ETNİK-IRKÇI–BÖLÜCÜ PKK TERÖRÜNÜ DOĞRU ANLAMAK BÖLÜM 6
IV. BÖLÜM
“ KÜRT AÇILIMI ” MI, “ PKK AÇILIMI ” MI?
1. Açılımın Altyapısı:
Türkiye, 2003 yılından bu yana başlıca şu konularla meşgul edildi: Laiklik elden gidiyor, İmam Hatip Liseleri, Meslek Liseleri, Kur’an Kursları, dindar cumhurbaşkanı, başörtüsü, eşinin başı örtülü Cumhurbaşkanı, Fethullah Gülen olayı, Fenerbahçe-Galatasaray futbol karşılaşmaları vb. konular. Sinema perdesinin önünde oynanan bu tür tartışma ve çekişme tulû atının arkasındaysa başka planlar vardı. Türk milletinin maddi ve manevi değerleri, birlik ve bütünlüğü, bağımsızlığı, Türk vatanının bölünmezliği, Türk devletinin yok edilmesi gibi konular tartışmaya açıldı, semt pazarlarındaki ıspanak fiyatına satışa çıkarıldı, işporta tezgâhlarında pazarlandı.
Başbakan Erdoğan, yaptığı bir açıklamada, “PKK ve yandaşları bizi ve devleti düşman olarak görebilirler, ancak biz onları düşman değil, suçlu olarak görüyoruz.” demişti. Öte yandan, dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Türkiye ile ilişkilerinin stratejik ortaklık şeklinde olduğunu belirtmişti. Bu sözün arkasındaysa “Türkiye bölgede girişeceği her harekette ve atacağı
her adımda bize danışacaktır.” anlamının bulunduğu görülmüştü.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin birinci görevi Cumhuriyeti korumak olmuştur. Türkiye’nin ve Türk milletinin bütün değerlerinin, kutsal varlık ve kavramlarının, töre ve geleneklerinin tartışmaya açıldığı bir dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri, ister istemez kendi varlığını korumaya itilmiş, adeta savunmaya çekilmiştir. Türk milleti kavramı ve yapısı, İstiklal Marşı, vatanın bölünmez bütünlüğü, ordu-millet geleneği, dinî bakımdan kutsal olan değerler ve aile yapısı ile bunlar gibi yüzlercesi, AKP iktidarı döneminde tartışmaya açılmıştır.
Tartışmaya açılan değerler arasında, büyük Türk milletinin kendisi ve vatanıyla Türk devletinin varlığı, bekası ve milletin gözbebeği olan Mete Han’ın kurduğu Türk Silahlı Kuvvetleri de bulunmaktadır. Bu tartışmada, kutlu değerlerin yıpratılması, içinin boşaltılması, yara alması ve görevini yapamaz hale getirilmesi hedeflenmiştir. Bu da gösteriyor ki Büyük Ortadoğu Projesi ölü doğmamış ya da sona ermemiştir, aksine sahipleri tarafından yeni bir safhasına intikal ettirilmiştir.
BOP’un merkezinde Türkiye vardır. Bu planın işleyebilmesi için sahiplerinin Türkiye’yi yanlarına alması şarttır. Bize sundukları teklifse Türkiye’nin büyümesi, yani “Yeni Osmanlı” modeli denilen projenin hayata geçirilmesi esasına dayanmaktadır. Yeni Osmanlı modeli, Türklerin ağzına bir parmak bal çalınmasından ibarettir. Proje, bir yandan bölgedeki bütün devletlerin küçük parçalara ayrılması bir yandan da bu küçük parçaların bir araya getirilerek federasyona dönüştürülmesi şeklinde yürütülmektedir. Hazar Denizi, Karadeniz, Ege ve Akdeniz arasında kalan Türkiye, Güney ve Kuzey Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Suriye, Lübnan, Kuzey Irak, Arap ve bazı Kuzey Afrika ülkeleri bir yandan parçalanarak küçültülmek ve bir yandan da bu coğrafya federasyonlar şeklinde büyütülmek istenmektedir. Bu federasyonun başkenti olarak da İstanbul telaffuz edilmektedir. Yeni Osmanlı modeli ya da BOP denilen
emperyalist ve sömürgeci oluşumu Türk milleti ve Türk devleti düşünmemiştir, planlamamıştır. O bakımdan Türk milletinin başkaları tarafından yazılan bir senaryoyu oynaması da elbette beklenemez, beklenmemelidir.
Bir yandan bunlar yaşanırken, ABD, Türkiye’yi önce federal sisteme ve ardından da federasyona taşımak için yoğun baskı uygulamaya başlamıştır. İçeride PKK vasıtasıyla Kürt kimliğinin tanınması, dışarıda da Barzani devletinin Türkiye’ye federasyon şeklinde eklenmesi oyunu, kapalı kapılar ardında hayata geçirilme safhasına gelmiştir. Bu işlemin tamamlanmasının ardından, muhtemelen Cumhuriyetin ilan edilişinin 100. yılından sonra yeni şartlar oluşturulmaya başlanacaktır. Bu şartlar da Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinden önemli bir bölümün koparılmasını öngörmektedir.
Güçler mücadelesinde, Anglo-Amerikano ekolüyle uluslar arası sermaye ve ABD merkezli çıkar çatışması yapan grupların kavgası, Türkiye sözkonusu olunca, bir ölçüde işbirliğine dönüşebilmektedir. Uluslar arası sermayenin hedefi, AB’yi de kontrol altında tutabilmektir. AB içindeki Almanya ve Fransa gibi güçlü ekonomi ve nüfusa sahip birkaç ülkeyse Türkiye ve Ortadoğu bölgeleri üzerinden çıkar çatışması yapmaktadır.
Rusya bu işin neresindedir? Rusya, bölgede, Türkiye ile iyi ilişkileri sürdürmeyi düşünmektedir. Ancak Türk Cumhuriyetleri üzerinde, eski hegemonyasını kumayı öncelikli bir hedef olarak gördüğü için, Türkiye ilişkilerine ihtiyatlı bir şekilde yaklaşmaktadır. Ticari ve ekonomik ilişkilerde, yapılan anlaşmalarda, hep avantajlı konumda olmayı başarmıştır. Rusya, AB ile ABD’nin Avrasya ve Ortadoğu bölgelerinde inisiyatif almasını da istememektedir.
Türk devletinin kırmızı kitabı, kapalı kapılar arkasında değiştiriliyor mu sorusu halen ortadadır. Gelişmelere bakılırsa bu sorunun cevabı evet olmalıdır. Türkiye’de tıpkı ABD’de olduğu gibi, iki partili bir sistem hedeflenmektedir. Bu iki partili sistem, okyanus ötesinden yapılan bir programla hayata geçirilmek istenmektedir. Uygulamalara bakılırsa AKP ile CHP, iki partili sistem üzerinde gizli bir mutabakata varmış gibi gözükmektedir. Aksi halde Türkiye’nin yaşayan en eski partisi CHP, çarşaf açılımı yapma gereği duyar mıydı? Bu durumda, Gazi
Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu parti, ılımlı İslam modelinin sol kanadını mı oluşturuyor sorusu akla gelmektedir.
Eldeki tarihî kaynaklara göre, Türk devletini, MÖ 209 yılında Mete Han kurmuştur. Oğuz törelerine göre teşkilatlandırılan Türk devleti, ordu-maliye-istihbarat üçayağına dayanmış ve onların üstüne de adalet kavramı oturtulmuştur. Bu üçayaktan birinin zaafa uğraması durumunda Türk devleti sarsıntı geçirmiş ve tedbir alınmaması halinde de giderek yıkılmıştır. Eski
Başbakanlardan Mesut Yılmaz, katıldığı bir TV programında, görevli olduğu dönemlerde, devletin kurumları arasında büyük bir uyumsuzluk bulunduğunu müşahede ettiğini söylemişti.
Özellikle istihbarat ve güvenlik birimleri arasında, rekabetten de öte bir güven bunalımı yaşandığını ifade etmişti. Eski bakanlardan Kâmran İnan da MİT tarafından Bakanlar Kurulu’na verilen bir sunumda, ülkede yaklaşık 210 bin hain bulunduğuna dair bilgi aktardığını açıklamıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da MİT-Emniyet-Asker gibi güvenlik kurumları arasındaki karşılıklı güvensizlik sebebiyle devletin rahatsız olduğunu belirtmişti. Orgeneral Büyükanıt, şunları kaydetmişti:
“Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var. Bu kurumların uyumlu çalışmasından Anayasa gereği Başbakan değil, Cumhurbaşkanı sorumlu.”
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın, devlette hastalık olduğu yönündeki açıklamasına ilişkin şunları dile getirmişti:
“Devletin bir takım sıkıntıları olabilir ve o sıkıntıları düzeltmek devleti yönetenlere aittir. Hiç kimse, kendi iktidarsızlığını kendi güçsüzlüğünü, devlete yüklemesin, eğer bozuk bir şey vardı ise düzeltselerdi Bozuk bir şey varsa, düzeltmek, devleti yönetenlerin işidir. Devlet, kendi kendine işlemez, işletilir.”
Devleti yönetenlerin yakınmaya, bahane üretmeye hakları yoktur. Çünkü Türk devleti, kim olursa olsun, hiç kimsenin şahsi malı, mülkü ya da şirketi değildir. Türk ordusunun komutanının konuşmalarını kim ya da kimler dinliyor? Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı konuşmaları telefon ya da ortam yoluyla dinlemek, kayda almak, ne demektir? Böyle bir hareket, Türk devletine karşı yapılmış bir açık saldırı değil midir? Türk devletine yönelik bir eylem değil midir? Bu fiili işleyenler adaletin huzuruna çıkarılmışlar mıdır?
Türkiye düşük yoğunluklu bir savaş yaşamaktadır. Düşman her cepheden açık ya da üstü örtülü saldırmaktadır. Türkiye’nin yaşadığı bu saldırının açık cepheli bir savaşa dönüşmesi halinde Mete’nin kurduğu ordunun komutanı, yani Genelkurmay Başkanı’nın telefonu, toplantıları ve emirleri, düşman unsurlar tarafından dinlenmeye devam edilecek midir? Buna kim ya da kimler, niçin izin vermektedir? Bu sorulara cevap bulunamadığı için Türk devleti bugün zaaf içinde değil midir? Devletin mukadderatında söz sahibi olanlar, görevlerini yapamamışlardır.
Görevlerini yerine getiremeyen yetkililer yüzünden millet ve devlet zarara uğrarsa bunun bedelini ödemek mecburiyetindedirler. Orta Asya’dan bu yana süren binlerce yıllık Türk tarihinde buna dair pek çok belge mevcuttur. Yakın tarihte, İkinci Viyana kuşatması harekâtında başarısız olan Vezir-i Azam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kefenini boynuna asarak, Sultan’ın huzuruna
çıkmak üzere yola düşmüştü. Sultan da Bostancıbaşı’na işaret ederek, başkente varmadan gereğinin yapılmasını emretmişti.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, “PKK terörünün bitmesi için elimize bir fırsat geçmiştir. Bundan mutlaka yararlanmamız gerekiyor.” demişti. Birtakım açılımlardan bahsetti. Öyle anlaşılıyor ki Türk devleti PKK’nın ortadan kaldırılması karşılığında Barzani’ye mecbur edilecek. Buna karşılık İmralı mahkûmu, bütün şartlar yerine getirilse bile 5 bin kişilik bir savunma gücünün daima muhafaza edilmesi gerektiğini söylemektedir. Kandil dağındaki bebek katillerinin kendi yönlerinden silah bırakma zamanının geldiği, ancak bunun yönetiminin sorgulandığı şeklindeki aldatıcı beyanları dikkate alınamaz..
2. Açılımcıların Kandil’e Gönderdiği Özel Ulak:
Milliyet Gazetesi yazarlarından Hasan Cemal, Kuzey Irak’a giderek Erbil, Süleymaniye ve Kandil Dağı’nda araştırmalar yaptı ve terör örgütü PKK’nın yönetim kadrosundan Murat Karayılan ile görüştü. Hasan Cemal, bölgedeki izlenimlerini ve röportajlarını gazetesinde 1-7 Mayıs 2009 tarihleri arasında dizi yazı olarak yayınladı. Başbakan Erdoğan’a atfen verdiği bilgide, Kuzey Irak’ta dağdan inen PKK’lı sayısının 4 bine yaklaştığını, bunların büyük bölümünün Erbil, Süleymaniye ve Dohuk çevresine yerleştiğini ve çeşitli işlerde çalıştıklarını
aktardı. Başbakan Erdoğan’ın, PKK’lılara yönelik af sürecinin bunlarla başlayabileceğini söylediğini kaydetti.
Hasan Cemal’in Kuzey Irak’ta görüştüğü kişiler arasında Yaşar Kaya da vardı. Kaya’nın 1990’ların ilk yarısında DEP Genel Başkanlığı yaptığını ve bir zamanlar İstanbul’da Özgür Gündem gazetesinin sahibi ve başyazarı olarak çalıştığını belirten Cemal, sürgünde Kürdistan parlamentosunun başkanlığı görevinde bulunduğunu da hatırlattı. Cemal’in yazdığına göre, Yaşar Kaya, terör örgütü PKK’nın artık ön şartsız silah bırakması gerektiğini belirterek, şöyle dedi:
“Bugün gelinen noktada ABD de AB de Irak da Irak Kürdistan Yönetimi de kararlı. Mutfakta bir plan pişiyor. PKK meselesi tezgâhta, yürüyor. Bu iş artık bitecek. Gizli örgütler, silahlı mücadeleler devri kapandı. Kürt silahlı ayaklanmasının miadı doldu. Ön şartsız silah bırakması en doğru yoldur PKK için. Mutfakta bir şeyler pişiyor, sorunu şiddet ve silahtan arındırmak için. Bir bakıyorsunuz dokuz asker şehit. Bir bakıyorsunuz, Bostancı’da bir şey oluyor. Artık silah bırakmak lazım. Kim kimin taşeronu, kim kimin isteğini yerine getiriyor? Bu bir kaostur. Bir genel af gerekli. Lider kadrosundan dağdaki 100-150 kişi İskandinav ülkelerine gönderilebilir. Onur kırıcı olmayan bir af düzenlemesi yapılır. Şunu unutmayın, dağa piknik yapmak için çıkmadılar. Ayaklandılar, çünkü ulusal kültürel talepleri vardı. Afla birlikte sivil siyasetin önü açılmalı. Ancak PKK da ön şartsız silah bırakmalı, silah bırakmadan bir şey
konuşulmaz çünkü. Dağdaki problemi halletmeden de af olmadan da bir yere gidilemez.”
Hasan Cemal, dizi yazısında, Osman Öcalan ile yaptığı görüşmeyi de kaleme almıştı. Osman Öcalan, şöyle demişti:
“İmralı sürecinde de savaş sürecinin bitmesinden yanaydım. Savaş değil siyaset diyordum. PKK dağ kadrosundan 800 kişiyi sağlık sorunları, yaş sorunları, dağa intibak sorunları nedeniyle sivilleştirelim, dağdan indirelim demiştim. Milis şeklinde halkın içine yerleştirilmelerini istemiştim. Apo ve kurucu üyeler o zaman bu teklifimi bile reddetmişlerdi, PKK’nın tasfiyesidir bu diyerek. Reform düşüncesi kabul görmedi.”
Osman Öcalan, terör örgütü PKK’nın bitirilemeyeceğine ve bu örgütün de değişmeyeceğine işaret etti. Bunu devletin de bildiğini belirten Öcalan, şöyle devam etti:
“PKK kendini üretebilen bir güçtür. Türkiye’de sıkıntı doğarsa İran’da, İran’da sıkıntı doğarsa Irak’ta, Irak’ta bir şey olursa Suriye’de, orası da olmazsa Avrupa’da kendine her zaman militan bulur, buluyor da. Ayrıca alanı da çok geniştir PKK’nın, Kürdistan’ın coğrafyası da dağlıktır.”
Silah kullanma zamanının çoktan dolduğunu, artık dağdan inme vaktinin geldiğini anlatan Öcalan, PKK’nın, bu haliyle yoluna devam edemeyeceğini, ancak PKK’ya siyaseten bir alternatif oluşturulmadığı sürece de tasfiye edilemeyeceğini kaydetti. PKK’nın, ABD-AB-İsrail üçlüsünün istediği şekilde tasfiye edilebilmesi için önce bir genel af çıkarılması gerektiğini belirten Öcalan,
Türkiye’de devletin buna direndiğini ifade etti.
Murat Karayılan da benzer görüşleri dile getirdi. Murat Karayılan, Türkiye’nin terör örgütü PKK’yı 25 yılda ortadan kaldıramadığını, 1 Haziran 2009 tarihine kadar sözde ateşkes ilan ettiklerini ve kan dökülmesini istemediklerini belirtti. Bu sözde ateşkesin ardından da silah bırakma işlemi için karşılıklı görüşmelerin başlaması gerektiğini ifade etti. Türkiye’nin terör örgütüyle masaya oturmasının beklenemeyeceğinin hatırlatılması üzerine de âkil adamlar teklifini dile getirdi.
Karayılan, şunları söyledi:
“İlk adımda silahlar susacak, sonra diyalog başlayacak. Diyalog yeri İmralı’dır. Kabul edilmiyorsa diyalog yeri biziz. Bizi de kabul etmiyorlarsa siyasi olarak seçilmiş iradedir, yani DTP’dir. Bu da olmuyorsa o zaman ortak bir komisyon kurulur, âkil adamlar bir araya gelir. Devlet tarafından diyalog için böyle bir mekanizma muhatap alınır.” Karayılan, terör örgütü PKK’nın silah bırakması için önce oturup konuşulmasının şart olduğunu ısrarla tekrarladı. Hasan Cemal’in aktardığına göre, Karayılan, Türkiye’den isteklerini şöyle sıraladı:
* Hükümet, sorunu yeniden askere havale etmesin. Kürt sorununda silahları devre dışı bırakabiliriz. Devlet de anlayış göstermeli.
* Askerde eskiye göre biraz daha farklılık ve değişiklik var. Ama buna karşılık siyaset eksiği var, liderlik eksiği var.
* Hükümet bir açılım yaparsa biz de gerekeni yaparız. Keşke bir adım atılsa.
* Bizim sorumlu bir duruşumuz var. Başkanımız halen hapistedir. 4 bin PKK’lı da hapistedir, bunu unutmayın.
* Biz yerel seçimlerle birlikte bir yumuşama beklerken, tam tersi oldu. DTP’ye dönük operasyon, bastırma başladı. Bu bir siyasi katliamdır. Olmaz böyle şey. Oysa biz yumuşama beklentisiyle 1 Haziran’a kadar uzattık eylemsizliği, ateşkesi... 29 Mart seçimlerinin mesajı demokrasidir.
* Başbuğ, PKK’yı bitirmek için bu yılın bir şans olduğunu söylüyor. PKK’yı bitirmek için uluslar arası şartlar da müsait demek, gerçekleri görmemektir. Biz siyaset diyoruz. Bakın, 1999 şokunu yaşayan bir PKK, bir daha bitmez. Çünkü PKK hem dağa dayanır, hem kitleye dayanır. Ne yani şimdi Amerika gelip bizi dağda mı bitirecek?
* Kürtleri asimile etmeye dönük politikalar başarılı olmadı. PKK’yı bitirmeye dönük politikalar başarılı olmadı.
* Şimdi siyasi çözüm şansı vardır, şartlar olgunlaşmıştır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Yeni bir savaş süreci yerine barış süreci açılsın. Batı’daki, bölgedeki bazı ülkelerin Kürt sorununda çözümsüzlüğe oynayan politikaları, Türkiye’nin zararınadır. Kürt sorununu çözen bir Türkiye, bölgede lider olur. Bunun için toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç vardır.
* Biraz empati lazım. Artık ne asker ölsün ne biz ölelim.
* Uzattığımız el havada kalmasın.
Teröristlerin başı konumundaki Murat Karayılan, PKK’nın ön şartsız silah bırakmayacağını belirtti ve şunları kaydetti:
“DTP bu kadar oy aldı, Meclis’e girdi. Başbakan elini uzatmıyor DTP’ye, Başbuğ tanımadığını söylüyor. Bu arada Başbuğ, bireysel kültürel haklara taraftar olduklarını, kolektif haklara karşı çıktıklarını söyledi. Biz şimdi hiçbir şey olmadan silah bıraksak, bizim açımızdan her şey çok daha beter olur.”
Murat Karayılan, özerk yönetime imkân sağlayan Anayasa değişiklikleri ve yasal düzenlemelerden sonra sıranın Kürt kimliğiyle ilgili kültürel haklara geleceğini belirtti. Daha
sonra da bazı çevrelerin genel af olarak adlandırdığı, PKK ve DTP’nin ise toplumsal uzlaşma projesi adını verdikleri konunun gündeme alınmasını istedi. Toplumsal uzlaşma projesi adını verdikleri eylemin, Türkiye ile PKK’nın karşılıklı olarak birbirlerini affetmesi olduğunu kaydetti. Bunun adının da gönüllü beraberliği yansıtacak yeni bir anayasada uzlaşma olduğunu ifade etti.
Hatırlanacağı gibi Erbil’de Türkiye, Avrupa ve Irak’taki Kürtlerin katılacağı bir konferans toplanacaktı ve orada PKK’ya silah bırakma çağrısı yapılacaktı. Türk ve dünya kamuoyunda böyle bir beklenti yaratılmıştı. Bu toplantı, sonbahar aylarına ertelenmişti. Murat Karayılan, konuya ilişkin şunları söyledi:
“Konferans fikri başlangıçta bizim fikrimizdi. Ama en sonuncu girişim bize ait değildi. Doğru yaklaşılırsa bir çözüm zemini yaratabilir bu konferans. Ancak şu da bir gerçek, böyle bir Kürt Konferansı’ndan PKK silah bıraksın anlamı çıkmaz.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Bush, 5 Kasım 2007 tarihinde Washington'da yaptıkları görüşmede, PKK terör örgütüne karşı bir mutabakat sağlamışlardı. Tek taraflı olan bu mutabakat, Türk-Amerikan ilişkilerindeki kırılmayı ortadan kaldırmaya yetmemişti. İki ülke arasındaki ilişkilerin tek taraflı değil, karşılıklı ya da birlikte iş yapma ve sonuç alma esasına göre düzenlenmesi şarttır. Bu bakımdan ilişkiler büyük bir onarıma ihtiyaç duymaktadır. Türkiye, Türk-Amerikan ilişkilerinin onarılabilmesi için iki ana konuyu açıkça dile
getirmelidir:
a) ABD, NATO Antlaşması'nın 5'inci maddesinden doğan sorumluluğu gereğince, Kuzey Irak'taki PKK teröristlerinin tasfiye edilmesi hususunda Türkiye'ye tam destek vermelidir.
b) ABD’nin Türkiye ile ilişkilerini, Barzani'nin çıkarlarına öncelik veren bir yaklaşımla değerlendirmekten vazgeçmesi şarttır.
Bush yönetiminin bölgede uyguladığı politikalar hem Türkiye ile ilişkilere hem de Irak'ın birlik ve bütünlüğüne zarar vermiştir. Irak Meclisi tarafından onaylanmış bulunan, Amerika'nın Irak'tan 2011 yılı sonunda çekilmesini öngören Kuvvetler Statüsü Anlaşması, Irak hava sahasının kontrolünün 1 Ocak 2009'dan itibaren Irak Hükümetine devrini ve Irak topraklarının, komşularına
saldırılarda kullanılmamasını öngörüyordu. Bunun üzerine Türkiye'nin kara ve hava harekâtlarının sürmesi, Kuzey Irak'ta PKK'yı etkisiz hâle getirici tedbirler alınması ve bunun Bağdat yönetiminin onayına bağlı olması kararlaştırılmıştı. Bu amaçla Türk, Irak ve Amerikan yetkililerinin bulunduğu ve Kuzey Irak yerel yönetiminin de temsil edileceği üçlü bir komitenin oluşturulduğu açıklanmıştı. Fakat bu üçlü denen, ancak aslında dörtlü olan kurumun işleyebilmesi ve terör örgütü PKK ile mücadele edebilmesi, Kuzey Irak’taki Barzani yönetiminin iş birliğine bağlanmıştı.
Türkiye, PKK ile mücadelede Barzani'nin iş birliği yapmasını istedi. Bunun için ABD’nin de teşvikiyle uzunca bir süre çaba gösterdi. Fakat Barzani, Türkiye'nin bu yakınlaşma çabalarını dikkate bile almadı. Barzani ne PKK'nın terörist olduğunu ilan etti ne de örgütün Türkiye'ye yönelik saldırılarını engellemek amacıyla en ufak bir müdahalede bulundu. Irak’tan bir Kürt kedisi bile vermeyeceğini belirtenler ve PKK’nın Türkiye’nin bir iç sorunu olduğunu söyleyenler Talabani ile Barzani idi. Öte yandan, karda kışta yapılan sınır ötesi askerî harekâtta, teröristlerin kaçış yollarını kapatmak için harekete geçen Irak’taki Türk Özel Birlikleri personelinin önünü kesen de yine Barzani oldu. Buna rağmen Barzani önünde yalvar yakar olan bir Türkiye görüntüsü de halen sergilenmektedir. Dışişleri Bakanı bu çete reisine hem de Ankara’da ağabey demedi mi?
Büyük Kürdistan devletini kurmak amacıyla yola çıkan Barzani, elindeki, PKK gibi bir silahı başkalarına vermek istemiyor. Bu bakımdan, PKK'yı Türkiye'ye karşı çok boyutlu bir yaklaşımla kullanmaya devam ediyor. Doğrusu bunu da başarıyor. Kerkük'ün ilhakında ve bağımsız Kürt devletinin ilanında, PKK'yı Türkiye'ye karşı bir pazarlık unsuru olarak elde tutmaya çalışıyor. Gerçi henüz bu aşamaya ulaşmış gibi görünmüyor. Ancak Erbil'in Bağdat'tan bağımsız olarak muhatap alınmasını için PKK'yı etkili bir araç haline getirdiği ve bunun
sonuçlarını da almaya başladığını söyleyebiliriz.
Bu gerçekler ışığında, Türkiye’nin, sınır güvenliğini sağlamak ve terör örgütü PKK sıkıntısını çözebilmek için Barzani'nin peşinden adeta yalvarırcasına koşması son derece sakıncalıdır. Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ilişkiler geliştirilecekse bunun mutlaka sağlam bir zemine oturtulması gerekmektedir. Bunun için Türkiye'nin, her şeyden önce caydırıcı bir güç olduğunu Barzani’ye göstermesi şarttır. Barzani'nin PKK terörüne destek verme ve Türkmenlere katliam uygulama, hiçbir hakkını tanımama siyasetinin kırılması ve yüreğine “Türkiye'ye zarar verirsem ben de zarar görürüm.” korkusunun salınması zorunludur. Fakat Türkiye, bölgedeki sorunlara onun, yani Barzani’nin şartlarıyla çözüm arama yoluna itilmiştir. Bu tutum da Kuzey Irak bölgesiyle ilişkileri, büyük sorunlara gebe bir temel üzerine oturtmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bu bakımdan, Türkiye, Kuzey Irak'a yönelik yeni bir caydırıcı politika geliştirmelidir.
Barzani'nin PKK'ya destek verme iradesini kırmaya yönelik bu caydırıcı politikada öncelik, askerî gücün yanında, ekonomik tedbirlere de yer almalıdır. Kuzey Irak Kürt bölgesinin tek solunum yolu ve şah damarı Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Kuzey Irak ekonomisi üzerinde de etkisi çok güçlüdür. Ama nedense Türkiye bu imkanını kullanmamaktadır.
Barzani, aşağıdaki şartları kabul edinceye kadar, Türkiye, bazı ekonomik tedbirleri peş peşe uygulamaya koyabilir.
* PKK'yı terör örgütü olarak ilan etmesi,
* Örgütün elebaşılarını Türkiye'ye teslim etmesi,
* PKK terör örgütünün siyasi büro ve kamplarının kapatılması, kaçakçılık yapmasının önlenmesi,
* Terör örgütünün bütün unsurlarının silahsızlandırılması ve tamamen devre dışı bırakılması,
* Barzani'nin Bağdat-ABD yönetimiyle Türkiye arasında 2007'de imzalanan Terörle Mücadele Anlaşması'ndaki sıcak takip hakkına ilişkin 4. maddenin geçerli olduğunu taahhüt etmesi.
Yukarıdaki konuların tamamı hayata geçirilmeden Türk yetkililerin Barzani ile görüşmeleri askıya alması gerekir. Kuzey Irak’a yönelik iktisadi tedbirlerden sonuç alınamadığı takdirde, Türkiye, askerî baskı yöntemlerine başvurmalıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak'ın huzur ve istikrarını bozmadan PKK'yı etkisiz hâle getirecek bir askerî politika ve askerî yapılanma gerçekleştirmelidir. Şayet bunlar yapılmazsa Kuzey Irak PKK için güvenli barınma ve eğitim alanı olmaya devam edecektir. Türkiye, kanlı terör örgütünün tehdit ve eylemlerinden
kurtulamayacaktır.
Irkçı Siyasi Kürtçülük ve terör Türkiye'nin ayağında bir prangadır. Bundan kurtulmadan, Türkiye’nin, ekonomik ve sosyal alanlarda ciddi bir atılım yapması güçtür. Bu sorun, ancak üniter devlet yapısı içinde, etnik temele dayanmayan geniş bir demokratikleşme hamlesi ve kamu yatırımlarının öncülük edeceği ekonomik ve sosyal kalkınma stratejisini kapsayan millî bir bütünleşme projesinin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Bu da Kuzey Irak'ta PKK unsurları tasfiye edilmeden başarılamaz. Bu tasfiye döneminde Türkiye’ye dikte edilmek istenen dış kaynaklı çözüm yollarıysa, Türkiye'yi selamete değil yalnızca felakete götürecektir.
Türk milletinin, vatan ve devlet anlayışını, binlerce yıldır süregelen kutlu törelerini yaşatabilmesi için kendi kararlarını kendisi alabilen bir devlet olması temel şarttır. Bu değerlerini koruyabilmesi için de terörle mücadele alanında millî bir seferberlik başlatılmalıdır. Konu, partiler üstü bir anlayışla Türk milletinin bekası meselesi olarak ele alınmalıdır. Ayrıntılı bir bölücülükle mücadele programı hazırlanmalı ve vakit geçirmeden uygulanmalıdır.
Teröre kucak açan komşu ülkeleri ve içerideki işbirlikçilerini kıyamete kadar susturmak için, somut ve inandırıcı bir güçle desteklenen, kapsamlı çok yönlü bir siyasi caydırıcılık programı geliştirilip acilen uygulamaya konulmalıdır.
Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne karşı eylem ve suçlar için dokunulmazlık zırhının hemen kaldırılması, bununla sınırlı Anayasa değişikliğinin süratle Meclis’ten geçirilmesi şarttır. İktidar partisi, terörle mücadele için iradesini ve kararlılığını açık olarak ortaya koymalıdır. Devletin iradesi ve caydırıcılığının dosta düşmana gösterilmesi temel ilke olmalıdır. Bu siyasi
irade ve kararlılık, açık ve net olmalı, şaibe taşımamalıdır.
Terör örgütleri marifetiyle Ortadoğu’da sonuç almak isteyen ülkelerin, Türkiye’den doğan ve Türkiye ile yaptığı işbirliği sonucu meydana gelen çıkarları, derhal gözden geçirilmelidir. Bunlara karşı uygulanacak yaptırımlar bir an önce belirlenmelidir. Bu ülkeler önce uyarılmalı, tekrarı halinde bu yaptırımlar derhal hayata geçirilmelidir.
Komşu ülkelerin Türkiye’ye karşı saldırı üssü olarak kullanılması, meşru savunma hakkı doğurmaktadır. Birleşmiş Milletler belgeleri, uluslar arası ve ikili anlaşmalardan doğan hukukun Türkiye’ye tanıdığı meşru savunma hakkı çerçevesinde askerî sıcak takip başlatılmalıdır. Terörü himaye eden Barzani ve peşmergelerinin, Türkiye’ye karşı gösterdikleri bu düşmanca hareketlerin
savaş sebebi olduğu, hem Bağdat yönetimine hem de Kuzey Irak’taki kukla devlete açık ve kesin bir dille bildirilmelidir.
Kendilerine meşruiyet kazandırma sevdasına kapılmış bulunan ve muhatap arayan Kuzey Irak’taki grupların sözcüsü veya temsilcisi sıfatını taşıyan şahıslarla resmî düzeyde, Irak Devleti adına bile olsa ilişki kurulmaması, muhatap alınmaması gerekir. Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a yapılan ikmâl ve desteğin, bütün unsurlarıyla acilen durdurulması şarttır.
Siyasi iktidarlar, teröristle mücadeleyi Türk Silahlı Kuvvetlerine ihale etmiştir. Buna karşılık terörü besleyen ve destekleyen çevrelere karşı sorumluluğunu yerine getirmemektedir. TBMM’den, sınır ötesine asker göndermek için alınan tezkereler, hiç kullanılmamış, ama kamuoyunu yatıştırmada işe yaramıştır. Bu durum Türkiye’nin PKK yuvalarına giremeyeceği kanaatini pekiştirmiş ve sonunda:
* Türkiye ve Irak’ta, İmralı mahkûmu ve PKK talepleri doğrultusunda siyasi bir dönem başlatılmıştır.
* ABD, AB ve Barzani’nin PKK’ya destekleri alenen yapılır hale gelmiş, bölücü unsurlar için bir güven ortamı doğmuştur.
*Türkiye’deki bazı çevreler, sınır ötesi kara harekâtının, zoraki bir şekilde 4-5 günlüğüne icra edildiği dönemde, askerî operasyonların çözüm olamayacağını ve siyasi açılım yapılması için şartların olgunlaştığını söylemeye başlamışlardır. Ama siyasi çözümün ne olduğunu açıklamamış, iki kimlikli bir ortaklık rejim kurmak olduğunu gizlemişlerdir.
PKK’nın TBMM’deki uzantıları ve sözcüleriyle bu konuda amaç birliği içinde olan çevreler, demokratikleşme maskesi altında PKK’nın siyasi taleplerinin pazarlamacılığını yapmışlardır.Terörle mücadelede askerî yollardan sonuç alınamayacağının tecrübeyle sabit olduğunu iddia eden bu çevreler, silahlı terör saldırılarına güvenlik güçlerinin karşı koymasını engellemek ve PKK terörüne avantaj sağlamak üzere propaganda çarklarını çevirmeye başlamışlarıdır. Böylece Türkiye’nin millî kimliği, millî birliği ve milli-üniter devlet yapısı
üzerinde operasyon yapılmasının normalleştirilmesi dönemini başlatmışlardır.
Başbakan’ın sıkça dile getirdiği PKK’nın silahsızlandırılması kavramı, önümüzdeki dönemde hayata geçirilecektir. Bu kavram, ilk defa 5 Kasım 2007 tarihinde Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra ABD kaynaklı siyasi çözüm raporlarıyla gündeme getirilmiştir. Başbakan’ın daha sonra sahip çıktığı bu kavram, PKK teröristlerine genel siyasi af çıkarılmasını ve siyaset
yolunun açılmasını, bu suretle silah bırakarak eylemlere ara vermelerinin sağlanmasını amaçlamaktadır.
Silahsızlandırma aşamasından sonra AKP hükümeti, PKK’nın taleplerini karşılayacak bir siyasi açılım paketini peyderpey uygulamaya koyacaktır. Böylece başlatılacak siyasi pazarlık süreci sonunda demokratik siyasi çözüm adı verilen ve isim babalığı konusunda İmralı mahkûmu bebek katili cani ile Başbakan arasında rekabet yaşanan Siyasi Yıkım Projesi, bütün unsurlarıyla
hayata geçirilecektir. Türk milleti ve millî kimlik kavramları yeniden tanımlanarak, değişik etnik kimliklerin, kurucu kimlikler olarak Anayasa teminatı altına alınması hedeflenmektedir.
Kürtçenin, eğitim, yayın ve siyasi iletişim dili olarak resmen kabul edilmesi ve Türkiye’nin üniter siyasi yapısının özerk bölge-eyalet sistemi temelinde yıkımının alt yapısının hazırlanması, bu projenin temel ayakları olarak belirlenmiştir. Bu şablon, Türkiye’deki Brüksel ve Erbil lobilerinin, bebek katili İmralı canisinin, Kandil dağındaki PKK’nın ve onların TBMM’deki uzantılarının Türkiye’ye dayatmak istedikleri siyasi çözüm reçetesidir.
Başbakan Erdoğan’ın dalgalı siyasi geçmişi, bu konulardaki beyanları ve son olarak hazırlattığı yeni Anayasa taslağında yer alan bu yöndeki hükümler, AKP’nin siyasi bakışının da bu amaçlarla örtüşen bir çizgide geliştiğini göstermek tedir. PKK’nın ve etnik bölücülerin bu yöndeki taleplerinin hiçbir şart altında gerçekleşmeyeceğini, buna tamamıyla karşı olduklarını, bugüne kadar kesin ifadelerle açıklamayan Erdoğan, bu tutumuyla da bu odakların ümit ve cesaret kaynağı olmuştur.
7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
******
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder