30 Ocak 2020 Perşembe

Devlet Bahçeli ve Fehmi Koru!.

Devlet Bahçeli ve Fehmi Koru!. 


Rahmi Turan. 
Sözcü Gazetesi
22 NİSAN 2019



Biliyorsunuz, SÖZCÜ'nün sahip ve yazarları “FETÖ'CÜ” suçlaması ile yargılanıyor.
Savcının, elinde geçerli hiçbir kanıt olmadan 10 yıla kadar hapis cezası istemesi, yargı sistemimizin kamuoyunda neden güven kaybettiğinin bir göstergesidir!
Olay tamamen FETO'ya yakın olarak bilinen gazeteci Fehmi Koru'nun Taha Kıvanç takma adıyla Burak Akbay hakkında hiçbir belgeye dayanmadan yazdığı hayali  yazıya dayanıyor.

Bu uydurma yazıyı kaynak gösteren birkaç şerefsiz yazar müsveddesi de iftira korosuna katılınca iktidar bunu fırsat bilip hukuksuz ve adaletsiz dava sürecini
başlattı.

Mahkemede tanık olarak dinlenen Fehmi Koru yazdıklarının gerçek olmadığını itiraf etti. Delilsiz ve tanıksız kalan davanın düşmesi gerekirken savcının
bu temelsiz iddiayı sürdürmesi işin siyasi boyutu hakkında bir fikir veriyor.
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin önceki gün Antalya kampında Fehmi Koru hakkında söylediği şu sözler kulaklara küpe olacak niteliktedir:

“FETO'nun Fehmi'si, Pensilvanya'nın Koru'su alenen husumet aşılamaya çalışmaktadır. Pensilvanya'nın eski gazeteci kadrosundan olan bu melun şahıs, MHP'nin Ak Parti'nin altını oyduğunu iddia etmiştir. Bulanık dönemlerin kalemşoru olan bu çürük yumurta hâlâ hangi yüzle yazıp çiziyor? Fehmi Koru'nun elini kolunu sallayarak gezmesi hayret verici bir garabettir!”

Bahçeli (özetle) böyle diyor. Gerçekten ortada bir garabet var. FETÖ çamurunun kaynağı olan Fehmi Koru değil, onun iftirasının mağduru olan Burak Akbay
ve SÖZCÜ yazarları yargılanıyor! Yazık değil mi bu ülkenin adaletine?

Demokrasiye, halkın iradesine saygı duyulmayan karanlık bir dönem yaşıyoruz.

Alnının akıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımazbatasını alan Ekrem İmamoğlu'nun unvanı elinden alınmak isteniyor.

AKP'liler, Yüksek Seçim Kurulu'na itiraz üstüne itiraz yapıyor, baskı oluşturmak istiyorlar!

Amaçları İstanbul'da sandıktan çıkan sonuçları iptal ettirmek ve seçimin yeniden yapılmasını sağlamak!

Hani yenilen pehlivan güreşe doymazmış ya… 

Onun gibi!???

Önce AKP, peşinden de MHP, Yüksek Seçim Kurulu'na başvurdu. Hayali iddia ve ifadelerle dolu garip itirazlar…

AKP hızını alamamış olacak ki daha sonra yeni bir itiraz yapıp İstanbul seçimlerinin iptalini bir defa daha istedi.

Etki altına alınmak ya da korkutulmak istenen YSK, başkan dahil 11 yüksek hâkimden oluşuyor. Kurul önceki dönemlerde iktidar partisine destek olmakla suçlanmıştı…

Bu defa hukukun üstünlüğüne göre karar verileceğini umuyor, ülkenin selameti, toplumun huzuru için bunu bekliyoruz.

AKP adına konuşanları dinledikçe hakka, hukuka, adalete saygısızlığın tavan yaptığını görüyoruz. Daha önceki seçimlerde:

“Dünyanın en güvenilir seçim sistemi Türkiye'dedir”

“Seçimi kazanmak için bir oy bile yeterlidir” derlerken şimdi tam tersini söylüyor, “İstanbul seçimlerinde hile var”, “13 bin küsur oyla seçim kazanılmaz”
diye akla ziyan lâflar ediyorlar!

Allah bu kafalara akıl-fikir ihsan etsin, millete de “Hazreti Eyüp sabrı” versin!

“AKP'ye neden oy vermedim?”

Tevfik Diker, “Yolsuzlukla Mücadele Derneği Genel Başkanlığı” yapan 19 ve 20'nci dönem milletvekilidir. “AKP'ye neden oy vermedim?” diyerek bana şu mektubu yolladı:

“Ankara'da Mansur Yavaş'a oy vereceğimi bir ay önceden açıklamıştım. Siz de sütununuzda bunu tüm Türkiye'ye duyurmuştunuz.

Peki, AKP'ye neden oy vermedim?

– Atatürk'e ve T.C.'ye sahip çıkmadıkları…
– Partili Başkanlık Sistemi'ni getirdikleri…
– Yolsuzlukla Mücadele Kurulu'nu kaldırdıkları…
– Vatandaşlar arasında ayrımcılık yaptıkları…
– FETÖ'nün siyasi ayağını açıklamadıkları…
– Ege'deki 18 Türk adasına sahip çıkmadıkları…
– Bülent Arınç'ın oğlunu milletvekili, Ekrem Pakdemirli'nin oğlunu Bakan yaptıkları…
– Zamlara ‘dur' diyemedikleri…
– İşsizliği arttırdıkları…
– Kışlaya, camiye, okula, yargıya siyaset soktukları için AKP'ye oy vermedim” 

TEBESSÜM

Akıl Hastası ve Gazeteci!

2006 yılında kaybettiğimiz Celalettin Çetin, mesleğimizin gözü pek, yaman gazetecilerinden biriydi.

İstanbul Gazeteciler Derneği Başkan Yardımcısı Cemil Özyıldırım'ın “ Bizim Yokuşun Kalem Ustaları – YAZIYOOR ” adlı Babıâli'yi anlatan kitabında Celalettin
Çetin'in yaşadığı bir olay şöyle naklediliyor:

İzin alıp röportaj yapmak için Bakırköy Akıl Hastanesi'ne giden Celalettin Çetin bir hastaya:

“Merhaba kardeş… Ben gazeteciyim. Adım da Celalettin…”der.
Akıl hastası esprili biridir. Şöyle cevap verir:
“Ayıp ettin ağabeyim, hoş geldin evine, evimize…”
“Şimdi bırak dalga geçmeyi de sana bir sorum olacak…”
“Sor bakalım neyi soracakmışsın?”
“Siz bu hastanede kaç kişisiniz?”
Akıl hastası güler:
“Sen bırak hastaneyi be abim. Siz dışarıda kaç kişisiniz, onu söyle!”

GÜNÜN SÖZÜ

Ülkede güneşi kaçırdım diye gözyaşı dökersen yıldızları da göremezsin!

***

Sustur, Korkut, İçeri at, ama faydası yok.

Sustur, Korkut, İçeri at, ama faydası yok. 


Orhan Bursalı. 
CUMHURİYET
22 NİSAN 2019


Önce Cumhuriyet, sonra Sözcü.. Haber verdikleri, yazdıkları, çizdikleri, yönettikleri için, gazeteciler, göstermelik bir hukuk düzeninde özgürlüklerini
kaybetmekle karşı karşıya.. Normal hukuka, yasalara, vicdana bağlı olmaları halinde ne iddianame hazırlanabilecek ne de dava açılabilecekken, tamamen anayasal ve yasal güvence altında sürdürülen bir faaliyet ve insanlar mahkûm ediliyor. 
Hiçbir mahkemenin normal koşullarda böyle bir durumu kabul edebileceğini düşünemiyorum, ama tepelerinde iktidarın siyasi iradesi ve isteği olunca, vicdanlar, yasalar, anayasalar susuyor, üzerleri kara bir örtü ile kapatılıyor. 
Cumhuriyet’e ilişkin yargılamalarda üç yönetici ve yazar dışında, dava açılan herkes, Cumhuriyet büfesini işleten Şenol Buran bile tutuklanıp yatırıldı.
İktidarın siyasi intikam davası ceza yağdırdı.

Adalet Bakanı nerede?

Beş yıldan fazla ceza alanlar davayı Yargıtay’a götürüyor, tutuklanmaları gerekmiyor; fakat aynı davada 5 yıla kadar ceza alanlar ise bir hafta içinde,
yatmadıkları süreyi çekmek için hapse atılacaklar. Bu komik hukuki skandal çok tartışıldı, Adalet Bakanı bile “Meclis’e sevk edilecek bir yasa ile bu durum
düzeltilir” dediği halde kılını kıpırdatmadı. Anlaşılan bağlı olduğu büyük otorite “bırakın yatsınlar” dedi. 

Buna göre 8 kişi, Musa Kart, Kadri Gürsel, Güray Öz, Hakan Kara, Önder Çelik, Bülent Utku ve Mustafa Kemal Güngör yeniden hapse girecek. 
Adalet mekanizması siyasi intikam arzularına alet ediliyor.

Bu maddeden iktidar yargılanır.,

Muhalefetin diğer sesi Sözcü’ye açılan davada savcı 15 yıla kadar hapis cezası istiyor. Ellerinde ne yana çeksen hukuksuzluk akan, bu tür suçlama ile Erdoğan dahil tüm AKP eski ve yeni yönetiminin daha ağır cezayla yargılanmasına olanak verecek bir iddia var: “FETÖ silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya üye
olmamakla beraber bilerek ve isteyerek örgüte yardım ve yataklık etmek...”
Bu iddia Cumhuriyet ve Sözcü yazarları için ne kadar yanlış ve haksızsa, pek çok iktidar mensubu için o derece haklı.. Aklıma, ilerisi için birtakım farklı
niyetler gelmiyor değil.. 

Hayatının odak noktasına FETÖ ile mücadeleyi oturtmuş Nedim Şener bile, Sözcü’ye yöneltilen suçlamaların FETÖ ile ne ilgisi var, FETÖ’cüler seviniyor,
diye yazdı. Ama dosyadaki sözde bilirkişilerin raporu ise “manşetlerde paralellikler var” biçiminde hukukla ilgisi olmayan ucubelikler ileri sürüyor. 
5 Sözcü yazarı, yayın yönetmeni ve idari personeli yargılanıyor. Emin Çölaşan, Necati Doğru, Mustafa Çetin, Yücel Arı ve Genel Yayın Müdürü Metin Yılmaz.
Yılmaz’a “Bu yazıları engelleyebilirdin, engellemedin, bu nedenle suçlusun” deniyor. 

Gülmeyin! 

Yurt dışında olan Sözcü’nün sahibi, kaybettiğimiz, uzun süre birlikte çalıştığımız meslektaşım Ertuğrul Akbay’ın oğlu Burak Akbay için ise yakalanması talebiyle
kırmızı bülten çıkartılıyor. 

FETÖ’cülerin cirit attığı yandaş basın ise mutlu mesut.

Özgürlüksüz lükte 1 Numara

Sonuç: Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün son raporunda Türkiye, basın özgürlüğünde 157. sırada. Yani özgürlüksüzlükte birinci olmaya az kaldı!
Freedom House’ın raporu: Türkiye özgürlüklerin en çok azaldığı ülke ve “özgür olmayan ülke” konumunda. 

The Economist’in dünya özgürlükler sıralamasında da 110. sıradayız. 
Hukukun böylesine keyfi biçimde geçerli olduğu Türkiye’de bir de yatırım ve para çekmek için seferler yapmıyorlar mı! Ve yatırımcıya “hukuk reformu da
gelecek” uydurukluğunu söylemiyorlar mı!


***

Olan hep Garibana oluyor, Sadaka değil Adalet istiyoruz.

Olan hep Garibana oluyor, “Sadaka değil Adalet istiyoruz”. 


ERK ACARER. 
BİRGÜN
22 NİSAN 2019


Olan hep garibana oluyor: “Sadaka değil adalet istiyoruz”

Yaya yolundaki simitçiye arkadan çarpan şahsın yakınları olay yerinde polisi etkileyip, delilleri kararttı. 65 yaşındaki simitçi yüzde 30 kusurlu sayıldı.
Mahkeme kamera kayıtlarına gerek görmedi, bilirkişi özenli tarama yapmadı. ‘Dikkatsizlik’ olarak kayıtlara geçen kaza sonrası simitçi yakınlarına 5 bin
TL kan parası verilmek istendi. Ölüme sebep olan şahıs 2 ayda cezaevinden çıktı. 

YAYA YOLUNDA ARKADAN ÇARPTI

Eskişehir’de yaşanan cinayet gibi kaza, Türkiye’de insan canının ne kadar ucuz olduğunu bir kez daha kanıtladı. 01.02.2019 tarihinde, Eskişehir Hatboyu
2 Caddesi istikametinde 3 tekerlekli simit arabasıyla, yaya yolunda yürüyen Ali Kaklıkkaya adlı simitçi, 26 NP 616 plakalı aracın arkadan çarpması sonucu
yaşamını yitirdi.

Kazada 6-7 metre sürüklenen 65 yaşındaki simitçinin kafatası, kaburgası kol ve bacaklarında kırıklar oluştuğu otopsi raporu ile kanıtlandı. 3 tekerlekli
simit arabası da paramparça oldu. Özel aracı kullanan S.T. adlı şahıs, ‘Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet verme’ suçlarıyla tutuklansa
da 2 ay cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

DELİLLER TOPLANMADI

Kaklık kaya’nın yakınları, sanığın serbest bırakılmasına tepki gösterdi. 65 yaşındaki simitçinin oğlu Emre Kaklıkkaya, cezalandırmanın eksik yapıldığını
ifade etti. Babasının bakmakla yükümlü olduğu ailesi olduğunu belirten Emre Kaklıkkaya, kazaya sebebiyet veren kişinin aileye tazminat ödemek zorunda olduğunu da belirtti.

Simitçinin oğlu kazanın hemen ardından yaşananları da aktardı: “Olay yerine geldiğimizde, babama arkadan çarpan şahsın yakınları ve avukatıyla karşılaştık.
Tutanak yazan polislerin etrafını sardılar, onları etki altında bırakmak istediklerini anladık. Tüm çabamıza rağmen, delillerin yeterince toplanabilmesini
sağlayamadık.”

ÇELİŞKİLER

Tutanakta, arkadan çarpan aracın kaç kilometre ile seyrettiğine ilişkin bilgi yer almadı. Sürücü S.T. Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı’nda verdiği ilk
ifadede, hızının 50-60 kilometre civarında olduğunu beyan etti. Kendisi yüzde 70 oranında kusurlu görüldü. Ne var ki ölen simitçiye de ‘Yüzde 30 kusur’
yazıldı.

Simit arabasının paramparça olması ve onu yürüten Ali Kaklıkkaya’nın da çarpma notasından 6-7 metre sürüklenmesi, vücudunun çeşitli yerlerinde çok ağır travmalar bulunması aracın hızının ifade edildiği gibi 50-60 kilometre değil en az 80 kilometre civarında olduğunu gösteriyor. Yaya yolunda seyreden Kaklıkaya’nın 3 tekerlekli aracında reflektör olmadığı tutanakta yazılı.

Bu nedenle kendisine yüzde 30 kusur yazılıyor. Oysa bu mümkün değil. Çünkü Eskişehir’deki bu tip simit arabalarının hepsinde reflektör bulundurulması zorunlu.

Simitçinin ailesi, araç kullanan şahsın yakınlarının hemen kaza yerine gelerek, zabıt tutan polisleri etki altına aldıklarını iddia ediyor ve delillerin
karartılmış olabileceğini söylüyor.

Parçalanmış bir aracın arakasına takılı reflektörün de parçalara ayrılabilmesi mümkün. Aile bilirkişinin ise deliller konusunda yeterince özenli olmadığı
konusuna dikkat çekiyor. Ali Kaklıkkaya’nın arabası ‘binilerek değil’, ‘itilerek’ götürülebiliyor. Bu nedenle kendisine araç sürücüsü gibi tutanak düzenlenmesi
uygun değil. Yolda bir yaya olarak seyir halinde.

Simitçinin oğlu Emre Kaklıkkaya, yol üzerindeki kameralara ilişkin kayıtların da savcılık tarafından istenmediğini aktarıyor. Kaklıkkaya, “Bize hemen orada
5 bin TL kan parası teklif ettiler, babamın arabasını da yaptıracaklarını söylediler. Olan hep garibana oluyor. Biz sadaka değil adalet istiyoruz” diyor.

***

Silkele İmamoğlu “ Antrikot Belediyeciliği ” duvara dayandı!.

Silkele İmamoğlu “ Antrikot Belediyeciliği ” duvara dayandı!. 


Necati Doğru. 
Sözcü Gazetesi
22 NİSAN 2019


Ankara'nın Çubuk İlçesi'nde cenaze töreninde muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na, şehit yakınlarıyla ilgisi bulunmayan, dışardan gelmiş organize
bir grubun saldırısı olmasaydı, ben bu yazıyı yazmayacaktım. İstanbul'da Maltepe'de meydanlara dolan binlerce insanı kışkırtıcı ve ülkeyi birbirine düşürmeyi amaçlayan Ankara'daki saldırı olmasaydı; Silkele İmamoğlu “Antrikot Belediyeciliği” duvara dayandı!” diye yazmaya ihtiyaç duymazdım. 25 yıl sonra seçimle gelen yeni başkan Ekrem İmamoğlu, ilk gün Saraçhane'deki İBB binasını ziyaret etti.

Çalışanlarla tanıştı.

Bu arada yemekhaneye de gitti, el sıkıştıktan sonra belli ki, laf olsun diye “bugün yemekte ne var?”diye sordu.

Çalışana musakka.

Başkana antrikot.???  

“Belediye çalışanına musakka fakat başkana antrikot belediyecilik modeli” yaratıldığını ve 25 yıldır sürdüğünü bu sayede öğrendik.

Nurettin Sözen:
(1989- 1994)
5 yıl görev yaptı.
Tayyip Erdoğan:
(1994- 1998)
4 yıl görev yaptı.
Ali Müfit Gürtuna:
(1999-2004)
6 yıl görev yaptı.
Kadir Topbaş:
(2004-2017)
13 yıl görev yaptı.
Mevlut Uysal:
(2017-2019)
2 yıl görev yaptı.

Acaba CHP'li Nurettin Sözen, görevi Refah Partili Tayyip Erdoğan'a verirken bu “çalışana musakka- başkana antrikot belediyeciliği” var mıydı? Sonradan
geldiyse hangi başkan döneminde geldi????

İstanbul Halkı bilmeli.

25 yılda belediye başkanları toplam kaç ton antrikot yediler?

İthalse kaç bin Dolar?

Yerliyse kaç bin TL?

Diyeceksiniz ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin, şirketleriyle beraber 2018 konsolide bütçesi 42.6 milyar TL. 18 bakanlığın bütçesinden daha fazla olan
dev harcamanın içinde antrikot parasının ne önemi olur?

Evet, önemi olmaz.

Ama gösterge olur.

Raylı sistem ihalelerinde, metro hattı ihalelerinde, kavşak, tünel, karayolu, kaldırım, meydan düzenlemesi, park, bahçe yapımı, atık su tesisi, biyolojik
arıtma, kentsel dönüşüm, hastane, sosyal hizmet, spor, kültür, sanat harcaması yaparken, yandaş medyayı beslerken, iktidar büyüğü yakınlarının vakıflarına
belediye mülklerinden arsa-bina bağışlarken “musakkaya kim razı oldu- antrikotu kimler yedi bu önemli.

Bunu bilelim.???

Öğrenmek haktır.

Bilgi güçtür.

Bilgi, kışkırtmanın, iç savaş çıkarma kirli niyetlerinin kovucusudur. Silkele İmamoğlu! Antrikot belediyeciliği duvara dayandı.KALEMİN GÖR DEDİĞİ

Farkı fark edelim!

Maltepe'de dün binlerce insan toplandı. Sayı önemli değil. Bir kişi de gelseydi, diyeceğim değişmeyecekti: Farkı fark edelim. Fark, yeni başkan Ekrem İmamoğlu'nun mitinge gelecek olanlara “belediye otobüslerini, metrobüslerini, metroları bedava yapmayacağını” söylemesiydi. Herkes kendi imkanlarıyla geldi. Bu tavrıyla Ekrem İmamoğlu ilan etmiş oldu ki: Belediye parası üzerinden avanta elde edenlerden, şehir rantı yiyenlerden, imara aykırı bina dikenlerden ve sonra İmar Affı bekleyenlerden, belediye ihalelerinden şeffaf olmayan yollarla büyük paylar kapmak için partiye, başkana sırnaşanlardan, trafik kurallarını bozarak başkalarının zamanını çalanlardan, şehri kirleterek gelecek kuşakların hakkını gasp edenlerden, vergi kaçıranlardan, kentli ve kentliliği bencilce istismar edenlerden, ettirenlerden destek istemiyorum.

Onlar bizden değildir. İmamoğlu sözünde durursa; “ben sana avanta vereyim, usulsüzlüğünü görmeyeyim, sen bana oy ver siyaseti” bitti. Yeni nesil siyaset,
yeni nesil belediyecilik diyor. 

Farkı fark edelim.


***

Nakşibendi tarikatının bankasına dolandırıcılık suçlaması.

Nakşibendi tarikatının bankasına dolandırıcılık suçlaması. 


BARIŞ TERKOĞLU. 
ODATV
Makale.
22 NİSAN 2019

Nakşibendi tarikatının bankasına dolandırıcılık suçlaması.
Türkiye devlet içinde örgütlenen cemaat ve tarikatları konuşurken Nakşibendi tarikatı bu kez bir dolandırıcılık davasıyla gündemde. Kuzey Kıbrıs’tan Brezilya’ya
uzanan hikayenin merkezinde ise Türkiye var...

Türkiye devlet içinde örgütlenen cemaat ve tarikatları konuşurken Nakşibendi tarikatı bu kez bir dolandırıcılık davasıyla gündemde. Kuzey Kıbrıs’tan Brezilya’ya
uzanan hikayenin merkezinde ise Türkiye var.

Brezilya’da ilaç ve kimya alanında faaliyet gösteren Cristalia şirketinin iştiraki olan Hollanda merkezli Edgeworth Investment Grup, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde faaliyet yürüten Mondial Bank’taki hesabına 26 Nisan ve 9 Mayıs 2017 tarihlerinde iki seferde toplam 40 milyon dolar para transfer etti.
Offshore sistemiyle faaliyet yürüten bankanın özelliği Nakşibendilere ait olması ve Şeyh Nazım Kıbrısi’nin oğlu Behaeddin Adil tarafından yönetilmesiydi.
Malezya bağlantılarıyla dikkat çeken Faisal İslam Bank’ın Lefkoşa’daki binasının 3. Katında faaliyet yürüten banka, binasına Şeyh Nazım Kıbrısi’nin fotoğrafını
asacak kadar Nakşibendiliğini öne çıkarıyordu.

Kriz, Brezilya merkezli şirketin parasını başka bir hesaba aktarma girişimiyle başladı. Mondial Bank çeşitli gerekçelerle süreci uzattı. Bu süreçte Edgeworth’a
5 milyon dolar da kredi kullandıran banka kalan 35 milyon doları aktarmamakta direndi. Mondial Bank ile Edgeworth arasında 35 milyon dolarlık kriz çözülmeyince olay yargıya taşındı.

DOLANDIRICILIK SUÇLAMASI

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Savcılığı’na 3 Mayıs’ta başvuran Edgeworth, Mondial Bank Yönetimindeki Bensen Safa, Behaeddin Adil ve Mehmet Ali Arıkbuka’dan şikayetçi oldu. Uluslararası şirket, söz konusu isimler için “nitelikli dolandırıcılık ve görevi kötüye kullanma” suçlamasında bulundu.

Soruşturmada Vakıfbank da mercek altına alındı. Zira Nakşibendilerin sahibi olduğu Mondial Bank, KKTC’nin uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmaması
nedeniyle Vakıfbank üzerinden faaliyet yürütüyordu. Vakıfbank’ta bir hesap açan Mondial Bank, parayı önce Vakıfbank’a ardından kendi hesaplarına aktarıyordu.
Hesap hareketlerinden bankanın bu yolla yüz milyonlarca dolar aktarım yaptığı anlaşıldı.

Anadolu Cumhuriyet Savcılığı, suçun KKTC’de işlenmiş olması nedeniyle takipsizlik vererek Kuzey Kıbrıs’ı işaret etti. Süreç, Kıbrıs’ta Lefkoşa Kaza Mahkemesinde açılan dava ile devam etti. Kıbrıs’taki davada Mondial’in Bank’ın uluslararası ilişkilerini gerçekleştiren Joao Cunha da suçlananlar arasında yer aldı.

DİPLOMATİK KRİZ ÇIKTI

Brezilya’da Cristalia şirketinin devletle iyi ilişkileri olayın diplomatik boyuta taşmasına neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a geçen yıl Şubat ayında
yapmayı planladığı Brezilya ziyareti için olayı anlatan bir dosya hazırlandı. Ancak Erdoğan’ın ziyareti iptal olunca bu gerçekleşmedi. Ardından Brezilya
Devleti’nin talebiyle Brezilya’nın Ankara Büyükelçiliği, Türk Dışişleri ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası nezdinde girişimlerde bulundu. Brezilya Büyükelçisi
hem Dışişleri Bakanlığı’na hem de Merkez Bankası’na giderek Mondial Bank’taki krizin çözülmesi için destek istedi. Kriz Türkiye’de çözülemezken KKTC’deki
dava halen sürüyor. Dava sürecinde Mondial Bank’ın Malezya ve Cebelitarık’a para transferleri nedeniyle “kara para aklama” suçlaması da yapıldı.

ŞEYH NAZIM KİMDİR

2014 yılında hayatını kaybeden Şeyh Nazım Kıbrisi, Nakşibendi Tarikatı’nın önde gelen isimleri arasındaydı. Yakın zamanda Malezya Büyükelçisi olarak atanan
Merve Kavakçı’nın bir otel odasında dizinin dibinde oturduğu şeyh, Nazım Kıbrısi idi. Şeyh Nazım, Türk İstihbarat belgelerinde “İngiliz ajanı” olduğu iddiasıyla
yer alırken, Kıbrısi’nin AKP ile gelgitli ilişkisi de dikkat çekiyordu. Şeyh Nazım’ın ardından tarikata ve malvarlığına oğlu Behaeddin Adil’in hakim olması
da tartışma yaratan bir başka gelişmeydi.

Barış Terkoğlu

***

Tüm Ayrıntılarıyla Kılıçdaroğlu’na linç girişimi.

Tüm Ayrıntılarıyla Kılıçdaroğlu’na linç girişimi. 


Nagehan Alçı. 
HABERTÜRK
22 NİSAN 2019

Tüm ayrıntılarıyla Kılıçdaroğlu’na linç girişimi.

Ben Menderes-Özal-Erdoğan geleneğinin Türkiye için en makul politik yol olduğunu düşünen bir köşe yazarıyım.

1930’da yaşasaydım Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı hatta 1924’te olsam da Terakkiperver Fırka’yı desteklerdim.

Fakat CHP geleneğine ve geçmişine karşı duygularımız ne olursa olsun dünkü linç girişimi karşısında her demokrat şunu haykıra bilmeli:

Bugün hepimiz Kemal Kılıçdaroğlu’yuz…

Bugün hepimiz CHP Genel Başkanı’nın yanındayız…

Adını adilce koyalım lütfen. Dün yaşanan, saldırı değil, resmen Kemal Bey’e karşı linç girişimiydi.

Birazdan detaylı anlatacağım gibi dün Türkiye bir felaketin kıyısından döndü.

Kafamdan uydurarak değil, elimdeki bulgulara göre söylüyorum. Böyle bir organize linç girişiminin kendiliğinden olmayacağı, devletin içindeki bir odak
tarafından kıvılcımlanma dan hayata geçmeyeceği kanaatindeyim.

Zaten böyle bir provokasyon atmosferinin gelmekte olduğunu görerek son dönemde özellikle uhulet ve suhulet telkin eden uyarı yazıları kaleme aldım.

Sağduyu ve itidal ile uhulet ve suhulet tavrı ülkede bir türlü bitmeyen derin yapılanmaların tezgahını bozacak en güçlü silah çünkü.

Türkiye’de müşterek huzur zemini ile sosyal barışı önemseyen herkesin şimdi yazdıklarımı daha iyi kavradığına ve naçizane uyarılarımı neden yaptığımı daha
iyi anladığına inanıyorum.

Adım adım, kare kare Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıyı izledim. Belki 100 kez izledim.

Hem devletin hem CHP’nin içinden çok önemli ve kritik konumda kaynaklarla konuştum.

CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’na yönelik dünkü linç girişimi ile ilgili bütün tarafların perspektifini dinleyerek bir röntgen çıkardım.

Edindiğim kritik bilgiler ışığında dün yaşananların detaylarını size aktaracağım…

SORU İŞARETİ YARATAN DEĞİŞİKLİK

Cenazenin ilk başta Çubuk ilçesinde yapılması planlanıyor. İlçede polis geniş güvenlik önlemleri almış.

Fakat sonra cenaze doğrudan köye alınıyor. Köyün camisinin avlusu ve dışındaki meydan geniş deniyor gerekçe olarak. Birinci tuhaflık bu noktada.

Köy doğal olarak polisin bölgesi değil jandarma bölgesi. Jandarma da ekstra bir güvenlik önlemi almıyor. Sadece rutin bir güvenlik tedbiri alıyor.

Jandarma yetkililerinin aktardığına göre Kemal Bey’in bu cenazeye geleceğini onlar da bilmiyorlar. Neredeyse son dakikada öğreniyorlar.

ŞEHİDİN DAYISI DA ÇUKURCA’DA ŞEHİT DÜŞMÜŞ

Toprağa verdiğimiz şehidimizin dayısı da aynı şekilde Çukurca’da 1993’te şehit olmuş. Dün defin o dayının yanına yapılmış.

Çubuk ilçesine bağlı Akkuzu bugüne kadar 70’in üzerinde şehit verdiği için bu konuda çok hassas bir psikolojiye sahip. Yapı olarak da nerdeyse tüm mensupları koyu milliyetçi-muhafazakar olan bir köy.

Olaya da tanıklık eden devlet yetkililerinin perspektifine göre Kemal Bey oraya vardığında şehit ailesi ve yakınları tepki göstermeye başlamışlar. Bir
süre sonra sözlü tacizler ortaya çıkmış. Sonra da malum saldırı süreci başlamış.

KILIÇDAROĞLU’NUN GELECEĞİ 3 GÜN ÖNCE AİLEYE İLETİLMİŞ MİYDİ?

Fakat CHP’nin içinden de şu bilgiyi aldım: Kemal Bey şehit cenazesine katılma isteğini üç gün önceden bizzat şehit ailesine iletiyor. İzinlerini istiyor.
Aile de sıcak karşılıyor ve ister cenazeye ister taziye evine gelebileceklerini söylüyor.

Yani Kılıçdaroğlu’nun köydeki şehit cenazesine gelişi plansız ve palas pandıras değil. Şehit ailesi biliyor. Hatta dün CHP Genel Merkezi’nde Kemal Bey’e
niye tedbirsiz bu cenazeye gittiğine yönelik eleştiriler yapılınca bizzat bu görüşme trafiğini partili arkadaşlarına anlatıyor Kılıçdaroğlu.

Yani bir tarafta şehit ailesinin ve yakınlarının Kemal Bey’in geleceğini bildiği ifade ediliyor. Öbür tarafta ise güvenlik yetkililerine göre CHP Genel Başkanı gelir gelmez şehit ailesi ve yakınları tepki gösteriyor. Enteresan bir durum.

Cenazeye katılan emniyet yetkilileri Kılıçdaroğlu’nun cenazeye geleceğini ilçeye girişte öğreniyor. Fakat muhakkak devlet içinden birilerinin Kemal Bey’in
şehidimizin cenazesine geleceğini önceden öğrendiği ve bu “bilinç” ile hareket ettiği kanaatindeyim.

O İLÇEDEN 70 ŞEHİT ÇIKMIŞ

Şehit cenazesine katılımın çok yüksek olmasında temel sebep söylediğim gibi Çubuk ilçesinden bugüne kadar 70’in üzerinde şehit çıkmış olması. Tam da bu
sebeple patlamaya hazır bomba gibi bir kitle var orada.

Civar köylerden şehit için gelenler de olmuş. Zaten oradaki köylülerin tümü birbirini tanıyorlar ama söylendiği gibi sırf olay yaratması için özellikle
oraya taşınmış yapay bir grup yok. Otantik bir kitle söz konusu.

Kemal Bey geldiği andan itibaren kıvılcımı birileri çakıyor ve yuhalamalar başlıyor.

Öbek öbek oluşuyor bu durum. Hatta cenaze sırasında polis yetkilileri bu yuhalamaları bastırsın da iş büyümesin diye cami hoparlörlerini de sonuna kadar
açıyorlar.

LİNÇ GİRİŞİMİNİN FİTİLİ NASIL ATEŞLENİYOR?

Fakat tepkiler söndüğü an birkaç kişinin bağırmasıyla birlikte alev yeniden yanıyor ve bir anda yeniden yuhalamalar başlıyor. Bir linç girişiminin fitili
ateşleniyor.

İşte tam o kritik dönüm anında ne oldu ve o noktada tıpkı Madımak olaylarında olduğu gibi halkı kışkırtan ajan provokatör takımı devreye girdi mi, girdiyse
ne zaman girdi?

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman ve ekibi şu an bunu araştırıyor.

Aslında şu ana kadar devlet ve yargı cephesinden görülen şey çok da büyük bir organizasyona gerek kalmadan birkaç ajan provokatörün bu ortamı oluşturabileceği gözlemi.

Fakat bir şekilde bir dümen döndüğü de gözüküyor. Eğer o evde Kılıçdaroğlu’na siper olunmasaydı çok daha kötü olayların yaşanabileceği söyleniyor.

Madımak katliamında da oteli yakan ve yanmasını alkışlayan herkes derin devletin elemanı değildi. Fakat o ortamı hazırlayan ve askerin saldırganlara müdahalesini engelleyerek Alevi yurttaşların yanarak ölmesini sağlayan karanlık bir el vardı.

CEP TELEFONLARI ÇEKMİYOR

Kemal Bey’i cenaze alanından kendi korumaları ile beraber Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz ve Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya çıkarıyor. Bir eve yerleşiyorlar ve orada 1.5 saat kalıyorlar.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu o sıra İstanbul’da ve cep telefonlarıyla harıl harıl Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz ve Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya’ya ulaşmaya çalışıyor.

Köy ortamında cep telefonları çekmediği için kimse kimseye ulaşamıyor. Sadece polis telsiziyle birimler arası bağlantı sağlanabiliyor. Tam bir iletişim
krizi yaşanıyor.

Sonunda Süleyman Soylu Ankara’daki ilgili Daire Başkanı’nı arıyor ve acilen Çubuk’a göndererek o polis şefi aracılığıyla mesajlarını iletiyor.

O esnada bir şekilde nasıl oluyorsa Kılıçdaroğlu’nun olduğu evin etrafı da kitle tarafından sarılıyor. Kitle büyüdükçe iş tehlikeli bir hal almaya başlıyor.

Önce Çubuk belediye başkanı sonra Çubuk Kaymakamı konuşuyor ama hiç netice etmiyor. Kitle asla durulmuyor ve tam aksine alev harlanıyor.

En sonunda içerde Kılıçdaroğlu’nun yanında oturan Emniyet Genel Müdürü Celal Uzunkaya dışarı çıkıyor ve etkili bir konuşma yapıyor.

Kemal Bey’e ancak kendilerinin cesedini çiğneyerek bir şey yapabileceklerini söylüyor. Gerekirse kitleye müdahale etmek zorunda kalacaklarını ifade ediyor.
Öyle olunca bir durulma gözüküyor.

CHP: TAŞ VE SOPA DAĞITANLAR VARDI

CHP’nin içinden aldığım bir diğer bilgi ise çok kafa karıştırıcı. Bana bu bilgiyi veren çok önemli bir CHP’li kaynak. Dedi ki…

“Toplantıda bir genel başkan yardımcımız da dile getirdi. Elimizde görüntüler var. İki kişi orada taş ve sopa dağıtıyordu.”

Emniyet cephesiyle bu bilgiyi paylaştığımda ise kendilerinin elinde böyle bir bilgi ve görüntü olmadığını CHP yetkililerinin kendileriyle paylaşması halinde
hemen gözaltı işlemleri yapacaklarını ifade ettiler.

O KORKUNÇ SESİN SAHİBİNİ DE ARIYORLAR

Ankara polisi şu ana kadar basına yansıdığı gibi 6-7 kişi değil, toplam 12-13 kişinin eşkalini belirlenmiş. Bu şüphelilerin hepsi ya o köy ya da civar
köylerden.

Kılıçdaroğlu’nun sığındığı evin önünde “Yakın bu evi yakın” diye bağıran ve akla Madımak’ı getiren korkunç kadın sesinin durumunu da özellikle soruşturdum.

Görüntü yok ama ses var. Ekipler sese göre eşkali belirlemeye çalışıyorlar ve muhakkak evin yakılması için ortamı tahrik eden o kişiyi de gözaltına alacaklarını
ifade ediyorlar.

DEDELER VE ÇOCUKLAR BİLE…

Ama maalesef iş “Evi yakın” diyen o kişiyle sınırlı değil. Aldığım bilgi orada dedelerin ve hatta çocukların bile en az o ses kadar saldırgan ve öfkeli
olduğunu gösteriyor. Yetkililerin anlattığı bu manzara beni çok kaygılandırdı.

Karanlık bir elin sistemli ve ustaca provokasyonuyla bir anda Anadolu irfanını temsil ettiğini düşündüğümüz 80 yaşındaki bir dedenin ya da ninenin içinden
canavar çıkması toplumsal sıhhatimiz bakımından feci ürkütücü bir olay.

Devlet içine yerleşmiş derin yapılar tarafından provoke edilmeye müsait sıradan faşizm olgusu üzerine düşünmeli ve kafa yormalıyız. Televizyonlarda bunu
da tartışmalıyız.

Bu durum hem AK Parti hem CHP için tehdit. Hem Sünni dindarlar, hem Aleviler ve laikler için büyük tehdit. Türkiye’nin en büyük iki siyasi partisi bu noktada
ayrı gayrı düşünmemeli.

JANDARMA BÖLGESİ MESELESİ

Bir de işin jandarma bölgesi boyutu var. Olay kırsalda yaşandığı için gördüğüm kadarıyla hazırlıksız yakalanılmış.

Yeterli güvenlik önlemi alınmadığı açık. Bir zafiyet var. Bunu jandarma yetkilileri de kabul ediyor ama kötü niyet yok diyerek her şeyin aniden geliştiğini
ifade ediyorlar.

CHP kanadı ise jandarma görevlilerinin kendilerini korumak için gayret göstermediğinin altını ısrarla çiziyor. Jandarma güçlerine yönelik CHP’nin çok ciddi tepkisi var.

Kılıçdaroğlu yaşadığı olaya rağmen her zaman olduğu gibi inanılmaz sakinmiş hatta sığındıkları evde kendi durumunu bırakıp Celal Uzunkaya’ya FETÖ soruşturmalarının akıbetini sormuş.

Fakat Kemal Bey’in yanındaki diğer CHP yetkililer bu olaydan çok etkilenmişler. Ölümle burun buruna geldiklerini düşünüyorlar. Olayı anlatırken sesleri
titriyor.

Kemal Bey’in etrafında sivil polisler mevcut ancak emniyetin içinden konuştuğum kaynaklar “Görevliler üniformalı olsa daha caydırıcı olurdu” yorumunu yaptılar.

EKREM İMAMOĞLU’NA UYARIMIN SEBEBİ BUYDU

Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik bu korkunç saldırı maalesef dünkü yazımın ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyor. Bu ülkede çok korkutucu bir ayrışmışlık var.
Toplum patlamaya hazır bir bomba gibi.

O nedenle kitlesel eylemlerden kaçınmak gerek. Ekrem İmamoğlu’na naçizane uyarımın sebebi buydu.

Zira bu bombaya kibrit atmak isteyen unsurlar yani rahmetli CHP Genel Başkanı ve Başbakan Ecevit’in tabirle kontrgerilla güçleri geçmişte olduğu gibi kafa
çıkarmaya çalışabilir. Çok dikkatli olmalıyız.

***

Borçlu ve Sorunlu!.

Borçlu ve Sorunlu!.


Murat Muratoğlu.  
Sözcü Gazetesi
22 NİSAN 2019

Ülke olarak topyekün borca gömülmüş durumdayız. Devletborçlu, kamu borçlu, özel sektör borçlu, küçük ve orta büyüklükteki işletmeler borçlu, hane halkı
borçlu… Hatta bu ülkenin üzerinde uçan kuş bile borçlu!

İşin kötüsü sadece borçlu değil aynı zamanda sorunlu! Resmi verilere göre banka bilançolarında 382 milyar TL sorunlu kredivar. Tabii sorunlu demek işin
kibarcası… O kredilerin çoğu zaten battı!???Dahası da var! Şirketlerin dönmeyen kredilerini yapılandırıp sanki batak değilmiş gibi davranıyoruz. 

Özel sektör bankaları geçen yıl bu yapılandırmalardan ağızlarının payını aldı. Kamu bankaları ise seçim nedeniyle daha da gaza bastı.

Yılbaşından beri kredi artışı yerli özel bankalarda 3.1 milyar lirada kaldı!.. 
Yabancı bankalarda ise 4 milyar lira azaldı. Ya kamu bankaları? 
Verdiği yeni kredi 63 milyar lirayı aştı.

Bunun anlamı mevcut sermaye, kaynak, kârlılık verileri ışığında bankacılık sektörünün büyümeyi finanse edecek takatinin kalmadı. Peki, kamu bankaları nereden buluyor parayı?
Mevduatı mı artıyor? 
Hayır! 
En basit anlatımıyla; tam tabiriyle para basılıyor. Kamu bankalarına veriliyor. Peki, kamu bankaları bu parayı kredi olarak
kimlere dağıtıyor? 
Herkes onları biliyor!???

Kamu bankalarının anormal şekilde kredi dağıtması, sanki kriz yokmuş gibi davranması TL'deki değer kaybının başlıca nedenlerinden biri… Sonrasında nasıl
durduracak sın dövizi ve faizi?

Sahi şirketler kamu bankalarından krediyi alınca ne yapıyor? Tüketim ve üretim daralırken yatırım için makine mi alıyor? Yoksa sadece zaman mı kazanıyor?
Hem de daha da borçlanarak!???

Alınan kredi, nakit üretmiyor. 
Günü kurtarıyor. 
Vadesi gelince ödeyemeyen yine ödeyemeyecek. 
Batacak olan yine batacak. 
Merak ediyorum kamu bankalarının batık oranı daha nereye kadar çıkacak?

Peki, bankalar yeni kredi vermek için kaynağı nereden bulacak? Bulamayacak! Yurt dışından ekstra borçlanamıyoruz, mevcut olanı bile eksik döndürüyoruz.
Maliyetler her geçen gün yükseliyor. Kimse ucuza kredi alamıyor. Alınan kredi kârlı olmuyor.???

Bu durum nereye kadar gider? 

Türkiye Hazinesi bulduğu her kuruşu borç alıp hanesine yazıyor. Yıllardır aynı davranışı sergileyip farklı sonuç bekliyor.

Kamu bankalarının hesabına para geçerek, özel sektör bankalarını kredi vermeleri için tehdit ederek ekonomi nereye kadar gidecek? Çok değil, yaz aylarında ülke ekonomisi fena terleyecek!


***

Bu Görüntü Türkiye’yi çok yorar.

Bu Görüntü Türkiye’yi çok yorar. 


Mehmet Ocaktan. 
KARAR
22 NİSAN 2019

31 Mart  seçim gecesinden başlayarak yaşadığımız 17 günlük sıkıntılı sürecin ardından tek temennim, seçmenin yeni bir seçim meşakkatine sürüklenmemesi
yönündedir. Kuşkusuz seçim, varlığı itibariyle sıkıntı değil, halkın özgür iradesini yansıtan bir demokrasi şölenidir.

Ancak sandığın iradesi daha ilk gece ortaya çıkmasına rağmen, günlerce süren itirazlar, yeniden yeniden yapılan sayımlar şölenin havasını biraz tatsız
bir görüntüye dönüştürdü. Elbette hukuki itirazlara karşı olmak mümkün değil, ama AK Parti genel başkan yardımcısının bile bir türlü akıl erdiremediği
ve “Kesinlikle bizim fark edemeyeceğimiz bir şeyler oldu” benzeri ifadelerle tarif etmeye çalıştığı bu garip süreç, maalesef Türkiye’yi oldukça yormuş
bulunuyor

Ayrıca unutmayalım ki sadece demokratik dünyada değil, demokrasi kalitesi düşük olarak kabul edilen ülkelerde bile sonuçlarının alınması bu kadar uzayan
seçimler yok artık. Bugüne kadar haklı olarak övündüğümüz seçim sistemimizin tartışmalı hale gelmesi hiç hayra alamet değil. Eğer sandığın itibarını zedelersek,
bundan hepimiz zarar görürüz.

Şu anda Türkiye’nin acilen normalleşmeye ihtiyacı var, bu hem içerideki dayanışma ruhunun zenginleşmesi, hem de dış dünyanın bakışı açısından hayati bir önem taşıyor. Biliyorum “dış dünya” kavramı bazıları için “Batı hayranlığı ”olarak değerlendirilip peşinen mahkum ediliyor. Ancak hemen hatırlatmakta yarar var, Türkiye’nin özellikle şu günlerde Batı dünyasının sermayesine şiddetle ihtiyacı var. Bu ihtiyaç yüzündendir ki, geçtiğimiz hafta Maliye Bakanı Amerika’da iş dünyası ve finans sektörünün temsilcileriyle toplantılar yaparak ülkemizde yatırım yapmaları için ikna etmeye çalışmıştır. Demek ki yaşadığımız küresel dünyada, aşağılamaya çalıştığımız dünyanın finansal gücüne ihtiyacımız varmış...

Hiç temenni etmeyiz ama, eğer Yüksek Seçim Kurulu seçimin yenilenmesi gibi bir yanlışa imza atarsa ortaya çıkacak fotoğrafı kendi insanımıza da, dünyaya
da izah etmekte zorluk çekeriz. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye ciddi bir ekonomik daralma ile karşı karşıya. Ekonomik anlamda önümüzü görmekte zorluk çektiğimiz bir dönemde, sandığın itibarı konusunda demokratik dünyaya vereceğimiz negatif bir fotoğraf, işimizi daha da zor bir sürece taşıyacaktır. Şimdiden Avrupa’dan yükselmeye başlayan sesler bu sürecin işaretlerini vermektedir. Nitekim Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland geçtiğimiz günlerde YSK Başkanına gördeği mektupta endişelerini açıkça ifade etmiştir: “YSK’nın seçilmiş adayların kendilerine vaadedilen makamlara gelmesine izin vermemesi hukukun üstünlüğüne dair soruları yükseltiyor.”

Artık bir an önce slogancılıktan ve kanatsız uçmaya çalışmaktan vazgeçip, reel dünyaya ayak basmak durumundayız. Maalesef seçimin üzerinden 20 gün geçmiş olmasına rağmen, hala İstanbul seçiminin sürüncemede kalması kelimenin tam anlamıyla bir talihsizliktir.

Bu açıdan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Cuma günü yaptığı değerlendirme son derece önemlidir. İşte o ifadeler: “Ülkemizin önünde 4,5 yıllık kesintisiz
bir icraat dönemi bulunuyor. Seçim tartışmalarını geride bırakarak, ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır. Dönem,
musafahalaşma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi perçinleme dönemidir.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da açıkça ifade ettiği gibi pozitif fayda üretmekten uzak sandık tartışmalarını geride bırakıp işimize bakmalıyız. Gerçekten de
hepimiz çok yorulduk, umarız millet yeni bir yorgunluğa sürüklenmez...

***

Bağdat’taki Bölge Fotoğrafı.

Bağdat’taki Bölge Fotoğrafı. 


Mehmet Ali Güller. 
CUMHURİYET
22 NİSAN 2019


Bölgemizde iki temel karşıtlık var: 

1. Türkiye-Suriye karşıtlığı. (Bunu AKP’nin Esad karşıtlığı diye okumak daha doğru.) 
2. İran-Suudi Arabistan karşıtlığı.

Kuşkusuz bölgesel politikalar açısından temel olmamakla birlikte Türkiye’nin İran’la, İran’ın Irak’la, Irak’ın Kuveyt’le, Kuveyt’in Suudi Arabistan’la
karşıtlıkları da var elbette... 
Ancak belirleyici olan bu iki karşıtlıktır, zira bu karşıtlıklar aynı zamanda ABD emperyalizminin bölgemize yönelik planlarında yararlandığı bir zemindir.

Emperyalizmin istemediği fotoğraf

Geçen hafta bu iki karşıtlığa rağmen, çok anlamlı bir “bölge fotoğrafı” ortaya çıktı: Bağdat’ta düzenlenen “Irak’a Komşu Ülkeler Parlamento Başkanları
Zirvesi”nde Irak, Türkiye, Suriye, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün yetkilileri bir araya geldi! (İran’ı Şûra Meclisi üyesi Alaaddin Brocerdi temsil
ederken, diğer tüm ülkeler Meclis başkanlarınca temsil edildi.)

Zirvenin sonuç bildirgesinde “Irak’ın istikrarı bölgenin istikrarı için gereklidir” denildi. 

Çok doğru... 

Irak’ın istikrarı Suriye’nin istikrarıdır; İran’ın istikrarı Türkiye’nin istikrarıdır, Ürdün’ün istikrarı Suudi Arabistan’ın istikrarıdır vb.

Ülkenizde istikrar ve barış, komşularınızda istikrar ve barıştır; aynı zamanda komşularınızda istikrar ve barış, ülkenizde istikrar ve barıştır.

İktidarların çıkarları, ABD’ye zemin sağlıyor

Peki bu fotoğraf, yukarıda belirttiğimiz iki temel karşıtlığın ortadan kalktığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Ancak uygun şartlarda kalkabileceğinin
de işaretidir. 

Örneğin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşen (16.4.2019) İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in “bu görüşmeyle ilgili Erdoğan’a rapor sunacağını”
söylemesi ve ardından Erdoğan’la bir araya gelmesi (17.4.2019) oldukça önemlidir. 

Ankara’nın Şam’la anlaşması ve ardından Ankara, Şam, Bağdat, Tahran dörtlüsü arasında bir bölgesel ittifak zemini oluşması, örneğin Suudi Arabistan’ı dizginleyecektir!

Bölgesel istikrar ve barışın önündeki engel tek tek ülkelerin çıkarları değil, iktidarda kalma çıkarını ülkenin çıkarının önünde gören yöneticilerdir!
Bölgemizin asıl sorunu budur ve ABD emperyalizmi, işte bu sorunu kullanarak bölgede etkinliğini sürdürebilmektedir! 

Somut söylersek... 

Örneğin ABD’nin “İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıma” hamlesinde Suriye’de Esad karşıtı konumlanan Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, hatta  Ürdün’ün sorumluluğu yok mu? Elbette var! 
Örneğin Irak’taki istikrarsızlıkta belli ölçülerde İran ve Türkiye’nin sorumluluğu yok mu? Elbette var! 

Uzatmayalım, önemli olan yukarıdaki fotoğrafı bir bölgesel istikrara nasıl dönüştüreceğimiz dir.

Bölgenin Düğümü: Ankara-Şam ilişkisi

Ankara-Şam ilişkisi burada kritik düğümdür. Ankara ile Şam anlaştığı anda Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında kritik bir işbirliği oluşur. Bu dörtlünün
yan yana gelmesinin önemini somut örneklerden verelim: 

ABD’nin Irak’a saldırısına Suriye karşı çıkmıştı, Türkiye katılmamış ama karşı çıkmamıştı, İran ise sessiz kalmıştı. ABD’nin Suriye’ye saldırısına ise
İran eylemli olarak karşı çıkmış, Irak karşı çıkmış ama tersine Türkiye ABD’nin yanında yer almıştı. 

Buradan çıkarmamız gereken sonuç şudur: ABD’nin bu dört ülke üzerindeki hamlelerini durdurabilmenin öncelikli yolu, dört ülkenin ittifakıdır!
Dört ülkenin işbirliği, ABD’nin inşa ettiği İran karşıtı cepheyi de bölecektir. ABD İran’a karşı hem Arap NATO’su kurmakta hem de Mısır destekli Suudi-İsrail
ittifakı oluşturmaktadır. 

Ankara, Tahran, Bağdat, Şam işbirliği, öncelikle Mısır’ı bu girişimin dışında kalmaya itecektir. Mısır’sız Suudi Arabistan- İsrail ittifakı ise işlevsiz
olacaktır.

Sonuç olarak, Ankara ile Şam’ın anlaşması, bölgenin istikrarı için başlama noktasıdır.

***

Körükleri Yere bırakın

Körükleri Yere bırakın - 


FARUK ÇAKIR. 
YENİ ASYA
22 NİSAN 2019


Körükleri yere bırakın, Siyasî tartışmaların milleti derinden yaraladığı bir gerçek.

Bilhassa seçim dönemlerinden tartışmalar o seviyeye geliyor ki akrabalık ve komşuluk ilişkileri askıya alınıyor. İşin bu noktalara gelmesinde elbette en
büyük payı, en büyük kabahati siyasî parti liderlerinin söz ve davranışlarında aramak lâzım.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’ın 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule’ terör saldırısı sonrasında sarf ettiği bir söz vardı. Bush, bütün dünyayı hedef alarak
“Ya bizdensiniz ya da teröristlerden yanasınız” demiş ve dünyayı kendi yanına çekmeye çalışmıştı. Tabiî ki hiç kimse kendisinin terörle ve teröristlerle
birlikte hatırlanmasını istemez. “11 Eylül saldırısını kim yaptı? Maksat neydi? İşin içinde başka işler var mıydı?” gibi sorular sormak isteyenler de “Ya
bizdensin ya da onlardan” tehdidiyle susturuldu.

Son yıllardaki seçimler de biraz bu tartışmayı hatırlatıyor. Türkiye’yi idare edenler hemen her seçimde 
“Bu son şans. 
Bu çok önemli bir seçim. 
Ya kazanmak ya da kaybetmek var” gibi muhalif kalanları ötekileştiren bir propaganda dili kullanıyorlar.

31 Mart 2019 mahallî idareler seçimi de böyle bir kampanyaya sahne oldu. Seçimin bir ‘beka meselesi’ olduğu ısrarla ileri sürüldü. Bu yetmedi, şimdi de
İstanbul seçimlerinin iptal edilip yenilenmesinin aynı şekilde ‘beka meselesi’ olduğu söyleniyor. Her seçimin ‘En son önemli seçim’ gibi sunulması gerginliğin
artmasına sebep oluyor.

Seçimlerden sonra yapılan tansiyon düşürücü açıklamalar elbette önemli. “Demiri soğutmak lâzım” benzeri beyanların netice vermesi Türkiye’nin menfaatinedir.

Çoğu kişinin ifade ettiği üzere keşke ‘demir,’ yani siyaset dünyası en başta ısıtılmasaydı. Keşke seçimlerde kazanmak ve kaybetmenin tabiî bir netice olduğu
en başta ilân edilseydi. Keşke siyasî partiler, taraftarlarına yapılanın bir seçim olduğunu ve sıkıntılardan da  ancak seçim, sandık ve demokrasi ile çıkılacağını
söyleseydi.

Bu noktada, Hz. Mevlânâ’nın “Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lâzım!” mealindeki sözünü prensip edip birlik, kardeşlik, kaynaşma
mesajları vermek vaktidir. Birlik ve beraberlik milletimizin  menfaatine olan bir meseledir. Kim ki bunun için gayret gösterir, mutlaka karşılığını da görür. 

Ortaya çıkan gerginliğin bir sorumlusu da medyadır. Bazı gazeteler kraldan fazla kralcı tavrı sergileyerek, güya destekledikleri siyasî görüşe de zarar vermekte dir. Yalan yanlış ve yanıltıcı haberlerle insanlar oyalanmakta ve bütün kötülüklerin müsebbibi olarak muhalefet gösterilmektedir. Bu tavrıyla medya
en başta kendisine zarar verdiğinin de farkında değil. Bunca tecrübe, bunca hadiseler medyanın uyanmasına sebep olmayacak mı?

“Demiri soğutma zamanı” olduğuna göre siyasetçilerin ayrıştırıcı dili hemen terk etmesinde fayda vardır. 

Ayrıştırıcı dil sadece siyasete ve siyasetçilere değil, bir bütün olarak milletimize ağır faturalar ödetiyor. 

“Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez”se hadiseye yüreklerin toplu ve birlikte vurmasını temin etmek herkesin vazifesidir.

Geride bıraktığımız seçim sürecinden ders alıp, siyasî havayı bulandıran, demiri kızdıran, sinirleri geren ‘körük’leri bir yana bırakmak zamanıdır. Siyasetçiler
de, medya dünyası da bu noktada üzerine düşen görevi yapmak durumundadır. Yoksa, omuzlarda körük, dillerde tenkid ve kınama ile ihtilâf alevinin söndürülmesi mümkün olmaz. 

Kim olursa olsun samimî olarak ‘demiri soğutmak, gerginlikleri sona erdirmek’ için gayret sarfederse ona duâ ederiz ve ediyoruz.

***

Kılıçdaroğlu’na ‘derin’ saldırı.

Kılıçdaroğlu’na ‘derin’ saldırı. 


Abdulkadir SELVİ. 
HÜRRİYET
22 NİSAN 2019


Bu haftaya damgasını vuracak siyasi gelişmelerle ilgili kulisler hazırladım. YSK’dan çıkacak İstanbul kararının perde arkasına eğildim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı”na yönelik olarak CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürpriz bir teklif sunmaya hazırlandığını anlatacaktım.
Hatta anlattım. Yazımı bitirmek üzereydim ki Kılıçdaroğlu’na saldırı haberi geldi. Kalem elimden düştü. Telefona sarıldım, o anda Kılıçdaroğlu’nun yanındakilere
ulaşmaya çalıştım. Henüz Kılıçdaroğlu saldırgan grubun elinden kurtarılıp bir evde korumaya alınmıştı. Kılıçdaroğlu’nu aradım, telefonu Özel Kalem Müdiresi
Şükran Hanım açtı. Olayların etkisiyle telaşlı bir hali vardı. İlk sözü, “Genel başkanın sağlık durumu iyi” oldu. Kollarını Kılıçdaroğlu’nun boynuna sararak
atılan yumruklardan korumaya çalışan Deniz Demir’le konuştum. Nefes nefeseydi. “Çok büyük tehlike atlattık” dedi. “Genel başkanın durumu iyi” diye ekledi.
Saldırıyı köylülerin yapmadığını, onların Kemal Bey’i korumak için evlerine aldıklarını, saldırıyı otobüslerle dışarıdan gelen bir grubun gerçekleştirdiğini
tahmin ettiklerini söyledi. O sırada evin etrafındaki bir grubun öfkeli bekleyişi sürüyor ve yeni bir saldırı olmaması için yatıştırılmaya çalışılıyordu.
Meclis Başkanvekili Levent Gök’le konuştum. Tam olayların ortasında kalmıştı. “Hayati bir tehlike atlattık” dedi. Saldırı sırasında Kemal Bey’in yanında
olan CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’le konuştuğumuz sırada ise CHP Lideri zırhlı bir araçla evden çıkarılıyordu. “Büyük bir tehlike atlattık. Herkes
güvenlik sorunu yaşadı. Hedef genel başkanımızdı ama cenazeye katılanların hepsi güvenlik sorunu yaşadı. Olayların ortasında kaldık” diye anlattı. Saldırı
sırasında Kılıçdaroğlu’nu korumaya çalışanlardan biri olan başdanışmanı Kenan Nohut da “Saldıranlardan birisi bıçak salladı. Dirseğimle vurarak yere yıktım,
arkadaşlarımız üstüne çullandılar” dedi.

 ORGANİZE BİR YAPI MI?

Kılıçdaroğlu’na saldırı anından itibaren kiminle konuşsam aynı noktanın altını çizdi. Saldırının şehit ailesiyle bir ilgisi olmadığını, köyün dışından
gelen bir grubun işi olduğunu söylediler.

Seçimlerden sonra Türkiye’nin normalleşmesi için adımların atıldığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” için elini uzattığı muhalefetin o eli
sıkmaya hazırlandığı bir dönemde Kılıçdaroğlu’na yapılan bu saldırıyı geçiştiremeyiz. Bu heyecanlı birkaç gencin saldırısı olarak görülemeyecek kadar “derin” bir iştir.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler ve CHP Genel Başkanı’nın katıldığı şehit cenazesinde alınan güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu belli. CHP’li Murat Emir’in dediği gibi, “Bir anda herkes güvenliksiz bir ortamda kalmış”. Peki bunun istihbaratı hiç alınmadı mı? Kılıçdaroğlu’nun köye girişiyle birlikte yükselen tansiyon dikkate alınarak süratle asker ve polis takviyesi yapılamaz mıydı? Allah korusun o an sadece yumruklu saldırı olmayabilirdi. Kenan Nohut’un dediğine göre birisi bıçakla saldırmış.

ECEVİT NE DEMİŞTİ?

1980 öncesinde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, İzmir Çiğli Havalimanı’nda bir suikasta maruz kalmıştı. Türkiye’de bulunmayan, sadece NATO envanterinde
bulunan bir silahtan çıkan mermi Ecevit’e değil, Mehmet İsvan’a saplanmıştı. Yıllar sonra Ecevit’le İzmir Çiğli suikastını konuşma imkânım oldu. “İçimizdeki
Gladio” kitabımda aktarmıştım. Ecevit’e “Yıllar sonra başbakan oldunuz. Peki size yönelik suikastı bir başbakan olarak aydınlatamadınız mı?” diye sormuştum.
Hatta “Bizim vatandaş olarak bundan şikâyet etme hakkımız var ama siz bu ülkede başbakanlık yapmış birisiniz” diye üstelemiştim. Ecevit, “Araştırmaz olur
muyum? Gittim, gittim, biraz ilerledikten sonra karşıma bir duvar çıktı. O duvarı aşamadım” demişti. Ecevit, o duvarın Türkiye’yi karanlık dönemlere çekmek
isteyen ‘Gladio’ yapılanması olduğuna inanırdı. Ben Çubuk’taki saldırıdan hareketle böyle bir iddiada bulunma çabası içinde değilim. Siyasi tarihimizde
bunun birçok örneği olduğu gibi, bu tür saldırıların organize bir yapının işi olabileceğini söylüyorum.

Belli ki bir yapı Türkiye’nin normalleşmesini istemiyor. Tam da onlara inat, bu saldırı üzerinden Türkiye’nin normalleşmesi adımlarını atabiliriz. “Türkiye
ittifakı”öneren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu ile görüşmesi siyasi iklime olumlu katkı yapar.

Londra’daki uçak kazasından sonra İnönü’nün Menderes’i karşılamaya gitmesinin siyasette bahar havası estirdiği gibi...

***