18 Aralık 2016 Pazar

ETNİK-IRKÇI–BÖLÜCÜ PKK TERÖRÜNÜ DOĞRU ANLAMAK BÖLÜM 7





ETNİK-IRKÇI–BÖLÜCÜ PKK TERÖRÜNÜ DOĞRU ANLAMAK  BÖLÜM 7


 3. Obama ve Kürt Açılımcıları: 

 Mardin’in Mazıdağı ilçesi Bilge köyü, bir korucu köyüdür, yani köy halkı devletin yanında yer almıştır. Türkiye, 2009 yılının Mayıs ayına büyük bir acıyla başladı. Çünkü Bilge Köyü’nde yaşayan akrabalar arasında yapılan nişan töreni basılmış, silahlarla taranmış ve 44 kişi hayatını kaybetmişti. Silahlı saldırganlar da katledilenler de amca çocuklarıydı. 

 Bu olay, Türkiye’de koruculuk sisteminin tamamen ortadan kaldırılıp kaldırılmaması konusunda tartışma başlattı. PKK ve DTP yanlıları fırsatı bulmuşçasına koruculuk sistemini yerden yere vurmaya başladılar. Çünkü PKK’nın yıllardır en çok korktuğu iki kurum vardı; biri Özel Harekât timleri biri de koruculardı. Bölücü terör örgütü ve yandaşları elbette koruculuk 
sisteminin tamamen ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. 

 Koruculuk sistemi lağvedilirse terörle mücadelenin halk ayaklarından birisi de ortadan kaldırılmış olacaktı. Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadele eden 100 korucudan 4’ü, 1.000 güvenlik kuvvetleri mensubundan da 1’i şehit düşmüştü. Korucuların da elbette hataları olmuştur, ancak faydalarının yanında bu oran asla kıyaslanamaz seviyededir. Her meslekte olduğu gibi, korucular arasında da devletin gücünü kötüye kullanan olabilir. Suçun şahsiliği ilkesi kapsamında, suç işleyenlerin ayıklanması da yine devletin ve yargının görevidir. 

 Obama Türkiye’ye gelmeden önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan üç görevli, Ankara’da, eski CHP Hakkâri milletvekili Esat Canan, Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi ve yazar Orhan Miroğlu gibi Kürt ırkçılarıyla görüşmüştü. O toplantıda, sözde Kürt sorunu ve genel af gibi konular ele alınmıştı. Bu görüşmeler ışığında hazırlanan rapor, Obama’ya verilmişti. Nisan ayı başında Türkiye’ye gelen Obama, TBMM’de yaptığı konuşmada, Türkiye’den sözde Kürt sorunu konusunda adımlar atmasını beklediklerini ifade etmişti. 
Obama’nın açıklamalarının ardından yükselen tepkilerin yatıştırılması için, Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemal Kandil Dağı’na gönderilmişti. Türkiye’deki tartışmalar ise elebaşı Murat Karayılan’ın Hasan Cemal’e Kandil Dağı’nda verdiği mesajları Ankara’ya taşıdığı günlerde birden bire kesilmişti. Karayılan, terör örgütü PKK’nın son yıllarda büyük değişikliğe uğradığını, silahları bırakmak ve Kürt sorununu çözmek için üzerlerine düşeni yapmaya hazır olduklarını, ancak bunun için birtakım talepleri olduğu kaydetmişti. 

 2009 yılının ilkbahar ayları, PKK konusunda önemli adımların atıldığı bir dönem oldu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran’ın başkenti Tahran’a giderken “Kürt sorununda önemli gelişmeler olacak.” demişti. Yine Mart ayı içerisinde, Irak’ın kukla Devlet Başkanı ile ardarda yapılan görüşmelerde PKK’ya af konusu ele alınmıştı. Dünya Su Forumu için, Türkiye’ye gelen ve birkaç gün sonra Irak’ta Abdullah Gül’ü ağırlayan Celal Talabani, bölücülere silah bırakın ve siyasi alanda mücadele edin şeklinde bir mesaj göndermişti. Öyle anlaşılıyor ki bu konuda af 
planı harfiyen işlemektedir. Hasan Cemal, Kandil’e gönderilmiş, birtakım Kürt açılımları ve silah bırakın çağrıları eşliğinde, Karayılan, gazeteciler üzerinden Türk devletiyle pazarlığa oturmuştu. 

 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, görüşmeler için gittiği Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'dan dönerken, uçakta beraberindeki gazetecilere 8 Mayıs 2009 tarihinde bazı açıklamalarda bulundu. Türkiye’nin en önemli sorununun Kürt meselesi olduğunu söyledi. 2009 yılının hem içerideki ve hem de dışarıdaki sorunlar için bir fırsat yılı olduğunu belirterek, acil konular için vakit kaybedilmemesi gerektiğini bildirdi. Gül, şunları söyledi: 

 “Türkiye'nin, hem içinde hem de bölgede ekonomiden enerjiye kadar yapacak çok işleri var. Hamasi söylemler her şeyi esir alıyor. Irak'ın içinde de meseleler var, orada aktif olmalıyız. Petrol yasası, gelir dağılımı, Kerkük'ün statüsü, Kürt bölgesindeki sorunlar biliniyor. Her şey bitsin de ondan sonra bakarız demek olmaz. Bu noktada, adına ister Güneydoğu Anadolu sorunu, ister terör sorunu, isterse Kürt sorunu deyin, bu Türkiye'nin en önemli meselesidir. Ülke olarak enerjimizi alan bu mesele en büyük meselemizdir. Geçmiş örneklerinde gördüğümüz gibi, kontrolden çıkabilir ya da başkaları kontrol etmeye kalkabilir. Bugün, şimdi, herkes, devletin bütün birimleri, kendi aramızda bu sorunu açık seçik konuşuyoruz. Herkes birbirini tamamlıyor. Asker, sivil, istihbarat, aklınıza ne gelirse herkes uyum içindedir. İyi şeylerolacak. Böyle bir uyum ortamında da iyi şeyler olur.” 

 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da 10 Mayıs 2009 tarihinde Malatya’da yaptığı açıklamada, Gül’ün görüşlerini destekledi. Türkiye’de 10 yıl önce düşünülemez ve konuşulamaz olan pek çok konunun, bugün devletin gündeminde olduğunu belirtti. Asker ve siyasetçinin artık farklı düşünmediğini, en azından yeni bir açılımı tartışmaktan kaçınmadığını kaydetti. 

 İçişleri Bakanı Beşir Atalay da adı ne olursa olsun Türkiye’nin önünde bir sorun bulunduğunu belirterek, bunun çözümü için iç ve dış şartların uygun olduğunu bildirdi. Devletin bu konuda tek vücut olduğunu ve zaten öteden beri yürüyen bir çalışma bulunduğunu belirterek, şöyle konuştu: 

 “Biz ilelebet terörle yaşamayı değil, terörün olmadığı bir hayatı istiyoruz. Güçlü bir siyasi iradeyle bu mümkündür. İnsan hayatını korumak adına ne gerekiyorsa yapacağız. Bu iradeyi özellikle ifade etmek istiyorum; kullanmamız gereken imkânlarımızı ne ise hepsini seferber edeceğiz. Daha kuşatıcı adımlar atmakta kararlıyız. Sorunlarımızın çözümü için bugüne kadar yapılanlardan daha fazlasını yapacağız. Zaten bazı önemli çalışmaları da sürdürüyoruz. Ne yapacaksak mutlaka hak ve hukuk, hürriyetler ekseninde yapacağız.” 

 Karayılan’ın açıklamalarının yayınlandığı bir dönemde, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü Çankaya Köşkü’nde ağırlayan Cumhurbaşkanı Gül, Prag’a yaptığı ziyaretten dönerken, şöyle demişti:

 “İster terör ister Güneydoğu ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin en önemli meselesidir ve mutlaka halledilmelidir. Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lazım.” 

 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da benzer düşüncelere sahip olduğu, böylece bir kere daha görüldü. Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, Başbakan ile yaptığı görüşmede, Erdoğan’ın, sözde Kürt sorununa bakışı konusundaki düşüncelerini ve görüşlerini doğrudan aktarmak yerine, izlenimlerim diye yazdı. Berkan, şöyle dedi: 

 “Kürt meselesi konusunda Başbakan’ın ihtiyatlı, ama iyimser olduğu izlenimine kapıldım. Hasan Cemal’in Karayılan’la söyleşisini dikkatle okumuş Başbakan, ama buradan bir sonuca ulaşmış değil. Sanıyorum önümüzdeki günlerde Hasan Cemal’den izlenimlerini yüz yüze dinlemek de isteyecek.” 

 Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken, ABD ve Peşmerge güçlerinin Kandil Dağı’nda yuvalanan PKK’ya karşı harekâta hazırlandığı yönünde haberler gelmeye başladı. Türk siyasetiyse konuyu yüksek perdeden tartışmaya açtı. Özellikle muhalefet partileri, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın söz ve tutumlarını ağır bir dille eleştirmeye başladılar. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, şunları söyledi: 

 “Tarihi fırsatın dayanağı ne? Terör net bir şekilde bitiyor mu? Bunun güvencesi var mı? Bunun güvencesini söylem bazında dahi almadık. Uygulama ortada, söylem bazında dahi bize kimse bunu söylemedi. Kandil’den gelen mesajda da yok. “Yok bırakmak” diyor. “O hakkımız elimizde” diyor. “Onu bırakırsak biz hiçiz” diyor. Böyle bir şey olur mu? Hedefin değiştiğine dair bir işaret var mı? Hiçbir şey yok. Peki, yeni olan nedir? Tarihi fırsat nereden kaynaklanıyor? “Efendim, büyük devletler bu konuda karar aldılar.” Eee… Ne diyor büyük devletler? “Bu iş bitsin…” Evet, “Siz de…” Evet, “Ne yaptın” onu öğrenmek istiyorum. Bizden ne isteniyor, onu öğrenmek istiyorum. Canım, hiçbir şey istenmiyor. Öyle mi? Burada yapılan konuşma hâlâ kulaklarımızda. Ne isteniyor? Ve istenen karşısında siz sevinç içinde misiniz? Etekleriniz zil çalabiliyor mu? Müjde diye bize mi söylüyorsunuz tarihi fırsat diye? O söylenen ne? Hiçbir şey 
söylenmiyor. Aman ne kadar güzel.” 

 MHP lideri Devlet Bahçeli'nin “Hangi ihanet için destek aranıyor?” şeklindeki sorusu üzerine Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iyi niyetini ifade ettiğini belirterek, “Sen neden rahatsızsın, onu açıkla. Kuru sıkı atacağına ne yapacağını anlat.” dedi. Anlaşılan Erdoğan, söylenenleri algıladığını belirtmek yerine, yine lâfebeliğine (demagoji), başka bir söyleyişle mugalata yoluna başvurmuştu. 

 4. “Kürt Açılımı” Gerçekte “PKK Açılımı”dır. Çünkü… 

 Cumhurbaşkanı Gül'ün, Kürt sorunu tanımıyla sözde çözüm için umut dağıttığı ve müjde verdiği bir ortamda, Türk Devletinin, Türk hükümetinin ve kendisinin mutabık kaldıkları zemin, gerçekten de nedir? Kısaca özetleyelim. 

 ABD’nin başını çektiği ve şimdiki Başkanı Hüseyin Obama’nın da içinde olduğu bölücüleri siyasileştirme planı aksaksız yürüyor. Devlet kurumları arasındaki, geçmişe göre, karşılaştırılamayacak derecede uyumlu çalışma, hem siyasi hem askerî makamlarca ifade ediliyor. Bunun için de Kamu Güvenliği ve Terörle Mücadele Müsteşarlığı kuruldu. Terörle mücadelede üç dönüm noktasından söz etmek mümkündür: 

 * Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle MGK’daki tartışma sürecinin daha dinamik hale gelmesi, 

 * Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, görevdeki son yılında, teröre karşı yapılacak mücadelede ABD ile ortak çalışma yapılabilmesi için önce asker-hükümet işbirliğinin şart olduğu kararına varılması, 

 * Orgeneral Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanı olup siyasi otoriteye saygılı davranış usulünü güçlendirmesi ve ardından Erdoğan’ın askerin tavsiyelerini daha ciddiye alıp uygulamaya koymaya başlaması. 

 Gelinen nokta şudur; Türkiye’nin 1984’ten 2010 yılına kadar aldığı mesafe, devlet ve millet bakımından bir hiç seviyesindedir. PKK’nın kanlı eylemlerinden ders çıkararak varılan nokta, maalesef terör örgütünün o günden bu güne geldiği mesafeden çok fazladır. PKK bugün, hesaplara katılmak zorunda kalınan bir güç haline getirilmiştir. Bu yüzden de 29 Ekim 2009 tarihinde Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla silahlı terör örgütü PKK mensuplarına, Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle yapılacak iyi şeyler açıklanacaktı. Açıklanacak bu yol haritası PKK teröristleri için yapılacakları kapsayacaktı. Fakat PKK yandaşları ve siyasi uzantısı olan DTP-BDP mensupları, zamansız birtakım çıkışlarda bulunarak, hükümetin telaşa kapılmasına yol açtılar. DTP yöneticileri hükümetin yapmaya hazırlandığı Kürt açılımı konusunda İmralı mahkûmu bebek katili Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini, bu yapılmıyorsa kendileriyle görüşülmesi gerektiğini emir buyurdular. İşte o günlerde İmralı’daki bebek katili cani 15 Ağustos’ta Kürt açılımı konusundaki yol haritasını açıklayacağını ilan etti. Bu tarihin seçilmiş 
olmasının özel bir önemi vardır. 15 Ağustos 1984 tarihi, Şemdinli ve Eruh baskınlarının yıldönümüdür. Başka bir söyleyişle terör örgütü PKK, 25 yıldır yürüttüğü silahlı katlim ve propagandanın yıl dönümünde başarısını (!) ispatlamış olacaktı. 

 O günlerde tartışılan ana konular şunlardı: Türkiye, terör örgütü PKK ve siyasi uzantısı DTP ile masaya oturmaya karar mı verdi? Verdi mi vermedi mi? İmralı mahkûmunun sorguda ve mahkemede söylediği PKK’nın arşivi nerededir? Öcalan, bu arşivde, Mehmetçiğe kurşun sıkanların, adı konulmamış on beş günlük bebekleri, kadın ve çocukları acımasızca katleden canilerin adlarının ve katıldıkları eylemlerin tek tek kayıt altına alındığını bildirmişti. Bu arşiv ele geçirildi mi? Bu caniler tespit edildi mi? Türk devletini yöneten siyasi iktidar bunları ele geçirdiyse millete açıklamak mecburiyetinde değil mi? PKK’nın arşivi çerçevesinde hepsi birer faili meçhul cinayet ve saldırı olarak adli soruşturma kapsamında olan asker, polis, korucu, kamu görevlisi ve sivil vatandaşların zarar gördüğü olaylar hakkında dava açıldı mı? 

 Türkiye bu ihanetlerin cevabını ararken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da “Kürt açılımı” olarak adını koyduğu konuya ilişkin olarak İçişleri Bakanlığı'nın bir çalışma yürüttüğünü açıkladı. Buna karşılık PKK'nın elebaşı da 15 Ağustos'ta açıklamayı düşündüğü yol haritasındaki 10 temel maddeyi kısmen ilan ediverdi. Buna göre, sözü edilen yol haritasının son şekli toplumun çeşitli kesimlerden alınan görüşlerin değerlendirilmesiyle belirlenecekti. Öcalan, avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada, "Bu yol haritasında aydınlara rol düşüyor. Türkiye'deki radikal demokratlara sesleniyorum. Görev ve sorumluluk alsınlar. Türkiye'de 3 çeşit demokrat var; liberal, muhafazakâr ve radikal demokratlar. Ben radikal demokratım. Çözümün öncülüğünü radikal demokratlar yapacaktır" dedi. 

 PKK mensupları, terörist başının yol haritası için hamileri olan bazı Avrupa ülkelerinde temaslarda bulundular. Bu arada, Öcalan'ın avukatları da bazı gazetelerin genel yayın yönetmenleri, köşe yazarları, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşu adı verilen gövdesi içeride beyni dışarıda olan birtakım yerlerle görüşmeleri sürdürdüler. Bu çalışmaların neticesi, bebek katili Öcalan'a iletildi. Terörist başı da çok geçmeden, elemanları vasıtasıyla yol haritasının ana maddelerini, üstü kapalı açıkladı. Buna göre, faili meçhul cinayetlerin baş sorumlusu Öcalan, 
şunları istiyordu: 

* Türkiye vatandaşlığı Anayasa'da yer alsın. 

*Kürtçe eğitim ve öğretim dili olarak kabul edilsin. Anayasa'da yer alsın. 

* Ateşkes devam etsin. Şartsız bir genel af ilan edilsin. 

* Akil adamlar geçiş döneminde inisiyatif alsın. 

* Siyaset yapma özgürlüğü önündeki engeller kaldırılsın. Affedilen PKK'lılar dâhil herkes siyaset yapma hakkına sahip olsun. 

* Abdullah Öcalan'a uygulanan tecrit kaldırılsın. 

* Yerel yönetimler güçlendirilsin. Demokratik özerklik kabul edilsin. 

* Çatışma döneminde işlenen faili meçhul cinayetler başta olmak üzere o dönemde meydana gelen olayları araştırmak için Hakikatler Komisyonu kurulsun. 

* Koruculuk kaldırılsın. 

* Toprak reformu yapılsın. 


 Bu gelişmeler üzerine Erdoğan hükümeti telaşa kapıldı. Çünkü ülkedeki siyasi Kürtçüler olayda inisiyatifi ele almışlar ve gündemi belirlemeye başlamışlardı. Türkiye’deki “Kürt açılımı” ve Abdullah Öcalan’ın tekliflerinin ayrıntılarına ilişkin tartışmaların yoğunlaştığı günlerde, Ankara, 28 Ağustos’ta önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Türkiye, Irak ve ABD’nin katılımıyla yapılan üçlü toplantıda, PKK ile mücadeleye ilişkin tedbirler ele alındı. Toplantıdan sonra kamuoyunun huzuruna çıkan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, bir-iki gün içinde önemli 
açıklamalarda bulunacağını bildirdi. Türkiye bir anda, yapılacak bu önemli açıklamaların neler olacağına ilişkin büyük bir beklenti içine girdi. Beşir Atalay, fazla geciktirmeden, ertesi gün beklenen açıklamayı yaptı ve yandaş basının deyimiyle adeta bombayı (!) patlattı: 

 “Çalışmalar henüz sonuçlanmadı. Sayın Başbakanımızın talimatları doğrultusunda başlattığımız çalışma devam etmektedir. Konunun, Türkiye’nin geleceği açısından ne kadar hayati olduğunu biliyoruz. Ülkemize her açıdan zarar vermektedir. Bu sorunun artık çözülmesi gerekiyor. Biz bunun için kararlı, azimli ve cesur adımlar attık, atmaya da devam edeceğiz. 

 Geçmişe saplanıp kaldığımızda geleceği kaybederiz. Sürecin en önemli özelliği, geçmişten ders alıp geleceği birlikte kurmaktır. Biz hükümet programında, demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerinin önündeki engelleri kaldırarak, politikaların hayata geçirilmesi açısında önemli taahhütleri ortaya koyduk, uygulamaya koyduk. 

 Çözüm sürecinin yönü demokratikleşmedir. Demokratikleşme adımlarını toplumun tüm kesimleriyle birlikte atmak istiyoruz. Bu konu tüm toplumun meselesidir. Herkesin bu süreçte yapıcı olması, çözüme katkı sağlayıcı bir tutum içinde olması gerekir ve biz bunu bekliyoruz. Bütün siyasi partilerin katkı ve destekleri istenecektir. Kendileriyle görüşülecektir. Muhalefetin konuyla ilgili olumlu açıklamalarını mutabakat açısından çok önemsiyoruz. 

 Biz kendimize özgü, ülkemize uygun, kendi modelimizi uygulamaya çalışıyoruz. Bu çalışmaların sonucunda çözüm konusunda dünyaya model olacak bir Türkiye modeli de biz oluştururuz.” 

 Verilen bu bilgiler, içi tamamen boşaltılmış ve Öcalan’ın ağzından lafı almak için öylesine yapılmış bir açıklamadan öteye gidemedi. Bunun üzerine muhalefet partileri de seslerini yükseltmekte gecikmediler. Bu çalkantılar arasında bölücü başı terörist, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın kendisiyle dolaylı yollardan görüştüğünü, avukatları aracılığıyla duyurdu. Çankaya Köşkü ve Başbakanlık ise aynı gün yaptıkları açıklamalarla bunu yalanladılar. 

Önce Cumhurbaşkanı açılım dedi. Fakat yetkililer bu açılımın ne olduğunu bir türlü açıklayamadılar. Kayseri’deki bir sanayi çarşısını açmaya bile koşan Cumhurbaşkanı ya da ÖTV indirimlerini bile bizzat kendisi büyük bir özenle açıklayan Başbakan, acaba bu konuda niçin bir açıklama yapamadılar. Tarihi büyük fırsat dedikleri açılımları, devlet yetkililerinin kendileri neden açıklamıyorlardı? Türkiye, aylardır konuşulan açılımın ne olduğunu niçin bilmiyor ya da bilemiyordu? Gazeteci yazar Bekir Coşkun, konuya ilişkin şunları yazıyordu: 

 “Her köyünden, her mahallesinden “Vatan sağ olsun” diye şehitler vermiş bir toplumun önüne, Türkiye’yi bölmenin ilk adımını getirmekse... Ve çocuklarını ölüme verirken “gık”ı çıkmayan bir milletin karşısında teröristle ile pazarlığa oturmaksa... 

İnsan utanır…” 

 Bu gelişmelerden de anlaşılıyor ki, Türkiye'nin milli varlığını hedef alan etnik bölücülük, adım adım, hazmede hazmede ilerlemektedir. Terörle mücadelede kararlı bir irade ortaya koyamayan siyasi iktidar, adeta bölücü taleplerin taşeronluğunu yaparak teröre teslim olma hazırlığı içinde bulunma gibi bir görüntü vermektedir. Türkiye’yi bölme projesi demokratik açılım ambalajı içinde pazarlanmaktadır. Bu açılımın başlıca amacı da terör örgütü PKK'nın stratejisine uygun olarak etnik bölücülüğe siyasi ve hukuki meşruiyet kazandırmaktır. İmralı mahkûmunun bu süreçteki rolü, siyasi kuryelerle sürdürülen pazarlıklar ve Barzani üzerinden terör örgütüyle kurulan temaslar, önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelerle açıklığa kavuşacak ve daha iyi anlaşılacaktır. 

 İçişleri Bakanı'nın yukarıdaki açıklamasına bakılırsa PKK'nın taleplerinin kısa, orta ve uzun vadeye yayılarak aşamalı olarak karşılanacağı anlaşılmaktadır. İşte bu izah edilen örneklerde görüldüğü gibi, örgütün isteklerinden oluştuğu için bu düzenlemelere “PKK açılımı” demek daha doğru olacaktır. Bakan’ın, açılımın amacının toplumsal mutabakat süreci başlatmak olduğunu söylemesi, gerçek niyetlerine, ışık tutmuştur. Bu gerçek niyet ise Türkiye Cumhuriyeti'nin milli devlet niteliğini ve üniter siyasi yapısını tasfiye etmek için uydurulan bir sürecin başlatılmasıdır. 
Bu sürenin hedefleri arasında Türkiyelilik kavramı milli kimliğin yerini alacak, iki dilli eğitim ve ikili kamu hizmetine geçilecek, eyaletler sisteminin alt yapısı hazırlanacak ve Öcalan dâhil bütün teröristlere siyasi af çıkarılarak, teröristlerin ihanetleri ödüllendirilecektir. 

 5. Birkaç Kötü Adam ve Neşet Ertaş: 

 İçişleri Bakanlığı, Türkiye’ye dayatılan açılım programının yürütülebilmesi için bir dizi toplantı başlattı. Bunlardan ilki Ankara Polis Akademisi’nde yapıldı. İktidara yakın görüşleriyle tanınan ya da şu veya bu şekilde doğrudan iktidar partisinin içinde bulunan bazı gazeteciler ve üniversite mensupları, Polis Akademisi’nde bir araya geldiler. Bunlar açılım denilen programın ilk ayağı olan kısa vadede yapılması gereken konuları ele aldılar. Bu kısa vadede yapılması gereken işlerin başında, gövdesi içeride beyni dışarıda olan bazı çevreler vasıtasıyla kamuoyunu oluşturma çalışmalarının bulunduğu anlaşıldı. 

 Polis Akademisi Başkanı Prof. Dr. Zühdü Arslan'ın yöneticilik yaptığı toplantıya, İçişleri Bakanı Beşer Atalay, Polis Akademisi Araştırma Merkezi Başkanı Doç. Dr. İhsan Bal, gazeteciler ve üniversite mensupları Mümtazer Türköne Deniz Ülke Arıboğan, Fehmi Koru, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Mustafa Karaalioğlu, Ruşen Çakır, Muharrem Sarıkaya, İbrahim Kalın, Okan Müderrisoğlu, Nasuhi Güngör, Mithat Sancar, Ali Bayramoğlu ve İhsan Dağı katıldı. 

 Bazı siyasetçilerin birkaç kötü adam olarak nitelediği grubun sözcüsü gibi algılanan Sabah gazetesi yazarlarından Okan Müderrisoğlu, toplantıya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: 

 “ On yıl önce hayal bile edilemeyecek ortamda, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın saatlerce dinleyici olduğu çalıştayda, ezber bozan fikirler ortaya konuldu. Bakan Atalay'ın geçen hafta yaptığı açıklamayla gündeme gelen " Kürt Meselesinin Çözümünde Türkiye Modeli"nin oluşturulması için Polis Akademisi'nin ev sahipliğinde buluşan gazeteci ve akademisyenlerin katıldığı toplantıda şu görüşler ön plana çıktı: Bu sorun, Türkiye'nin sorunu ve biz çözmeliyiz. Önümüzde tarihi fırsat var ama provokasyon riskine dikkat. Önce silahlar susmalı, sonra silahların bırakılması sağlanmalı. Cumhuriyetin paradigması değişmeli. Kürt halkı muhatap alınmalı. MHP'nin söyleminin sertleşebileceği göz ardı edilmemeli. Cumhurbaşkanı ve Meclis aktif rol üstlenmeli. Eğer süreç iyi yönetilmezse doğudaki çatışma batıya taşınabilir!" 


 Atalay, çözüm yolunda konulan güçlü iradeyi, "Türkiye atılımı" diye tanımladı ve şu değerlendirmeyi yaptı: "Çözüm için güçlü irade var, bunu görüyoruz. Terör, tüm güvenlik birimlerimizin, insanımızın kaygısı. Şehit cenazelerine gidiyorum. O anneleri, çocukları görüyoruz. Bunun önlenmesi için herkes elinden geleni yapar diye düşünüyorum. Kimsenin küçük siyaset uğruna bunu engelleyeceğini düşünmüyorum. Bunun çok zor olmadığı hissi içindeyim. Dalga dalga bu olumlu atmosferi yaymamız gerekiyor. Bu, büyük bir pranga. Bundan kurtulursak 
Türkiye'yi kimse tutamaz." 

 Kürt sorununun çözümünde tarihi fırsatın altını çizen gazeteci ve akademisyenler provokasyon uyarısında bulundu. Toplantıda Cumhuriyet'in kuruluşundaki temel paradigmanın değişmesi ve Kürt halkının da muhatap alınması gerektiğini savunanlar da oldu. Çözüm sürecinde Parlamento’nun etkin rol alması istenirken, tüm kesimleri bir araya getirecek TBMM Başkanı'nın 
önemine işaret edildi. Kamuoyunun yeterince hazır olmadığını düşünen katılımcılar ise milletvekillerinin oy kaygısıyla hareket edebileceğinin altını çizdi. Toplantıda, Kürt sorunu şu başlıklar altında analiz edildi: 

- Risklere dikkat: Bu açılımın sevindirici tarafları olduğu gibi, endişe verici tarafları da var. Çözüme en yakın olduğumuz nokta, en tehlikeli nokta olabilir. Terör örgütü savaşmaktan yorulmuş durumda. Uluslararası konjonktür de silahla mücadeleyle bir yere varılmayacağını gösteriyor. Ama bu dönüşüm her an bozulabilecek bir mecrada ilerleyebilir. 

- Muhalefetin rolü: Çözüm için muhalefet partilerinden, bir yandan katılım istenip, diğer taraftan dirsek gösterilmemeli. 

- MHP kaygısı: MHP, bu paketi sokaklara taşıyabilir. Ama gerilim MHP'yi yüzde 10 barajının altına çeker. MHP ile mutlaka konuşulmalı. Kasım kongresi geçmeden Devlet Bahçeli'yi ikna etmek çok zor. 

- AK Parti dinamikleri: 2002-2007 döneminde AK Parti içinde yer alan Kürt unsurlar, 2007'den sonra ayrışmaya başladı. Özellikle 2009 seçiminde bu belirgin şekilde görüldü. AK Parti de, Diyarbakır'da siyasi bir aday çıkarmak yerine, ticari bir aday çıkararak sahadan çekileceğini hissettirdi. 

- Kuzey Irak boyutu: 25 Temmuz'da Irak'ın kuzeyinde yapılan seçimlerde ortaya çıkan tablo Türkiye için de önemli. Tablo, sorunun yumuşak güç modeliyle çözülebileceğine ilişkin umut verdi. 

- Samimi örnek: Örgütten ayrılmış yurtdışındaki Kürtlerin Türkiye'ye gelmesi sağlanmalı. Bunlar hukuki takibe uğramadan yaşayabileceklerini görmeli. Bir dönem Haydar Kutlu ve Nihat 
Sargın'ın Türkiye'ye gelmesi çok şeyi normalleştirdi. Örneğin Şivan Perver, "Türkiye'ye dönersem başıma iş gelir" diye düşünüyor. Oysa ülkeye gelip, çözüm tartışmalarına katılmalı. 

- Kürtlerin korkusu: Kürtlerin tüylerini diken diken eden bir kelime var; Komplo. 'Bizi komploya getirip, tasfiye edecekler' kaygısı var. "Devletin PKK'sı yaratılıyor" havası, süreci sıkıntıya 
sokabilir. 

- Geri dönüş uyarısı: Öyle bir ivme var ki sorunun muhatabı olan Kürtler de beklenti içinde. Süreç iyi yönetilemezse geri dönüşler olur, ülkenin kaldıramayacağı siyasi maliyetleri getirir. 

- Silahlara veda: Esas idare edilmesi gereken süreç silahların susması ve ardından bırakılması. Koruculuk sisteminin tasfiyesi de düşünülmeli. 

- Mahmur Kampı: Mahmur'dan pilot uygulama olarak bir grup aile getirilmeli. Örnek uygulama ile dağdakilere de mesaj verilmeli. 

- Dış boyut: Olayın uluslar arası boyutu ihmal edilmemeli. Suriyeli Kürt, neden Türkiye'ye karşı olarak dağda? Bunu anlamak gerek. 

- PKK yorumu: PKK ile Kürt sorununu ayırt etmek kolay değil. 2-3 bin PKK'lı dağda, ama kökleri ovada. PKK siyasallaşacak mı? Evet, yoksa silahlı örgüt olarak kalır. 

- Yerel önlemler: Dil yasakları kaldırılmalı, köylere orijinal isimleri yeniden konulmalı. Kürtçe vaaz verilmeli. Mahkemelerde Kürtçe bilen personel çalıştırılmalı. Kürtçe tiyatro ve Kürdoloji 
Kürsüsü talebi karşılanmalı. 

- Af aşaması: Bu iş affa kadar gelecek. AK Parti de kendi vekillerini ikna etmekte sıkıntı yaşayabilir. 

- DTP'nin duruşu: DTP, birilerinin arkasına saklanarak, PKK'nın silah patlatmasıyla bir yere varamaz. 

- Randevu: Başbakan Erdoğan, DTP'nin randevu talebine bir an önce karşılık vermeli ve Ahmet Türk'le görüşmeli. 

- Paketler dizisi: Sorunun çözülmesini isteyenler için hacimli paketler konulmalı. Türkiye bu sorunu çözemezse bölünebilir veya ebedi uykusuzluk yaşayabilir.” 

 Mütareke basınını hatırlatan tavırlar sergileyen yandaş medya, o toplantıya katılanlara aydın-akademisyen-yazar-gazeteci gibi hak etmedikleri birtakım sıfatları layık gördü. Onlar da doğrusu bu yakıştırmaların hakkını verdiler. Bu kişiler, yaptıkları değerlendirmelerde, konuşmalarda ve yorumlarda, Türk milletinin zekâsıyla alay etmeye kalkıştılar. 

 Başbakan Erdoğan, 11 Ağustos 2009 tarihinde partisinin Meclis Grubunu topladı. Hani şu gözyaşlarının akıp sel olduğu bir toplantı vardı ya işte o toplantıda esti gürledi. Önüne konulan camdan okuma tekniği ile yaptığı konuşmadan bazı bölümleri tekrar hatırlatalım: 
… 

 Eğer Türkiye, enerjisini, kaynaklarını, bütçesini, kazanımlarını; bütün bunların ötesinde, huzurunu, refahını, gencecik, fidan gibi delikanlılarını teröre kurban etmeseydi, Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine ay yıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi, bugün nerede olurdu? 

 … 

 Bu soruları çoğaltarak sormanızı istiyorum... Milletçe sormamızı istiyorum... Aziz milletimizin bu soruları sormasını, bu meseleyi objektif bir şekilde enine boyuna sorgulamasını 
rica ediyorum...” 

 Bu konuşmayı yapan Türkiye’nin Başbakanıdır. Bir ülkenin devlet yetkilileri, hele hele siyasi iktidarın temsilcileri, uluorta gelişigüzel açıklama yapamazlar. Gerekli kurullarda konuyu ele alırlar ve kamuoyuna verilmesi gereken bilgileri buralarda tespit ederler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı bu konuşmaya bakılırsa Türkiye’de yaklaşık 25 yıldır süren saldırıların ve terörün sebeplerini, faillerini ve sonucunu doğru tespit edemediği görülmektedir. Türkiye’nin enerjisinin ve kaynaklarının heba edilmesine, gencecik fidan gibi delikanlılarının teröre kurban edilmesine kim sebep olmuştur? Elbette PKK. Türkiye’nin son 25 yılını, üzerine ay yıldızlı bayrağın örtüldüğü tabut görüntülerine yol açan kimlerdir? Türk Silahlı Kuvvetleri midir? Elbette hayır. Bu görüntülerin sebebi PKK saldırıları değil midir? Kimin tabutunun üstüne ay yıldızlı bayrak örtülür? Elbette şehitlerin. PKK’nın arkasında kimler vardır? Elbette AB ve ABD 
bulunmaktadır. 

 Elbette ki Mehmetçiğin tabutunun üstüne ay yıldızlı al bayrak örtülür. Başbakan bu durumu milletin objektif şekilde sorgulamasını istiyor. Şimdi büyük Türk milleti sorguluyor: Saldıran PKK canileri, onlara emir veren bebek katili Öcalan, toprağa düşen Mehmetçik. Bunlar niçin saldırıyorlar? Vatanın bir parçasını bölmek, Türk milletini parçalamak ve bağımsız bir Kürdistan kurmak için değil mi? Sayın Başbakan, öyle değil mi? Peki, o canilerin önlerindeki engel kim, Türk milletinin askeri olan Mehmetçiktir. Mehmetçik kimdir? Büyük Türk milletinin 
kendi içinden çıkardığı Ordusunun mensuplarıdır. Analar ve bacılar, vatan evlatlarını kına geceleriyle asker ocağına yollarlar. Mehmetçikler acemi eğitimden sonra ay yıldızlı al bayrak ve silah üstüne ellerini koyarak yemin ederler. Peki, o yemin töreninde hangi cümleleri haykırırlar? 
Başbakan Erdoğan’ın o cümleleri, konuşma metnini hazırlayan zevata sorarak öğrenmesini temenni ederiz. Başbakan Erdoğan’ın yukarıdaki görüşlerinden de anlaşılıyor ki Türkiye’deki terörün kaynağını, faillerini ve ne istediklerini kavrayamadığı görülmektedir. 

 Erdoğan, devam ediyor: 

 “ … 

 Ne oldu, nerede yanlış yapıldı, nerede yanlış politikalar uygulandı, nerede yanlış tavırlar sergilendi... 

 Bizim binlerce yıllık dostluğumuzun, akrabalığımızın, kardeşliğimizin kopacağına, çökeceğine, çürüyüp bozulabileceğine kim nasıl inanma cüretini gösterdi de aramıza nifak tohumları ekme gayretine girdi? Bu iş bu kadar kolay mıdır? Binlerce yıldır bir arada yaşayan, kız alıp-kız veren, birbirine akraba olan, birbirine kardeş olan, et ile tırnak haline gelen Türk ile Kürd'ü, Laz ile Çerkez'i, Boşnak ile Gürcü'yü birbirinden ayırmak, birbirine düşman eylemek mümkün müdür, muhtemel midir? Türkiye'nin bir zenginlik olarak gördüğümüz tüm farklılıklarını birbirinden ayırmak, birbirine rakip ve düşman gibi göstermek, kimin haddinedir?” 

 Sayın Başbakan, öncelikle şunu belirtelim, elbette hiç kimsenin haddi değildir. 3 Kasım 2002 tarihinden sonra iktidara gelen AKP kadroları, sıfır noktada devraldığı terörü, 2011 yılına kadar geçen sürede azdırmıştır. AKP iktidarı döneminde uygulanan politikalar sonucu Türkiye’nin parçalanmasından duyulan endişeler yüksek sesle konuşulur hale gelmiştir. 15 Ağustos 1984 tarihinden bu güne kadar terörle mücadelenin ihale edildiği Mete’nin Ordusu, teröristle halkı birbirinden ayırmaya büyük bir özen göstermiş ve bunda da başarılı olmuştur. 
2009 yılının Mayıs ayından itibaren ortaya çıkan görüntü şöyledir: PKK’nın, Kürt halkının yegâne temsilcisi olduğuna dair oluşan kanaati; AKP iktidarının uyguladığı siyaset, Başbakan Erdoğan’ın konuşmaları, hükümet üyelerinin demeçleri ve yandaş basının haber ve yorumları hazırlamıştır. Çünkü yukarıdaki konuşmadan da anlaşıldığı gibi, terör ve terörizmin kaynağı, sebebi ve failleri 
konusunda Başbakan yanlış teşhiste bulunmuştur. 

 Başbakan Erdoğan, konuşmasında, Selahattin Eyyubi’nin adını kullanarak, o değerli komutanın Kürt asıllı olduğuna atıfta bulunmuştur. Her şeyden önce Eyyubiler devleti tamamen Türkleşmiş Müslüman bir emirliktir. Ordusundaki askerler de Irak Selçukluları ve Suriye Selçuklularındaki Türk askerleridir. O orduda, Kudüs’ü Haçlılardan kurtaran askerler arasında Potamyalılardan hiç kimse yer almamıştır. 

 Dede Korkut geleneğinin Anadolu Türk topraklarındaki son temsilcilerinden biri de Neşet Ertaş’tır. Ertaş, bazı okuyucuların Osmanlı Devleti’nin kuruluşu döneminden de hatırlayacağı üzere, Alp-Erenlere mensup olan Abdalân-ı Rûm taifesindendir. Oğuz Türklerinin bozlaklarını söyler, anaların, sevgililerin hasretini dillendirir. Üstelik Neşet Ertaş, sevenlerinin huzuruna çıkıp da Gönül Dağı diye milletin duygularını dile getirirken, her zaman, ay yıldızlı al bayrağın altında ve Atatürk posterlerinin önünde sahneye çıkar. Başbakan’ın Neşet Ertaş ile arasında bağ kurmaya çalıştığı Şivan Perver ise daima terörist başı ve bebek katili terörist Öcalan’ın posterlerinin önünde sahne almıştır. Bu iki kişiliğin birbirine yüz seksen derece zıt olduğunu, bir Başbakanın bilmesi gerekir. “Bizi bölmek, bizi birbirimiz den ayırmak kimin haddine” derken, Neşet Ertaş ile Şivan Perver’i aynı kefeye koymak, büyük bir yanlıştır, ayrımcılıktır. Şivan Perver ve onun bağlı olduğu PKK ve İmralı mahkûmu Öcalan, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Karacaoğlan, Pir Sultan ve bu toprakların mayasını yoğuran bütün milli ve manevi değerlere ağza alınmayacak hakaretleri etmektedirler. Başbakan Erdoğan, bunları bile bile “Bizi birbirimizden ayırmak kimin haddi? Bizim kardeşliğimize kastetmek kimin haddi? Bizi birbirimize düşürmek, düşman eylemek kimin haddi?” diye sormaktadır. Soru da benzetmeler de verilen cevap da yanlıştır. 


 Başbakan Erdoğan, camdan okuyarak yaptığı konuşmada, şöyle devam etti: 

 “ … 

 Evlat acısından daha büyük bir acı yoktur. Allah hiç kimseye bunu yaşatmasın, hiç kimsenin ocağına bu ateşi düşürmesin, ama son 25 yıldır, ülkemin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde nice annelerin, çalan her telefonla yürekleri ağızlarına gelmiştir. Elleri telefona uzanırken, hasret gidermekle şahadet haberini almak, ölüm haberini almak arasındaki derin uçurumda kaldılar.” 

 … 

 Hangi annenin yüreği dayanır buna? Hangi annenin kalbi bu acıyı taşır? Hep derler ya; "Büyüttüm Besledim Asker Eyledim / Gitti De Gelmedi Yavrum Buna Ne Çare" diyerek ağıtlar yakan bir anneyi, hangi etkileyici söz teselli edebilir? Anneliğin ideolojisi yoktur... Anneliğin siyaseti yoktur, sağcılığı, solculuğu yoktur. Oğlu her ne sebeple hayatını kaybetmiş olursa olsun... Yozgat'taki anne ile Hakkâri’deki anne, oğullarının başında aynı duayı ediyorsa, evladı için Yasin ve Fatiha okuyorsa, cemaat aynı kıbleye dönüyorsa, burada çok ciddi bir yanlış olduğu ortadadır.” 

 Tayyip Erdoğan, bu cümleleri peşpeşe sıraladı. Bu esnada birileri salya s… gözyaşlarına boğuldu. Bilmem hatırlar mısınız, bir zamanlar biri camilerde kürsüye çıkar, hüngür hüngür ağlardı. Türk milleti, o gözyaşlarının Allah ve Peygamber aşkından kaynaklandığını sanıyordu. O kişi daha sonra Papa’nın huzuruna çıktı ve Vatikan Kilisesi’nin başlattığı dinler arası diyalog 
çalışmalarının gönüllü temsilcisi olduğunu ilan etti. 

 Evet, Sayın Başbakan, ortada büyük bir yanlışlık vardır. O yanlışlık da siyasi iktidarın olaylara yaklaşımı ve kavrayış biçimindedir. Analar büyüttüm besledim asker eyledim diye ağıt yakarken, yavrusuna acaba ne olmuştu ki gitti de gelmedi? Ak sütünden doya doya emzirdiği balası, kınalar yakarak uğurladığı yiğidi, ne olmuştu ki gitti de gelmedi? Analık kutsaldır, her ananın ak sütü de yavrusuna helaldir. Müslüman olan her ana, evladını kaybedince elbette aynı duayı eder. Fakat bir memleketteki iktidar sahiplerinin, teröristle şehidi birbirinden ayırt etmesi ve bu yönde konuşmalar yapması gerekir. 

 Başbakan Erdoğan, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız gibi, 2009 yılının yaz aylarında ülkenin gündemini alt üst eden, yani terörist ve PKK ile bu devletin namuslu vatandaşı olan Kürtleri bir tutan, bebek katili ve çömezlerinin affıyla sonuçlanacak gelişmeleri, partisinin kuruluşundan önce planladıklarını belirtmektedir. Partisinin varlık sebebinin de bu konu olduğunu söylemektedir. Bakınız, partisinin o Meclis Grubu toplantısında bu konuda ne demiştir: 

 “… 

 Bu meselenin kalıcı olarak çözümü, huzur ve emniyet zemininin tesisi, kardeşlik ikliminin yeniden pekiştirilmesi için biz bu çalışmayı sürdürüyoruz, sürdüreceğiz. Bakınız, ben burada bir konuyu daha özellikle vurgulamak istiyorum: 

 AK Parti’yi var eden tarihsel süreç içinde ve AK Parti'yi kurduktan sonra bu meseleye her zaman en sağlıklı şekilde bakan, bu meseleyi en sağlıklı şekilde değerlendiren ve çözüm iradesini ortaya koyan taraf biz olduk. Siyaset sahnesinde yerimizi aldığımız andan itibaren, meseleye tamamen bu ülkenin bütünlüğü açısından baktık, bir kardeşlik hukuku anlayışıyla baktık, vatandaşlık hukuku içerisinde baktık. Terörün kabul edilemez, mazur görülemez, tahammül edilemez olduğunu devamlı anlattık. Terörle mücadelede en ufak bir zafiyet göstermedik.” 

 Başbakan’ın bu sözleri, bu kitabın da konusunu teşkil etmektedir. Hatırlamak isteyenlerin, Ecevit’in zehirlenmesinin sebepleri ve 3 Kasım seçimlerine ilişkin bölümleri yeniden okumalarını tavsiye ederiz. Başbakan, terörle mücadelede başarılı olduklarını bildirmektedir. Bu doğru değildir. Çünkü partisinin iktidarı devraldıktan bu yana Türkiye terör karşısında yenilmiş gibi bir görüntü vermektedir. Çünkü terörün kökünü tamamen kazıyacağına, Türkiye, terör örgütüyle pazarlık yapacak duruma düşürülmüştür. Bunu da Kürt açılımı ya da demokratik açılım denilen içi boş sloganlarla idare etmektedir. Ülkede demokrasinin standardını yükseltmek ayrı bir konudur, terör örgütünü muhatap almak tamamen farklı bir konudur. Gelinen noktada PKK’nın ve bebek 
katili İmralı mahkûmunun muhatap alındığını, PKK’nın siyasi uzantısı olan kapatılmış DTP ile masaya oturduğunu millet henüz unutmamıştır. Ve Erdoğan, şöyle devam etmektedir: 

 “… 

 Bugün gelinen nokta terörle mücadeledeki zafiyetin değil, terörle mücadelede sergilenen başarılı performansın bir sonucudur. Biz legal yapılanmaları muhatap kabul ederiz. Hiçbir zaman illegal yapılanmaları bizim AK Parti olarak, AK Parti iktidarı olarak kabul etmemiz mümkün değildir. Bunu da böyle bilmeniz lazım. Kimse bize bu konuda bir yakıştırma yapamaz. Hiçbir zaman tutarsız bir davranış sergilemedik. Hiçbir zaman çelişkili açıklamalar, samimiyetten uzak yaklaşımlar göstermedik.” 

 Büyük Türk milleti, seni koruyacak Allah’tan başka hiç kimse kalmamış, haberin olsun. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



******

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder