ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ: İNGİLTERE ÖRNEĞİ, BÖLÜM 7
6.3. Uluslararası Terörizm İle Mücadele
11 Eylül saldırıları, terörizmin şiddet ve etkisinin en fazla görüldüğü andır. Tarihte böyle bir terörist saldırının bu kadar heyecan verici, korkutucu ve hatta dehşet verici bir etkisi olmamıştır. Buna karşılık olarak güvenlik politikaları, politik ajandalarda ve toplumların belleklerinde en fazla bu dönemde yer edinmiştir. Terörizm tehdidine karşı güvenliğin sağlanması, güvenlik politikalarının ele alınması, bu çerçevede kamu politikalarının oluşturulması ve kurumsal hale dönüştürülmesi ve hatta dış politikaların şekillendirilmesi yine bu süreçte göze çarpan hususlardır. Terörün bu yeni karakteri, devletleri terörle mücadelede işbirliği yapma yoluna itmiştir. Çünkü terör tek bir devletin hatta tek bir kıtanın içerisine sığmayacak kadar geniş bir etki alanına sahip olmuştur. Teröristler küreselleşmenin sunduğu teknolojilerden en iyi şekilde yararlanarak örgütlenme, propaganda, eğitim, finans kaynaklarını yeniden karakterize etmiştir. Bu da terör örgütlerinin etki ve icra alanının tüm dünyaya yayıldığını göstermektedir.
Bu sebeple küresel terörizmle ulusal kaynakları kullanarak mücadele etme seçeneği gözden düşmüş ve ülkelerin bir araya gelerek mücadele etme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu tip bir işbirliğini işler duruma getirebilmek için taraf ülkelerin; terör fenomenin tanımı, tehdit kapasitesinin üzerinde ulaşılabilecek maksimum fikir birliği ve aynı zamanda, sıfır tolerans anlayışını da içerisine alan terörizme karşı kullanılacak taktiklere karşı konsensüse varmış olmaları gerekmektedir. Terörle mücadelenin neyi amaçlaması gerektiği ve hangi stratejiler uygulanması gerektiği uluslararası hukuk kuralları ile belirlenerek, devletlerin ortaklaşa girişmek zorunda olduğu bu mücadelenin objektif sınırları belirlenmelidir.
Dünyayı siyasal içerikli şiddetten arındırmak mümkün değilse bile, bu eğilimin marjinalize edilmesi mümkündür. İşbirliği çabaları ve terörle mücadele stratejilerinin bu yönde gelişmesi daha anlamlı olacaktır. Terörizmle mücadele hedefinin iyi saptanması ve fazla ütopik iddiaların yerine gerçek dünya ile daha uyumlu tavırlar benimsenmesi gerekmektedir. Terörle mücadelenin hedefi onu yok etmeye çalışmak ve radikal bir savaştan ziyade; onunla birlikte yaşamayı öğrenerek, onun etkinliğini kısıtlamak ve gereksiz hale getirmektir. Çünkü terörizmin başarısı yarattığı tepki ile ölçülmektedir.
Terörle askeri güçlere dayanarak mücadele etme şeklinde kendini gösteren ve giderek diğer ülkeler tarafından da benimsenen mevcut İsrail ve ABD politikası, en fazla ve sadece sınırlı ve geçici bir başarı kazanabilir. İnandığı ideal uğruna kendini öldürmeyi göze almış bir eylemciyi, onu bu tip operasyonlarla öldürmekle tehdit ederek başarılı bir sonuca ulaşmayı imkansız kılmaktadır. İngilizlerin Kuzey İrlanda’daki deneyimi, “zeki, kapsamlı bir siyasal müdahalenin, katı polis ve askeri yöntemlerin kendi başlarına durduramadığı teröre nasıl etkili bir şekilde son verdiğinin” en iyi çağdaş örneklerinden biridir.
Uluslararası terörle mücadelenin asıl meşruiyet kaynağı devletlerce varılan konsensüs ve uluslararası hukuk kuralları olmalıdır. Uluslararası terörle mücadelede gücü temel alan yöntemler sadece gerekli olduğu hallerde gerekli olduğu kadar kullanılmalıdır. Terörle mücadelenin asıl hedefi, terörizm eylemlerinde bulunan insanları etkisiz hale getirmek değil, onların bu yolu kullanmaya iten sebepleri ortadan kaldırmak olmalıdır. Bu sebeple devletler öncelikle samimi bir şekilde dünya üzerinde bulunan eşitsizlikleri ve ayrımcılığı önlemeye çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki uygarlığın asıl ve en güçlü silahı hukuktur. Demokratik temel ilkeler her zaman terörizmle mücadelede medeniyetin en büyük silahı olacaktır. Uzun vadede istikrar ve barışın en sağlam temeli; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü teşvik etmek ve bu değerlere etkin kılmakla atılabilecektir.
Bu noktada uluslararası kuruluşların terörle mücadelede etkin bir şekilde varlığını göstermesi gerekmektedir. Norm tanzim eden başlıca kurum ve uluslararası hareketin yasal kaynağı olan BM’nin, kendi hizmetindeki önemli politik ve ekonomik araçlarla AB’nin, birçok üyesi ve ilgili alanlardaki uzmanlığı ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) uluslararası toplumun dikkatini terörizme çekmede önemli bir rolü vardır. Özellikle BM yayınladığı kararlar ve uluslararası eylemlerin meşruiyet kaynağı olması özelliği ile uluslararası terörizm ile mücadeleye çok önemli katkılar sağlayabilme kapasitesine sahiptir.
II. BÖLÜM
11 EYLÜL SALDIRILARI ve SONRASINDA TERÖRİZM İLE MÜCADELE
11 Eylül saldırıları yapılış şekli, amacı ve doğurduğu sonuçlar bakımından hem dünya kamuoyunu, hem de devletlerin politik duruşunu derinden etkilemiştir. Bu etkileşim de kaçınılmaz olarak uluslararası örgütleri ve uluslararası hukuk olgusu üzerinde bir takım etkiler doğurmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan kamuoyu başta olmak üzere tüm dünya belli bir korku ve nefret sarmalının içine girmiştir. Güvenlik duygusunun yitirildiğini düşünen devletler, genel olarak bu yorumdan kurtulmanın yolunu sert ve tepkisel politikalarda görmüşlerdir. Teröre bir cevap olarak düşünülen bu politikalar ise başta insan hakları olmak üzere uluslararası hukuku zedeler nitelik göstermiştir.
Bu bölümde 11 Eylül saldırılarından bahsedildikten sonra, Amerika önderliğinde gerçekleştirilen Afganistan ve Irak operasyonlarına değinilerek, dünya konjonktürü aktarılmaya çalışılacaktır. Daha sonra ise ülkelerin ve uluslararası örgütlerin politikalarında terörle mücadeleye yönelik yapılan düzenlemeler ve değişiklikler; örnek ülke ve örgüt düzenlemeleri ile gösterilmeye çalışılacak ve son olarak da uygulanan politikaların terörle mücadelede etkinliği incelenecektir.
1. 11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ULUSLARARASI ORTAM
11 Eylül saldırılarının planlama, kullanılan silahlar, meydana getirdiği can ve mal kaybının büyüklüğü, hedeflerin önemi göz önüne alındığında uluslararası kamuoyunun ve diğer başat aktörlerin, bir kargaşa ortamına girmesi sürpriz olmamaktadır. Şimdiye kadar uygulanan güvenlik politikalarının yetersizliği su yüzüne çıkmış ve güvenlik algısı bir anda çökmüştür. Yıkılan güvenlik algısının tekrar inşası için alınan tedbirler ise, çoğu zaman temel hak ve hürriyetler alanına müdahalede bulunmakta ve uzun tecrübeler ve pozitif kazanımlar sonucu ortaya çıkan uluslararası hukuk ilkelerine karşı zorlama yorumlarla uygulama alanı bulmaya çalışmaktadır. 11 Eylül saldırıları sonrası süreçte güvenlik – özgürlük dengesi; özgürlük aleyhine bozulmaya başlamıştır.
1.1. 11 Eylül Saldırıları Ve Etkileri
11 Eylül 2001’de, Boston – Los Angeles seferini yapan American Airlines’a ait Boeing 767 tüpü bir yolcu uçağı, 81 yolcu ve 11 mürettebatı ile kaçırılmış; hava korsanları kaçırılan uçakla ile New York, Manhattan’da Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinden kuzey kulesine çarparak saldırıyı başlatmıştır. Kısa bir süre sonra Washington’dan Los Angeles’a giderken kaçırılan, yine American Airlines’a ait Boeing 757 tipi ikinci bir uçak, hava korsanları tarafından Dünya Ticaret Merkezi’nin diğer kulesine çakılmıştır. Her iki kulede birbiri ardına çökmüştür. Olay bununla sona ermemiş, aynı gün, 56 yolcu ve 9 mürettebatı ile Boston – Los Angeles seferini yaparken kaçırılan United Airlines’a ait Boeing 767 tipi üçüncü bir uçak, Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’nın merkezi Pentagon’a çakılmış, bina kısmen çökmüştür. Pentagon’a yapılan saldırının hemen ardından, Dışişleri Bakanlığı binasının önüne park edilen bir kamyonda patlama meydana gelmiş, kısa bir süre sonra, bir bombalı saldırı da Washington’nun en önemli alış veriş merkezi olan Washington Mall’da ve ABD Kongre binası Capitol Hill’de meydana gelmiştir. 38 yolcu ve 7 mürettebatıyla New York – San Francisco seferini yaparken kaçırılan dördüncü bir uçak ise Pennsyvania’nın Pitsburg kenti yakınlarında düşmüştür.
11 Eylül Saldırıları’ndan önce de ABD vatandaşları, askeri personeli ve bu ülke vatandaşlarına ait ticari kurumlar terör saldırılarının hedefinde bulunmuşlardır. Fakat bu saldırıların hepsi yurtdışındaki ABD kişi ve kurumlarına yapılmıştır ve bunlar ciddi bir uluslararası terör eylemi değildir. ABD tarihinde ilk kez kendi toprakları üzerinde bir yabancı saldırıya hedef olmuştur. Zira II. Dünya Savaşı’nda Japonların gerçekleştirdiği Pearl Horbour saldırısı gerçekte ABD’nin ulusal topraklarına değil sömürgelerine yapılmıştır. Olaylarda toplam 2795 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Amerikan iç savaşından bu yana ABD’nin bir günde uğradığı en büyük insan kaybıdır. Bunun yanı sıra, ABD çok büyük bir maddi hasara da uğramıştır.
11 Eylül saldırıları ABD’nin tehlikeli iç ve dış düşmanların saldırılarına açık, korkunç derecede savunmasız bir toplum haline geldiği şeklinde genel bir anlayışa neden olmuştur.11 Eylül saldırılarının daha derin anlamda önemi, ABD’nin savunmasızlığını düşmanlarına göstermesinden ve ülke içinde Dünya Ticaret Merkezi’ndeki saldırılardan daha yıkıcı kitlesel trajedilere neden olabilecek ne kadar çok kolay hedef bulunduğunu aniden fark eden Amerikalıları korkutmasından kaynaklanmaktadır. Bu sonuç ortaya bir güvenlik duygusu bunalımı çıkartmıştır. Meydana gelen bu güvenlik sendromu ise hızlı bir şekilde yayılarak etkisini başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada göstermiştir. Bunu sebebi ise yapılan saldırılarda hedeflerin sembolik olarak seçilmiş olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Gerçekten de 11 Eylül saldırılarının ABD’ye karşı yönelmesinin asıl sebebi bu ülkenin küreselleşmenin başat aktörü olmasından kaynaklanmaktır. Aynı şekilde Dünya Ticaret Merkezi küreselleşen ekonominin en büyük temsilcisi, Pentagon ise küreselleşmenin askeri ayağının en güçlü üyesidir. Küreselleşmenin kalbine yapılan bu saldırılar doğal olarak küresel değerleri savunan diğer ülkeleri ve vatandaşlarını da aynı korku ortamına sokmuştur. Terör örgütlerinin dünyanın en güçlü, teknolojik imkanları en fazla, istihbarat ağı en geniş ülkesi olan ABD’de dahi bu denli büyük bir saldırı gerçekleştirebiliyor olması; görece daha az güçlü olan ülkelerin bu tip saldırılara karşı daha savunmasız olduğunu göstermiştir ki bu da halklar üzerindeki güvenlik sendromunun boyutlarını arttırmıştır. Aynı zamanda bu korku, saldırıları gerçekleştirenlere karşı da açık bir nefret ile beraber büyümüştür.
11 Eylül saldırı sonucunda meydana gelen can ve mal kaybının, neredeyse bir devletin ABD’ye karşı düzenli askeri birlikleri ile gerçekleştireceği orta büyüklükte bir silahlı saldırı neticesinde ortaya çıkabilecek boyutlara ulaştığı söylenebilir. Bu da terörizm ne denli güçlü bir etki ortaya çıkarabileceğinin göstergesidir. 11 Eylül saldırıları güvenlik ve tehdit paradigmalarını belirleyen konvansiyonel tehlike anlayışının sona erme sürecinde olduğunun göstergesidir. Dünyaya hakim olan asimetri, asimetrik savaş olarak nitelendirilebilecek terörizmi en büyük güvenlik tehdidi olarak karşımıza çıkarmıştır. Bu da göstermiştir ki 21. yüzyılın güvenlik tehditleri düzenli ordulardan değil terörizmle beslenen devlet dışı aktörlerden gelecektir. Terörizmin içinde var olan sınır tanımayan, yeri, zamanı, boyutları belli olmayan şiddet ise bu tehdit algısını arttırmaktadır. Terörizmin stratejisindeki belirsizlik, onunla mücadele etmeyi zorlaştırmakta ve tam tanımlanamayan hatta görünmeyen bu düşman insanların korku duvarını aşmakta ve insanlara güvensiz bir ortamda yaşadığı hissini vermektedir.
İnsanoğlunun tarih içindeki arayışının ve yürüyüşünün temel unsurları ontolojik güvenlik ve özgürlük arayışıdır. Güvenlik insanoğlunun ontolojik varoluşunun, özgürlük ise onu diğer varlıklardan ayıran iradesinin temel unsurlarıdır. Her özgürlük ve güvenlik problemi yeni açılımları beraberinde getirmiştir. 11 Eylül deneyiminin acımasız gerçekliğinden kaynaklanan keder, korku ve kızgınlık gibi endişeli tutumlar da, hükümetlerin halk üzerindeki güvenlik duygusunu tekrar inşa edecek bazı adımlar atmasını zorunlu kılmıştır.
11 Eylül saldırılarının hemen ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush yaşananları ulusal bir trajedi olarak değerlendirmiş; Amerika ve Amerikan halkını korumak için gereken her şeyin yapılacağını ve tüm kaynakların seferber edileceğini belirterek, terörist saldırıların sorumlularının mutlaka yakalanarak adalete teslim edileceğini söylemiştir. Başkan Bush 20 Eylül 2001 tarihinde yaptığı konuşmasında “… her bölgedeki her ulus şimdi bir karar vermek zorundadır. Ya bizimle birliktesiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren terörizmi barındırmaya ya da desteklemeye devam edecek herhangi bir ulus ABD tarafından düşman rejim sayılacaktır” diyerek, teröristler ile teröristleri barındıran ve destekleyen ülkeler arasında ayrım yapmayacağını belirtmiştir. Yine başka bir konuşmasında Başkan Bush, “ Savaştayız, teröristler tarafından Amerika’ya karşı açılmış bir savaş var ve buna cevap vereceğiz ” diyerek ABD’nin 21. Yüzyılın ilk savaşını yaşadığını belirtmiştir. Böylelikle saldırılardan sonra ABD’de adeta bir seferberlik ilan edilmiş oluyordu .
Bu saldırılara karşı tepkiler sadece ABD ve batı dünyasından değil, tüm dünyadan gelmiştir. ABD’nin yanında yer alan ilk devlet İngiltere olmuştur. İngiltere yapılan saldırıları kendisine yapılmış kadar acı ile karşıladığını açıklamış, bir o kadar çabuk ve etkili bir şekilde terör ile mücadelenin gerekliliğinden bahseder olmuştur. Diğer devletler de yaşanan olayları kınayarak ABD’ye destek vereceklerini açıklamışlardır.
Devletlerin olduğu gibi uluslararası örgütler de tepki vermekte gecikmemiştir. NATO Genel Sekreteri George Robertson, anlamsız saldırılara kınamış ve ittifak ülkelerini “terörizm belasına” karşı ortak cephe kurmaya çağırmıştır. Akabinde NATO Daimi Konseyi 12 Eylül 2001’de ABD’ye karşı yapılan saldırılardan sonra 24 saatten kısa bir sürede, Washington Antlaşması’nın, “bir ittifak ülkesinin saldırıya uğradığı anda, tüm üyelerin saldırıya uğramış sayılacağı” ilkesini içeren 5. maddesinin uygulanmasına karar verildiğini açıklamıştır. AB de saldırıları kınayarak ABD ile dayanışma içerisinde olacaklarını açıklamıştır. BM saldırıdan bir gün sonra Güvenlik Konseyi’nin 1368 sayılı kararı ile terörü kınayarak uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak gördüğünü belirtmiş, tüm dünya devletlerini terörist saldırıları gerçekleştirenleri, organize edenleri ve destekleyenleri adalete teslim etmek için birlikte çalışmaya çağırmıştır.
1.2. Afganistan Operasyonu
11 Eylül saldırılarını takip eden günlerde, Bush yönetimi, saldırıların ardında Suudi terörist Usame Bin Ladin ve El Kaide örgütünün olduğuna dair şüphe olmadığını belirterek; saldırılardan Afganistan’daki de facto Taliban Hükümeti’ni sorumlu tutmuştur. 4 Ekim 2001’de ise İngiliz Hükümeti, “11 Eylül 2001’de ABD’deki Terörist Vahşetler İçin Sorumluluk” başlığı ile bir belge yayınlamış ve Bin Ladin, El Kaide ve Taliban’ın arasındaki ilişkilere değinerek saldırının sorumlularının bu gruplar olduğunu belirtmiştir. Bu belge daha sonra ABD tarafından da onaylanmıştır.
ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi tarafından 7 Ekim 2001 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’ne bir mektup gönderilerek Afganistan’daki Taliban rejimi tarafından desteklenen El Kaide Örgütü’nün olayın sorumlusu olduğuna ilişkin ellerinde ciddi delillerin bulunduğu; bu örgütün 11 Eylül saldırılarından sorumlu olduğu; ABD ve vatandaşlarına karşı devamlı bir tehdit oluşturduğu; ABD ve uluslararası toplumun tüm çabalarına rağmen Taliban rejiminin politikalarını değiştirmeyi reddettiği; El Kaide Örgütü’nün Afganistan topraklarından dünya çapında masum insanlara saldıran ve ABD’nin ve vatandaşlarının çıkarlarını içeride ve dışarıda hedef alan terör birimlerini eğitmeye ve desteklemeye devam ettiği vurgulanmaktadır. Ardından da bu saldırılara yanıt olarak ve daha başka saldırıların gerçekleştirilmesini önlemek amacıyla ABD’nin, diğer devletlerle birlikte, BM Antlaşmasının 51. Maddesine uygun olarak doğal olan bireysel ve kolektif meşru müdafaa hakkı çerçevesinde operasyonlarını başlattığını belirtmiştir. Yani 11 Eylül saldırılarından tam 26 gün sonra ABD ve İngiltere diğer devletleri de arkasına alarak, egemen bir devlet olan Afganistan’a karşı kapsamlı bir askeri operasyon başlatmıştır. Afganistan’daki Taliban karşıtı yerel güçlerinde desteklediği “Kalıcı Özgürlük Operasyonu (Operation Enduring Freedom)” daha sonraki dönemde yaklaşık 40’a yakın ülke tarafından da desteklenmiştir.
Belirtildiği üzere ABD, Afganistan gerçekleştirdiği bu operasyonu meşru müdafaa hakkından kaynaklandığını belirtmiştir. ABD bu iddiasını iki önermeye dayandırmıştır. İlk olarak ABD, 11 Eylül terörist saldırılarını, BM Antlaşması madde 51 çerçevesinde bir “silahlı saldırı” olarak nitelendirmiştir. İkinci olarak El Kaide tarafından gerçekleştirilen ABD’ye yönelik silahlı saldırıların, kontrol ettiği Afganistan topraklarının bu örgüt tarafından bir operasyon üssü olarak kullanılmasına izin veren Taliban rejimine izafe edilmesi gerektiği ve uluslararası hukukun, teröristler tarafından saldırıya uğramış bir devlete, bunları barındıran devletlere karşı meşru müdafaa esasında kuvvet kullanma hakkı vermesi önermesine dayandırmıştır. ABD güçleri savaşın başlamasından birkaç hafta sonra Taliban’ı devirmiş ve El-Kaide’yi birçok şehir merkezinden çıkarmayı başarmıştır. Bu süreçte ABD ve müttefikleri, tüm dünya tarafından en baskıcı rejimlerden birine büyük zarar vermeleri ve defedilmesini sağlamalarından dolayı (ilk haftalardaki durum için) alkışlanmış ve Amerikan kamuoyu da hayat tarzlarına saldıran kişilere karşı gerçekleştirilen bir savaş olarak gördükleri bu duruma destek vermişlerdir. Denebilir ki; bütün uluslararası kuruluşlar, devletler ve dünya kamuoyu ortak bir duruş sergileyerek yapılan saldırının hem hukuki olarak hem de mantıksal olarak meşruluğuna hak vermiştir.
NATO Genel Sekreteri 11 Eylül saldırılarının sorumlusunun, Taliban tarafından barındırılan El Kaide Örgütü olduğuna ilişkin kanıtların açık ve ikna edici olduğuna ve 11 Eylül saldırılarının ABD’ye dışarıdan yöneltildiğine ve bu nedenle; Washington Antlaşması’nın 5. maddesi tarafından kapsanan bir fiil olarak sayılmasına karar vermiştir. Böylece NATO’nun söz konusu kararı ile meşru müdafaa esnasında kuvvet kullanmanın hukuki olabilmesi için öngörülen, uluslararası sistemin uygun kurumları tarafından kanıtların yeterli bulunması koşulu karşılanmış olmuştur. Benzer şekilde Amerikan Devletleri Örgütü 21 Eylül 2001 de almış oldukları bir kararla, 11 Eylül saldırılarını bütün Amerika Devletleri’ne yapılmış bir saldırı olarak nitelendirmiş ve örgüte taraf olan tüm devletlerin kıtada barış ve güvenliği sağlamak için etkin karşılıklı yardım sağlayacaklarını açıklamışlardır. AB bünyesinde gerçekleştirilen 21 Eylül 2001 tarihli Olağanüstü Brüksel Zirvesi’nde de ABD’ye destek kararı çıkmıştır.
Asya Kıtası’nda bulunan ve siyasi duruş itibari ile ABD’ye uzak, coğrafi konum itibari ile Afganistan’a komşu ülke organizasyonları da yapılan bu harekatı kınamamışlardır. 56 üyeli İKÖ ABD’ye, askeri yanıtını Afganistan dışına genişletmeme çağrısında bulunmuş fakat Afganistan’a yapılan müdahaleyi kınamamıştır. 21 üyeli Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Formu da benzer şekilde 11 Eylül saldırılarını kınamış fakat ABD’nin saldırılarına karşı sessiz kalmıştır. Bu durumda bu örgütlerin sessiz kalması da, ABD’nin eylemlerini kabul ettikleri ya da en azından buna tolerans gösterdikleri şeklinde yorumlanabilir.
Dünya devletlerinin çoğu ABD’nin Afganistan’a yönelik harekatını destekledikleri gibi, hava sahasını kullandırma ve diğer askeri kolaylıklar sağlamak için çeşitli yardım tekliflerinde bulunmuştur ve dünyanın çeşitli kompartımanlarından destek almıştır. Özellikle de koalisyona sonradan katılan ülkeler (İlk koalisyon ABD, İngiltere, Avustralya tarafından oluşturulmuştur) büyük bir çoğunlukla Afganistan’ın yeniden inşasına ve demokratik sistemin oluşturulmasına, Afgan halkına sunulan hizmetlerin güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunmuşlardır. 11 Eylül olaylarına ve sonrasında yapılan harekata yönelik tepkiler birlikte değerlendirildiğinde, 11 Eylül saldırılarının büyüklüğünün etkisiyle; bir silahlı saldırı olarak kabul edildiği ve dolayısıyla ABD’nin Afganistan’a yönelik müdahalesinin meşru kabul edildiği söylenebilir.
8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder