Yanlış Üstüne Yanlış
Yekta Güngör Özden
Sâdelik ve samimiyet isteyen inanç bağlılıkları da siyasetin yöntemlerini benimsemiş gibi. Ramazan gösterilerle başladı. Sanırım yakında süslü iftar sofralarında ekranlardan düşmeyen yüzleri dinsel söylemlerle izleyeceğiz. TBMM iftara göre çalışma saatlerini düzenledi. Ramazan trafiği her kentte kendini belli ediyor. Ramazan nedeniyle görev ve iş yerini çok önce bırakıp yollara düşenlerle akşam trafiğinin ağırlığı duyuluyor. Haberler bile iftar saatine göre sunuluyor. Daha neler neler. TRT’nin dinsel proğramları artırması ramazanla hızlanıyor. Bilmem müslümanların yaşadığı, hattâ çoğunlukta olduğu başka ülkelerde böylesine dinsel yüklenme var mı? Dünyadaki camilerin toplamından fazlası Türkiye’de varken birkaç evin bulunduğu yerde görkemli camiler yaptırmak, minare sayısını artırmak ne anlama geliyor, neye yarıyor, ne kazandırıyor? Ahlâka aykırı her türlü eylem, hırsızlıktan adam öldürmeye kadar, alabildiğine, ortamı karartırken içtenliksiz din bağlılıkları ancak sahiplerini kandırıyor. İftar çadırları karşısında türbelere akın, çalışıp hak arama yerine dua ve dilekle sonuç beklemek, yalandan, iftiradan, sakıncadan, haksızlıktan uzak kalmamak bize özgü bir çelişkidir.
Sorunlar birbirine ekleniyor. Bu yetmiyormuş gibi iç ve dış sorunlar da birbirine bağlanıyor. Ermeni savlarının sözcülüğüne soyunanların konferans adını verdikleri konuşmaları yapıldı. 1915 olaylarını kimse yadsımıyor. Ancak, olayların nedeni, yanların durumu ve tutumu, ortam, koşullar, sorumluluk payı konusunda yanlışlarla yürünüyor. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Ermenilerin İngilizlerin desteğini almaları, rusların yanına geçerek Türklere saldırmaları, işledikleri cinayetler, neden oldukları vahşet unutulup çoğu savunma amaçlı karşılıklı saldırılar tek yanlı ele alınırsa doğrulara ulaşılamaz. Öncelikle iki üniversitenin düzenlediği, bir üniversitenin de yer vererek katıldığı etkinlik bilimsel değildir. Bir etkinliğin bilimsel olması için her konuyu inceleyip irdeleyecek olanın bilimin bir dalıyla ilgili olması yetmez. Konuşmacıların bilimsel san taşımaları da yetmez. Bilimsel yöntemlerle başlayıp bitmesi koşuldur. Yansızlık, gerçekçilik, karşı görüşlere yer vermek ve siyasal amaç gütmemek. İstanbul toplantısı ne akademiktir, ne bilimseldir. Ermeni tezlerine destek veren, Türkiye Cumhuriyeti’ni başkasının eylemlerinden sorumlu tutarak baskı altına almaya yönelik bir düzenlemedir. Daha çok ermenilerle ermeni yandaşlarını sevindiren, ermenileşen kimilerinin çabasına bağlanmalıdır. Olaylar asla soykırım değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan çok öncedir. Bu topraklarda Osmanlı’dan önce de başkaları yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı Türk ulusudur, asla Osmanlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti asla Osmanlı ya da Osmanlının mirasçısı değildir. Lozan’da anlamlı bir yaklaşım olarak Osmanlı borçlarını üstlenmesi Osmanlının yerine geçmek ve sorumluluklarını almak değildir. Yepyeni Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkını Osmanlı döneminde geçmiş olaylardan sorumlu tutmanın, Türkiye Cumhuriyeti devletini suçlamanın hiçbir anlamı yoktur. Ermenilerin açılımları için aranan bahaneler yalanlarla, abartmalarla sıralanırken ermenilerin yaptıkları, Asala’nın cinayetleri, kabûlü olanaksız ermeni istekleri gözardı edilmemelidir. ABD’nin, Rusya’nın Avrupa devletlerinin ermeniler konusunda yasayla, kararla, anıt dikerek Türkiye’ye karşı düşmanca tutumları gözetildiğinde amacın çirkinliği, yabancıların değişik destekleriyle kendi ülkesine ihanet yarışında olan sözde aydınların tutarsızlığı karşısında kaldığımız anlaşılır. “Soykırım” usdışı bir suçlamadır. Olanlara soykırım denilemez.
Ekim başında İstanbul’da yapılan 27. Kıtalararası Avrasya Maratonu’nun halk koşusu bölümünün sonunda sıkmabaşlı 22 bayanın türban yalanıyla kopardıkları yaygara temel değerlerden, özgün kavramlardan, ulusal ilkelerden ne ölçüde uzak bulunulduğunu, bilgisizlik ve nankörlüğü ortaya koymuştur. Çekindiklerinden “Peçe, çarşaf” diyemiyorlar, usdışı, asla dinsel zorunluluk olmayan örtünmelerini “Türban” diyerek dayatıyorlar. Bunların, hilâfet isteyen yobazların eylem zamanları düşündürücüdür.
Ermeni konferansını düzenleyenler kendi alanlarıyla ilgili sorunlarda, öbür ulusal sorunlarda niçin suskunlar? Ismarlama konferans batıya yaranmak için yapıldı. AB sürecinde bundan yararlanmak isteyen iktidar da kimilerinin itirazına karşın destek verdi. Sorunun en önemli yanı yargı kararına yönelik yakışıksız eleştirilerdi. Hele iktidar başının sözleri demokrasiye tümüyle aykırı, sakıncalı, hukuka, yargıya karşı direnişe çağıran içeriğiyle kötü idi. İdare mahkemesi yanlış karar vermiş olsa da uymak, yöntemince itirazda bulunmak, sonucu beklemek gerekirken ağır eleştiri, karşı çıkma, dinlememe, kararı geçersiz bırakmak için yol gösterme kimilerin ne olduğunu, ne olabileceğini gösterdi. Mahkeme, kendisine yapılan başvuruda üzerinde durumlar, sava gerekçe gösterilen hususları soracak ki kararında bunları değerlendirip yargısını açıklasın. Bunları sormak, kendiliğinde ve gereksiz sorgulamak değildir. İptali istenilen, yürütmenin durdurulması istemi bulunan konu idarî işlem değilse mahkeme dâvayı reddeder. Kaldı ki, kamu tüzelkişiliği olan üniversitelerin yöneticilerinin birlikte öngördükleri toplantı, yine bir üniversitenin toplantıya özgülenmesi (tahsisi) yönetsel bir işlem sayılabilir. Hukuksal tartışmalara elverişli bu konuda mahkemenin kararını beklemeden, itiraz yolunu izlemeden, yanların önüne geçip yargıyı suçlamak kendini bilen hukukçunun ve devlet adamının işi olamaz. Mahkemenin savunmayı alarak karar vermesi, Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarını bahane vermesi de düşünülebilirdi. Yargının bağımsız yapısı, yansız tutumu, yapıcı yaklaşımı gözardı edilemez. İktidar bu konuda yanlış yapmıştır. Ermeni yanlıları yanlış yapmıştır. Yanlış üstüne yanlış yeni yanlışların kaynağı olur.
AB Düşkünlüğü
Kaç kez söyleyip yazdık. Anlamak istemeyenler tersine çevirerek veriyor. Türkiye’siz AB gerçek birlik olmaz. Türkiye’ye de AB içinde olmasa bir şey olmaz. Eşit, gerçekçi, onurlu birlikteliğe çok az kimse karşı çıkar. Ama günümüzdeki olaylar, AB ülkelerinin tutumu, Türkiye karşıtlığının açık belirtileridir. Kopenhang ölçütlerinde olmayan koşulların dayatılması bunun kanıtıdır. Üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmek yanlıştı. 17 Aralık kararlarını lehimizde gösterip zafer diye nitelemek ve bayram yapmak yanlıştı. Doğal olarak 3 Ekim’de başlayacak görüşmeleri Birliğe girme işlemi gibi algılayıp yansıtmak yanlıştı. 17 Aralık kararlarını imzaladıktan sonra tek yanlı deklarasyon yayınlayıp Güney Kıbrıs’ı tanımayacağını söylemek iç kamuoyunun tepkisini azaltmaya yönelik bir başka yanlıştı. Şimdi de güç duruma düşmemek için büyüklerin Avusturya’ya söylettiklerini yeni ödünlerle karşılama, sertlikleri sözcüklerle yumuşatma gerçeğini “Başımız dimdik giriyoruz” diye yansıtma yanlıştır. Lüksemburg’da olağan biçimde başlayacak görüşmelerin çerçeve belgesine konulan başlık 31’den 35’e çıkarılmıştır. Avusturya ya da AB birşey vermemiş almıştır. Veren Türkiye olmuştur. Görüşmeler en az 15 yıl sürebilecektir. Ucu açıktır. Sonucun nasıl biteceği belli olmadığı gibi bir üyelik güvencesi de yoktur. Sonunda üye yapmayacaklarını da bildirebilirler, ancak imtiyazlı ortaklık verebileceklerini de. Fransa ve Almanya’nın AB Anayasası’na halkoyunda hayır dediklerini unutmazsak, Türkiye’nin üyeliğini yine halkoyuna sunacak Fransa ve Avusturya’yı iyi izlememiz gerekir. Görüşmelerde istenecek yeni ödünleri de akıldan çıkarmamalıyız. Türkiye yetkilileri, iktidar, ne karşılığında Avusturya’nın itirazını yumuşattığını, neler alınınca neler verildiğini ya da verilmediğini hiç değilse TBMM’nde açık seçik anlatmalıdır. Sorun efelenmeyle, bağırıp çağırmakla geçiştirilemez. Deregasyonlar dururken, sınırlama-kısıtlamalar dururken, Kıbrıs, dinsel azınlıklar, kürtlere destek dururken, kimse kimseyi kandıramaz. Demokrasi havarisi kesilerek körükörüne AB’ne bilet kesilemez. AB’nin karşı deklarasyonuna bile ses çıkarmayan, eğilip katlananlar bu konuda yeterli bilgisi olmayan toplumu gerçekdışı anlatımlarla kandırıp tepkileri diremezler. Çoğunluğu iktidar yalakalığına soyunmuş medyanın desteği sorumluluktan kurtaramaz. Ulusal onuru koruyamayanları hiçbir güç koruyamaz. Görüşmelerin başlamasında Avusturya’nın seslendirdiği karşıtlığın aşılması neye malolmuştur, olacaktır? Türk Ulusu bunu bilmelidir. Başbakan, ödünleri haklı göstermek için “Almak için vermek gerekir” savunmasına başladı. Hüseyin Çelik, kendilerine yontarak YÖK’ü gündeme getiriyor.
Bencil Avrupa
İsviçre’de “Ermeni soykırımı yoktur” demek suçtur. “Vardır” demek değil. Soykırımını savunanlara her yer açılıyor, anıtlar diktiriliyor. İsviçrelilerin, ermenilerin elinde Almanların Nurenberg mahkemesi kararları gibi soykırım belgesi var mı? Ama yabancılara niye kızıyoruz? Onlara bu kozu içimizdeki sözde aydınlar veriyor. İçimizde bunlar oldukça başka düşmana ne gerek var? AB aşkıyla yanıp tutuşan çıkarcılar, kendi geleceklerini güvenceye bağlamak isteyen rejim karşıtları, dönekler varken Lozan’ın öcünü almak isteyenler, Türkiye’nin büyümesinden, gelişmesinden, Türklerin gücünden ve yeteneklerinden çekinenler bindirdikçe bindirmez mi? Türkiyemiz için değil, kendileri için açılımlar bekleyen bölücü-yıkıcılar, köktendinciler, uyduruk liberaller, paracılar, bilgisiz ve aymazlar içerde; din ayrımcılığından ve Kurtuluş Savaşı ezikliğinden kurtulamayan katı batılılar, ermeni ve rum yaygaracılar oldukça sonucun değişeceği kanısında değilim. AB’ni ödünlerle frenleyeceğini sananlar kimbilir daha neler verecekler? İktidarda kalmak, yeni seçimleri kazanmak için AB yolculuğu en renkli, en süslü söylemleri olacak. Görünen budur. Bu kadar ödün verilirse görüşmeler başlar ama ne yazar? AB, Türkiye’yi avucunun içinde balmumu gibi biçimlendirmek istiyor. Kurtuluş Savaşı’yla ve Lozan’la verdiklerini geri almak için, “Bıktırdı” başlıklı yazıları yazanlar önceleri bizleri suçlamıyor muydu? Mümtaz Soysal 5 Ekim günlü yazısında her şeyi güzelce özetledi. Uzlaşma Türkiye’nin değil, AB’nin istediği verilmekle oldu. Hangi olumsuzluk Türkiye katlanmasa idi olumluya dönüşecekti? Veren Türkiye, kazanan AB. Herşeyi vererek üye olmak önemli değil. “İstediğimizi aldık” diyen Avusturya. Bu nedir?
Daha densiz İngiliz’e “Siz önce kraliçenizin resimlerini duvarlarınızdan indirin” denilebildi mi? Atatürk bu devletin kurucusu. Demokrasiye aykırı kraliyet düzenini koruyanlar Türkiye’nin kurucusuna ve rejimin temeli olan ilkelerine söz edemezler. Türkiye’nin direnci kırıldı. “Sindirme”yi bakalım nasıl sindireceğiz? İktidar hesap verecektir.
Telâşa, gelişigüzel tepkiye gerek yok. Önyargılı ve koşullanmış olmak çoğu kez pişmanlık duyurur. Acele sevinç, acele bayram ilerde güç durumda bırakır. Güney Kıbrıs’ın Nato ve OECD üyeliğinde Türkiye’nin eli-kolu bağlı mı, serbest mi ilerde göreceğiz. ABD’nin sözüne ne ölçüde güvenilir, bunu da göreceğiz. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK için sözleri ortada, durum açık. Millî Eğitim Bakanı şimdiden ruhban okulu kalkışıyla işaretini verdi. Ödünler dizisi gösterime giriyor. KKTC’ne küçük bir yaklaşımın Türkiye limanlarının (hava, kara ve deniz) rumlara açılmasına yeteceği Başbakanın konuşmasıyla anlaşılmıştır. Türkiye’yi AB’ne üye yapmak istemiyorlar ama kaçırmak da istemiyorlar. Amaçları belli: Ellerinde tutmak, istediklerini yaptırmak, istedikleri ödünü almak, Türkiye’yi zayıflatıp sömürmek. Eylemli biçimde sömürge yapmak.
İktidarda panik havasını yatıştırma tutumu var. İçlerinde ses çıkarmaya cesaret eden bir-iki kişi ya çıkar ya çıkmaz. Dışişleri Bakanı’nın çerçeve belgesini kabülden sonra muhalefete göstermeye râzı olması anlaşılır bir tutum değil. Hele TERK görüşmelerini ileten televizyon kanalının muhalefet sözcüleri kürsüye geldiğinde teknik ârıza nedeniyle yayını kesmesi ayıplanacak bir olay. Kanımca gerçek neden siyasî ârıza.
Dinci televizyonun yayına başlaması da gösteriyor ki AB gerekçe gösterilerek her tür aykırılık, kurtuluş ve kuruluş felsefesine ters oluşumlar birbir yaşama geçirilecektir. Öyle ki, bugünkü iktidarın öncülüğünde hilâfete olur vererek Türkiye’yi her şeye râzı edecek AB şimdiden yavaş yavaş samanaltına su koyvermektedir.
Siyaset Salıncağı
İlkesizlik siyasetin hastalığıdır. Parti değiştirmeler bunun en belirgin göstergesi. Seçildiği partinin doğrultusuna tümüyle ters partiye geçişin başka bir nedeni olamaz. Bu nedenin arkasında siyasal gelecekle çıkar yatmaktadır. Ülkeyi, ilkeyi, seçmenin istencini düşünenler böyle gelgitler, salıncaklar içinde olmazlar.
MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin görüşlerine, tutumuna katılmasak da 2 Ekim Tandoğan Alanı mitingindeki şu sözlerine sanırım çok kimse imzasını koyar: “... sokaklarımız suçlulara, yollarımız teröristlere, meydanlarımız bölücülere, sermayemiz fırsatçılara, tarihimiz işbirlikçilere teslim edilmiştir.” Bunlar çok doğru ve az bile söylenmiş. Buna parmak basarken kendilerinin dönemini de anımsamalarını istiyoruz. Bugünün iktidarının kendi ürünleri olduğunu da.
Yaşam güçlüğü giderek ağırlaşıyor. Yakınmalar artıyor. Tüm olumsuzluklara karşın “Yapısal dönüşüm ilerliyor, ekonomik temelleri gülü” avutması kimseyi doyurmuyor. İcra kovuşturmaları, banka kartı krizi, kapanmalar, iflâslar, bunalım intiharları birbirini izliyor.
Profesör sanlı iki kişinin “AKP en demokrat partidir” övgüsüne gülünür mü, ağlanır mı? İşlerine gelen duruşlar nedeniyle yalakalık küçülenlere yakışır. Ermeni konferansı, din liderlerinin buluşmaları, hepsi AB’ne hoşgörünüp görüşmeleri başlatmak için seçilen uygulamalar. En demokrat parti, Diyanet İşleri’nin bile çok bulduğu cami yapımı için yeşil alanları yokediyor. TUS sınavları için 3 bin kişilik Fethullahçı salonlar dolup boşalıyor. Çişlikler törenle açılıyor. Sıkmabaş gittikçe yayılıyor. Kadrolaşma hızla sürüyor. Yargı kararları dinlenmiyor. Üniversitelere karşı çıkılıyor, olanakları kısılıyor. Ders proğramları değişiyor. Her şeye karşın halkı kandırıp iktidarda kalmaya önem verenler, hayvancılığı, tarımı kıyıma uğratanlar, özelleştirmelerde özel uygulamalarda adı geçenler salya-sümük bağırarak konuşabildikçe şaşkınlık artıyor. Başbakanın YÖK Başkanı’na yönelik “İki ... güdemezler” sözü konumuyla bağdaşıyor mu? Daha ne tuhaflıklar. Konuşmalarını alsanız, her tümcesini, her satırını sayfalarca eleştirirsiniz. Toplumumuz da tuhaflaştı. Aykırı bir şey yapılıyorsa olumlu karşılanıyor, olumlu bir şey yapılsa aykırı geliyor. Aykırılık ilgi çekiyor, uygunluğa kimse aldırmıyor. Aykırılıkla kendini göstermeyenler karalanıyor, itiliyor, yalnızlığa terkediliyor.
İktidarın gücü yok. Dayanağı, temeli de yok. Dinci, rejim karşıtı kesim en büyük destekçisi. Aldığı oydan daha çok kullanılmayan oylar var. Öbür partilere verilen oylar da eklenirse iktidar azlığın azı.
Dinlerin terörle ilgisi tartışılmalıdır. Köktendincilerin teröristliği apaçık ortada. Dine dayandıkları da öyle. O halde?
Partilerinin parasını içedenler yargı kararıyla açıklanmasına karşın kimse tepki göstermiyor, yine onların peşinden gidiyor. Bağış yapanlar haklarını aramıyor, sormuyor. Yabancılarla alım-satım görüşmeleri yapanlar saydamlık ve dürüstlük nutukları çekiyor. Toplumdan ses çıkmıyor. Siyasal hortumculara kimse aldırmıyor. Irak’ta bir yılda 110 Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı öldürülüyor, PKK terörü her gün can alıyor, şehitlerin cenaze törenlerinde aynı seslerden başka ses yine yok. Bıkkınlık mı, ölgünlük mü, yılgınlık mı, kanıksamık mı? Nitelemek güç.
Safsata ve Şamata
AB sorunu gündeme gelince, Türkiye’nin tepkisini azaltmak amacıyla dışardakiler, gerçekleri saklayıp istemleri doğrultusunda sonuç almak çabasıyla içerdekiler kimi tabuların aşıldığını, yıkıldığını savlamaktadırlar. Türkiye’de kanımca din tabusundan başka tabu yoktur. Atatürk tabusu yoktur. Tersine sav, Atatürk karşıtlarının gerçekdışı yakıştırması ve amaçlı sözleridir. Tabu yokki kalksın. Kimi şakşakçı da “Bu yoldan dönmemeli, cesaretle kararlar alınmalı” diyor. Onursuzluk, bağımlılık getiren, değerlerimizi ve varlıklarımızı ödünlerle yitirten yol, yol değil, yokluktur. Halkın tepkisini gözardı ederek, halka rağmen satmak, elden çıkarmak, manda konumuna girmek cesaret değil aptallık ve ahmaklıktır. Unutmamalı ki uşaklık, uşaklarla vardır. Her şeyi vererek, her şeye katlanarak üye olmayı önermek, ne kafa...
Belçika’da çokevlilik yasası kabûl edilmiş (gazeteler, 1 Ekim) Türkiye’nin her şeyine karışan AB bu ilkelliğe niye elatmıyor? Annan Plânı’nı reddeden rumları bu tutumlarına karşın içine alan AB, Türkiye karşıtı tutumuyla kimi kandırıyor? Medya çoğunluğunun çarpıtmasıyla, abartılı övgüleriyle halkımız AB ile para denizine gireceğimizi sanıyor. Ne serbest dolaşım, ne akçalı yardım, hiçbir şey yok. Sonu belirsiz, 15-25 yıllardan başka. Gerisi safsata ve şamata.
PKK boş durmuyor. 1 Ekim’de Dörtyol’da şantiye basıp makinaları yaktılar. 2 Ekim’de Hakkâri’de bombalarla başkomiseri yaraladılar. Van-Muradiye’de Jandarma karakoluna roketatar ve elbombalarıyla saldırdılar. İstanbul-Bağcılar’da polise molotof kokteyli attılar. Kimden güç ve destek alıyorlar, kime ve neye dayanıyorlar? Ne karşılık görüyorlar? Hepsi AB amaçlı anlamsız, sakıncalı hoşgörü. Kural var, uygulayan nerde?
Sözde Demokratlar
Demokrasi demokratlarla kurulur ve gerçekleşir. Hem demokrasi şarkısı söylerler, hem de siyasete öcü gözüyle bakıp, bir süre siyaset yaparak ülkesine, ulusuna, devletine yararlı olmak isteyenleri suçlarlar. İyi siyaset iyi siyasetçiyle olur, iyi siyasetle de işler düzelir. İyileri, siyasete girdikleri ve bir süre siyasetle uğraştıkları için karalar, kötülersiniz siyaset hep kötülerin eline kalır. Bu çelişki gerçek demokratlara, ciddî devlet adamlarına yaraşmaz. Hem siyasetçilerin gözlerinin içine bakarlar, buyruk almaya, isteneni, sakıncalı da olsa bir kılıf bulup hızla yerine getirerek göze girmeye çalışır, hattâ yarışırlar. Sonra da siyasetçileri karalar, siyaseti kötülerler. Yükselmek için duruşları, selâm vermeleri, gülüşleri, oturup kalkmaları değişir. İşleri bitince uzaklaşırlar. Emekli olunca da siyasete girmek için çalmadık kapı bırakmazlar. Bir parti listesine girmek için geçmişlerini, andlarını bile unuturlar. Böyle kendini beğenmiş, kıt düşünceli, gösterişçi, pısırık, sünepe kafes arslanına az da olsa rastlanıyor. Arada sırada herkesin söylediğini yineleyince, konumuna bakıp önemseyenler çıkıyor. Tanıyanlar gülüp geçiyor. Sahte, ikiyüzlü, yapay ve sözde kalanlar zamanla daha iyi saptanacaktır. Bunların demokratlığı gibi yurtseverliği, Atatürkçülüğü de sözdedir.
Zaman insana her şeyi gösteriyor. AB üyeliğine değil, aşağılanmaya, eşitsizliğe, ikilemlere, onursuzluğa karşı çıkarak yıllardır söyleyip yazdıklarımıza çıkarcı AB amigoları çatıyorlardı. Şimdi kendileri tepkilerini yazmaya başladı. Akılları yeni yeni başlarına geliyor. Kimileri yeni yeni anlamaya başladı. Günaydın!
Lâikliği savunduğumuz için saldıranlar şimdi lâikliğe övgüler diziyor. Lâikliği dillerinden düşürmüyor. Tıpkı, öztürkçe sözcükler kullandığımız zaman karşı çıkanların şimdilerde öztürkçe sözcük kullanma özentilerinin sırıtması gibi.
Cami yapımına, kaçak kurslara, kadrolaşmaya, partizanlığa, ölümlere, öldürmelere, haksızlıklara, üniversite özerkliğine, yargı bağımsızlığına asla ilgi göstermeyen AB’nin içişlerimize karışması kapitülasyonları anımsatıyor. Mumcu, Aksoy, Kışlalı, şehit diplomatlarımız için sesini çıkarmayan AB’nin Türkiye karşıtlığıyla gündeme gelen yazarları korumacı, yargıya elatması herkesi uyarmalıdır. İçerdeki dağınıklık, kopukluk ve karşıtlıklar, dışardaki karşıtlara güç vermektedir. Yüzünün değil, ensesinin aklığına önem verenlerin sorumluluğu ağırdır.
Gerici-çıkarcı dayanışması ilericileri utandırmalıdır. Benden 250 milyon TL. bağış alıp gazete çıkaranlar şimdi TÜRKSOLU’nun dışardan para aldığı yalanını utanmadan yayıp beni de kötülüyormuş. Yazıklar olsun!
Erdemir’in %46.1’ini satın alan OYAK’ı içtenlikle kutluyorum. Başarılı yöneticiliğin anlamlı bir örneğini verenlerin ulusal bellekte özel yerleri vardır.
İftar gösterileri başladı. Kimi yerlerde içki yasağı, kimi kuruluşlarda yemekhane onarımı gündemde. İktidara ayak uyduran bürokratların yaranma çabaları. Ramazan bahane. Ramazanı bile kullanıyorlar. AB için bakalım neleri kullanacak, nasıl dayatacaklar?
http://www.turksolu.com.tr/92/ozgun92.htm
.