alınmıştır. Bu yasa Kuzey İrlanda’daki güvenlik güçlerine hakim kararı aramaksızın terör şüphesiyle yakaladıkları bir kişiyi alıkoyma hakkı vermiştir. Fakat bu uygulama hem içerik hem tarz olarak Katolik halkın tepkisini çekmiştir. Çünkü yasa alet edilerek güvenlik güçleri Katolikler üzerinde baskıyı arttırarak birçok Katolik’i tutuklamışlardır. Bu yasaya karşı yapılan gösteriler sırasında ise Londonderyy’de protestocular üzerine ateş açılması ise 13 göstericinin ölmesine sebep olmuştur. Kanlı Pazar olarak bilinen bu olay sonrasında ortam iyice gerilmiş ve IRA eylemlerini arttırmıştır. Bu olay sonrası IRA Katoliklerin kendilerini korumadaki en önemli enstrüman haline gelmiştir. Toplumsal destekleri ise bu sayede her geçen gün artmıştır. IRA 1973 yılından itibaren eylemlerini Kuzey İrlanda’dan İngiltere’ye taşımıştır. Burada 3’ü milletvekili olmak üzere 100’ün üzerinde insan öldürmüştür.

Londra hükümeti, genel olarak sorunun sosyal ve ekonomik yanından çok güvenlik yönüne ağırlık vermiştir. İnsan hakları ihlalleri keyfi tutuklamalar gibi durumlar 1973 ‘Olağan Üstü Hal Tedbirleri Yasası’ ve 1974 yılında yürürlüğe giren ‘Terörizmi Önleme Yasası’ baz alınarak yapılmıştır. Terörizmi Önleme Yasası geçici bir yasa olarak çıkarılmasına rağmen kalıcı bir hale gelmiştir. Yasa içişleri bakanlığına ve polise İngiltere’nin daha önce hiç alışık olmadığı şekilde geniş yetkilerle donatılmasını sağlamıştır. Çıkarılan bu yasa hükümlerince 1982 yılına kadar yapılan alıkoymaların neredeyse tamamına yakını hiçbir ceza görmeksizin serbest bırakılmıştır. Bu da yasasın asıl amacının sindirme ve baskı altına alma amaçlı kullanıldığının kanıtıdır. Sonuç olarak İngiltere bu uygulamadan dolayı ciddi eleştirilere maruz kalırken, geniş kitlelerden de sert tepkiler almıştır. 1976 yılında yasada yapılan değişiklikler ise sadece güvenlik güçlerinin işlerini kolaylaştırıcı günlük düzenlemeler olarak algılanmıştır.

IRA 1970’li yıllarda iki defa ateşkes ilan etmiştir. Bu süreçte İngiltere hükümeti IRA’nın üst kademesi ile bir dizi görüşmelerde bulunduysa da herhangi başarı elde edilememiştir. 1980’lerde de bir dizi siyasi görüşmeler yapılmış fakat iki tarafından çok ağır şartlar sürmesi üzerine bu görüşmelerden de beklenen fayda sağlanamamıştır.

Öte yandan Ira’nın bu dönemde siyasi mücadeleden uzaklaşması sebebiyle politik alanda doğan boşluğu Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve Birlik Partisi gibi oluşumlar doldurmaya başlamıştır. Bu partiler de Sinn Fein gibi İrlanda’nın bütün olarak özgürlüğünden yana olmuşlardır. Bu dönemde şiddet, s,şiddeti vahşet vahşeti doğurmuştur. Her ölüm taraflar için bir ibret meselesi değil, intikam gerekçesi haline gelmiştir. Hal böyle olunca karşılıklı çatışma ortamı iyice artmıştır. Şiddet olaylarına karşı durmak için Londra yönetimi siyasi etkin kılacak adımlar atmaya başlamıştır. İlk olarak 1974 yılında Sinn Fein’in yasaklı illegal durumu kaldırılmış ve legal bir hal almıştır.

1980’li yılarda da siyasi çözüm arayışları devam etmiş ve IRA örgütü politik süreçlere göre ateşkes ilan etmiştir. 1981’de Katolik bir İrlandalı olan Bobby Sands, cezaevi koşullarını protesto etmek amacı ile açlık grevine başlamıştır. Sinn Fein o günlerde İngiliz Parlamentosu’nda Kuzey İrlanda için ayrılmış bir sandalyenin boşalmasını fırsat bilerek Bobby Sands’ı seçimlere aday göstermiş ve milletvekilliğini kazanmasını sağlamıştır. Bobby Sands ise milletvekili olduğu halde açlık grevi sonucunda cezaevinde ölmüştür. Daha sonra Boby Sands ile beraber açlık grevine giren diğer 9 protestocu da hayatını kaybetmiş ve bu olay IRA ve Sinn Fein için müthiş bir propaganda hareketine dönüşmüştür. Bu olaydan sonra IRA öç almak için hızlı bir eylemsel süreç içerisine girmiş Sin Fein ise takip eden seçimlerde %15 oy alarak en büyük seçim zaferlerinden birine imza atmıştır.

İngiltere ise siyasi kararlılığına devam ederek 1985 yılında Anglo – Irısh Anlaşmasına imza atmış ve böylece İrlanda ve İngiltere’nin Kuzey İrlanda sorununa çözüm aramak için düzenli olarak siyasi, sosyal, güvenlik ve yasal konularda işbirliği yapılması ve görüş alış verişinde bulunulması konusunda anlaşmıştır.

İzleyen yıllarda IRA şiddet hareketlerini sürdürerek, İngiltere’yi pazarlık masasına oturtma hedefine yönelmeye devam etmiştir. Hatta 1991 yılında kabine toplantı halindeyken Başbakanlık konutu olan ve Downing Street 10 numara olarak bilinen binaya havan topu mermisi ile bir saldırı düzenlenmiş, saldırı çok ufak hesaplama hataları nedeniyle başarıya ulaşmamış ve ölen ya da yaralanan olmamıştır. 1992 yılından itibaren ise IRA kendisine hedef olarak İngiltere ekonomisi seçmiştir. Finans merkezlerine yapılan saldırılar boyunca ölü ve yaralıların yanında İngiltere 3 milyar dolardan fazla kayba uğramıştır.
1990 sonrası Dünya konjonktüründeki değişikler, Kuzey İrlanda sorununun çözümü konusunda İngilizler açısından değişikliğe gitmelerine neden olmuştur. Soğuk savaş döneminin sona ermesi ile Kuzey İrlanda stratejik önemini kaybetmiş, verilen teşvik ve askeri harcamalar Kuzey İrlanda sorununun çok maliyetli olduğunu göstermiş ve bölgeye ticari unsurların gelmesini engelleyen olayların devamı, İngiltere hükümetini çözüm bulma yoluna itmiştir. 
İngiliz hükümeti bu süreçte Sinn Fein ve IRA ile gizli olarak barış görüşmeleri yapma yoluna gitmiştir. Barış görüşmelerinin ilk aşaması İngiliz ve İrlanda Hükümetleri arasında gerçekleştirilmiş ve her iki ülkenin başbakanları “Downing Street Deklarasyonu” adı verile bir uzlaşma metinini kamuoyuna aktarmışlardır. Deklarasyonda, çatışmaları sona erdirmek için Kuzey ve güney toplumlarının İrlanda geleneklerini dikkate alarak işbirliği ve anlaşma yapmalarının gereği üzerinde durulmuştur. 

Bu dönemle birlikte IRA barış görüşmelerine destek olmak adına “Tamamıyla Silahsız Strateji” adında bir rapor hazırlamış ve 1994 yılında ateşkes ilan etmişlerdir. Sinn Fein de diyaloga hazır olduğunu belirtmek için “Barış İçin Bir Senaryo” ve “Barışa Doğru Bir Strateji” isminde iki bildiri yayınlamışlardır. Bu dönemde gizli görüşmeler devam etmiş fakat iki grubun birbirlerine karşı yönelttiği ağır şartlar neticesinde sonuç alınamamış ve 17 ay aradan sonra IRA eylemlerine geri dönmüştür. Bu süreçte İngiltere açısından iç politik kaygılarla barış için girişilen çalışmaları sekteye uğrattığı söylenebilir çünkü o dönem bazı oylamalarda İngiliz hükümeti Protestan Milletvekillerinin oylarına ihtiyaç duymaktaydılar.

IRA’nın şiddet vazgeçmemesi üzerine tekrar barış görüşmeleri yoluna giden İngiliz Hükümeti 1997 yılında ilk kez IRA, Kuzey İrlanda’daki Protestan gruplar ve İrlanda Hükümeti ile aynı masaya oturarak anlaşma yoluna gitmeye çalışmışlar ve ön şart olarak da silahların susmasını koşmuşlardır. Fakat olayı protesto eden Protestanların, süreci kesintiye uğratmak için girdikleri terör saldırıları ile Kuzey İrlandalı Protestan gruplar görüşmeden dışlanmıştır. Bunu izleyen süreçte bu defa IRA’nın silahlı eylem yapması IRA’nın da görüşmelerden dışlanması sonucunu doğurmuştur. Dönemin İngiltere Başbakanı Blair ise bu tarihlerde 150 yıl önce gerçekleşen “kıtlık” sırasında İngiltere’nin üzerine düşeni yapmadığını belirterek İrlanda halkından özür dilemiştir. Aynı zamanda Kanlı Pazar olarak bilinen olayların tekrar soruşturulması için yeni bir çalışma başlattığını açıklamış ve sürecin yumuşamasını sağlamıştır. 

Barış görüşmeleri olumlu sonuçlar vermeye başlamış ve 10 Nisan 1998’de “Good Friday Anlaşması” iki hükümet tarafından imzalanmış ve güney ve kuzey bölgelerinde yapılan oylamalarla onanarak yürürlüğe girmiştir. Bu süreci baltalama girişimleri bir süre devam etse de IRA 2001 yılının ekim ayında silahsızlanma sürecini başlattığını duyurmuştur. IRA’nın silah bırakma sürecini denetleyen uluslararası bir komisyon olan Bağımsız Denetleme Komisyonu 25 Eylül 2005’te IRA’nın silah bıraktığını açıklamıştır.

Görüldüğü gibi Kuzey İrlanda çözümüne yönelik çabalar zaman içerisinde yol almıştır. Siyasal barış sürecini çok iyi takip eden İngiltere, özellikle Good Friday Anlaşması’ndan sonra IRA’yı eylemlerini ve taktiklerini gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. IRA’da özellikle yayılan şiddet karşıtı demokratik havadan dolayı tepki çekmemek için bu adımlara karşın pozitif karşılık vermiştir. 
1 Haziran 2002 tarihinde Kanlı Cuma olaylarının 30. yıldönümünde ilk defa 1960 yılından itibaren terör olaylarında ölen insanların ailelerinden özür dilemiştir.

28 Temmuz 2005 yılında ise IRA, 1998 yılında imzalanan anlaşmadan bu yana Kuzey İrlanda’da uygulamaya konulan politikalar ve gelişmeler ışığında “silah bıraktığını, amaçlarını tamamen barışçıl metotlarla siyasal ve demokratik yollardan gerçekleştirmeye çalışacağını ve üyelerinde kesinlikle başka yollara başvurmamalarını” kamuoyuna duyurmuştur.

1.3. İngiltere’nin IRA’ya Karşı Yaptığı Mücadele Politikasının Değerlendirilmesi          

Özellikle 1969 yılında başlayan olaylar aslında 30 yıl sürecek olan çalkantılı, şiddet dolu ve ilgili herkes için sıkıntılı bir döneminde başlangıcı olmuştur ki 1969 yılında başlayan olaylardan 1998 yılında hazırlanan Hayırlı Cuma ya da Belfast Anlaşması olarak anılan anlaşmaya kadarki dönem İngiltere tarafından “ Sıkıntılar Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu olaylar esnasında yaklaşık 3200 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında çok büyük mali kayıplarda yaşanmıştır.

İngiltere’nin 1970 yıllarında bu soruna salt güvenlik merkezli bakması ve baskıcı politikalarla bu sorunu, özüne inmeden halletmeye çalışması sorunun çözümünden ziyade daha fazla büyümesine sebep olmuştur. İngiliz devleti terörle mücadele konusunda oldukça sert ve acımasız davranmaktan çekinmemiştir. İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine en çok şikayet edilen devletlerden biri konumundadır. Gerçekten de yapılan yasal ve polisiye tedbirlere bakıldığında İngiltere terörle mücadele gerekçesiyle insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi demokratik hukuk devleti ilkelerini hiçe sayan bir dizi uygulamaya gitmiştir.

Özellikle 1969 – 1985 yılları arasında terörle mücadelede ordunun kullanımı, terörle mücadele görevinin askeri görev tanımlaması ile fazla uymaması sebebi ile büyük sıkıntılara yol açmıştır. Aslen ordu polis birliklerine yardımcı olmak adına adada görevlendirilmiş olsa da, ilk görevlendirildiği dönemde şehir merkezlerine yerleştirilmiştir. Kaçınılmaz olarak olaylara müdahale eden askerler ise, aşırı sert uygulamaları ile özellikle Katolik toplumun tepkisini çekmişler ve ayrım sürecini hızlandıran müdahalelerde bulunmuşlardır. bu durum aslında askerlerin mücadele alışkanlıkları bakımından normal bir süreçtir. Çünkü askerde etkin olan tanımlama düşman tanımlamasıdır ve yok etmeye yönelik hareket etmeye yönelik eğitim görmüşlerdir. Ayrıca çoğunluğu Protestanlardan kurulu olan polis gücü ise Katoliklere karşı tarihi mezhepsel kinden dolayı sert tutumlara yönelmişlerdir. Diğer bir deyişle polis ve güvenlik güçleri yaptıkları terörle mücadele operasyonlarında, mücadeleye taraf olmuşlardır.

İngiltere’nin bu dönemde uyguladığı yasal düzenlemeler de hukukun temel niteliklerini yok sayar nitelikte olmuştur. Bunlardan ilki 1974 yılında yürürlüğe giren Geçici Terörle Mücadele Yasası (Prevention of Terrorism Act - PTA) olmuştur. Yasa İrlandalılara karşı negatif duyguların ön plana çıktığı bir ortamda hazırlanmıştır. Bu yasalar geçici statüsü ile yürürlüğe girmiş olsa da 2000 yılına kadar küçük değişiklerle devam ettirilmiştir. Bu yasanın geçici olarak tanımlanmasının tek sebebi her yıl parlamento tarafından yeniden onaya sunulması zorunluluğundan ileri gelmektedir. 1974 yılında yürürlüğe giren bu yasanın en çok tartışılan ve eleştirilerde bulunulan kısmı ise hakimlerin juri olmaksızın kendi kararları ışığında karar vermelerine olanak sağlaması ve tutukluların mahkemeye çıkarılmadan 45 gün boyunca gözaltında tutulabilmesini sağlamış olmasıdır. Bu süreçte ayrıca Kuzey İrlanda işleri ile ilgili bakanın, bir şekilde terör eylemine karıştığına kanaat getirdiği kişiler hakkında geçici tutuklama kararı alabileceği ve bu tutuklama süresinin 28 gün süreceği kabul edilmiştir. Bakan adına bu görevi ise belirleyeceği yüksek komiser yürütmekte dir. Yine bu dönemde, sanığın itirafının delil yerine geçmesi, sanıkların sebep gösterilmeksizin veya yanlışlıkla tutuklanmaları mahkemelerce hukuksuz bir işlem sayılmamaktadır.

Yasa içişleri bakanlığına ve polise İngiltere’nin daha önce hiç alışık olmadığı şekilde geniş yetkilerle donatılmasını sağlamıştır. Çıkarılan bu yasa hükümlerince 1982 yılına kadar yapılan alıkoymaların neredeyse tamamına yakını hiçbir ceza görmeksizin serbest bırakılmıştır. Bu da yasasın asıl amacının sindirme ve baskı altına alma amaçlı kullanıldığının kanıtı olarak görülmüştür.

1974 yasası 2000 tarihine kadar bir dizi değişiklerle tekrar yürürlüğe girse de bu değişikler, yasanın lafzında herhangi bir değişiklik meydana getirecek düzeyde olmamıştır. 200 yılında ise bu yasa tamamen yeniden şekillendirilerek, günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kalıcı bir hal almıştır.

Diğer bir yasal düzenleme ise sadece Kuzey İrlanda sınırları içerisinde geçerli olan Kuzey İrlanda Olağanüstü Koşullar Yasası’dır. Bu yasa 1974’te yürürlüğe giren yasaya nispetle, iradeye daha fazla yetkiler tanımıştır. Bu kanuna göre polise şüpheli eve girmek ve arama yapmak, şüpheli araçları durdurmak, silah taşıdığından kuşku duyulan kişileri aramak, terör örgütü üyesi olduğundan şüphelenilen kişileri seyahat ve oturma özgürlüğünden alıkoymak gibi bir takım haklar verilmiştir.

İngilizler bu süreç içerisinde zaman zaman tansiyonu azaltıcı siyasi tedbirler alma yoluna gitse de, Protestanların kendi ayrıcalıklarının biteceği endişesi ile İngiltere’ye baskı yapmaları sonucu, iç politik kaygıları da gözeterek geri adım atmıştır. Fakat sonuçta özellikle 1985 yılından itibaren siyasi karalılık göstererek siyasi işbirliği ve sosyo – ekonomik politikalara yönelmeye başlamıştır.

Bu süreç inişli çıkışlı bir trend izlemiş ama sorunun çözümü için konsensüs oluşturmak amacıyla tarafları masaya oturtmayı başarabilmiştir. Bunu yaparken de İngiliz hükümeti, Kuzey İrlanda’daki uygulamalarla ilgili sayısız soruşturma, değerlendirme, analiz ve özeleştiri yapmış ve bunların neticesinde yanlış uygulamaları terk ederek önemli strateji ve politika değişikliklerine gitmiştir.

İlk olarak IRA tarafından sık sık propaganda malzemesi yapılan adadaki askeri varlığını azaltmıştır. Katolik halk üzerinde psikolojik baskı unsuru olan Ulster Kraliyet Polisinin adı, Kuzey İrlanda Polis Servisi olarak değiştirilmiş ve yapılan ilk alımlarda iki mezhepten de yarı yarıya polis teşkilatına alım yapılmıştır. Özellikle İrlanda Cumhuriyeti ile yaptığı terörle mücadelede işbirliği anlaşmaları, örgüte dönük mücadele adına verimli ve etkin olmuştur. Bununla birlikte iki ayrı toplumun var olduğu bir ortamda iki toplum arasında öfke kaynağı olan sosyo – ekonomik farklılıkları giderebilmek için kısa ve uzun vadede toplumsal entegrasyona yönelik çok önemli adımlar atılmıştır.

İngiltere hükümeti 1997 yılından itibaren Kuzey İrlanda’ya yönelik sosyal ve ekonomik politikalara ağırlık vererek özellikle eğitim, sağlık, konut edindirme, alt yapı ve şehir planlaması ve iyileştirmesi alanında önemli harcamalar yapmıştır. Kuzey 

İrlanda' nın özellikle ekonomik bakımından dezavantajlı bölgelerinde yaşam kalitesini arttırmaya yönelik yapılan bu çalışmalar, bölgede yüzyıllara varan tarihi geçmişi bulunan farklı dini mezhepler arasındaki çatışma ve mücadelelerin hafifletilmesi ve uzun vadede iki farklı grubun entegrasyonunu hedeflemektedir. Kısa vadede ise Katolik ve Protestan grupları temsil ettiğini söyleyen şiddet yanlısı grupların toplumdan soyutlanması ve daha ılımlı söylemlerin bölgede etkinliğini amaçlamıştır. Bu politikalar özetle, mezhebe dayalı bölünme ve mücadelenin değil, paylaşmanın olduğu bir ortamı hedeflemektedir. Bu politikalar bir ölçü de başarılı da olmuş, iyileşme sürecinde yapılan provokatif eylemler iki toplum halkı tarafından da kınanarak bu tip eylemlere prim verilmeyeceği gösterilmiştir.

İngiltere, dünyada anayasacılığın, parlamentonun dolayısıyla demokratik hukuk devleti ilkelerinin ilk olarak hayata geçirildiği ülkedir. Bu konumu ile demokrasinin beşiği sayılmaktadır. Fakat özellikle IRA ile girdiği mücadele sırasında uyguladığı politikalar şaşkınlık yaratmış ve birçok uluslararası kuruluş ve kamuoyundan sert eleştiriler ve tepkiler almıştır. Tüm bu yanlış uygulamaların terörü engellemek yerine onu körüklediğini nihayet görebilen İngiltere sonunda demokratik ve sosyal iyileştirme işbirliği içerisinde bu sorunun üstesinden gelebilmiştir. Sonuç olarak İngilizlerin Kuzey İrlanda’daki deneyimi, “zeki, kapsamlı bir siyasal müdahalenin, katı polis ve askeri yöntemlerin kendi başlarına durduramadığı teröre nasıl etkili bir şekilde son verdiğinin” en iyi çağdaş örneklerinden biridir.

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***