17 Ekim 2016 Pazartesi

Askeri Demokrasinin Güvencesi sayanların gafleti


Askeri Demokrasinin Güvencesi sayanların gafleti

24 Ağustos 2013 Cumartesi


Askeri demokrasinin güvencesi sayanların gafleti! 

Aziz Üstel















Batı’nın televizyona çıkıp ahkam kesenleri, kaleme sarılanları, İslamofobilerini “özgürlükçü, tarafsız, liberal” gibi sözcüklerle cilalayan yorumcular, düşünürler, siyasileri Arap Baharının bir yalan olduğunu, demokrasi yerine kargaşa getirdiğini öne sürüyorlar. Gönüllerinden geçeni kusanlarsa, İslam’ın hoşgörüden yoksun, uzlaşmadan uzak olduğu için demokrasinin Müslüman ülkelerde hiçbir zaman uygulanamayacağını söylüyorlar.

Bu görüşler gerçeği yansıtmıyor. Herkesin pembe bulutlar üzerinde koşuşturduğu, hayaller kurduğu, Arapların sokaklara döküldüğü ve üç diktatörü alaşağı ettiği günler uzaklarda kaldı. O sokaklara dökülenlerin büyük bir çoğunluğu hayal kırıklığına uğradı; yaşamları belki de eskisine oranla çok daha kötü.


Ancak neyin, neden ve nasıl olduğunu irdelemekte yarar var:

Her şeyden önce “hiçbir şey çabucak ve kolayca gerçekleşmeyecekti!” Arap Baharı başlayıp hemen bitecek bir olay değil, bir süreç. Arap diktatör ve öylesi bir düzenden nemalananlar demokrasi geldi diye kaçıp saklanmayacak ya da ortadan kaybolmayacaktı. Batı’nın Arap Baharına desteğiyse ta baştan beri belirsizdi. Dahası Batı her zamankince ikili oynamayı tercih etti. Yani bir yandan yeni filizlenen demokrasilere arka çıkarken öte yandan diktatörlerin destekçileriyle dirsek temasını sürdürdü; ne olur ne olmaz hesabıyla!

Uzun süre baskı altında tutulmuş, itilip kakılmış toplumların bir gecede, insan haklarına saygılı, çoğulcu, hoşgörülü bir millete dönüşmeleri mümkün değildir elbet. Demokrasi kuşaklar boyu sürebilecek, uzun süreli bir mücadele sonucu elde edilebilir ancak.

Askerin demokrasiye yönelik tutumu değişkendir.” Tunus’ta, örneğin, silahlı kuvvetler diktatörü bıraktı, siyaset sahnesinden çekildi. Mısır’daysa tam tersi oldu! Perde arkasından çalışarak halkı sokağa döktü, “düzeni sağlamak” adına seçilmiş yönetime el koydu.

El koydu da... Eline yüzüne bulaştırdı. Silahlı Kuvvetlerin demokrasiye sahip çıkacağı, destekleyeceği kavramı, tecrübeyle sabit, kocaman bir yalandır!

Libya’da diktatörü Batı devirirken Suriye’de kılını kıpırdatmayıp uzaktan izlemeyi tercih ediyor. Bu iki ülkede de asker demokrasi karşıtı, diktatör yanlısı. “Asker demokrasinin gelmesini kolaylaştırır” deyişi kesinlikle doğru değil. Kendi içinde demokratik olmayan bir kurum, nasıl kendine yabancı bir düzene destek olabilir ki!

Arap baharına soyunan ülkelerin en büyük hatası silahlı kuvvetlerin etkisini ve gücünü önemsememek olmuştur. Dahası muhalefetin varlığını inkar etmekle kalmamış, uzlaşma yolları arayacaklarına, silip atmanın çarelerin aramışlardır. Sadece Tunus’taki iktidar anlamıştır bir başına yönetemeyeceğini ülkeyi; muhalefetin sesine de kulak vermesi gerektiğini. Tabi muhalefet Türkiye’deki gibi olağanüstü beceriksiz çıkar, sür-git yapışacağı asker eteği aranırsa iktidarın da işi aynı oranda zorlaşır.

“Sokağa dökülenlerin sayısı milyonu aşsa da gücü sınırlıdır” gerçeğini unutmamak gerekir. Sokak iktidar değiştirebilir düşüncesi, uydu televizyonları ve sosyal medya aracılığıyla kök salmıştır. Dünyada hiçbir ülke, ister batıda ister doğuda, bu iletişim ve etkileşimden kendini uzak tutamaz. Ancak bunlar başlıbaşına yeterli değildir. Toplumsal başkaldırı ve öfkeyi gerçek ve uzun süreli, millet çoğunluğunun beklentilerini karşılayacak bir değişime dönüştürdüğünüz an demokrasiyi yaşatabilirsiniz. Örneğin 2002 yılından bu yana AK Parti, Türkiye’de bunu büyük ölçüde başarabildiğinden seçimlerde yüzde ellinin üstünde oy alabilmiş, milletin oylarına sırtını dayayarak darbe yanlılarını silahlı kuvvetlerin içinden ayıklamayı başarmıştır. Muhalefetse bu gün de, dün olduğu gibi, Türkiye gerçeklerini bir türlü kavrayamamanın sancılarını çekmektedir.

Arap ülkelerindeyse, seçimle gelen iktidarların, toplumsal beklentileri hayata geçiremedikleri sürece demokrasiyi yaşatmaları çok ama çok zordur.






13 Ekim 2016 Perşembe

Şemdinli’deki PKK Terör Saldırısı ve PKK’nın Aklanması




Şemdinli’deki PKK Terör Saldırısı ve PKK’nın Aklanması



Yazar: Cahit Armağan DİLEK
10 Ekim 2016

Şemdinli’de PKK saldırısı: 10’u asker 18 şehit, 27 yaralı. Son olmayacağı anlaşılan bu terör saldırısında şehit edilenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Bir süredir bu tür saldırılardan sonra verilen haberlerde ve değişik ortamlarda konuşan uzmanlar, her saldırıdan sonra terör örgütünün yeni bir stratejisinden bahsedip iyi haber verdiklerini ve uzman olduklarını öne çıkaran haberler ve açıklamalar yapıyorlar. Haberlerde ve açıklamalarda en çok kullanılan ifadelerden biri de sıkışan, çökmek üzere olan terör örgütünün son çırpınışları, teröristlere moral vermek için bu tür saldırıların yapıldığı.

Halbuki PKK yıllardır ve özellikle 7 Haziran sürecinden sonra da benzer saldırıları defalarca yaptı. Daha önce yapmamış veya çok nadir yapmış olsa bile terörün tanımı ve hedefini düşündüğümüzde terör örgütleri zaten sürpriz ve baskın tesiri yapmak isteyeceğinden hep aynı metotları, silahları kullanmaz; istediği etkiyi yaratabilmek ve güvenlik güçlerini aldatarak saldırısını başarıya ulaştırabilmek için değişik metotlar, silahlar kullanacaktır, öyle de oluyor. Bu temel hususu unutup terör örgütü strateji değiştirdi, çırpınıyor, intihar ediyor diyerek sözde uzmanca haber ve yorumlar yapmak işi çözmediği gibi kafaları da karıştırıyor. Ayrıca bütün bu önceki olayları, tecrübeleri dışlayıp anlık yapılan haberler, yorumlar terörle mücadeleyi de maalesef olumsuz etkiliyor, çünkü bir nevi medyatik haber ve açıklamalarla sorunun ve çözümün gerçek yönleriyle ele alınması zorlaşıyor.

Burada yapılması gereken belki de istihbarat ve güvenlik kurumlarının adeta bir empati yaparak sürpriz ve baskın etkisi yaratacak yeni bir terör saldırısı nerede, ne zaman, nasıl, ne ile yapılır diye düşünüp olasılığı çok düşük de olsa her türlü alternatife yönelik istihbari çalışma yapması ve güvenlik tedbiri almasıdır.
Patlamanın yarattığı hasar ile şehit/yaralı sayısı terör örgütünün çok büyük bir miktarda patlayıcıyı kullandığını gösteriyor. Ayrıca saldırının iyi planlandığı anlaşılıyor. Peki bunu nerede yapıyor? Son 2 ayda 400’e yakın teröristin öldürüldüğü bir bölgede. PKK 4-5 ton büyüklüğündeki patlayıcıyı son 2 aydır yoğun operasyonların yapıldığı bir ortamda o ilçelerin sınırlarından Irak’tan getirmiş olabilir mi? Bu biraz düşük ihtimal gibi. Yoksa Oslo görüşmelerinde de sızdığı gibi yıllardır depolanmış patlayıcılar mı kullanılıyor ya da daha büyük ihtimalle çözüm süreci döneminde yolların altına döşenenlerin yanında henüz tespit edilemeyen depolardaki, mağaralardaki patlayıcıları mı kullanıyor? Ve çözüm sürecinde depolanan silah ve patlayıcılar Suriye’nin kuzeyinden gelmiş ve halen de geliyor olamaz mı? Büyük ihtimal. Yani bir bakıma çözüm süreci hatasının bedelini ödemeye devam ediyoruz.

OHAL’in yaşandığı, yoğun arama tarama operasyonlarının yürütüldüğü bir bölgede tonlarca patlayıcının araçlara yerleştirilmesi, saldırı noktasına taşınması neden tespit edilemez? PKK’nın o noktada öncesinde iyi hazırlanmış bu saldırıyı yapabilmesi zayıfladığını mı gösteriyor, yoksa rahatça büyük bir terör saldırısı yapabilecek ortamın halen var olduğunu mu?

Temmuz 2015’ten bu yana öldürülen PKK’lı terörist sayısı 9.000 civarında. Bu sayı terör örgütünü etkilemez mi? Tabi ki çok etkiler. Etkiliyor da. Ama PKK terör örgütünün zorla, şantajla, tehditle de olsa eleman toplayabildiğini görüyoruz. PKK’nın Suriye kolunun Suriye’nin kuzeyinde süper güç ABD ile müttefiklik ilişkisine girdiğini, 50.000 civarında elemanının eğitimli, donanımlı olduğunu ve PYD/YPG’ye yabancı askeri yardımların devam ettiğini, gerektiğinde buradaki patlayıcı ve teröristlerin Türkiye’ye aktarıldığını unutmayalım. Yani Türkiye’deki PKK terörüyle Suriye ve Irak’taki gelişmeler özellikle çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte iç içe girmiştir, doğrudan bağlantılı hale gelmiştir.

Evet PKK yurt içinde darbeler almaktadır, teröristler büyük kayıp vermektedir; ama şu aşamada öncelik verdiği Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ta Musul’un kuzey batısında (Sincar, Telafer) hedeflerine ulaştığında Türkiye içine ağırlık vereceği de aşikardır. Bu kapsamda Türkiye içinde her yerde küçük ya da büyük çapta terör saldırısı yapabileceğini zaman zaman da bir dalga şeklinde peş peşe saldırılar yapabileceğini göstermeye, Türkiye’nin enerjisini Suriye ve Irak kuzeyinden ziyade içeriye harcamasını sağlamaya çalışmaktadır.

Bu durum bize şunu gösteriyor: Türkiye’nin savunması ve güvenliği sınırlarının çok ötesinden başladığı gibi terörle mücadelesinin de sınırlarının güneyinde ayırım yapmaksızın Irak ve artık en önemlisi Suriye’nin kuzeyindeki PKK’nın terör üslerinin bulunduğu yerlerden başlamaktadır. Bu ifade, yurt içindeki operasyonların veya tedbirlerin öncelikli olmadığı anlamına gelmez. Bilakis yukarıda bahsettiğimiz gibi çözüm sürecinde yapılan patlayıcı depolamalarının, tuzaklamalarının tespit edilmesine yönelik istihbarat operasyonlarına ve sonrasında tespit edilenlerin imhasını sağlayacak operasyonlara, ayrıca bunlarla eş zamanlı ve koordineli olarak PYD kontrolündeki Suriye sınırının tam olarak terör yapılanmasından kurtarılmasının sağlanmasına ağırlık verilmesini gerektirmektedir. Bu da devletin bütün istihbarat ve güvenlik kurumlarının tek vücut halinde hareket etmesini gerektirir. Ayrıca terör örgütünün en üst kademesindeki lider kadrosunun öldürülmesine yönelik operasyonlar bu terörle mücadele gayretlerinin odak noktası olmalıdır.

Diğer taraftan IŞİD terör örgütünün bölgede yarattığı politik-askeri ortam PKK terör örgütünün arkasındaki dış desteğin PKK’nın Suriye kolu üzerinden açıktan ve doğrudan yapılmasına yol açmıştır. Bu durum PKK’nın 1984’ten bu yana elde ettiği en önemli avantajdır. Rakka ve Musul operasyonları bağlamında Irak ve özellikle Suriye’de PKK’nın hedeflediği özerk yapılanmalar pazarlık daha doğrusu PYD’ye bir ödüllendirme konusu olarak ortadadır. PKK’nın bu ülkelerdeki uzantıları bağlamında uluslararası arenada oluşacak mutabakat içerisinde özerk yapıların kabul görmesi / onaylanması halinde PKK bu sefer uluslararası güçlerin dikkatini Türkiye üzerine çekecektir. Siyaseten kabul görmüş Irak ve Suriye’deki uzantıları (PYD) üzerinden PKK’nın aklanması ve taleplerinin kabul edilmesi süreci Türkiye’ye dayatılacaktır, ki zaten dayatmalar başlamıştır.



..

12 Ekim 2016 Çarşamba

İSTİKLÂL MARŞI’MIZI ANLAMAK,




İSTİKLÂL MARŞI’MIZI ANLAMAK,






İstiklâl Marşı’nın neden ‘’ Korkma! ’’ diye başladığını biliyor musunuz? Ya da kıtalar arasında yer alan ‘’ Ulusun ’’ ifadesinin ne anlama geldiğini düşündünüz mü hiç?

İlkokuldan üniversite birinci sınıfa kadar derslerde bizlerden İstiklâl Marşı’nın açıklamasını yapmamız istendi. Aslında ne kadar yüzeysel okuduğumuzun, dinlediğimizin, söylediğimizin geç farkına vardım. Evet, bu kadar basit olamazdı, mutlaka derin bir anlamının olacağı aşikârdı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Öğretim görevlisi Prof. Dr. Nurullah Çetin’in aşağıda verdiğim adresteki Bilgi Şöleni bunların hepsini anlatıyor. Konferansın başlığı ‘’İstiklâl Marşı’nı Anlamak’’. Tek kelimeyle mükemmel. İstiklâl Marşı’na dair meğer ne kadar az bilgiye sahipmişiz… Türkiye’de pek çok edebiyat öğretmeni de bu bilgileri bilmiyordur diye düşünmeden edemedim.

Prof. Dr. Nurullah Çetin’in Öncü Basımevi’nden 2011 yılında çıkan ‘’İstiklâl Marşı’mızı Anlamak’’isimli bir kitabı bulunmakta. Konferansta, İstiklâl Marşı’na dair güzel dipnotlar veren hocamız, kitapta İstiklâl Marşı’nın imlâsından, yazılma öyküsüne, o dönemki Türkiye’nin durumundan, Kuva-yı Milliye hareketine kadar çeşitli konuları ele almış. Önsözünde, ‘’ Bu çalışmam kanalıyla umarım Türk Milleti, İstiklâl Marşı’nı derinliğine anlama ve Müslüman-Türk şuuruna ererek kendi kimliğine ve değerlerine sımsıkı sarılma imkânı bulacaktır.’’ diyerek Türk Milletinin ilelebet payidar kalmasının anahtarlarından birinin İstiklâl Marşı olduğuna vurgu yapıyor.

Eminim ki, kitabı elinize aldığınızda bırakmak istemeyeceksiniz ve konferansı dinlemeye başladığınızda kopamayacaksınız. Gördüğünüz herkese İstiklâl Marşı’nın anlam derinliğini anlatacak, hatta konferansı izlemeyi tavsiye edeceksiniz…

Konferansa ulaşmak için:


İyi dinlemeler ve iyi okumalar.


..

ANDIMIZ ÂYET Mİ?




ANDIMIZ ÂYET Mİ? 



Prof. Dr. Nurullah ÇETİN 
Ankara Üniversitesi DTCF Öğretim Üyesi 
Açıklama: mdmlogo.png
Ekim 2013, Ankara 


GMK Bulvarı Özveren Sokak Nu:2/2 
Demirtepe Durağı Kızılay/ANKARA 
Tel: 0 (312) 231 31 94 – 95 Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
www.millidusunce.org - www.millikanal.com 
bilgi@millidusunce.org 
bilgi@millikanal.com 
Yayın Numarası: 6 
Baskı Basımevi: 


ÖĞRENCİ ANDI 

 '' Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. 
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. 
Varlığım Türk varlığına armağan olsun! Ne mutlu Türküm diyene! ''





Andımız Âyet mi? 1 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 30 Eylül 2013 Pazartesi günü “Demokratikleşme”  paketiyle ilgili basın toplantısında “ İlkokullardaki öğrenci andı uygulamasını kaldırıyoruz ” demiş. 

Son zamanlarda, özellikle bazı çevrelerde Andımız üzerine itirazlar, eleştiriler yoğunlaşmaya başladı. Bunlardan bazı örnekler vermek isteriz. 


02 Şubat 2012 tarihli gazetelerde çıkan bir habere göre AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, şöyle demiş: “Gençliğe Hitâbe konusunu da kamuoyunun oturup tartışması lazım. Şimdi, Reşit Galip andımızı getirmiş değil mi? Ayet mi bunlar? Reşit Galip böyle bir şey yapmamış olsaydı olmayacaktı. 12 Eylülcüler hatırlar mısınız Andımız’a ilavelerde bulundular. Sonra tekrar değiştirdiler. Böyle bir şey olmaz.” 2 

03 Ekim 2012 günü Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı; "Gerek içerik, gerek uygulama biçimi açısından çok eleştirilen, artık militarist çağrışımları çok yüksek olan bu 
uygulamayı kaldırarak, çocuklarımızı rahatlatacağımızı ümit ediyoruz" ifadelerini kullanmış.3 


1 Prof. Dr. Nurullah Çetin’in 25 Eylül 2013 tarihinde Millî Düşünce Merkezi’nde verdiği konferans metninden derlenmiştir. 
2 http://www.haberturk.com/polemik/haber/712139-ataturkun-genclige-hitabesi-ayet-mi 
3 Hürriyet Gündem 
4 Zaman, 24 Eylül 2013 

Mümtaz’er Türköne adlı bir yazıcı da andımızı faşistlik, ırkçılık, böbürlenme, âdeta İslâm’a karşı çıkarılan beşerî mahiyette bir dinî söylem, medeniyet dışı bir şey, ilkel ritüel, kişiliksizleştiren disiplin ritüeli, ciddi bir saçmalık olarak yorumluyor. 4 

Kazım Güleçyüz ve Hilal Kaplan gibi yazıcılar da Andımıza eleştiriler getirerek kaldırılmasını istemişler. Basın yayın organlarında, değişik mahfillerde bu ve bunlara benzer eleştiriler var. Bu eleştirilerin ortak yönü, Andımızın İslam’a aykırı, hatta dine karşı üretilmiş faşist, ırkçı bir metin olduğu yönünde. Yapılan eleştirilerle insanların kafasında Andımızın sanki dinsizlik telkin eden bir metin olduğu algısı yayılıyor. 

Yaptığım bir incelemede bu eleştirilerin tamamen ya bilgisizlikten ya da art niyetten kaynaklandığını anladım. Zira Andımız, birilerinin söylediği gibi ayetlere ters bir metin değil; tam tersine hemen hemen her kelimesinin ayetlerden süzülmüş, ayetlerden alınma sözler olduğunu gördüm. Dolayısıyla Andımız için “ Ayet mi bunlar? ” diyen 

Türkiyeli vatandaşın iyi bilmesi gerekir ki, evet Andımız, bildiğimiz manada ayet değildir, Andımızı yazan kişi bizim gibi bir insandır. Andımız da ilahi bir metin değildir. Ama Andımızda yer alan kelime ve ifadelerin neredeyse tamamına yakını Kur’an’daki ayetlerde ve hadislerde kendine yer bulan ifadelerdir. 

Atatürk de Reşit Gâlip de herkes gibi fani birer beşerdir. Naçiz vücutları toprak olmuştur. Ama söyledikleri cümlelerin önemli bir bölümü, Allah’ın ayetlerine 
uygundur. İşte ispatı: 

Türk çocuklarına topluca söyletilen Türk andını İslamcılık adına, günah diye, faşistlik diye, ırkçılık diye, işe yaramıyor diye kaldırmaya çalışan arkadaşlara bu andı Müslümanca tefsir edelim. Bakalım bu Türk andı, İslâm’a, Kur’an’a aykırı mıymış, değil miymiş? 


Türküm: 

Andımızın bu ilk kelimesini, en son olarak son cümleyle yani “Ne mutlu Türküm diyene!" cümlesiyle birlikte açıklayacağım. 

Doğruyum: 

Türk Çocuklarının “ Doğruyum” demelerinin ayetlere aykırı bir tarafı olabileceğini düşünmek, iyi niyetle bağdaştırılabilecek bir şey değildir. Millî Eğitim Kurumu, 
çocuklara doğruluğu öğretmeyecek de üçkâğıtçılığı mı öğretecek? Hem “doğruyum” kelimesi tamamen ayettir. İşte ayet: “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. 
Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve Adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hud suresi, Ayet Nu:112) 

Çalışkanım: 

Millî Eğitim Kurumu, elbette Türk çocuklarına çalışkan olmalarını telkin edecektir. Okul, yan gelip yatma yeri mi? Çalışkan olmak da Allah’ın bir emridir; yani ayettir. 
Bu kelime de Kur’an’da ayet olarak vardır. İşte ayetler: 

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir.” (Necm suresi, Ayet Nu: 39-40) 

“Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü yayılıp çalışma zamanı yapan O'dur.” (Furkan suresi, Ayet Nu: 47) 


“Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” (İsra Suresi, Ayet Nu: 19) 

“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas suresi, Ayet Nu: 77) 

“Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Cum’a suresi, Ayet Nu: 10) 

“Bunun üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. Dedi ki: Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah; karşılığın güzeli O'nun katındadır.” (Al-i İmran suresi, Ayet Nu: 195) 

İlkem; 

Küçüklerimi korumak, Büyüklerimi saymaktır: 

 Küçüklerimizi korumak, büyüklerimizi saymak, İslam’ın emridir. Türk çocukları, bu terbiyeyi elbette okulda alacaklar. Andımızı söyleyerek bu ruh ve şuuru 
pekiştireceklerdir. 

Andımızda yer alan bu ifade de ayet ve hadislerde vardır. Andımız için “bunlar ayet mi?” diyen vatandaşa işte ayet: 

“De ki: Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veriyoruz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları emretti.” (En’am suresi, Ayet Nu: 151) 

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra suresi, Ayet Nu: 17/23) 

“-Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin başında gayet katı, çetin, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi mutlaka yapan melekler vardır.” (Tahrîm suresi, Ayet Nu: 66/6). 


Hadisler: “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Hz. Muhammed (sav), Tirmizî 7/155, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66.) 

”Bir genç, yaşından dolayı bir kimseye saygı gösterirse Allah (c.c.) da yaşlanınca kendisine saygı gösterecek kişiler takdir eder”. (Hz. Muhammed (sav), Tirmizi 
Kitabul-Birr-2023.) 


Peygamberimizin (s.a.v.) çocukları öptüğünü gören bir bedevî, bunu pek tuhaf bularak: “Hayret! Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocukları hiç öpmeyiz” deyince, sevgi pınarı Efendimiz ona acıyarak bakmış: “Allah Teâlâ senin kalbinden sevgiyi söküp almışsa, ben ne yapabilirim”, buyurmuştur. (Müslim, Fedâil 64, Edep 18) 

Peygamberimiz (s.a.v.) torunları Hasan ve Hüseyin için: “Onlar benim dünyamdan (öpüp kokladığım) iki güzel çiçeğimdir” derdi. (Buhari Menakıp 22) 

“Hz. Peygamber yolda rastladığı çocuklara selâm verirdi”. (Buhari, İsti’zan 15) 

Hz. Enes diyor ki: "Çoluk çocuğuna Peygamberimizden daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in-Medine'nin - Avali semtinde oturan bir sütannesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum halde Resulullah sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi." 

Hz. Ömer (r.a.) bir adamı vali tayin etmişti. Vali ile beraber bulundukları sırada Hz. Ömer, babası şehit düşmüş olan bir çocuğu şefkatle sevip bağrına basmıştı. 
Vali, Hz. Ömer'in bu şehit çocuğuna karşı gösterdiği şefkati yadırgamıştı. Hz. Ömer’e: “Benim üç çocuğum var, hiç birisini kucağıma alıp öpmedim,” dedi. 

Hz. Ömer: 
“Kendi evladına şefkati olmayanın Allah'ın kullarına da şefkati olmaz. Bu sebeple seni valilikten azlettim!" dedi ve onun görevine son verdi. 

İlkem yurdumu, özümden çok sevmektir. 

Türk çocuklarının yurdunu, vatanını sevmesi, İslam’a da aykırı değildir, insanlığa da. Vatan sevgisi, vatan için canını seve seve vermek, İslam’ın emridir. Vatanseverlik, ayette açıkça vardır. İşte ayet: 

“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. 
Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.” (Mümtehine Suresi, Ayet Nu: 8-9) 

Demek ki bizi yurdumuzdan yani vatanımızdan çıkaranları ve çıkarılmamız için yardım edenleri dost edinmeyecekmişiz. Vatanımızın düşmanlarına dost 
olursak, zalim olurmuşuz. Ayet böyle diyor. Bu ayet ışığında vatanımızda, vatanımızın yer altı ve yerüstü bütün zenginliklerinde gözü olan Amerika, Avrupa ve İsrail ile dost olanların ne olacağını da Andımızı ortadan kaldırmak isteyen arkadaşlar düşünsün. 

Yine Andımıza karşı çıkan Dinci arkadaşlara soralım, “İlkem yurdumu, özümden çok sevmektir.” ifadesi ile Hz. Muhammed (sav)in: “Vatan sevgisi imandandır.” hadisi arasında bir fark var mı? 

Ayrıca şu hadis-i şerifte geçen nöbet beklemek ifadesi, vatan sevgisini anlatmaz mı? “Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır.” (Buhari; Cihad, 71) 

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, hicret esnasında Mekke’den ayrılırken Hezreve denilen yerde devesini durdurdu. Doğduğu ve çocukluk yıllarından beri yaşadığı yer olan mukaddes belde Mekke’ye son kez hüzünle baktı, baktı. Ve şöyle buyurdu: 

“Vallahi sen bana Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah’ın katında en sevgili olanısın. Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya 
zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt ve yuva tutmazdım.” (Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, C. 1, s.288) 

Demek ki Hz. Muhammed (sav) de yurdunu özünden çok seven bir vatansevermiş. 

Dinci siyaset esnafının çok sevdiğinden emin olduğum Mehmet Akif Ersoy da şöyle diyor: 

“Sahipsiz olan vatanın batması Haktır. 
Sen sahip olursan bu vatan Batmayacaktır.” 

Yine Akif atamız, yurdunu özünden çok sevdiğini İstiklal Marşı’mızda açıkça ifade ediyor: 


“Bastığın yerleri Toprak” diyerek geçme tanı! 
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 


Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı; 
Verme; dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.” 

Mithat Cemal Kuntay da yurdunu özünden çok seven bir 
Andımız çocuğu olmalı ki şöyle demiş: 


“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, 
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır…” 
(“On Beş Yılı Karşılarken” adlı şiirden) 





İlkem;

Milletimi özümden çok sevmektir. 

Türk çocukları kendi milletini sevmeyecek de Amerikalıları mı, İngilizleri mi, Fransızları mı, İsraillileri mi, Çinlileri mi, Rusları mı sevecek? Türk çocuğuna millet sevgisini aşılamanın neresi faşistlik? Bunun neresi İslam’a, Kur’an’a aykırı? Anlayan varsa beri gelsin. Kur’an’da millet sevgisini, milletini özünden çok sevmeyi telkin eden ayet de var. 


Allah, Müslümanları kendi milletlerinin düşmanlarına karşı savaşa çağırıyor: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar—Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve 
bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere—kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.” (Enfal Suresi, Ayet Nu: 60) 

Hz. Muhammed (sav) de milletini özünden çok seven bir peygamberdi. Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” 

Kızının Vasile B. el-Eskâ (r.a.)’dan aktardığına göre o şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resûlü, kavmiyetçilik nedir?" dedim. Resulullah (sav): "Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardımcı olmandır." buyurdu. (Ebû Davud, edeb 112) 

Vasile b. el-Eska (r.a.): "Ya Resulullah, kişinin soyunu-sopunu (kavmini) sevmesi, kavmiyetçilik (asabiyye) sayılır mı?" diye sormuş, Hz. Peygamber de: "Hayır, kişinin kavmine zulümde yardımcı olması kavmiyetçilik (asabiyye)dir." cevabını vermiştir. (Ahmed bin Hanbel, IV, 107, 160, İbn-i Mace. Fiten 7.) 


Peygamberimiz: " Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et " buyurmuştur. Kendisine sormuşlar: 

“Mazlum kardeşe yardımı anladık, fakat zalime nasıl yardım edeceğiz?” 

Hz. Peygamber bunun üzerine: " Onu da zulmünden vazgeçirirsiniz. Bu da ona yardımdır.” (Buhari, Mezalim) 

Ülküm; 

Yükselmek, ileri gitmektir: 

İnsanın en temel vasfı, diğer varlıklardan, hayvanlardan ayrılan temel özelliği, öğrenerek, kendini geliştirerek, ilerleyerek, yükselerek, insan oluşunu tamamlaması, insan-ı kâmil, mükemmel insan, olgun insan olmasıdır. 
İslam adına özellikle Nurculuk adına Andımıza karşı çıkanlar, “İnsan, taallümle tekemmül eder.” ifadesini çok iyi bilirler. 

Hayvanlar, hayatları boyunca yapacakları işleri, bünyelerine konulan ilahî bir programa göre yaparlar. Programlanmış olarak dünyaya gelir, doğar doğmaz o işi yaparlar. Mesela arı, hep aynı tarzda bal yapar. Dünya kurulalı beri arılar hiç yükselmemiş, ileri gitmemiştir. Sadece insan, sürekli ilerleyen, yükselen, gelişen, tekâmül eden bir varlıktır. Andımızı yasaklamak isteyenler, çocuklarımızın ilerlemesini, tekemmül etmesini istemiyorlar mı? 

Buradaki yükselmek ve ileri gitmek, ilimde, teknolojide, para kazanmakta, insanlıkta, medeniyette, kültürde, sanatta, ibadette, her alanda ilerlemektir. Yükselmek ve ileri gitmeyi emreden ayetler de vardır. 


Ayet: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” ( Zümer suresi, Ayet Nu: 9 ) 

Hadis: "İki günü birbirine eşit olan ziyandadır, aldanmıştır." (Hz. Muhammed (sav), El-'Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 323) 

Ey Büyük Atatürk!: 
Atatürk neden büyüktür? Çünkü o, kendi döneminde Millî Mücadele sürecinde, son Haçlı ordularını Müslüman Türk vatanı olan Anadolu içlerinde durdurmuş, önüne katıp geldikleri yere; denize dökmüş bir İslam mücahididir de ondan büyüktür. Haçlı ordusuyla savaşan İslam mücahidi bir komutana saygı duymanın İslam’a, Kur’an’a aykırı tarafı neresidir acaba? 

Atatürk, Türk-İslam vatanı olan Anadolu’nun emperyalist Batılılarca tekrar Hıristiyan yurdu olmasına izin vermediği için büyüktür. 

Atatürk, Haçlı Batının Sevr planıyla Anadolu’yu paramparça etmesine, bölüp parçalamasına ve yutulabilecek lokma haline geldikten sonra kolayca 
yutmasına izin vermediği için büyüktür. 

Atatürk, Türk vatanı Anadolu’da Müslüman Türk’ün Müslümanlığını özgürce yaşamasına imkân veren bir bağımsız millî Türk devleti kurduğu için büyüktür. 
Atatürk, Türk vatanı Anadolu’da Türk istiklâlinin, hürriyetinin simgesi olan Türk bayrağının özgürce dalgalanmasını sağlayan bir millî Türk devleti kurduğu 
için büyüktür. 

Atatürk’ün büyüklüğünü anlamak için emperyalist Haçlı-Siyon çevrelerin Türk milletine düşmanlığına bakmak lazım. Bağımsız millî Türk devletini tasfiye etmeyi bir proje halinde uygulamaya çalışan batılıların sözlerine bakmak lazım. Mesela İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş: 
   “  Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizmle mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir. Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından adem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil, diğer bölgeler için de öneriyorum.” 

Türk milletinin düşmanı olan İngiliz gâvuru, Atatürk’ü silmek isteyen projeler, talimatlar peşindeyse Atatürk büyük adam demektir. Türk çocukları Andımızı okurken “Ey büyük Atatürk!” diye haykırırken, bütün ruhlarıyla Atatürk’ün emperyalizme, Haçlı saldırılarına karşı duran istiklâlci şahsiyetini kuşanmış oluyorlar. Atatürk naçiz vücudu toprak olmuş, fani bir kişi idi. Ama yaptıklarıyla o, Türk milletinin bağımsızlık ruhunun bir sembolüdür. 

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. 

Atatürk’ün açtığı yol, bağımsızlık yoludur, bilim yoludur, medeniyet yoludur, barış yoludur, insanlık yoludur. Böyle bir yol, insanlık ve İslamlık düşüncesine aykırı değildir. Buna karşı çıkmanın manası da yoktur. 

Varlığım Türk varlığına armağan olsun!: 

Her Türk, elbette Türk milleti için çalışacaktır. Her Türk’ün varlığı, milletinin varlığına armağan olacaktır. Varlıklarını Amerikan, İngiliz, Fransız, İsrail, Rus, Çin, Mısır, Suriye varlığına armağan edenler, Türk çocuklarının varlıklarını Türk milletinin varlığına armağan edişlerinden rahatsız olacaklardır. 

Türk çocuklarını Amerika’nın yüce menfaatlerinin koruyucusu olarak, Amerikan varlığına armağan etmek isteyenler, elbette bu sözlerden rahatsız olacaktır. 

Majesteleri Kral ya da Kraliçeye ve vârislerine bağlı kalıp yolunda ilerleyeceğine yemin edenler, elbette bu sözlerden rahatsız olacaklardır. 

Ne mutlu Türk’üm diyene!" 

İslam’da insanların kendi milletlerinin, milliyetlerinin adının ifade edilmesinin günah olduğuna dair bir emir ya da açıklama görmedim. Bizim milliyetimizin adı 
“Türk”tür. Bunu çocuklarımıza öğretmenin, belletmenin günah bir tarafı yoktur. Türk olduğumuzu övünçle belirtmenin bir sakıncası yoktur. Buradaki “Türk’üm” 
ifadesi, başka milletlere düşmanlık telkin etmiyor, yani ötekine düşmanlık fikri vermiyor. 

Kur’an-ı Kerim’de bir ayette Türklere bir gönderme vardır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; onlar mü'minlere karşı alçak gönüllüdürler, kâfirlere karşı onurlu ve güçlüdürler; Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lutfudur ki, onu dilediğine verir. Allah’ın lütuf ve ihsanı geniştir ve her şeyi bilendir.” (Maide suresi, 54.ayet) 

Vani Mehmed Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Celal Yıldırım Hoca, hatta Hüseyin Çelik’in ve Kazım Güleçyüz’ün hiç itiraz etmeyeceği Said Nursi, bu ayette geçen milletin Türkler olduğunu söylerler. 

Bugün, herhalde günah zannettikleri için Türklük karşısında mesafeli durmaya çalışan, ırkçılık zannettikleri için “Türk” kelimesini ağızlarına almayan, ama demokrasi adına Kürtçülüğü ağızlarından düşürmeyen bir kısım Nurcuların üstadı Said Nursi bile bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak doğru bir yorum yapmıştır. 

İngilizlerin kurdurduğu Kürdistan Teali Cemiyeti’nin başkanı Seyyid Abdülkadir, Said Nursi’den kurmak istediği Kürt devleti için destek ister. Said Nursi de onaşu cevabı verir: 

“Allahu Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de, (meâlen) ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ [5:54] 
diye buyurmuştur. 

Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.”  (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 233-234.) 

Said Nursi, Mektubat adlı eserinin 26. Mektubunda da şöyle diyor: “Türk milleti anasır-ı İslamiyye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan 
Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. 
Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır.” 

Demek ki “Türküm” demek günah değilmiş ya da ayetlere ters değilmiş. Nurculuğa da ters değilmiş. Tam tersine ayette bile Türklere işaret varmış. 

Yine bir ayette şöyle geçer: “Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi, Ayet Nu: 22) 

Demek ki dilimiz ve rengimizle farklı oluşumuz yani Türk oluşumuz, Allah’ın ayeti imiş. Türkiyeli vatandaşlar için bunda nice ibretler varmış. 

Bir başka ayette de şu ifadeler var: 

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat suresi, Ayet Nu:13) 

Demek ki Allah’ın yarattığı bir boy ve kabile olan “Türk”ü anmak, “Türk’üm” demek, günah olmazmış. 

Bir hadis-i şerifinde de Hz. Muhammed şöyle diyor: “Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah (asm) buyurdular ki: “Şiddetli savaşlar vukua geldiği zaman Allah mevalinden (Arap olmayan Müslümanlar) öyle bir ordu gönderecek ki atlarının cinsi yönünden Arapların en kıymetlisi ve silah yönünden onların en iyisi olup Allah, İslam dinini onlarla te'yid (takviye) edecektir.” 

Bu hadise göre de yüzyıllarca İslam’ın ordusu olarak Haçlılara kök söktüren ve Allah’ın İslam dinini kendileriyle teyid ettiği millet olarak Türkleri zikretmek, 
bu milletin çocuklarının böylesine övülesi milliyetlerini anmaları günah değilmiş. 

Hem sonra “Ne mutlu Türk’üm diyene” ifadesi ırkçı, faşist bir ifade değildir. Burada “ne mutlu Türk’e” değil, “Türk’üm diyene” ifadesi geçer. Yani Türklük, burada etnik bir kavim adı değil, sosyolojik bir millet adıdır. 

Türk doğulur da olunur da. Türkiye’de yaşayan herkes, hangi kavimden, etnik kökenden olursa olsun, Türk milletine mensuptur. Hangi etnik kökenden gelirse 
gelsin, ortak kültürel, hukukî ve sosyolojik değerlerde birleşmiş üst toplumsal yapının adı millettir. Bu da Türkiye’de Türk milletidir. Tarih boyunca Batılılar da 
bütün Müslümanlara Türk demiştir. Türk’le Müslümanlık aynîleşmiştir. 

Ülkemizdeki bütün çocukların böyle bir cümleyle, tek millet bilincini kazanması nın İslam’a aykırı tarafı nedir? Bunun yerine çocuklara ayrı ayrı, grup  grup kavmiyetçilik, etnik ırkçılık telkin edilerek, “Ne mutlu Kürdüm diyene”, ”Ne mutlu Çerkezim diyene”, ”Ne mutlu Gürcüyüm diyene” şeklinde mi bağırttırılacak ? 

O zaman Türk millet birliği paramparça edilmez mi? Bu, bölücülük, parçalayıcılık olmaz mı? Çocukları daha okul sıralarında böyle ayırmanın vebalini kim çekecek? 

Emperyalist Batının istediği, tam da bu değil mi? 

Mehmet Akif Ersoy, “ Ordunun Duası ” şiirinde “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman” derken ırkçı, faşist ve militarist mi oluyordu? İslamcılık adına Andımıza karşı çıkan arkadaşlar, buna ne buyurur? 

Andımızla İlgili Danıştay Kararı5: 

5 Saygı Öztürk, “Andımız’ın Okutulmamasını' 2011’de Danıştay Reddetmişti.”, Sözcü, 3 Ekim 2013 

Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği-’nin 12’nci maddesinde bulunan “Öğrenci Andı”nın Anayasa’ya, uluslararası sözleşmelere, insan haklarına aykırı olduğu, tercih hakkının kaldırıldığı, yasal dayanağının bulunmadığı öne sürüldü ve Andımız’ın okutulmaması için 2011’de Danıştay 8’inci Dairesi’ne dava açıldı. 

Ret kararı çıktı. Kararda Andımızın “ırkçı söylemler içermediği, “Türk” kelimesinin de bir ırkın değil, milletin ortak adı olduğu Danıştay kararında belirtildi. 

Danıştay Savcısı, dava ile ilgili görüşünde, öğrencilerin bu yüce değerlerle donatılmasında insan haklarına, Anayasaya, Millî Eğitim Temel Kanunu’na, İlköğretim ve Eğitim Kanunu’na aykırı bir durum olmadığını belirtti ve şöyle dedi: 

“Dünyadaki tüm medenî uluslar, kendi vatandaşlarına, insanlık değerlerini, vatan ve ulus sevgisini öğretmekte. Bu çerçevede, Öğrenci Andı’nın her gün, Türkiye 
Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan bütün ilköğretim okullarında, yabancı uyruklu öğrenciler kapsam dışında tutularak, okutulmasının Türk ilköğretim sisteminin bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekir.” 

Davacı kişinin, Öğrenci Andı’nın Türk ırkını esas aldığı ve zorla okutulduğu yolundaki iddialarına karşılık, Danıştay Savcısı görüşünü mahkemeye şöyle yansıttı: 

“Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve Türkiye sınırları içinde yaşayan halka Türk Milleti denilir. “Türk” ve “Türk Milleti” ifadeleri, belli bir ırkı tanımlamaz. 
Bu nedenle, davacının ırk esasına dayanan bu hatalı söylemi, insanlık değerleri dikkate alındığında ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesindeki herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğuna ilişkin ilkeler çerçevesinde kabul edilemez niteliktedir. Davanın reddi gerektiği düşünülmektedir.” 

İşte Yüksek Mahkemenin hükmü 

Danıştay 8. Dairesi, “Türk Milleti” adına Andımız’la ilgili 18 Şubat 2011’de, 982 nolu şu kararı verdi: “Anayasa’nın 66. maddesinde, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür, hükmüne yer verilmiştir. “Türk” kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adıdır. 

Aksi yöndeki davacı iddialarına itibar edilmemiştir. Nitekim anayasamızda bu hususun vurgulanması bakımından, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı 
olan herkesin herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın Türk olduğu belirtilmiştir. Açıklanan nedenlerden dolayı davanın reddine karar verilmiştir.”6 

6 Saygı Öztürk, “Andımız’ın Okutulmamasını' 2011’de Danıştay Reddetmişti.”, Sözcü, 3 Ekim 2013 

Sonuç: Öğrenci Andına, art niyetli, ideolojik veya hissi şartlanmaya kapılmadan baktığımızda karşımıza bu gerçekler çıkıyor. Burada en küçük şekilde bile, 
tarihimize, geleneklerimize, dinimiz İslam’a ve hukuka aykırı bir husus yoktur. Husumetle karşı çıkılmasını anlamak mümkün değildir. 


Bu kadar meşru, masum, insani ve terbiye edici bir hakkı, geleceğimizin teminatı olan sevgili çocuklarımızdan esirgeyemeyiz. 


MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 


    Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. 
Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. 
Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 215 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 
Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 

   Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır. 

(www.millidusunce.org ve www.iktidarmuhalefet.com

Öte yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri 
verilmektedir. 

Önemli gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce 
kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır. 

Bunların yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır. 


Yayınlanan Eserler şunlardır: 


1- Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010 
2- Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011 
3- “Yeni” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011 
4- Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti? – Haziran         2012 
5- Devletlerimiz ve Anayasalarımız – Mart 2013 

Merkezimizin bütün çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen 
herkes kolaylıkla takip edebilmektedir. 

(www.millidusunce.org ve www.iktidarmuhalefet.com


****

Orduya Karşı Ordu Kurmaya Çalışıyorlar,




Orduya Karşı Ordu Kurmaya Çalışıyorlar,



Bülent ESİNOĞLU - 
24.12.2009 



Özal döneminde başlayan, günümüzde hızlandırılarak sürdürülen bir ordu düşmanlı süreci yaşıyoruz.

12 Mart ve 12 Eylül’de hapis yatan solcular, darbelerin arkasındaki asıl suçlu Amerika’yı görmek yerine AKP iktidarı ile birlikte orduya karşı tavırlıdırlar.
İrticai guruplar ve tarikatlar laikliğin savunucusu olduğu için zaten öteden beri ordu ile savaşmaktaydılar.
Liberal işbirlikçiler ise; işbirliği içinde olduğu şirketler ve kurumlara, ulusal pazarlarımızı kolayca peşkeş çekmede, orduyu bir engel olarak gördüğünden ordu düşmanlığında önde giderler. Amerika Mehmetçiğin kanını istediğinde, verin diye bağırırlar.
 
12 Mart ve 12 Eylül’de sıkıntı çekmiş aydınları devşiren işbirlikçi ve irticai kesim şimdilerde kendi lafazanlarını da yetiştirdi.
Öncelikle tarihi bir hatırlatma yapmalıyım.
Türk milleti ordular kurarak uluslaştı. Ordular kurarak devlet oldu. Ordular kurarak organizasyon yeteneği kazandı.
İyi ordu kurma yeteneği demek, bu günün terminolojisi ile söylersek, öğrenen örgütler ve organizasyonlar anlamına gelir.
Modernizasyonun temel taşı olan organizasyon ya da örgütlenme, iş yapmanın temel aracıdır. Medeni olmak demek önce devlet yani organizasyon yaparak başlar.
Bu hatırlatmayı özellikle şunun için yaptım. Tarihimizi de batıdan öğrendiğimizden, onlar bize barbar der, bizde ki liberal ve batıcı aydınlarda bize bizim barbar olduğumuzu anlatırlar.
Bu anlamda Türk ordusunun devlet oluşumunda ki yeri diğer ulusların uluslaşma sürecinde ki yerinden çok farlıdır. Farklıdır, emperyalizme karşı savaş içinde organize olmuştur.
AKP ve ayrılıkçıların, Türk Ordusuna karşı yürüttükleri örtülü savaşın sonuna geldiğimizi işaret eden birçok emare var. Şöyle ki, Ergenekon Tertibi üzerinden yürüttükleri örtülü savaşı artık açıktan yürütecekler.
Daha önceleri ordu ile savaşırken, Ergenekon sözcüğünü ifade ediyorlardı. Bir aşama daha geçtiler ve araya Ergenekon aracını koymayarak, doğrudan Ordu ismini telaffuz ederek saldırıyorlar.Önemli bir aşama.
Tarikatlar vasıtası ile sivil örgütlenmelerini tamamladıklarına inanan siyasi iktidar, şimdi de polisi ağır silahlar ile donatmaya çalışıyor. Bunun için Meclis Alt Komisyonuna taşıdıkları bir yasa tasarısında, polisin ağır silahlar ile teçhiz edilmesini istiyorlar.
Ağır silahlar ile teçhiz edilmiş Türk Ordusu orada dururken, Tarikatların yönetiminde etkin olduğu emniyetin personelini ağır silahlar ile donatmanın manasını nedir? Orduya karşı ordudur.
Yasada subayların silah ruhsatlarını da valiler verecekmiş. Ne güzel değil mi?
Amerikan yazarları boşuna 2011’de Türkiye’de iç savaş çıkacak demiyorlar.
AKP Türkiye’yi yönetmeye devam ederse Türkiye Devleti diye bir devlet kalmaz.

Bülent ESİNOĞLU - 

24.12.2009 

bulentesinoglu@gmail.com
http://genclikcephesi.blogspot.com/



..