10 Nisan 2017 Pazartesi

ŞİŞKİN EGO


ŞİŞKİN EGO 



Eser Özaltındere
18 Temmuz 2016



“ ŞİŞKİN EGO ” Öyle bir şeydir ki, bu kibir taşkınlığına sahip olanlar kendilerini ULAŞILMAZ bir noktada görürler. 

“Hubris” veya “kibir” sendromu olarak da adlandırılan bu psikolojik sorunun diğer bir adı da “Tanrısal ego”dur. Bununla ilgili ilk makale psikiyatrist David Owen ve Jonathan Davidson tarafından 2010 yılında önemli tıp dergilerinden Brain’de yayınlanıyor ve diktatörlerinde böylesi bir eğilim taşıdığı bu sendrom bir “güç zehirlenmesi” olarak değerlendiriliyor. Tekrarlayan SEÇİM zaferlerinin de sendromu tetiklediği ifade ediliyor. Tanı koyabilmek için sayılan 14 dört bulgudan en az 3’ü bir liderde mevcutsa o kişi “Hubris” sorunlusu olarak nitelendiriliyor.

Örneğin bunlardan bazıları şöyle;

a) Dünyayı GÜÇ kullanımı yoluyla KENDİNİ YÜCELTECEĞİ bir yer olarak görmesi. 
b) Tüm yapıp-etmelerinde KİŞİSEL İMAJINI geliştirmeyi hedeflemesi. 
c) Mevcut faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir MESİH gibi yücelme eğilimi taşıması. 
d) Kendisini ULUSLA bir (bence üstünde) tutması. 
e) Aşırı ÖZGÜVEN göstermesi. 
f) Kendisi için ÖTEKİ olan grubu açıkça HOR görmesi. 
g) Sıradan bir mahkemeye değil de sadece TARİH ya da TANRI gibi bir ÜST İRADEYE karşı hesap verebileceği duygusunu taşıması. 
h) GERÇEKLİKLE bağının kopması. 
i) PERVASIZ, VESVESELİ,huzursuz olması, DÜRTÜSEL eylemler sergilemesi. 
j) Aşırı özgüveninin, işlerin TERS gidebileceği düşüncesinden YOKSUN olarak UYGUNSUZ POLİTİKALAR oluşturulması sonucunu doğurması…


Gerçekten de bu özelliklerin tümünü özenti Halifede görebilmek mümkündür. 
Örneğin bu bulgulardan bir tanesi neydi; şişkin egodan dolayı işlerin TERS gidebileceği düşüncesine “ SAHİP ” olmamak!.. 

Yani ego öyle bir patlama derecesindedir ki, bu olumsuzluk ondaki işlerin TERS gidebileceği düşüncesinin “ Bloke ” edilmesine neden olmaktadır. 
Bunu da doğal olarak UYGUNSUZ politikalar takip edecektir. Finalde ise “U turnler” ve eski GERÇEKÇİ politikalara dönüşler söz konusudur.Tıpkı işlerin TERS gidebileceğini düşünmeden ve “hesap kitap” yapmadan Suriye bataklığına bodoslama dalınması, Esad ile ailecek kahvaltılardan kanlı bıçaklı noktalara gelinmesi, Kürtçülere ve Kürt “ ŞOVENLERİNE ” her türlü ödünün verilmesi, “van minut” ve “Mavi Marmara” skandallarının arkasından İsrail’e kabadayılıkların yapılması, Sisi’ye veryansın edilmesi, Davutoğlu’yla “emri ben verdim!” sidik yarışına girişildiği Rus uçağının düşürülmesi gibi…

Tabii ardından da işler SARPA SARINCA; Güneydoğu’da yetkinin YENİDEN askere verilmesi, HDP’nin dokunulmazlıklarının kaldırılması, PKK ile eski kazanımların 
“ Sıfırlandığı” TOPYEKÛN bir savaşa tutuşulması, Rusya’dan ÖZÜR dilenmesi, İsrail’le hiçbir şey olmamış gibi BARIŞILMASI ya da Suriye’de çözüm için Esad ile UZLAŞMA işaretlerinin verilmesi, Sisi’ye göz kırpmaların başlaması gibi 180 derece DÖNÜŞLERLE öncekilerle bütünüyle “zıt” olan UYGUNSUZ politikalara tevessül edilir. 

Tipik bir “Hubris sendromu” belirtisi! Üstelik bu DENGESİZLİKLER onun hiç umurunda değildir. Çünkü yine bu sendromun özelliklerine göre onun ana hedefi KİŞİSEL İMAJININ geliştirilmesidir. Yani imajının ÖN PLANDA yer alması dışında uyguladığı politikaların uygunsuzluğunun, ülkeye verdiği ZARARLARIN onu pek ırgalamamasıdır.

Bunun arkasında da yine şişkin egodan kaynaklanan cahilce bir ÖZGÜVEN vardır. 

Bu beraberinde GERÇEKLİKLE bağının kopması sonucunu doğurur. Kendisini bu topluma gönderilmiş bir MESİH olarak görmeye başlar. Nitekim, DENGESİZ politikaları sonucunda ortaya çıkan yanlışların sorumluluğunu üstlenmez: ALDATILDIK deyip geçer. EL ÜSTÜNDE tutulması gereken bir varlık olduğuna ve yanlışlarına, 
“ Göz kapanması” gerektiğine inanır. O şişkin ego ayrıca PERVASIZLIĞI da neden olur. Zat-ı şahaneleri tepkilerini dile getiren şehit asker ve polislerin yakınlarına ne diyordu; “O da asker, polis olmasaymış!..” Diğer bir söylemi neydi; “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir!..” Bu sözler şu anlamda da yorumlanabilir; 
“ Asker veya polislerin işi zaten “ ÖLMEKTİR ” ve bu benim politikalarım nedeniyle de olsa fark etmez! 

Yanlış yapsam da ben DOKUNULMAZIM ve kimseye hesap vermem!..” Sanki o sözlerin gerisinde ince bir hat halinde pervasızca bir TEPEDEN BAKMA hissedilmektedir.

Hatırlanırsa yine benzer bir kayıtsızlıkla o günlerde şehit olan 8 askerimize rağmen kızının düğününü yapmakta da hiç bir beis görmemiştir. 

Eh tabii ki görmeyecektir; 

Zira o ulus ÜSTÜ bir lider, güvenlik görevlileri ise dünyaya ÖLMEK için gelmiş canları önemsiz KULLARDIR. 

Oysa aynı Halife sık sık şehitleri bahane ederek 

ULUSAL BAYRAM resepsiyonlarını iptal eden kişidir. 

Peki ya 45 kişinin öldüğü Atatürk Havalimanı bombalı saldırısından sonra Osmangazi Köprülü otoyolunun bayram havasındaki açılışına ne demeli? 
Avrupa futbol şampiyonasında ve Fransa parlamentosunda SAYGI duruşları yapılırken Türkiye’de Halife önderliğinde KONFETİLİ, “göbek atmalı”, 
SELFİLİ açılış töreni düzenlenmiştir.Ya o gün ya da ondan önceki günde 4 şehit verilmiştir. O arada da şehitler gelmeye devam etmektedir. 

Ama şişkin ego tüm ölümleri KADERDEN saymakta; Arnavutluk başkanının koluna girmiş yandaş motosikletçi ye espriler yağdırmaktadır. 

Varsın şehitler gelsin canım, kime ne ki;”Onlar da asker, polis olmayıverseler miş!..

KİBİR SENDROMU ” hastalığına yakalananların diğer bir özelliği de “HUKUK ÜSTÜ” olduklarına inanmaları, “ DÜNYEVÎ HUKUKU ” tanımamalarıdır. 
Zaten “Halife Padişah” da öyle değil midir? 

Kendi ego ve iktidarına ters düşen tüm hukuk kurallarını yok saymıştır. Hukuku, yargı organlarını OYUNCAĞI hâline getirmiş, AYM başkanından TBB başkanına 
kadar söylemediğini bırakmamıştır. O hukuka değil hukuk ona TÂBİ olmalıdır .O yüzden de Cumhurbaşkanlığı döneminde TARAFSIZLIK ilkesini çiğneyen kişidir. 

FİİLİYATTA Başkanlık sistemi olduğunu ileri sürerek kukla bir Başbakan aracılığıyla iktidar partisini kendisine bağlamış, böylelikle YÜRÜTME ile Cumhurbaşkanlığını birleştirerek PARLAMENTER rejimi “De facto” olarak lağvetmiştir.Yargıyı yürütmenin EMRİNE sokarak “Kuvvetler ayrılığını” ortadan kaldırmıştır. Önüne gelene HAKARET davası açmış, hukuku “Tanrısal egosunun” KORUGANI hâline getirmiştir. Şaibeli diplomayla Cumhurbaşkanlığı yapması da yasalara aykırıdır.

“Hubris’in” diğer bir belirtisi ise insanları ÖTEKİLEŞTİRMESİ, kendinden olmayanları HOR görmesidir. 

Halifenin “kindar olun!” söylemi, “Zenci Türk, Beyaz Türk” ayrımı, “Gezicileri, Cumhuriyet mitingcilerini” düşman ilân etmesi ve ŞİDDET kullanması, “% 50’yi zor tutuyorum” meydan okuması, Gezi Parkı’na “kışla”; Taksim’e, Cumhuriyet Parkı’na “cami” yapma KIŞKIRTMALARI hep insanları ötekileştirerek KAMPLARA bölme saplantısının ve “Dünyayı GÜÇ aracılığıyla KENDİNİ YÜCELTECEĞİ bir yer olarak görmesinin” kanıtlarıdır.

DİKTATÖRLERE ait “ Güç Zehirlenmesinin ” Temel olduğu “ Tanrı Hastalığı ” işte böyle bir şeydir!..

http://www.turksolu.com.tr/siskin-ego-uzerinde-yukselen-diktatorluk-egilimi/

***

TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM


 TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM 


Mehmet ŞAHİN. 

Özet 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem 
kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Türk Dış Politikası, Orta Doğu, Türkler, Araplar, Dış Politika. 

Giriş 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren genel olarak Türk Dış Politikasının iki temel özelliği ön plana çıkmaktadır: 

1) Statükoculuk, 
2) Batıcılık. 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki özelliğinden birincisi olan statükoculuk, mevcut sınırları sürdürme ve kurulu dengeleri muhafaza etme olarak tanımlanmaktadır. Kısaca Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan düzenin muhafaza edilmesi ilk amaç olarak kendini göstermektedir. Türk Dış 
Politikasının ikinci özelliği olan Batıcılık ise bir coğrafi alanı ifade etmemekte, Batının ekonomisini, bilimini ve uygarlığını vurgulamaktadır.1 

Türk Dış Politikasının söz konusu iki temel özelliği Türkiye’nin Orta Doğu politikasında diğer alanlara nazaran daha çok kendini hissettirmektedir. 
Türkler, Orta Doğu’dan çıkarken gerif Hüseyin örneğinde olduğu gibi bazı Arap liderlerin de katkılarıyla ingiltere ve Fransa’ya karşı verdiği savaşlarla 
bölgedeki egemenliklerini kaybettiler. 1923 yılında yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında ağırlığı dış politikadan ziyade daha çok iç 
politika konularına vermiştir. 

1 Baskın Oran, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, iletişim Yayınları, 2001, ss. 46-53. 
2 Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Dış Politikası için bkz: Mehmet Gönlübol- Cem Sar, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, ss. 17-370, Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 

Yeni Cumhuriyetin kurucuları kuruluşun ilk yıllarında sadece dış güvenlik konularıyla değil, aynı zamanda ülke içinde yeni rejimin yerleşmesi 
için çaba içine girdiler. Bu yüzden özellikle yeni devlet için sorun yaratacak bölgelerden elden geldiği kadar uzak durma politikasını takip etmeye çalıştılar. 
Bu dönemde siyasi coğrafyası tam oturmamış olan Orta Doğu’nun sorunlarına karışmama politikası yeni devletin kurucuları tarafından uygun görüldü. Fakat 
1923’ten sonra her ne kadar Orta Doğu sorunlarından uzak durma/karışmama politikası takip etmeye çalışsa da, bu mümkün olmadı. Türkiye’nin, 
kuruluşundan 2000’li yıllara kadar Orta Doğu’yla ilişkileri nerdeyse tamamen “güvenlik ve savunma” gibi “yüksek politika” konularından oluştu.2 
Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasının tam olarak anlaşılması için, 1923’ten günümüze kadar geçen süreyi izlenen politikalar göz önüne 
alınarak belli periyotlara ayırmak yararlı olacaktır; 1923-1950; 1950-1960; 1960-1980; 1980-1990; 1990-2000; 2000-ve sonrası. 

1923-1950 Dönemi 

Bu dönemin ilk yıllarında Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak Şekillenmiş değildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Araplar kendi bağımsız devletlerini kurma düşüncesiyle hareket ettiler. Savaş sonunda Araplar Osmanlı Devleti’nden kurtuldular ama bağımsızlıklarını elde edemediler. Araplar sadece Müslüman efendilerinden kurtulmuş oldular, fakat onun yerine Hıristiyan efendileriyle karşılaştılar.3 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede ya manda sistemi kuruldu ya da İngiltere ve Fransa’nın etkisinde devletler oluşturuldu. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra bölge yeni bir mücadeleye sahne oldu; Milliyetçi Araplar- Mandater devletler mücadelesi. 

3 Memoirs of Aga Khan, Londra, 1954, ss. 153-154. Aktaran, Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000, s. 80. 
4 Musul Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. 
5 Hatay Meselesi hakkında geniş bilgi için bkz: Hamit Pehlivanlı-Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, 
Ankara, 2001. 

Genellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Orta Doğu’yla tamamen ilişkilerin koptuğu yönünde hatta yeni Türk devletinin bilinçli olarak Araplarla ilişki kurmadığı dile getirilmektedir. Bu yaklaşım Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını doğru anlatan bir yaklaşım değildir. Çünkü söz konusu dönemde bölge bağımsız Arap devletlerinden oluşmamaktadır. Daha önce de belirtildiği üzere bölgenin siyasi haritası tam olarak Şekillenmemiştir. 

Bu nedenle Türkiye’nin ne Suriye ne Irak ne Ürdün ne de Lübnan’la hatta Mısır’la bile bağımsız politika geliştirme imkânı vardır. 1920’li yılarda söz konusu ülkelerle resmi antlaşmalar dahi direk yapılamamış, mandater devletler olan İngiltere ve Fransa ile imzalanmıştır. Bu yüzden yeni Türk devletinin bilinçli olarak Orta Doğu’dan uzak durması yönündeki savlar doğruyuyansıtmamaktadır. Nitekim, 1923 öncesinden çözümsüz kalan veya Türkiye aleyhine neticelenen bazı sorunlar gündeme geldiğinde Türkiye, bölge ve Avrupa siyasetini de göz önünde bulundurarak, bazı sorunların çözümünde rol almaktan geri durmamış, Musul meselesi4 Türkiye aleyhine, Hatay meselesi5 ise Türkiye lehine çözümlenmiştir. Bu dönemde sadece Türkiye ile bölge arasında değil, genel olarak bölgenin sorunları da güvenliğe ilişkin faktörlerden kaynaklanmaktaydı. 

Arap Orta Doğu’su İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar bağımsızlık mücadelesiyle uğraşmıştır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin bölge sorunlarına müdahil olmasını düşünmek hiç de rasyonel görünmemektedir. Tabii bu dönemde hem yeni Türk devletinin hem de Arapların modernleşme peşinde koşmalarının yanında, Arapların manda sistemi altında olsalar da ulus-devlet yaratma çabaları yeni oluşan devletlerin bir kimlik oluşturma girişimleri bölge devletleri arasında işbirliğinin oluşmasını/ilişkilerin gelişmesini engellemiştir.

Çünkü yeni kimliklerin inşasında genelde “öteki” imgesi etkili olmaktadır. Arap Orta Doğusu’nda ortaya çıkan devletler yeni kimliklerinin oluşumunda Türk geçmişlerini “öteki” olarak vurguladılar. Yeni Türk devleti de zaman zaman Arapları “öteki” olarak gördü.6 Kısaca, Birinci Dünya Savaşı sonunda 
Arap Orta Doğusu’nda başlayan bağımsızlık savaşının İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmesi, yani bölgenin siyasi coğrafyasının oturmaması ve 
genelde güvenlik konularının ağırlık kazanması, Türkiye ile Arap Orta Doğu’su arasında ilişkilerin gelişmesini engellemiştir. 1950-1960 Dönemi 


6 Araplar ve Türklerin birbirleri hakkındaki yanlış algılamalar için bkz: Oya Akgönenç Mughisuddin, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic 
Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993, ss. 67-71. 
7 1950’li yıllar Türkiye’nin Orta Doğu Politikası için bkz: Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, 
Ankara, 2010, Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001, Mim Kemal Öke-Erol Mütercimler, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. George McGhee, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 

İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım sonucunda bölgeden İngiltere ve Fransa’nın çekilmesiyle bağımsız olan bölge ülkelerinin ortaya çıkması 
neticesinde, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesi beklenirken tam tersi bir durum ortaya çıkmıştır. 1950’li yıllar Türk Dış Politikasının7 Arap 
Orta Doğusu’ndan uzaklaştığı yıllar olmuştur. Türk Dış Politikasının iki temel özelliğinden biri olan “ Batıcılığın” bu yıllarda abartılı ve ölçüsüz kullanılması, 
Türkiye’yi bölgeden uzaklaştırmakla kalmamış, bölge Arapları nezdinde Türkiye imajı ciddi şekilde zedelenmiştir. 1950’li yıllarda “aktif taraflılık” 
diye tanımlanan bir politika takip eden Türkiye’nin adeta Batı’nın bölgedeki temsilcisi olarak hareket ettiği görülmektedir. Söz konusu yıllarda Orta 
Doğu’da meydana gelen önemli olaylara bakıldığında Türkiye’nin abartılı bir Batı yanlısı politika izlediği gözlenmektedir. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa’nın eski etkinliklerini kaybetmeleriyle, ABD ve Sovyetler Birliği’nin yeni güçler olarak 
ortaya çıkmaları uluslararası politikada yeni bir sistemin doğmasına neden oldu. İki Kutuplu Sistem olarak bilinen yeni düzende iki blok arasında 
çekişmenin en yoğun yaşandığı bölgeler Avrupa ve Orta Doğu oldu. Türkiye bir bölge ülkesi olarak ve Sovyetler Birliği tehdidi algılamasının da etkisiyle, 
kendi güvenliğini Batı Bloku içinde yer alarak sağlamaya çalıştı. Türkiye Güvenlik kaygılarıyla Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri kurumlarında yer 
almak için tam bir “Batı yanlısı” politika takip etti. Türkiye’nin 1950’li yılarda 

Orta Doğu’da meydana gelen olaylar karşısında ortaya koyduğu dış politika, Türkiye’yi Batıya özellikle ABD’ye yaklaştırırken, Araplardan uzaklaştırdı.8 
Özellikle Bağdat Paktı’nın kuruluşunda Türkiye’nin tavrı Arapların Türkiye’ye bakışını olumsuz anlamda derinden etkiledi. Bu yıllarda Türkiye Batı adına 
Sovyet tehdidine karşı bölgede bir güvenlik kuşağı oluşturmayı amaçlarken, aksine Batı karşıtı Sovyetler Birliği lehine bir yapının Orta Doğu’da ortaya 
çıkmasına katkı sağlamış oldu. Kısaca 1950’li yılarda Türkiye, Orta Doğu’da “aktif”, “Batıcı” ama sonuçları itibariyle maliyetli bir politika takip etti. Soğuk 
Savaş’ın bölgede etkisinin artmasıyla, Türkiye bir cephe ülkesi olarak Sovyetler Birliği’ne karşı Batı yanlısı tutumunu net bir şekilde olaylar karşısındaki tutumuyla ortaya koydu. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarının, Batı’ya yönelik dış politikasının bir aracı ve alanı olarak kullanıldığı rahatlıkla söylenebilir. 1960-1980 Dönemi 

8 1950’li yıllara önemli Orta Doğu olayları olan Bağdat Paktı’nın kuruluşu, 1956 Süveyş Savaşı, 1957 Suriye Krizi, 1958 Irak Darbesi ve 1958 Lübnan Bunalımı gibi olaylarda Türkiye Batı yanlısı bir tutum takınmıştır. 
9 Bağcı, a.g.e., ss. 37-103. 


1960’lı yıllar, Türkiye’nin dış politikasını yeniden gözden geçirmeye başladığı yıllar olmuştur. Söz konusu dönemde, Türkiye’nin Orta Doğu’da cereyan eden olaylara yönelik yaklaşımında değişikliklerin oluştuğu gözlenmektedir. Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki bu değişiklik, tamamen Batı’yla ilişkilerinin seyrine bağlı olarak gerçekleşmiştir. 

Örneğin, 

Kıbrıs Sorunu karşısında Batı’nın tavrından duyulan rahatsızlık/hayal kırıklığı nedeniyle Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasını yeniden gözden geçirme 
gereği duymuştur. Ve bu çerçevede, Kıbrıs konusu ve buna bağlı olarak Johnson Mektubu gibi Batı’yla yaşanan sorunlar, Türkiye’yi özellikle 1950’li yıllarda yürüttüğü Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında değişiklik yapmaya itmiştir. Arapları ihmal ettiğini düşünen Türkiye, bu politika değişikliği bağlamında Orta Doğu sorunlarında daha Arap yanlısı bir tutum sergilemiştir.9 1960-1980 dönemi, Türk Dış Politikasında Batı’ya eleştirel bakışın ve Orta Doğu’ya yakınlaşmanın başladığı dönemdir. 1960’lı yıllar geçmiş zamana göre Türk Dış Politikası açısından göreli özerklik dönemi olarak görülmektedir. 
Kısaca 1960’lı yıllarda Batı’yla yaşanan Gok, Türkiye’ye Orta Doğu’yu hatırlatmış ve bölgeye daha farklı bakış ve yaklaşım içine girmesine neden olmuştur. 


1980-1990 Dönemi 

1980’li yıllar Türk Dış Politikasında güvenlik ve savunma konularının belirleyici olduğu yıllardır. 1979 yılında iran islam Devriminin gerçekleşmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında önemli etki yapmıştır. Türkiye bu dönemde yine Batı eksenli bir politika takip etmiştir. iran islam Devrimi ayrıca Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasına ideolojik bir anlam yüklenmesine de neden olmuştur. İran’daki gelişme dışında Türkiye’nin Orta Doğu politikasında terör ve su sorunu gibi meseleler Türkiye’nin bölgeye bakışında belirleyici olmuştur. Kısaca bu dönem söz konusu bölgeye yönelik Türkiye’nin dış politikasında güvenlik konularının ağırlığını hissettirdiği yıllar olmuştur.

1990-2000 Dönemi 

1990’lı yılların başlarında Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla iki kutuplu dünya sisteminin sona ermesi, Türkiye’nin çevresinde yeni etnik ve dini çatışmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu dönemde, Türkiye’nin Batı açısından stratejik öneminin azaldığı yönünde yazılar yazılmaya başlandı. Batı ittifakının ne derece faydalı olup olmayacağının tartışıldığı bu ortamda yeni güvenlik sorunlarının ortaya 
çıkması, Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında güvenlik sorununu ön plana çıkardı. Güvenlik sorunlarının ağırlık kazanması ve bu sorunların daha ziyade 
Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinden kaynaklanması, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesini beraberinde getirdi. Türkiye’nin Orta Doğu’ya güvenlik merkezli bakışı 1990’lı yıllarda Türk-İsrail stratejik ortaklığının ortaya çıkmasına neden olurken, Türkiye’nin Arap dünyasından uzaklaşması Şeklinde algılanarak, Arap dünyasından ciddi şekilde eleştiri almasına sebep oldu.10 Bu açıdan bakıldığında 1950’li yıllar ile 1990’lı yıllardaki Türkiye’nin Orta Doğu’ya bakışında benzerlikler görülmektedir. Daha öncede bahsedildiği gibi 1950’li yıllarda bölgeye Batı/ABD perspektifinden yaklaşan Türkiye, Orta Doğu’dan uzaklaşırken, 1990’lı yıllarda İsrail’le stratejik ilişki içine girerek yine Arap dünyasından uzaklaşma eğilimi göstermiştir. 

Bu durumdan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin bölgeyle olan ilişkilerinin güvenlik konuları üzerinden yürütülmesi, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini azaltıcı bir rol 
oynamaktadır ve güvenlik konuları ağırlık kazanınca ABD ve İsrail’le ilişkilerde gelişme görülmekte, bölgeden/Araplardan uzaklaşma olmaktadır.11 

10 1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişimi ve mahiyeti hakkında bkz: Ofra Bengio, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009, Türel Yılmaz, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001, Süha Bölükbaşı, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, Şaban H. Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 

2000 ve Sonrası Dönem 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında değişim/gelişim 2000’li yılların başından itibaren görülmeye başlansa da, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikasındaki söz konusu değişimin dönüm noktası olarak 1998 yılı olarak ele alınabilir. 1991’deki Birinci Körfez Savaşında ABD’nin öncülüğünü yaptığı uluslararası koalisyonda aktif bir rol üstlenmesine, hatta büyük zararlar görmesine rağmen, savaş sonunda ABD tarafından yeteri derecede dikkate 
alınmamış olduğu gibi, 1997’de de AB Türkiye’nin üyeliğini reddetmiştir. Bu olumsuz hava içerisinde Türkiye için 1998’de Suriye ile imzalanan Adana 
Mutabakatı yeniden Orta Doğu kapısını açmıştır. 1990’lı yıllarda karşılaştığı güvenlik sorunları, bu sorunlarda Batı’yı yanında bulamaması, Türkiye’yi 
genelde dış politikasını özelde ise Orta Doğu politikasını gözden geçirmeye sevk etti. 

11 Eski çağlardan 2000’li yıllara kadar Türk-Arap ilişkileri hakkında detaylı bilgi için bkz: İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
12 Mehmet gahin, “Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf.  (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terörist saldırılardan sonra ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasındaki 
söylem ve eylemi çoğu bölge ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de endişe yaratmıştır. 2001’den sonra Türkiye geleneksel bölge politikası olan “Orta 
Doğu sorunlarından uzak durma” yaklaşımıyla sorunlardan kurtulamayacağını anlamıştır. Bundan sonra Türkiye bölge sorunlarına karışmayarak değil, 
sorunlara karşı çözüm önerileriyle ve barış yanlısı politikalarıyla riski azaltacağını düşünmeye başlamıştır. 2000’li yılların başından itibaren aşağıdaki gelişme lerin meydana gelmesi Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelmesine neden oldu.12 

1- Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartlı politikalarından dolayı, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin istenildiği şekilde iyi gitmemesi. 
2- 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan güven bunalımı. 
3- 2009 yılında Dünyada yaşanan ekonomik krizle birlikte AB ve eski Sovyet Rusya coğrafyasının ekonomik cazibesinin azalması. 
4- Irak’ta ABD’nin işgaliyle birlikte dış güç olarak ABD’nin, önemli bölgesel aktörler olarak ise Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin bölge sorunları 
karşısında çaresiz kalarak ciddi derecede itibar kaybına uğramaları ve buna bağlı olarak söz konusu bölgede boşluk oluşması. 
5- Her geçen gün bölgede İsrail-Filistin sorunu gibi eski çözümsüz sorunlara yenilerinin eklenmesi ve bu sorunlu ortamda varlık göstermeye devam eden İran. 
6- İsrail’in politikalarının bölge halkı ve mevcut Arap yönetimleri tarafından kötü karşılanması ve Türkiye’nin İsrail karşısında eleştirel duruşu. 
7- Mevcut Arap yöneticilerinin bölgede yaşanan sorunlar karşısında yetersiz kalarak kendi halkları nezdinde itibar kaybetmeye devam etmeleri. 
8- Yukarıda saydığımız nedenlerin yanında Türkiye’yi bölgeye yönelten bir diğer önemli faktör ise bölgeye yönelik politikalarda sadece güvenlik merkezli değil aynı zamanda ekonomik ve kültürel bir bakış açısının da ortaya çıkmasıdır 

Soğuk Savaşın sona ermesi, Türkiye üzerindeki Batı etkisini azaltırken, bölge devletleri üzerindeki Sovyetler Birliği etkisinin de sona ermesini sağladı. 
Bir anlamda kutuplaşmanın sona ermesi bölge devletleri açısından yeni güvenlik sorunları yaratırken, bir taraftan da az da olsa bu ülkelere bağımsız bir dış politika takip etme imkânı vermiş oldu. Kısaca Soğuk Savaşın sona ermesi ve buna bağlı olarak uluslararası ve bölgesel sistemde meydana gelen değişikler bölge devletlerini yeni arayışlara itmiştir. Bu bağlamda Soğuk Savaşın kötü etkisini yaşayan bölge devletleri ve halkları bölgede yeni bir soğuk savaş istemeyerek işbirliği çabalarını geliştirme yolunu seçtiler. Artık bölge devletleri Soğuk Savaş deneyimini göz önünde bulundurarak hareket etmektedirler. Bölge üzerindeki Soğuk Savaş perdesinin kalkması, bölge devletlerinin birbirleriyle ilişki kurmalarının önünü açmıştır. 

Orta Doğu’da Soğuk Savaş döneminin siyasetçilerinin (Saddam Hüseyin, Ariel garon, Kral Hüseyin, Hafız Esad, Kenan Evren, Rıza gah, Yaser Arafat) tarih sahnesinden çekilmesi ve yeni yönetici sınıfın/yeni siyasi elitlerin (Beşar Esad, Kral Abdullah, Tayyib Erdoğan, Mahmud Abbas ve Körfez Yöneticileri) ortaya çıkması/çıkmaya başlaması bölge siyasetinin değişiminde rol oynamaktadır. Yani bölge siyasetine farklı bakan bir yönetici elitin oluşması ister istemez bölgede değişime neden olmaktadır. Soğuk Savaş döneminin bir mirası olarak, bölge devletlerinin bölgeye güvenlik perspektifinden bakmaları kendi aralarında kamplaşmalara sebep olurken, Batıya bağımlı olmaya neden oluyor. Bu nedenle, Soğuk Savaş mirasını bertaraf edebilmek için günümüzde artık bölge ülkeleri ilişkilere işbirliği perspektifinden bakma çabası içindedir. 

Türkiye’nin bölgeye olan politikasının hem yapısında hem de söyleminde değişiklik olmuştur. Yapısal açıdan, Türkiye bölge sorunlarından uzak durarak değil, çözüm odaklı bir yaklaşım benimseyerek bölgede varlık göstermektedir. Bunun yanında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının diplomatik dilinde de değişiklik olmuştur. İşbirliği, entegrasyon, gelişme, ortaklık gibi kavramlar ağırlık kazanmıştır. 

Türkiye Orta Doğu’ya yönelik politikasının dilindeki değişimin yanında bu durumu eylemleriyle de ortaya koyarak bölge devletleri ve halkların gönlünü kazanmış görünmektedir. Orta Doğu’ya yaklaştırılmayan Türkiye, artık Arapların kendi aralarındaki sorunların çözümünün önemli aktörü olmuş gözükmektedir. 

Türkiye yeni Orta Doğu politikasını uygulamaya koyarken ABD/Batı’nın tepkilerini de göze alarak, Suriye’nin en zor yıllarında fırsatçılık yapmayarak Suriye’nin yanında olmuştur. Bunun sonucu olarak Suriye ile “güven” sorununu çözmesi ve akabinde bu ülkeyle “model komşuluk” diyebileceğimiz bir ilişki türü geliştirmesi,13 Suriye’yi Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan kapısı konumuna getirmiştir. Bunun yanında Türkiye, aşağıdaki önemli Orta Doğu sorunlarında yapıcı rol oynamıştır. Türkiye Orta Doğu’da yeni politikasını yürütürken açık diplomasi ve barış ve istikrara yönelik yapıcı tavrını her olayda ortaya koyarak sergilemiştir. Örneğin; 

-İsrail-Suriye arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapması, 
-Filistinli gruplar(El Fetih-HAMAS) arasındaki gerginliği azaltma çabaları, 
-Irak’taki Sünni grupların seçime/siyasal sisteme katılmasını sağlama çabaları, 
-İran konusunda diplomasiye ağırlık veren duruşu, 
-Suriye’yi uluslararası ve bölgesel sisteme katması, 
-Başta enerji olmak üzere bir çok alanda işbirliği ortamı hazırlaması, 
-Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı sorununun çözümüne aktif katkı sağlama çabası, 
-Irak-Suriye gerginliğini yatıştırma yönünde çalışması, 
-Bölgeyle geliştirilen ekonomik ilişki, 
-Afganistan-Pakistan arasındaki sorunların çözümüne katkı. 

13 Mehmet Şahin, “ Model Komşuluk: Türkiye-Suriye ilişkileri ”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 

Yukarıda sayılan katkılar göz önüne alındığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası, son derece olumlu karşılanmaktadır. 2000’li yıllarda ortaya 
koyduğu söylem ve eylemleriyle Türkiye, söz konusu algılanış Şeklini değiştirmiş “Batı’nın jandarması” olmaktan “oyun kurucu” en azından “güvenlik üreten” ülke konumuna gelmiştir. Tabii ki bunun karşılığında bölgede etkinlik kazanmıştır. Bugün Türkiye’ye Arap Birliği Örgütü ve Afrika Birliği’nin gözlemci statüsü verilmiştir. Aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine bir Türkün seçilmesi, son yıllarda bölgeye yönelik yürütülen politikanın bir sonucudur. Bunların yanında Orta Doğu ve Afrika devletlerinin de desteği ile Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin geçici üyesi olmuştur. 

Artık Türkiye Orta Doğu’ya Batı merkezli bakmadığı gibi, bugün Türk dışişleri bürokrasisinin mesaisinin büyük bir kısmını Orta Doğu ile alakalı işler 
oluşturmaktadır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika ile ilgilenmeye sevk etmekte 
ve aynı zamanda Türkiye bölgeyle birlikte kendi potansiyelini de keşfetmektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde ulusal çıkarını Batı ittifakı içinde yer almakta görüyordu. 2000’li yılların başından itibaren ise komşularla iyi ilişkiler ve yakın çevrenin daha fazla önemli hale geldiği gözlemlenmektedir. Türkiye, hem güvenliğinin hem de ekonomik gelişmesinin ana alanı olarak barış ve istikrarlı bir çevre olduğunu algılamış görünmektedir. 

Bu çerçevede Türkiye, barış ve istikrar isterken, kaosu reddetmekte ve bunun için de çaba sarf etmektedir. Ayrıca bölgede yeni bir kutuplaşma, soğuk savaş 
ve yeni sorun alanları istemediği gibi, Batı’yla geçmiş deneyimini de göz önünde bulunduran Türkiye, Orta Doğu’ya ABD/Batı/NATO perspektifinden, yani Batı merkezli değil, Türkiye/Ankara merkezli bakmak istemektedir.14 Son yıllarda bölge devletleriyle geliştirilen ilişkiler bu durumu kanıtlar niteliktedir.15 Günümüzde artık Türkiye “ben Batılı bir devletim” diye çaba içine girerek kendini Batı’ya beğendirmek gibi bir amaç gütmüyor. Türkiye’nin Batı ile birlikte hareket etmesinin temel sebebi Sovyetler Birliği tehdidiydi. Ayrıca Türkiye’nin terör örgütü PKK ile mücadelesi de önemli bir sebepti. 

Soğuk Savaşın sona ermesiyle Sovyetler Birliği Türkiye için tehdit olmaktan çıkmakla kalmadı, Türkiye için önemli bir ticari ortak oldu. Batı ile birlikte 
hareket etmenin, Türkiye’ye terör örgütü PKK ile mücadelesinde ciddi bir katkı sağladığı söylenemez. Türkiye’nin Batılı müttefikleri bu konuda Türkiye için 
dürüst bir ortaklık göstermediler. Son yıllarda Türkiye, bölge ilişkilerindeki gelişme sayesinde Suriye ve İran örneğinde olduğu gibi, bölge devletlerinin 
desteğini daha rahat almaktadır. 

14 Ahmet Davutoğlu, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Ayrıca bu konuda geniş değerlendirme için bkz: Ahmet Davutoğlu, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008, ss. 77-96. 
15 Aralık 2009’da Türkiye ile Suriye arasında çeşitli alanlarda 51 adet işbirliği anlaşması ve mutabakat zaptı imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte Türkiye-Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” oluşturuldu. 17-18 Eylül 2009 tarihlerinde Türkiye-Irak arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyinin” 
1.toplantısında 40’ın üzerinde anlaşma imzalandı. Yine 2009 yılında Lübnan ve Ürdün’le vize muafiyetini de içeren anlaşmalar imzalandı. Son yıllarda Türkiye ile Katar arasında başta siyasi, ekonomik ve ticari alanlarda olmak üzere bir çok alanda işbirliği anlaşmaları ve görüşmeleri yapıldı. 


Türkiye’nin Orta Doğu komşuları ve çevre ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi sadece güvenlik açısından değil aynı zamanda ekonomik açıdan da Türkiye’ye kazanç sağlayacaktır. Bunun yanında bölgenin de refaha ve istikrara kavuşması kolaylaşacaktır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda Orta Doğu sorunlarıyla yakından 
ilgilenmesi ve bölgede her geçen gün etkinlik kazanması, “Türkiye dış politikada eksen mi değiştiriyor?” gibi soruların gündeme gelmesine sebep oldu. Özellikle, Suriye ile hızlı bir şekilde samimi ve stratejik düzeyde adımların atılması, son yıllarda İsrail konusunda Türkiye’den yükselen sert ve eleştirel tavır, ABD/Batı’nın istemediği şekilde İran’la iyi giden ilişkiler ve en azından şimdilik Batı ile aynı pozisyonda olmama, HAMAS ve Sudan konusunda Batı ile aynı kaygıları paylaşmama gibi nedenlerden dolayı Türkiye’nin son dönem dış politikasında eksen kayması olarak yorumların yapılmasına sebep oldu. Fakat bu tür yorumların yapılmasının temel sebeplerinden birincisi bekli de en önemlisi, bugüne kadar Batı ittifakının sadık üyesi olan Türkiye’nin aynı vefayı Batılı müttefiklerinden görmediğidir. Bunun yanında uluslararası ve bölgesel konjonktürün değişmesi Türkiye’yi dış politikada çeşitliliğe itmiş gözükmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politikasındaki açılımlar bir eksen kayması değildir, ama önceki sağlıksız ve körü körüne Batı ittifakının sadık üyeliğinin gözden geçirilmesi olarak görülebilir. Nitekim yukarıda bahsedilen Batı’nın hoşuna gitmeyen davranışların yanında, Batı tarafından ısrarla istenen davranışlar da Türkiye hükümeti tarafından yapılmaktadır. Bunların başında Ermenistan’la imzalanan protokol, Kuzey Irak’la geliştirilen ilişki, Kıbrıs konusunda görüşmelerin sürdürülmesine verilen destek ve iç politikada yapılan açılımlar. Son dönemde atılan adımlar toplu olarak değerlendirildiğinde eksen kayması tartışmaları anlamsızlaşmaktadır. Fakat şunu da söylemekte fayda vardır, artık Türkiye başta Ora Doğu olmak üzere kendi çevresinin potansiyelini fark etmiş gözükmektedir. Batı tarafından komşularıyla ilişkileri iyi olmadığı için eleştirilen Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurmasının eksen kayması olarak değerlen dirilmesi iyi niyetli bir yaklaşım gibi görünmemektedir. 

Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması şimdiye kadar Batı ile iyi ilişkilerin bir şartı olarak görülmekteydi. 

Burada önemli bir soru akla gelmektedir: Türkiye’nin son dönem Orta Doğu politikası ne kadar sürdürülebilir? İşte bu sorunun cevabı sadece Türkiye’nin bölgedeki politikalarıyla cevaplanabilir bir soru değildir. Türkiye 2000’li yılların başlarından itibaren Orta Doğu’da barış yanlısı açık bir diplomasi takip etmektedir. Türkiye’nin son dönem dış politik söylem ve eylemleri yapıcı ve bölge istikrarına ve refahına katkı sağlayıcı ve barış ortamı yaratmaya yöneliktir. Güvenlik ve ekonomik açıdan baktığımızda Türkiye’nin ulusal çıkarı da bunu gerektirmektedir. Fakat Orta Doğu’nun siyasi coğrafyası tam olarak oturmamıştır ve dünyanın siyasi açıdan en tektonik bölgesi olarak görülebilir. Bölgede yeni bir istikrarsızlığa sebep olacak bir durumun ortaya çıkması Türkiye’nin bölgedeki son dönem çabalarını da sonuçsuz kılabilir. 

Nitekim İsrail’in sürdürmekten kaçınmadığı gerginlik yaratıcı davranışları ve İran’ın nükleer çalışmalarının seyri ve söz konusu iki gelişmeye bölgenin ve 
uluslararası camianın vereceği tepkiler bölgenin geleceğini yakından ilgilendirmektedir. 

Sonuç 

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin seyri her zaman Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında ana belirleyici etken olmuştur. 1950’lere kadar Orta Doğu sorunlarına karışmamayı güveliği açısında uygun bulan Türkiye, 1950’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden tehdit algıladığı için aktif Batı taraftarlığını ulusal çıkarına uygun bulmuştur. Batıyla sorunlu ilişkileri olduğunda veya beklediği değeri/yardımı göremeyince Türkiye, dış politikada çeşitliliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını birinci derecede güvenlik kaygıları şekillendirmiştir. 2000’li yılların başından itibaren, değişen uluslararası ve bölgesel dengeler Türkiye’nin bölgeyle ilgilenmesinin önünü açmıştır. Türk dış politikasındaki güvenlik kaygılarının ağırlığının azalması Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltırken başta Ota Doğu olmak üzere yakın çevresinde etkinliğinin artmasını sağlamaktadır. Son yıllarda ortaya koyduğu barış sağlama amaçlı açık diplomasiye dayanan politikasıyla Türkiye, hem kendisi siyasi ve ekonomik kazanç sağlarken hem de bölgenin istikrar ve refahına katkı sağlamaktadır. 

Türk Dış Politikasının iki temel özelliği olan Statükoculuğu ve Batıcılığı son dönemde Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını göz önüne alarak yeniden değerlendirecek olursak, Statükoculuk ilkesinin hala geçerli bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Çünkü Türkiye, Orta Doğu’da mevcut sınırları koruma ve dengeleri sürdürme ve yeni sorunları engelleme çabası içindedir. Türkiye bölgedeki devletlerin toprak bütünlüklerinin korunmalarını savunurken, bölgede yeni kamplaşmalara da karşı durmaktadır. Dış politikanın ikinci ayağı ise, Batıcılıktan ne anlaşıldığıyla ilgilidir. Batıcılık Batı’nın ekonomik sistemi, değerleri ve uygarlığı ise, bu ilke hala Türkiye’nin öncelikli dış politika hedefidir. gayet Batıcılık, 1950’lilerden bu yana Türk dış politikasında uygulana gelen güvenlik ağırlıklı Batıya bağımlı bir dış politika olarak algılanıyorsa o zaman bu ilkenin geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu’da Batı’nın bölgeye yönelik görüşleriyle aynı olmayan, güvenlik ağırlıklı olmaktan ziyade ekonomik ve bölgenin gerçeklerini daha fazla dikkate alan bir politika takip ettiği görülmektedir. 

Kaynakça 

Akgönenç Mughisuddin, Oya, Turkey and the Middle East: Systemic and Subsystemic Determinants of Policy 1960-1975, Foreign Policy Institute, Ankara, 1993. 
Bağcı, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, METU Press, 2. Baskı, Ankara, 2001. 
Bengio, Ofra, Türkiye-İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine, Erguvan Yayınevi, İstanbul, 2009. 
Bıyıklı, Mustafa, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları-Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2006. 
Bölükbaşı, Süha, “Türkiye ve İsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa”, gaban H.Çalış-İhsan D. Dağı-Ramazan Gözen (Eds.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demoktasi, Güvenlik, Liberte Yayınları, 2001. 
Davutoğlu, Ahmet, “Turkey’s Foreign Policy Vision: An Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1, January-March 2008. 
Davutoğlu, Ahmet, “Eksenimiz Ankara Ekseni ve 360 Derece”, Radikal, 1 Ocak 2010. Gönlübol, Mehmet - Sar, Cem, “1919-1939 Dönemi” Mehmet Gönlübol (Ed.) Olaylarla 
Türk Dış Politikası, Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1982. İki Taraf Açısından Türk-Arap Münasebetleri, İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Yayınları, İstanbul, 2000. 
Kürkçüoğlu, Ömer, Türkiye’nin Arap Orta Doğusu’na Karşı Politikası (1945-1977), Barış Kitabevi, Ankara, 2010. Mansfield, Peter, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Söylem yayınları, İstanbul, 2000. 
McGhee, George, ABD-Türkiye-NATO-Orta Doğu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992. 
Oran, Baskın, “Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 
İstanbul, İletişim Yayınları, 2001. 
Öke, Mim Kemal, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2002. Öke, Mim Kemal-Mütercimler, Erol, Yalnızlıktan Saygınlığa Demokrat Partinin Dış Politikası, Demokratlar Kulübü Yayını, 2000. 
Pehlivanlı, Hamit -Sarınay, Yusuf-Yıldırım, Hüsamettin, Türk dış Politikasında Hatay (1918-1939), ASAM Yayınları, Ankara, 2001. 
Şahin, Mehmet,“Model Komşuluk: Türkiye-Suriye İlişkileri”, 
http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/174/model-komsuluk-turkiye-suriye-iliskileri.aspx. (Erişim Tarihi: 15.03.2010) 
Şahin, Mehmet,“Anadolu Kaplanları Türkiye’yi Orta Doğu ve Afrika’da Etkili Kılıyor”, 
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf. (Erişim Tarihi: 19.03.2010) 
Yılmaz, Türel, Türk-İsrail Yakınlaşması, İmaj Yayıncılık, Ankara, 2001. 



***


8 Nisan 2017 Cumartesi

21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 3


21. YÜZYILDA TÜRK BÜROKRASİSİNİN SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 3



3.6. Kayırmacılık 


Türk kamu bürokrasisinde gözlenen bir diğer sorun da kabileciliktir (Oktay,1983:209). Ülkemizde devlet kadrolarının hizmet için değil de iş 
bulma aracı olarak düşünülmesi karmakarışık bir kayırmacılık uygulamasına zemin hazırlamıştır (Büyüklü,1976:81). Bazen toplumda yakınları kayırma bir erdem olarak görülmektedir. Buna uygun davranmayan bürokrat, çevresinin baskısına maruz kalmakta, bürokratik kuralları çiğneyerek yakınlarını koruyanlar saygınlık sağlayabilmektedir (Yılmaz,1997:432). 

Ülkemizde kayırmacılık iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, kamu hizmetleri ne girişte, liyakat yerine, tanıdık, dost , akraba, arkadaş, hemşehri ya da siyasi yakınlık gibi faktörlerin birinci derecede rol oynamasıdır. Bu faktörlere, mezun olunan okul ve meslek dayanışması gibi unsurlarda ilave edilebilir (Eryılmaz, 1995:237). Ülkemizde memurluğa girişte Merkezi Sınav Sisteminin getirilmiş olması belli noktalarda hala yetersiz kalmaktadır. Çünkü belli kadrolar için açılan sınavlarda alınacak kadro sayısının dört katı kişi mülakat sınavına çağrılmak tadır. Büyüklü’ye göre bu olgu, özellikle kilit noktalara yükselmelerde çok önemli bir güç olabilmektedir (Büyüklü,1976:81). 

Ülkemizdeki kayırmacılığın ikinci türü ise, kamusal hizmetlerin dağıtımında ihtiyaç ve yerindelik kriterinden çok, oy, partiye destek yada ideolojik yakınlık gibi faktörlerin etkili olmasıdır (Eryılmaz.,1995:237). “Oy ver hizmet al” (Başözen,2002). ilkesi yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Birinci tür kayırmacılık sonucu devlet dairelerindeki kadrolar, yetmezlik düzeyinde olan insanlar için istihdam alanı olarak kullanılabilmektedir. Bu da işlerin aksamasına ve hizmet kalitesinin düşmesine yol açmaktadır. İkinci tür kayırmacılığın sonucu ise, bölgeler arasında var olan ekonomik, sosyal , kültürel vb. dengesizliklerin sürekli artması şeklinde özetlenebilir. 

3.7. Aracılar Yoluyla İşlemleri Yürütme 

Bürokrasinin yapı olarak karmaşıklığı ve kuralcılığı sebebiyle, ülkemizde aracılar yoluyla hizmet yürütme yaygın bir uygulamadır (Eryılmaz. ,1995:238 ). Diğer yandan kıt kamu hizmetlerinin paylaşılması sorununun çözümünde, önemli bir yere sahip olan yöneticiyi veya kamu kuruluşunu etkileyebilecek, iş becerici nitelikteki aracılardan yararlanma da çok sık başvurulan bir yoldur (Oktay,1983:209). Aracılar bazen bir kurum bazen de bir kişi olabilmektedir (Eryılmaz.,1995:238 ). Genellikle siyasi partiler (siyasi parti yöneticileri) demokratik normlar, gelenekler, gönüllü kuruluşlar, seçilmişler (milletvekilleri) (Kabasakal,1997:416), mahalli eşraf ve eski bürokratlar, vatandaşların işlerinin yürütülmesinde (Eryılmaz.,1995:238) fert-bürokrasi arasında aracılık yapan çevrelerdir (Kabasakal,1997:416). 

3.8. Yolsuzluk ve Rüşvet 

Yolsuzluk genel olarak, kamu görevlisinin kişisel veya siyasi menfaat elde etmek için kamu yetkisini kötüye kullanmasıdır (Yılmaz,1997:430). Rüşvet, kamu görevlisinin özel çıkarlar karşılığında yapmaması gereken bir işlemi yapması, yapması gereken bir işlemi yapmaması veya yapması gereken işlemi hızlandırmasıdır (Ergun,1997:390). Yolsuzluk kavramı içinde rüşvet, siyasallaşma, aracıya başvurmak ve kollamacılık vardır (Yılmaz, 1997:430; Tekeli ve Şaylan,1974:93-113). Rüşvet çoğu durumlarda kamu hizmetlerindeki arzın talebi karşılayacak düzeyde olmaması durumunda ortaya çıkar. Bu yönüyle rüşvet ekonomideki “karaborsaya” benzer (Eryılmaz,1995:237-238).Bu bir adaletsizliktir. 

Çünkü rüşvet kimileri için bürokrasinin hızlı kimileri için ise ağır yürümesi demektir. Rüşvet aynı zamanda vatandaş için ek bir vergi memur içinde normal bir gelir durumuna dönüşmektedir (Büyüklü,1976:81). 

Türkiye’de 1980’li yılların banker skandalları, TYT Bank yada Marmara Bank olayları özel kesimde ortaya çıkan yolsuzluk örnekleri arasında sayılabilir (Şaylan,1995:3-5 ). Son yılların Egebank, Tütünbank, Yaşarbank, Etibank vb. ile hayali ihracatlar, İLKSAN Skandalı, İSKİ Skandalı, CİVANGATE, Susurluk kazası ile ortaya çıkan kamu görevlileri-mafya arasındaki çıkar ilişkileri yolsuzluk ve rüşvetin Türkiye’deki boyutlarını göstermektedir. Şüphesiz bunlar su yüzüne çıkmış yolsuzluk örnekleridir. Çünkü ülkemizde şeffaflık açısından atılan önemli bir adım yoktur. 

Rüşvet araştırmaları ile tanınan Uluslararası Şeffaflık (Transparancy International) adlı teşkilatın 1997 yılında yayınladığı raporda, Türkiye 
1996 yılı sıralamasında 3.54 puanla en çok rüşvet olayı görülen ülkeler sıralamasında 22. sırada yer alırken (Aktan,1997:1203), 1997’de ise,13. 
sıraya yükselmiştir (Eker,1997:1037). 2002 yılı raporunda da bu konuda üst sıralara doğru yükselmeye devam ettiğimiz belirtilmektedir. Şüphesiz, 
bürokratik mekanizmalarda görülen bu tür yolsuzluklar, personel maaşlarının çok yetersiz kalması, iş ahlakındaki zayıflama, bürokrasinin siyasallaşması gibi nedenlere bağlanabilir (Çulpan,1980:34-35). 

3.9. Siyasallaşma 

Bürokrasi, politik, ekonomik ,kültürel ve toplumsal sistem içinde yer alır. Sayılan bu unsurlardan ayrı tutulması ve değerlendirilmesi mümkün değildir. 

Bürokrasinin siyasallaşması ya da başka bir deyimle bürokrasi üzerindeki siyasal etki kısaca parti politikalarının bürokrasiyi etkilemesi ve siyasi partilerin kendi yararlarını ulusal politikanın aleyhine ön plana çıkarmasıdır. Siyasallaşma sorunu genellikle iki açıdan ele alınmaktadır. Bu ölçülerden biri atamalarda siyasal amaçların ve parti düşüncesinin ön planda tutulması, öteki ise, kamu görevlilerine tanınan siyasal faaliyette bulunma özgürlüğünün derecesi ve bu konuda siyasal iktidarın tutumudur (Merikoski,1971:169). Dolayısıyla, bürokrasinin siyasallaşması, iş başına gelen hükümetin izlediği kamu personel politikasında somutlaşmaktadır. 

Siyasal iktidarın kendi politika ve programlarını uygulamak için kimi bürokratik pozisyonlara kendi elemanlarını getirmeleri doğal karşılanabilir. Hükümetin başarılı olabilmesi için ona böyle bir olanak verilmelidir. Ancak, bu yöndeki uygulamaların ölçüsü kaçırılmamalıdır (Çulpan,1980:34-35). Siyasal iktidar değiştiğinde, müsteşar, genel müdür, daire başkanları, valiler, emniyet müdürleri ve elçiler değişmekte; bu değişiklik bürokrasinin alt ve orta kademelerine kadar uzanmaktadır. Bu çerçevede siyasal iktidarlar, yönetimdeki siyasallaşmayı kolaylaştırmak için, yeni kadrolar ve makamlar oluşturmak yoluna gitmektedirler. Ülkemizdeki üst düzey kadrolar, en çok bu amaçla 
kullanılmaktadır (Eryılmaz,1995:238 ). 

Siyasal iktidarlar, üst düzey yöneticiler (kadrolar) sorununu , iki açıdan ele alabilir. Birincisi “İstisnai memurluk kurumu”, ikincisi ise “ilk dört dereceye yükselme”dir. Bu ve benzeri yasal düzenlemeler siyasal iktidarın işini kolaylaştırmak ve mevcut kadroların siyasallaşmasını 
meşrulaştırmaktadır. 

Türkiye’de, hükümetlerin yüksek yöneticiler konusundaki tutumları olumlu bir görünüş arz etmemektedir. “İktidara gelen hükümetler genellikle yüksek memurları değiştirmekle işe başlamaktadır.” Bir sözlü soruya TBMM’de verilen yanıta göre, 1961 Kasım sonundan 1965 Şubat ayına kadar süren üç koalisyon kabinesi devresi içinde (1050 gün) 26 müsteşar, 26 müsteşar yardımcısı, 174 genel müdür, 226 genel müdür yardımcısı, 66 daire başkanı, 60 daire başkan yardımcısı, 70 idare meclisi üyesi, 82 vali, 2 genel sekreter ve 7 genel sekreter yardımcısı değiştirilmiştir (Güven,1976:65 ). 

Yapılan açıklamalar doğrultusunda şöyle bir yargıya varmak mümkündür: Türkiye’de üst düzey bürokratların ya da, yöneticilerin seçiminde ve atanmasında liyakat ve tecrübe gibi ölçütler yerine güvenilir olmak, sır saklamak, parti menfaatlerini her şeyin önünde tutmak, gibi nitelikler ön plana çıkmaktadır. Ayrıca son yıllarda üst düzey bürokratların milletvekili olma gibi bir çaba içine girmeleri ve siyasal partilerin de ülke çapında isim yapmış bürokratları milletvekili gösterme yarışı içerisinde olmaları, bürokrasinin siyasallaşmasının bir uzantısı olarak kabul edilebilir. Her iktidar değişmesi üst düzey yöneticilerin değişmesi olarak algılandığı için, yöneticilerin kendilerini güvensiz hissetme lerine ve uzun vadeli planlar yapmalarına, vizyonlar geliştirmelerine engel olmakta, bu da kamu hizmetlerinde hızlı bir ilerleme sağlanamamasına yol açmaktadır. 

3.10. Bürokratik Yetersizlik 

Bütün bürokratik uygulamalarda gözlemlenebildiği gibi Türk kamu bürokrasisinin içine düştüğü çıkmazlardan birisi de bürokratların yetersizliğidir (Eroğlu, 1995:169). Hiyerarşideki her memur kişisel yetersizlik düzeyine ulaşma eğilimindedir ve yetersizlik evrenseldir diyen Peter (Peter,1985:27), yetersizliğin en önemli sebebinin, kıdeme karşı çekiş-gücü olduğunun altını çizmektedir. Ülkemizdeki bazı meslek grupları dışında görülen eğitim ile sunulan hizmet arasında doğrudan bir ilişkinin bulunmaması, hizmet içi eğitim çalışmalarının yetersiz olması (Aykaç ,1997:25), özellikle bürokrasinin önemli karar merkezlerinde bulunan kişilerin liyakat ve yeterlilik kriterlerine bakılmaksızın, siyasi ve ideolojik (Eroğlu, 1995:169) gibi tercihlerle buralara gelmesi, Peter’in görüşlerini doğrular niteliktedir. 

Klasik bürokrasi anlayışının benimsendiği ülkemizde, bürokratların belli konularda uzman olması beklenir. Bunun doğal sonucu olarak da 
bürokratların iş yerindeki görevlerinin değişmesi veya bürokratik örgütün farklı alanlara yönelmesi ya da yeni hizmet alanlarının ortaya çıkması 
durumunda (Aykaç,1997:25 ) zaten değişimi benimsemeyen bürokratlar, yetersizlik düzeyine ulaşmaktadırlar. Bunun dışında yine klasik bürokrasi anlayışındaki personel sistemi, yeterliliğe değil kıdeme dayandığından bürokratlar emekliliklerine yakın yaşlılık dönemlerinde yetmezlik düzeyine ulaştıklarında üst yönetim görevlerine gelebilmektedirler (Gökbunar ve Kayalı, 2002 ). 

3.11. Diğer Sorunlar 

Türk kamu bürokrasisinin diğer sorunları özetle şöyle sıralanabilir: 

i. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan “topluma hakim olma” anlayışının kısmen devam etmesi, 

ii. Yukarıda sayılan sorunlar neticesinde işleri görülmeyen ya da kamu hizmetlerinden yeterince yararlanamayan halk ile yönetici 
kesim arasındaki iletişimsizlik ve yabancılaşma, 

iii. Bürokratların yetki devri konusunda isteksiz davranmaları ve kendi imparatorluklarını kurmaya çalışmaları, 

iv. Kamu yönetiminde gerek ast-üst ilişkilerinde gerekse kamu kurumları arasında yeterli iletişimin olmayışı ve bu paralelde 
koordinasyonsuzluk sorunu: Güncelliğini hala koruyan İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Karayolları Genel Müdürlüğü arasında 
yol yapım çalışmaları ile ilgili koordinasyon yetersizliği ve neticesinde devletin trilyonlarca lira zarara uğraması örneğinde olduğu gibi. 

v. Statü çeşitliliğinin fazla olması; Örneğin aynı işi yapan elemanların teknik ve idari personel olarak ayrılması gibi. 

4. Türk Kamu Bürokrasisinin Sorunlarına Çözüm Önerileri 

Türk Kamu bürokrasisi, yapı ve işleyiş bakımından kendisinden beklenen hizmetleri ya da işlevleri hızlı ve etkin bir biçimde yerine getirmekten uzak (Karaer,1987:29), dünyada ve ülkemizde meydana gelen ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal ve teknolojik gelişmelere uyum esnekliğinden yoksun bir görünümdedir. Weber’in “İdeal Tip Bürokrasi” anlayışında ortaya koyduğu “dakiklik, devamlılık, disiplin, güvenlik, hız, kesinlik, dayanışma, anlaşmazlıkların giderilmesi” gibi ilkelerin bürokratik sistemimizde işlerlik kazanabilmesi için, bürokratik sistemimizin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle kamu bürokrasisi, iş yapamaz, çözüm üretemez hantal yapısından 
kurtulup, etkin ve verimlilik prensibine uygun bir yapıya kavuşturulmalıdır. 

Kamu bürokrasisinin yeniden yapılandırılması sürecinde öncelikle, bürokratik otoritenin güç kaynaklarından biri olan merkeziyetçilik anlayışına son verilerek, “idari ve mali adem-i merkeziyetçilik” (Aktan,1997:1053) uygulanmalıdır. Bu sayede kamu hizmetlerinin ya da kamu kaynaklarının tahsisinde siyasi eğilimler ve partizanca tutumlar engellenebilir. Kamu hizmetlerinde maliyet- fayda ve maliyet etkinlik analizi yapılabilir. 

Kamu yönetiminde gizlilik ve kapalılık bir kural haline gelmiş bulunmaktadır. Neyin gizli, neyin açık olduğuna ya kurumun yöneticisi ya da kurumun çalışanı karar verebilmektedir. Herkese, kendisiyle ilgili işlemler ve diğer kamu politikaları hakkında rahatlıkla bilgi edinme hakkı verilmelidir. Neyin gizli ve neyin açık olduğu yasalarla belirlenmelidir. Kamu politikalarına ilişkin karar ve uygulamalar önceden halka duyurulmalı, kamusal kararların alındığı belediye meclisi toplantılarına halkın katılımı (Aktan,1997:1050) sağlanmalıdır. Vatandaşların bürokratik işlemlerle ilgili olarak yeterli bilgiye sahip olmamaları dolayısıyla aracılara iş yaptırma alışkanlığının azaltılabilmesi için vatandaşları yönlendirmek amacıyla tanıtıcı faaliyetlerin uygulamaya (Eken ve Şen,1997:1095 ) konulması gerekmektedir. 

Türk kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması sürecinde rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili olarak da bir takım önlemlerin alınması zorunludur. 
Kamu hizmetlerinin genel, herkese açık ve eşit şekilde sunulması için rüşvet olgusu bir çözüme bağlanmalıdır. Bunun için yapılacak işlerin başında ülkemizdeki yetersiz ve dengesiz ücret sisteminin iyileştirilmesine yönelik çalışmalar hızlı ve etkin bir şekilde uygulamaya konulmalıdır. Bu sayede kamu çalışanlarının ücretlerinde yapılacak iyileştirmeler, çalışanların moral ve motivasyonunu artıracağı gibi rüşvet ve yolsuzlukların önlenmesinde de katkı sağlayabilecektir. 3628 Sayılı Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu çerçevesinde kamu çalışanlarının mal bildiriminde bulunması belli aralıklarla yapılmalı ve yine belli aralıklarla denetlenmelidir. Haksız kazancın nereden geldiği bu sayede sorgulanabilmelidir. Yine rüşvet ve yolsuzluklarla ilgili olarak ihalelerin şeffaflığı sağlanmalı, büyük ihaleler geniş kesimlere duyurulmalı ve kamuoyuna açık olarak yapılmalıdır. Kapalı zarf usulü yerine açık artırma usulü benimsenmelidir. Ayrıca hak ve sorumluluk üzerinde bilinçlilik düzeyinin artırılması gereklidir. 

Yönetimde siyasallaşmayı önlemek için personel alımı ve terfilerde liyakat sistemi benimsenmelidir. Başka bir ifadeyle, çağımızın hızlı değişim temposuna kolayca uyum sağlayabilen, ciddi problemlere yeni çözüm önerileri getirebilen yetişmiş insan gücünün, bilgi ve uzmanlığından yararlanma imkanı veren teknokrasi ve meritokrasi gibi yönetim biçimlerinden (Eroğlu,1995:172) yararlanılmalıdır. Orta ve alt kademe memurlar için uygulamaya konulan “kamu personeli seçme sınavı (KPSS) sistemi siyasallaşmayı engelleme açısından atılan önemli adımlardan biri olarak kabul edilebilir. Ancak bu sınav sisteminden sonra mülakat sınavının getirilmesi siyasallaşmaya açık kapı bırakma anlamına 
gelmektedir. Her iktidar değişikliği ya da bakan değişikliğinde üst düzey yöneticilerin gelişigüzel, yerlerinin değiştirilmesi ya da görevden alınması kaliteli insan gücünden yeterince faydalanmama ile eşdeğerdir. “Üst düzey kamu görevlilerinin siyasal iktidar tarafından değiştirilmesi konusunda da yasal bir düzenlemeye gidilmelidir” (Eken ve Şen,1997:1091). Böylece üst düzey yöneticilerin gelecek açısından güvensizlik sorunu ortadan kalkacak ve gerçek anlamda etkin ve etkili plan, program ve vizyona sahip olabileceklerdir. En azından başlatılan bir kamu hizmeti tamamlanabilecektir. 

Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan topluma hakim olma ve topluma yukardan bakma anlayışının kısmen devam ettiği ve bürokrata karşı gelmenin devlete veya hükümete karşı gelme şeklinde algılanması gibi sebeplerle yöneten ile yönetilen arasında bir yabancılaşma ve etkileşim kopukluğu ortaya çıkmaktadır. Yöneten ve yönetilen birlikteliğini sağlayabilmek için yöneticilerin ve kamu çalışanlarının insan ilişkileri başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde var olan değerleri ve dinamikleri özümseyebilecekleri özel bir eğitim sistemine tabi tutulmaları yönünde gerekli düzenlemelere gidilmelidir. Ayrıca ast-üst arasındaki ve diğer kamu kurumları arasındaki yetersiz iletişim sorununu çözebilecek 
etkin iletişim yöntemleri araştırılıp uygulamaya konulmalı ve bu bağlamda hizmetlerle ilgili koordinasyonsuzluk sorunu ortadan kaldırılmalıdır. 

Tek değişmeyen şeyin değişim olduğu bu çağda, kamu yönetiminde oldukça esnek bir teşkilatlanmaya gidilmeli; teşkilatlanmaların, amaçmetod ve sonuçları, sürekli araştırılıp gözden geçirilmeli ve sistemin, ilgi, eleştiri ve denetim yollarını kullanmak suretiyle dışardan anlaşılmasını (Gladden,1964:69 ) sağlayacak tedbirler alınmalıdır. 

1980’li yıllarda başlayan devletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları çerçevesinde birer “arpalık” olarak kullanılan gereksiz makamların, ortadan kaldırılması ya da küçültülmesi yönünde 57. Hükümetin aldığı kararlar, süratli ve etkin bir şekilde uygulamaya konulmalı ve bu bağlamda da devlet anlayışımızın yeniden yapılandırılması ve devlet baba gibi anlayışa son verilmesi, bürokrasi mizin işlerlik kazanmasında önem arz etmektedir. Bu çerçevede ülkemizde özerk bir yapıya sahip olan bir çok üst kurul, idarenin bütünlüğü açısından etkin bir siyasal denetime tabi tutulmalıdır. 

Yetki ve sorumlulukların birbirleriyle paralellik arz edecek şekilde açık ve net olarak belirlenmesi, ülkemizde sık sık rastlanan yetki gasbı ya da yetki tecavüzü olaylarını ortadan kaldırabilir. 

“Salla başı al maaşı”, “Allah’tan sağlık devletten aylık” anlayışı ile işleyen kamu bürokrasisine etkinlik kazandırabilmek için gerçek anlamda objektif bir performans değerlendirme sistemi uygulanmalıdır. Testiyi kıranla suyu getiren; verimli olanla tembel arasında bir ayrım yapılması zorunludur. Bu bağlamda alınacak tedbirlerin etkinliği açısından “yasal kazanılmış hak” tartışmaya açılmalı; bu çerçevede görevden alınan bürokratın aynı düzeyde bir göreve getirilmesi, bürokratın verimliliğine göre belirlenmeli ve gerekirse alt düzeyde görevlere de getirilmelidir. Kısaca, kamu kurumlarında personele tanınan aşırı iş güvencesi, özel sektördeki gibi bir uygulamaya dönüştürülmeli ve personel kurumda kalabilmek ve başarılı olabilmek için kendisini sürekli yenilemelidir. 

Son söz olarak denilebilir ki; kamu hizmetleri aşırı formalitelerden ve teferruattan kurtarılmalıdır. Hızlı ve etkin bir kamu hizmeti için resmi 
makamların istediği bilgi ve belgeler azaltılmalı ve işlemler basitleştirilmelidir. 

Sonuç 

Türk kamu bürokrasisinin sorunları sadece bürokratik sistemimizden kaynaklan mamaktadır. Bir soruna çözüm üretirken ortaya çıkış nedenleri nin mutlak suretle çok iyi analiz edilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında Türk kamu bürokrasisi, ekonomi, teknoloji, kültür, toplumsal yapı, siyaset gibi bir çok sistemin içinde bulunduğu çevrede faaliyet göstermektedir. Bu sistemlerde meydana gelen sorunlar da ister istemez bürokratik yapımıza yansımaktadır. Dolayısıyla bürokrasinin yeniden yapılandırılması sürecinde bahsi geçen diğer sistemlerin de aynı paralelde yeniden yapılandırılması gerekmektedir. 

 Türkiye’de çeşitli dönemlerde bürokrasiye etkinlik kazandırmak için reform çalışmaları yapılmış ancak başarı sağlanamamıştır. Çünkü yeniden yapılanma çalışmaları uzun süreç ve fazla maliyet gerektirir. Bürokrasimizin hastalığı ayakta tedavi edilecek kadar basit değil, aksine yoğun bakımı ve sürekli kontrolü gerektiren bir hastalıktır. Başlatılan tedavi yöntemi, iktidar değişikliklerinden etkilenmemelidir. Siyasilerimiz “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı ile hareket ederek geçici çözümler üretmemeli bir takım riskleri göze alarak toplumun menfaatini ön plana alacak uzun vadeli çözüm arayışı içinde olmalıdırlar. 

Her şeyden önce artık klasik devlet anlayışı ve bürokrasi anlayışının çağın hızlı ve değişken yapısına uyum sağlayamayacak kadar demode olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Tarihi devlet anlayışımızı yeniden şekillendirilme ve bu bağlamda çağdaş devlet anlayışı, kurum kültürü ve iş ahlakı konularına yönelik eğitim programları hazırlanıp uygulanmalıdır. Çağımızın çok hızlı, değişken olaylarını ve sorunlarını çözecek post-modern yönetim teknikleri bürokratik yapımıza uyarlanmalıdır. 

Özetle, işlevsel-yapısal kuramsal anlayış çerçevesinde bir kamu yönetimi anlayışı benimsenmeli ve bu doğrultuda tüm kurum ve kuruluşlar yeniden değerlendir ilmeli ve gerekli düzenleme stratejileri geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. 

Kaynakça 

Abadan, Nermin (1959); Bürokrasi, A.Ü. S. B. F. Yayınları, Ankara. 
Aktan, Çoşkun Can; “Siyasal Yozlaşmanın Önlenmesine Yönelik Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye, S.14, Yıl.3, ss.1045-1059. 
Aktan, Coşkun Can (1997); “Dünyada ve Türkiye’de Yolsuzluklar” Yeni Türkiye, Yıl: 3, S. 13, ss.1202-1208. 
Aykaç, Burhan (1997): Kamu Bürokrasisi Ve Türk Kamu Personelinde Bürokratik Eğilimler, Ankara. 
Baransel, Atilla (1979); Çağdaş Yönetim Düşüncesinin Evrimi, C. 1, İstanbul. 24 
Başaran, İbrahim Ethem (1984); Yönetime Giriş, A.Ü.E.F. Yay., Ankara. 
Başözen, Ahmet; “Kamu Bürokrasisi ve Denetim Yolları” 
http://www.dicle.edu.tr/dictur/sursayin/khuka/kamubrokrasisi.htm (12.09.2002). 
Büyüklü, Şinasi (1976); “Kamu Yönetim Sistemimizde Çözülme Eğilimleri, AİD, C. 9, Sayı: 3, Eylül, ss.78-85. 
Cohen, Herry, The Dynamic Of Bureaucracy, Problem of Change in a Goverment Agency, The Lowa State Universty Pres. 
Çitçi, Oya (1983); “Kamu Bürokrasisi Üzerine”, AİD, C. 16, S.4. , Aralık, ss.16-35. 
Çulpan, Refik (1980); “Bürokratik Yönetimin Yozlaşması,”AİD, C.13, S. 2 , Haziran, ss.31-45 
Dereli, Toker (1976); Organizasyonlarda Davranış, İ.Ü.İkt. Fak., I.Cilt, İstanbul. 
Eken, Musa Şen; Lütfi, Mustafa (1997); “Yönetimde Yozlaşmaya Karşı Yönetsel Etik ve Açıklık” Yeni Türkiye, S.14, Yıl. 3, ss.10771112. 
Eker, Aytaç (1997); “Yozlaşmanın Boyutları ve Giderilmesine İlişkin Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye, Yıl 3, S. 14, ss.1032-1038. 
Erbay, Yusuf (1997); “Bürokrasi , Bürokratizm ve Ülkemizde Bürokrat - Siyasetçi İlişkileri”, Yeni Türkiye, Yıl : 3 Sayı : 13, ss.405412 
Eren, Erol (1991); Yönetim Ve Organizasyon, İstanbul, 1991. 
Ergun, Turgay (1997); “ Kamu Yönetiminde Yolsuzluklar ve Bürokrasinin Sorumluluğu” Yeni Türkiye, Yıl: 3, ss.388-393 
Ergun, Turgay; Polatoğlu, Aykut (1992); Kamu Yönetimine Giriş, Ankara. 
Eroğlu, Feyzullah (1995); “Merkezi Yönetimin Yeniden İnşası ve Bürokrasinin Reorganizasyonu” A.Ü.İ.İ.B.F.Dergisi, C.11, S.1-2 Erzurum, ss.161-175. 
Eryılmaz, Bilal (1993); Bürokrasi, İzmir. 
Fişek, Kurthan (1972); “Yönetim ve Mizah”, AİD, C.5, S.3, Eylül. 
Gawthrop, Louis C. (1968); Bureaucratic Behaviour In The Executıve Branch, An Analysis Of Organizational Change, The Free Press, London. 
Gerth, H.H.; Mills, C. Wright (1958); From Max Weber Essays In Sociology, Routledge and Kegan Paul Ltd. London. 
Gerth, H.H.; Mills, C Wright (1987); Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parlar, Hürriyet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. 
Gladden, E.N. (1994); The Essential of Public Administration Staples Press Limited, London. 
Gökbunar, Ramazan; Kayalı, Cevdet A.; “Kamu Yönetiminde Toplam Kalite Uygulamasının Olanakları”, www. canaktan.org (25.09.2002). 
Güven, H.Sami (1976); “İdare Siyaset İlişkisi Ve Personel Açısından Önemi”, AİD, C.9, S.1, Mart. 
Heper, Metin; “Bürokrasi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.2. 
Hicks, Herbert G.; Gullet, G. Ray (1981); Organizasyonlar: Teori Ve Davranışlar, Çev. Besim Baykal, İTİA. İşletme Bilimleri Enstitüsü. 
Hicks, Herbert G. (1979); Örgütlerin Yönetimi, Sistemler Ve Beşeri Kaynaklar Açısından, C.II, Turhan Kitabevi, Ankara. 
Kabasakal, Öner (1997); “Bürokrasi- Siyaset- Toplum İlişkisi Üzerine Bir Deneme” Yeni Türkiye Yıl: 3, S. 13, ss.413-417. 
Karaer, Tacettin (1987); “12 Eylül ve Türk Kamu Yönetiminin Yeniden Düzenlenmesi”, AİD, C. 20, S.3, ss.29-54. 
Koçel, Tamer (1989); İşletme Yöneticiliği, İstanbul. 
Ludwig, Von Mises (1947); Bürokrasi, Çev. Feridun Ergin, Türkiye Ekonomisi Kurumu Yayınları, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul. 
Massie, Joseph L (1983); İşletme Yönetimi, Beytaş Yayınları, Çev. Şan. Özalp Ve Diğerleri, Eskişehir. 
Merikoski, V. (1971); “İdarenin Siyasileşmesi”, Çev: Cahit Tutum, AİD, C.4. 
Mullins, Laurie, J. (1989); Management And Organızational Behavıour, 2nd Edition, London. 
Mouzelies, Nicos P. (1975); Organization And Bureaucracy, An Analysis Of Modern Theory, London. 
Oktay, Cemil (1983); Yükselen İstemler Karşısında Türk Siyasal Sistemi Ve Kamu Bürokrasisi, İ.Ü. Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, Biltekin (1997); “Kamu Personel Rejimi ve Son Yıllardaki Yozlaştırma”Yeni Türkiye, Yıl.: 3, S.13,.ss.456-463. 
Özkalp, Enver, Davranış Bilimleri Ve Organizasyonlarda Davranış, Eskişehir İTİA. Yayınları, No; 249/169. 
Özkalp, Enver; Sabuncuoğlu, Zeyyat; Ögütlerde Davranış, Anadolu Üniversiteyi Yayınları, No: 116, Eskişehir 
Peter, Laurence; Hull, Raymond (1985); Peter İlkesi, Çev. Melih Ölçer, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara. 
Sakal, Mustafa (1997); “Politik Karar Alma Sürecinde Bütçe Maksimizasyonu ve Bürokratik Yozlaşmalar” Yeni Türkiye, Yıl : 3, Sayı: 13, ss.439-45. 
Shafritz, Jay M.; Off, Stevenj; Clasics Of Organization Theory, Third Edition, University Of Prittsburg, Clifornia. 
Şimşek, M. Şerif (1994); Yönetim Ve Organizasyon Ders Notları, Konya. 
Smith, B. C. (1998); Bureaucracy And Political Power, S.T. Martin’s Press, New York. 
Şaylan, Gencay (1995); “Değişim ve Yolsuzluk, AİD, C.28 Sayı 3. 
Tekeli, İhan; Şaylan, Gencay (1974); “Rüşvet Kuramı”, AİD, C. 7. Sayı: 3, ss.92-113. 
Tortop, Nuri; İsbir, G. Eyüp; Aykaç, Burhan (1993); Yönetim Bilimi, Yargı Yayın., Ankara. 
Weber, Max (1987); Sosyoloji Yazıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, Çev. Taha Parlar, İstanbul, 1987. 
Yazıcıoğlu, Recep (1995); Bu Sistem Değişmeli: Alternatif Bir Yaklaşım, Birey Yayıncılık 2. Baskı. 
Yılmaz, Aytekin (1997); “Siyasal ve Bürokratik Yozlaşma”, Yeni Türkiye, Yıl: 3, S. 13, ss.418-438. 
Yılmaz, Aytekin (1997); “Türkiye’de Yönetimde Yetersizlik ve Sorunları” Yeni Türkiye, Yıl:3, S.13, ss.394-404. 


****