Sadettin Bilgiç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadettin Bilgiç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2015 Pazartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 14




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 14



1.İŞÇİ HAREKETLERİ


Özellikle DP’li yıllardan itibaren ivme kazanan sanayileşme olgusu ve bunun paralelinde ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin yarattığı kentsel doku 
değişikliğinin belirleyiciliği, siyasetin kutuplarını da değiştirmiş, yeni çatışma alanları ortaya çıkarmıştır. Toplumsal pastadan daha çok pay almak isteyen kesimlerin sendikal mücadele yoluyla politize olmalarının başlamasıyla birlikte, sosyalist kesimleri umutlandıran ilk kitlesel büyük gösteri 15–16 Haziran 1970 tarihinde meydana gelmiştir.248 Ertuğrul Kürkçü’nün bu husustaki yorumu şudur:
Aslında o günden bu güne işçi hareketinin sendikal yapısı pek değişmiş sayılmaz. Hepsi birden cılızlaşmış olmakla birlikte, kamu sektöründe daha çok TÜRK-İŞ, özel sektörde daha çok DİSK örgütlü idi ve DİSK’in mücadelesi işçileri, üretilen değerden kendilerine düşen payı almada çok daha güçlü bir biçimde savunduğu için249 dev adımlarla gelişince DİSK’i frenlemek için geliştirilen yeni sendikalar yasası 15–16 Haziran 1970’deki büyük işçi protestosuna, büyük işçi ayaklanması na yol açtı ve olağanüstü durumlarda güç sahiplerinin neye başvuracaklarına dair küçük bir temsil yarattı. Sıkıyönetim ilan edildi İstanbul’da ve hepimiz gördük ki bu mücadele böyle sürünce bütün Türkiye bir sıkıyönetim altında 
yaşayacaktır.250
Yeni sendikalar yasa tasarısının onaylanmasıyla pasifize edilen DİSK’in yönettiği yürüyüş, İstanbul–Kocaeli bandında başlayarak çatışmaya dönüşmüştür. Üç işçi ve bir polisin öldüğü olaylar sonrasında, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilân edilmişti. Bu iki büyük sanayi kenti arasındaki güzergâhı takip eden işçiler, karşılarında set oluşturmaya çalışan asker ve emniyet güçlerine karşı direnişe geçmişler, sendikal haklarının kısıtlanması anlamına gelen Sendikalar Yasasında ki değişikliği protesto etmeye başlamışlardı. 

Türk-İş’i sendikal platformda tek konfederasyon haline getirmeye çalışan hükümet tasarısı aslında, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (DİSK) gücünü etkisiz kılmayı amaçlıyordu.251 1948 tarihli Sendika Özgürlüğü ne ve Sendika Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşmeyi benimseyen Türkiye’de, sendika seçme özgürlüğünü kısıtlayan böyle bir yasanın çıkarılması, ilginçtir.252 Can kayıplarıyla neticelenen yürüyüş ile birlikte sıkıyönetim ilân edilmişti. Bu sıkıyönetim, yetmişli yıllarda sürecek uzun soluklu sıkıyönetimlerin başlangıcı olacaktır.253

248 Anıl Çeçen, Türkiye’de Sendikacılık, Ankara: Özgür İnsan Yayınları, 1973, ss.146–148.
249 DİSK’in yürüttüğü sendikal mücadele ile diğer sendikaların aynı işkollarındaki grevler sonrası elde edilen kazanımlar karşılaştırıldığında gerçekten de DİSK’in ne kadar etkin olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Ahmet Aker, 12 Mart Döneminde Dışa Bağımlı Tekelleşme, İstanbul: Sander Yayınları, 1972, ss.105-108.
250 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
251 15-16 Haziran olaylarının CHP’de bulduğu yankı şu eserden takip edilebilir: 274, 275 Sayılı Yasa Değişiklikleri ve CHP, Ankara: Ulusal Basımevi, 1970.
252 Cahit Talas, Toplumsal Politika, Ankara: İmge Kitabevi, 1990, s.130.
253 Ergin Eroğlu, Sınıflar Açısından 12 Mart: 12 Mart Devam Eriyor mu?, İstanbul: Soyut Yayınları, 1974, 238.

Türkiye’deki işçi kesiminin ülke sanayileştikçe gerek miktar, gerekse nitelik olarak sergilediği değişim, politize olmalarıyla birlikte, büyük bir kitlesel 
hareketliliğe yol açmıştır. Ertuğrul Kürkçü’nün bu husustaki açıklaması şöyledir:
Eğer sayılardan söz edecek olursak çok kısaca söylemek isterim. 1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı, 1971’de, sadece 8 yıl içerisinde iki katından fazla arttı, 4 milyon 55 bin olmuştu. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı 1971’de 1 milyon 200 bin oldu, bugünkünden fazlaydı yani. Sendikalaşma oranı ise yüzde 10,8’den yüzde 29,6’ya yükseldi. Ve işçi hareketi, sendikalar ve işçi hareketine dayalı bir sosyal mücadele anlayışı Türkiye’de çok önemli bir uyanış sağladı. İşçi hareketi aynı zamanda öğrenci hareketine yol gösterdi, işçilerin sendikalaşmak için, sendikayı işyerlerine sokmak için uyguladıkları mücadele yöntemleri öğrenciler için olduğu kadar topraksız köylüler için de esin kaynağı oldu. 1965–70 arasında Türkiye’nin özellikle Ege ve Çukurova kırlarında hazine arazilerine el koymuş olan toprak sahiplerine karşı köylüler çok önemli çıkışlar yaptılar. Toprak sahipliği üzerinde, topraklar üzerindeki hak sahipliği iddiasını sorguladılar ve devlet ağaların tarafında yer aldıkça köylüler için bu, devlet ile ilişkilerini yeniden gözden geçirecekleri bir dönem oldu. Hükümetin taban fiyatı siyasetleri ve Türk parasının özellikle 1969’da yüzde 30 devalüe edilmesi karşısında üretici köylüler çok büyük bir başkaldırıya giriştiler ve geleneksel köylü uysallığından Türkiye’de eser kalmadı. Ve tabii aydınlar bunlardan etkilendiler, yani Türkiye özetle çok büyük bir sosyal hareketlilik içerisine girdi. Memduh Tağmaç’ı böyle konuşturan buydu.254

2.ÖĞRENCİ HAREKETLERİ

Türkiye’de kanın ilk aktığı eylemlerin öğrenci hareketleri esnasında gerçekleştiği düşünüldüğünde, bu yıllarda öğrenci liderliğinde bulunmuş olan Ertuğrul Kürkçü’nün anlatımının çok yararlı olacağı düşünülmektedir:

Öğrenci hareketi, esasen gücünü Türkiye’nin tarihinden alıyor. Ben 12 Mart, 12 Eylül, diğer tarihi olayları yorumlarken düşülen şu sığlığın bize yol  göstermeyeceğini düşünüyorum. İşte, öğrenciler, yabancı, bilinmeyen güçler, karanlık kuvvetler tarafından kışkırtılarak harekete geçtiler. 
Bu bence tamamen fasarya, hiçbir aslı faslı olmayan, benim pratiğimde hiçbir zaman tanık olmadığım, ya da buna yeltenenler olduysa da kolayca savuşturabildiğimiz bir meseledir. Genciz ama ahmak değildik hiçbirimiz. Neyin ne olduğuna dair bir fikrimiz vardı doğrusu.Tarihe müracaatla şunu demek istiyorum: Türkiye’de bir talebeyi ulum geleneği, ta Osmanlının orta çağından beri, yani 1400’ler 1500’lerden beri Türkiye’de hep var. Türkiye’de düzen bozulduğunda, yani Anadolu topraklarında ya da onun mirasçısı olduğu Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı Devletinde nizam ne zaman bozulursa itiraz önce talebeden gelir, bu kaçınılmaz bir şey, çünkü ayrıcalıklı bir tabaka. İşte, ilmiye, 
seyfiye ya da kalemiye sınıfından biri için, birinden olmak için yetiştirilen, toplumun genelinden daha fazla bilgiyle doldurulan bu insanların olan bitene çok çabuk reaksiyon göstermeleri kaçınılmaz. Tarihe baktığımız zaman özellikle Mustafa Akdağ’ın tarih kitapları bu bakımdan çok esaslı bilgilerle doludur ve tabii biz bunları, başımıza geleni anlamak için geriye dönüp tarihe baktığımızda daha çok gördük. 

254 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].


Bunlara bakarak kendimize yön çizmiş değildik ama tarih işte öyle seyrediyor zaten, aynı sebepler benzer sebepler, benzer sonuçlar yarattığı için sonuçta bir tarih bilgisi diye bir şey oluyor.Dolayısıyla, bu öğrenci hareketinin evveli hep vardı, bizim evvelimiz 27 Mayıs. 27 Mayıs’ta öğrenciler ayaklandı, ordu vurdu hükûmet düştü. Mekanizma böyle çalıştı ve bu öğrenci geleneği sonraki yıllara kendini aktardı.Ben üniversiteye girdiğim zaman Türkiye’de öğrenci olmak kadar ayrıcalıklı ve keyif verici hiçbir şey yoktu. Öğrencisiniz, dokunulmazsınız herkes 
size ilişmeye korkar, sizden bir hikmet bekler ve bu çok şaşırtıcı bir ilişkidir. Daha dün lise öğrencisiydiniz bugün üniversiteye girdiniz ve birden bire statünüz değişti ve toplumdaki duruşunuz, görünüşünüz, sizden beklenenler değişti. Bu, insanı istese de istemese de, onu kuşatan iklim içersinde bir misyon duygusuyla besleyen, teçhiz eden ve “Şimdi Türkiye’nin geleceği için bana bir vazife düşüyor.” fikrini, aslında bu “Kantçılık” olduğunu, bunu bilmeden bir “Kantçı” yaklaşımla tarihe karşı bir işim, misyonum var duygusuyla bütün öğrenciler böyleydi. İşin aslını isterseniz o gün bizim çatıştığımız kesimler, işte Adalet Partisine gönül vermiş, MHP’ye gönül vermiş veya sosyal demokrasiye gönül vermiş gençlerde aslında böyle bir duyguyla hareket ediyor idiler. Dolayısıyla, öğrenci hareketi daha çok, öğrenciliğin, Türkiye’de üniversite öğrenciliğinin, 
yükseköğrenimin nispeten ayrıcalıklı ve tarihî olarak bir misyona sahip bir güç olarak kavranmış olmasıyla, bu ortak bilinçle ilgili.

İlk öğrenci, Taylan Özgür 1969’da kurşunlandı.255 Taylan Özgür’ün kız kardeşi bugün hâlâ kardeşini öldüren kişinin bir Özel Harp görevlisi olduğunu söyler fakat bunu ispatlamak bugüne kadar mümkün olmadı ama tersi de ispatlanmadı ve böylelikle öğrenci hareketi sert bir şiddetle sınanmaya başladı.Taylan Özgür’ün öldürülme hadisesine dair burada bir parantez açmak gerekmektedir. Silahlı olan Özgür’ün silahını kendisine vermesini isteyen bir polisten kaçarken vurulduğu bilgisi, tabii ki hadiseyi meşrulaştıramaz ancak yine de önemli bir ayrıntıdır. Kürkçü sözlerine devam etmektedir.256


Gene de öğrenci hareketinin bugünle kıyasladığımızda -Türkiye ne kadar fırtınalı bir dönemden geçiyor hepiniz biliyorsunuz- ben üniversiteye girdiğimden 12 Mart 1971 Muhtırası verildiği güne kadar Türkiye’de sadece 5 öğrenci çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Şimdi, “sadece” demek tabii, insana utanç verici de geliyor, böyle bir kıyaslama sayılar üzerinden ama 5 öğrenci. Ondan sonra 12 Martla 12 Eylül arasında 5.000’den fazla insan hayatını kaybetti, 12 Eylülden bugüne kadar da 50 bine geldik. 5-5.000-50 bin. Bunlarla kıyasladığımız zaman aslında öğrenciler arasında sürüp giden çatışmalarda ortaya çıkan şiddet boyutunun bir askerî darbe girişimine anlam katacak derinlikte olmadığını görebiliriz. Bunun anlamı, aslında demin söylediğimiz -başladığımız yere dönersek- Memduh Tağmaç’ın işaret ettiği yerdedir. Çünkü bir kere işçi hareketi büyük bir sosyal güç hâlinde gelişmeye, dönüşmeye ve sermayenin kârlarını tehdit etmeye başladığı andan itibaren bir olağanüstürejim ihtiyacı çok açık kendini göstermiş idi. 


255 Hayatını kaybeden öğrenciler ve öldürüldükleri tarihler şöyledir: Vedat Demircioğlu, 28 Temmuz 1968; Atalay Savaş, 16 Şubat 1969; 
M. Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan; Mehmet Cantekin, 19 Eylül 1969; Taylan Özgür, 23 Eylül 1969,; Mehmet Büyük Sevinç, 9 Aralık 1969 ve 
Battal Mehetoğlu, 15 Aralık 1969. Bkz. Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.151.
256 Mehmet Bican, Devrim İçin Gençlik Hareketleri, Ankara: Güvendi Matbaası, 1970, s.74.



Süleyman Demirel buna yeni sendikalar yasasıyla cevap vermeye çalıştı. İşçileri sendikasızlaştırmak, güçlü sendikaları özel sektör fabrikalarından  uzaklaştır mak…257
Ben, doğrusu 71’de giriştiğimiz, rejime karşı bir halk savaşı ile rejimin halkın çıkarları doğrultusunda değiştirilmesi teşebbüsü ile bu öğrenci hareketi içerisindeki silahlı çatışmanın aynı kategoriden olduğunu düşünmüyorum, bunların arasında böyle bir bağıntı ben kurmuyorum. Şüphesiz bu süreç içerisinde, yüzünü, bütün hayatını devrimciliğe adayacak şekilde devrime dönmüş olan pek çok insan çıktı ama bu çatışmalarda çok önemli rol oynamış olan İstanbul Üniversitesinin önde gelen kişileri bu hareketlere katılmadılar. Onlar için 12 Mart Muhtırası verildiği gün bu mesele son buldu. O nedenle, ben, “ikisi otomatik olarak aynıdır” görüşüne katılmam ama tabii ki bu çatışmalar Türkiye’nin bir olağanüstü rejime ihtiyacı olduğuna dair düşünceleri besledi, bunun da inkâr edilecek tarafı yok ama çatışanlar ya da kendilerine yapılan saldırıya karşı koyanlar bunun için çatışmıyorlardı. Somut bir şey, “öğrenci yurdunda kalırsın, kalmazsın”, “üniversiteye girersin, girmezsin”, 
“yolda yürürsün, yürümezsin”, “propaganda yaparsın, yapmazsın”, tartışmasının doğal bir uzantısı olarak insanlar bunu gördüler ve bir anda da olmadı. Ben, doğrusu bir üniversite öğrencisi olarak ilk kez bir tabancayı 1970 yılında gördüm, o güne kadar hiçbir ilişkim yoktu ama kendini savunma, öz savunma refleksleri bir kere harekete geçince bu süreç bir anda ona uygun yeni insanlar yaratıyor ve onlarla birlikte hayat yeni bir şekil alıyor.Bu öğrenci mücadelesinin silahlı bir yöne doğru sevk edilmesi bakımından ben, doğrudan doğruya diğer yan kuvvetler, kontrgerillanın tahrikiyle doğmuş olan yapıları suçlarım ama Adalet Partisi Hükümetini ve onun başkanı olan Süleyman Demirel’in Başbakanlığını en çok suçlarım. Süleyman Demirel tuhaf bir şiddet dengesi güttü. Aslında, polis gücüyle kontrol altına almak daha yüksek masraflı gözüktüğü için karşıt grupların silahlı gücü ile solcu öğrenci hareketini baskı altına almayı seçti. Bunu bu şekilde manipüle etti ve bunun sonuçları kendisini de yıktı, o bahsi diğer.258


ADALET PARTİSİNDEKİ BÖLÜNME


1970 senesi hem partiler arasında hem de partilerin kendi içindeki mücadelenin iyice kızıştığı bir yıldır. AP içinde başını, 1964’teki genel başkanlık yarışında Demirel’e karşı kaybeden Sadettin Bilgiç’in çektiği muhalifler, hükümet bütçesine red oyu veriyor, temsilcisi oldukları orta Anadolu eksenli küçük sermaye gruplarının, büyük sermayeyi kayıran bir ekonomi politikası uygulandığı iddiasıyla başkaldırıyorlardı.259 İsmail Cem’in cümleleriyle: “Sermaye içindeki bölünmenin siyasal düzeydeki yansımasıdır 41’ler olayı. Adalet Partisinin büyük bir milletvekili grubu, önce parti yönetimine başkaldırmış, sonra muhalefetinkiyle birleştirdiği oylarıyla 1970 yılı bütçesini Meclis’te reddetmiştir”. (…)“Demokratik Parti, sermaye içindeki egemenlik mücadelesinde ikinci plana atılmış sosyal güçlerin reaksiyoner siyasal kuruluşu niteliğini kısa sürede ortaya koymuştur. 

257 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
258 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
259 Eroğlu, Sınıflar Açısından 12 Mart: 12 Mart Devam Eriyor mu?, s.210.

Büyük toprak sahiplerinin, emlâk ve arsa gelirinin, rantın, ticaret çevrelerinin savunucusu ve sözcüsü olmuştur. Kime karşı? Bir yandan işçi sınıfı ve Sol’a, öte yandan özel sanayi kesiminin büyüyen taleplerine, AP’ye, Demirel’e karşı”.260 İddiaları öne sürülmektedir. Demirel ise bölünmenin ekonomi politik boyutunu değil; 1969 seçimleri sonrasındaki yeni kabinenin getirdiği memnuniyetsizliğin yarattığını ileri sürmektedir. Demirel’in bu husustaki yorumu şöyledir:
Şimdi kabine değişiklikleri zor iştir. Hele böyle, dört beş sene iktidar olmuş bir parti için kabine değişikliği… Siyasette kendinize çok yakın arkadaşlar, siyasette yakın ama öyle olması gerekir, partinin menfaati bakımından öyle olması gerekir. Çünkü uzun süre siyasette liderin yanında, tepenin yanında falan bulunan insanların en yakın arkadaşlarından bir kıskançlık görmemeleri mümkün değildir ve onların bir kısmını, yani bize çok yakın olan, siyaseten yakın olan, arkadaş olarak da yakın olan kişileri değiştirmek mecburiyetinde kaldık. Ben düşündüm, değiştireyim mi, değiştirmeyeyim mi? Değiştireyim bakanlıkları, senet çıkarmış değil ya kimse buraya ama Celal Bey’in bir sözü vardır “Bakanlık ağrıyan diş gibidir, söktüğünüz zaman yeri müddet ağrır.” der. Bizim arkadaşlar başladılar şeye, karşı çıktılar. Ben de dedim ki “Kardeşim, partinin başı benim, başı bensem böyle yapacağız, partinin menfaatlerini burada görüyorum.” “Öyle mi görüyorsun?” “Evet” Gittiler, bütçe oylanıyor, bütçe oylanırken kırmızı oy verdiler bütçeye. O bütçe ki üç ay evvel beraber meydanlarda savunduğumuz fikirlere, düşüncelere icraata göre yapılmış bir bütçe ama “Sen böyle mi yaptın?” “Evet” Yine siyasette bir olay daha vardır: Biraz, nasıl gelirsen öyle gidersin. Biz, 1965 Şubatında merhum İnönü’yü bütçesini düşürerek, bütçesini reddederek düşürdük Mecliste. Ben dedim ki “Böyle geldik biz, böyle de gidiyoruz.” Burada şey yok. 

Bizim içimizdeki patırtı tamamen hissî ve kişisel uyumsuzluklardan doğan bir şeydir. Sonradan o arkadaşların büyük bir kısmıyla yine bir araya geldik biz, hepsiyle bir araya geldik, üç dört sene geçti ama bize zarar verdi. Türkiye’deki rejime de zarar verdi, bize de zarar verdi.261

Ferruh Bozbeyli ise, bölünmedeki rolünü başka bir biçimde açıklıyor:

1969’dan evvel Adalet Partisi içerisinde bir tesanüt birliği kuruldu. Bu tesanüt birliğinin adı “Yeminliler Grubu”ydu. Tutmuşlar bu yeminliler Meclis içindeki ve parti içindeki postları saymışlar, 119’u bulmuşlar. Yani, komisyon başkanlıkları, bilmem, divan kâtipleri, bilmem, başkanlık, bilmem, komisyonluk, hepsi… Genel idare kurulu üyeliği filan hepsini 119 bulmuşlar. Demek ki biz 119 kişi aramızda kenetlenir, iyi bir söz verirsek bu postları bir gün başkasına kaptırmayız. Bunun da başı partinin başı. İttifakla ona da sadakat yemini… Adı da Yeminliler, yemin de etmişler aralarında. Başlangıçta bu bir rivayet hâlinde dolaştı, yani yemin ettiklerini gören de var, görmeyen de var, bilmiyoruz. Ben görmedim, herkes söylüyor. Bu, onun dışında kalanlar tasfiye edilecek kaygısını yarattı. Nitekim 1969’da bizim İstanbul’da bizim il idare heyetini feshettiler durduk yerde. Konya’yı feshettiler, birçok yerleri feshettiler, başka idare heyetleri kurdular, geçici idare heyetleri kurdular. 69 seçimine de bir ay var, iki ay filan var. İşte, herkes “Bu insanlar tasfiye edilecek, öyleyse mukabele edelim, yani, biz de kendimizi koruyalım.” dedi. 

260 İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart (nedenleri.. yapısı..sonuçları), (İki Cilt bir arada), İstanbul: Cem Yayınevi, 1980, s.364.
261 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].


O zaman ben Meclis Başkanıydım. Geldiler bana “Sen Meclis Başkanlığından istifa et, partinin başına geç. Biz parti kuracağız, onun başına geç.” diye. Ben de “Hayır, ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum.” dedim. Fakat o ayrılanlardan 2 arkadaş, 2’si birden genel başkanlığa aday olmuşlar. Olunca bölünme temayülü başlamış orada. Onun için bana gelmişler. Yani, baştan bir ihtiyaç diye değil, yani, bölünmeyi ben önlerim düşüncesiyle bana gelmişler. Ben bunu kabul etmedim fakat benimle de ilgilendirdiler şeyi. Yani, ben de onları tutmuş gibi göründüm. Öyle değildi ama öyle dediler. Bazı şeyleri şey edemiyorsunuz. Kabul etmek istemiyor. Öyle dediler ve ben Meclis Başkanlığından istifa ettim. Sayın Demirel’e de söyledim: Ben ayrılayım, daha iyi geçineceğiniz başka birisi varsa onu seçersiniz. “E senin alternatifin yok.” dedi. Ama böyle yaptım, ben istifa ettim. İstifa edince onların işi daha bir kolaylaştı. Daha boşta kaldım, “İlla kabul et” diye ısrar ediyorlar. Benim kabul etmeyişimin sebebi şuydu: Parti başkanlığı yapamazdım ben. Yani, parti başkanlığı yapmak kolay bir iş değil. Evvela imkânları bol olacak parti başkanlığı yapanların. 
Yani, eli bol olacak, imkânları bol olacak, kolay harcayacak, kolay şey yapacak. Yani, bu bakımdan benim hiç imkânım müsait değil. İkincisi, böyle bir tecrübem de olmamış yani. Meclise girmişim, kâtip olmuşum, divan kâtibi olmuşum, Meclis Başkan Vekili olmuşum, Meclis Başkanı olmuşum, böyle bir şeyim de yok yani. Onun için ben istemiyordum böyle bir şeyi. Fakat babama varıncaya kadar etkilediler. Evin içinde tatsızlık başladı artık yani. Babam da, ikide bir rahmetli “Oğlum, halka karşı gelinmez, bu kadar insan…” Böyle zorlayıp duruyorlar yani ve bir yerde yanlış mı karar verdik, doğru mu karar verdik bilmiyorum, kabul ettik bu işi. Zaten kabul ettiğimiz günün ertesi günü ben de anladım ki bir şeye reaksiyon göstermek başka, reaksiyon gösterenlerin bir iş yapmak üzere ittifak kurmaları başka şey. Bunların hepsi reaksiyon gösteren insanlardı, hepsi. Nitekim reaksiyon hızları kesilince geri gittiler, hepsi geri gitti.262
Bütçeye verilen red oyu, aslında muhalefetin parti içi boyutundan çıkarak ayrı bir partileşmeyi beraberinde getireceğini gösteriyordu. 
Nihayet muhalifler, partileşerek AP’den ayrıldılar. Yeni kurulan parti ismiyle 14 Mayıs ruhunun asıl varisi olduğunu deklare ediyordu: 
Demokratik Parti. Partinin genel başkanlığına Ferruh Bozbeyli getirilirken aslında partinin manevi lideri Celal Bayar’dır.263 Sadettin Bilgiç, Mehmet Turgut, Faruk Sükân ve Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, yeni partinin diğer önde gelen isimleriydi. AP içinden daha önce ayrılmış olan mukaddesatçı olarak isimlendirilen kesimin Milli Nizam Partisi de, Anadolu’daki küçük ve orta ölçekteki müteşebbislere dayanan bir parti olarak AP tabanından epey oy devşireceğe benziyordu.264 12 Mart’a giden süreçte AP’de gerçekten zafiyet alametlerini gösteren bu gelişmelerin, muhtıracı komutanların işini kolaylaştırdığı söylenebilir. Demirel de aynı kanıdadır:Muhtırayı cesaretlendirmiştir. Eğer Meclis zaafa düşerse, Mecliste siyasi iktidar zaafa düşerse bu çeşit şeyler oluyor.265

262 Ferruh Bozbeyli’nin 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.03–15.26].
263 Konu hakkında kaleme alınmış ilginç bir yazı için bkz. İsmail Küçükkılınç, “Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Üç Ispartalı”, Yerel Siyaset, Yıl: 2, Sayı: 20, Ağustos 2007, ss.45–50.
264 Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası (MSP Örnek Olayı), İstanbul: Alan Yayıncılık, 1985, s.99.
265 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].

Rasim Cinisli ise Demirel’in ve çevresinin kendilerini adeta partiden kovduklarını iddia etmektedir:

Hayır, biz partimizden ayrılmadık ki bizi kovdular. Bizim partimizden ayrılmak gibi bir düşüncemiz… Ben, yirmi dokuz yaşında, otuz yaşında milletvekili seçilmişim. Erzurum Milletvekilidir, o günkü havayı bilir. O gün hiçbir şeye elimi sürmesem asgari iki dönem, üç dönem milletvekili seçilecek gücüm var ama Allah’tan korktuğumuz ideallerimiz, vicdanlarımız, düşüncelerimiz, memleket, millet için düşündüklerimiz var. 
Ben onu size anlatırsam o zaman takdirinize sunmuş olurum.266
Ertuğrul Kürkçü’nün AP’deki bölünmeye, daha doğrusu Türk sağındaki bölünmeye ilişkin yorumu, yine daha çok ekonomi politik bir nitelik arz 
etmektedir. Kürkçü’nün cümleleriyle:12 Mart’ı Memduh Tağmaç’ın özetlediği gibi özetlersek yalan olmaz, ancak hepsi bu kadar değil, aynı zamanda Memduh Tağmaç’ın anlatmadığı bir otorite bunalımından da söz etmemiz gerekir. Çünkü 1970 sonbaharına ve 1971 baharına yaklaşırken, Türkiye’de bugüne kadar yekpare bir iktidar sergileyen, hem aşağıdan halkın onayıyla hem de yukarıdan sermaye ve ordunun desteğiyle kendi iktidarını sürdüre gelen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi Hükümeti kendi içinden iki parçaya ayrıldı 1969-70’te. Birincisi, toprak gelirlerinin, arazi gelirlerinin vergilendirilmesi yolundaki sermaye birikimi hamlesine Ferruh Bozbeyli önderliğindeki grup, bütçe görüşmelerinde onaylamayarak karşılık verdi ve Adalet Partisi Hükümetini düşürdü, Süleyman Demirel Hükümetini. Bu, o güne kadar tek parti etrafında çıkarlarını ifade eden sermaye grupları arasındaki ilk önemli yarılmaydı, tabii, daha önce bir yarılma daha olmuştu. Necmettin Erbakan’ın Millî Nizam Partisi de, Anadolusermayesinin tekelci sermaye çıkarlarıyla haddinden fazla bütünleşmiş olan Süleyman Demirel Hükûmetlerine karşı itirazıyla, önce Odalar Birliğinde başlayan sonra Millî Nizam Partisi olarak süren geleneksel İslamcı öğretiyle bezenmiş bir başka muhalefet odağı yaratınca, Süleyman Demirel iktidarı hem kendi içinden parçalandı hem de sosyal gelişme de ortaya çıkan karşıtlıklarla başa çıkamaz hâle geldi. Bunun başında işçi hareketi rol oynuyor, bunun altını çizmek isterim. Bugünle kıyasladığımız zaman işçi hareketinin 1970’lerde son derece belirleyici rol oynadığını görmemiz ve bütün Türkiye’nin sosyal topografyasını değiştirmekte olduğunu ve bu yeni toplumsal güç karşısında hem sermayenin hem devletin ne yapacağının bilmez bir hâle girdiğini söyleyebiliriz.267

CHP’DEKİ DURUM

12 Mart Muhtırası siyasi partilerde ve Cumhuriyet Senatosunda temsil edilen gruplarında önemli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu değişim en çok CHP’de kendini belli etmiştir. CHP içindeki safları belirginleştirmiş, Ecevit'in istifasıyla birlikte bu parti içinde açık bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Partinin Genel Merkez yönetimine Ecevit yanlıları egemen olmaya  devam ederken, partili milletvekili ve senatörlerin büyük çoğunluğu İnönü'nün yanında yer almıştır. 

266 Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 18.02–19.05].
267 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].


İsmet İnönü, anılarında bu durumu “Büyük buhran günleri”olarak değerlendirmiş tir. 268
12 Mart arifesine yaklaşılırken siyasi arenanın diğer cenahında yürüyen CHP’de de tam anlamıyla işlerin iyi gittiği tabii ki söylenemezdi. 1965 ve 1969 seçimlerine ortanın solu şiarıyla giren CHP’deki bu yeni açılım ve her iki seçimde de umduğunu bulamama, parti içinden iki parti daha çıkacak seviyede bölünme yaratıyordu: Turhan Feyzioğlu’nun Milli Güven Partisi ile (MGP) Kemal Satır’ın Cumhuriyetçi Partisi (CP). İlk ayrılan Feyzioğlu oldu; Satır’ın ayrılışı ise Ecevit’in genel başkanlığa gelişinden sonradır. Özellikle siyasi mazisi, öğrencilerine yönelik olarak “Nabza göre şerbet vermeyin” öğüdünün ardından DP hükümeti tarafından vekâlet emrine alınmasıyla birlikte başlayan Feyzioğlu, 1957 
seçimlerinde CHP’den Kayseri milletvekili olarak mecliste yer almıştı.269 Kürkçü, solun cazibesinin gitgide arttığı bu dönemde, CHP’deki  değişimin iki yönlü etkisinin olduğunu söylemektedir. Birincisi solun yükselişi karşısında CHP, etkilenen unsur olarak dönüşmüş; ikincisi CHP’deki bu dönüşüm gençliği sola doğru iyice çekmiştir. 
Şöyle demektedir Kürkçü: Tabii şunu ekleyeceğiz, bütün bunlar demin tarif ettiğimiz sosyal ortam içerisinde gerçekleşince, bu gelenekselcilik çok kısa süre içerisinde kırılmalara uğradı. Bu modern sınıf mücadeleleri içerisinde öğrencilerin çoğunluğu kendilerini solda kurdular. Türkiye İşçi Partisinin mücadelesi ve muhalefeti Cumhuriyet Halk Partisini dönüştürdü. Cumhuriyet Halk Partisi eskisi gibi kalırsa, devletçi söylem içerisinde kalırsa yeni Türkiye’ye yön veremeyeceği ni görünce kendisini ortanın solunda ilan etti. Demin söylediğimiz bütün denklem, bir sol programı, bir sol tercihi popüler kılmayı gerektiriyordu, Türkiye’yi yönetenler açısından da. O nedenle, bu, tabii, İsmet Paşa burada çok önemli bir faktör, çünkü İsmet Paşa Kurtuluş Savaşı’yla bugünü, o günü birbirine bağlayan bir halka olarak “Solcu olmak adam olmaktır.” deyince, bunun kredisinin Türkiye’de ansızın yükselmesi kaçınılmaz. Genel Sekreterinin, işte, bir sosyal demokrasi hamlesiyle partiyi dönüştürmeye girişmesi, bizim devrimci 
hareketin ötesinde Türkiye’nin tamamına hitap eden bir odak oluşturdu ve bu Türkiye üniversitelerini sola doğru çekti. Şimdi, ben devletin bu sola yönelişi son derece gaddarca okuduğunu düşünüyorum. Bu, Talat Turhan’ın “X Örgütü” diye bir kitabı var. O, işte bu kontrgerilla işlerini burada anlatıyor. Şunu görüyoruz, çok enteresan… 270
O dönemin sembol isimlerinden biri olan Feyzioğlu, 27 Mayıs sonrası 147 öğretim elemanının üniversitelerle ilişkisinin kesilmesi sonucu ODTÜ 
rektörlüğünden istifa ederek MBK karşısına çıkma cesaretini bile gösterebilmiştir. Aynı Feyzioğlu henüz bu 147 öğretim elemanını işlerinden eden kâğıdın mürekkebi kurumadan kendisine teklif edilen Milli Eğitim Bakanlığı vazifesini de kabul edebilmiştir. Ortanın solu akımı karşısında CHP’denistifa ettiğini bildiren mektupta kullandığı ifadeler, CHP’nin Atatürk ilkelerinden uzaklaşarak tehlikeli bir sol maceranın vasıtası haline getirilmek istendiği gerekçesine dayanıyor du.271

268 İsmet İnönü, Defterler (1919-1973), (Yayına Hazırlayan, Ahmet Demirel), C:II, 3. Bs, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2008, s.1211.
269 Ayrıntılar için bkz. Gürcan Bozkır, “Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'nun Siyasi Kişiliği”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 1996–1997 Cilt 2, Sayı:6–7
270 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
271 Tahir Kutsi Makal, Benim, Benim, O Benim (Siyaset Sahnesinden Çehreler), İstanbul: İnanç Yayınları, 1987, s.83.

Nitekim 12 Mart’a takaddüm eden günlerde Feyzioğlu’nun bizzat cumhurbaşkanlığına hitaben kaleme aldığı, ülkenin elim bir sona doğru gittiğine 
yönelik iddiaları içeren yazılarına şahit olunmaktadır. Memleket dâhilinde aşırı solun alan kazandığı, üstelik sol propagandanın Atatürk’ü istismar ettiğini içeren yazıda, bunun yanı sıra irticai faaliyetlerden de şikâyet edildiği görülmektedir. Parti, cumhurbaşkanından siyasette etkin tüm kesimlerin katılacağı bir toplantının tertip edilmesini de talep etmektedir.272

 SOLDA FİKİR AYRILIKLARI

İdeolojik kamplaşmanın boyutları gitgide büyüyordu. Genel olarak sağ kesimlerde ülkede gerçekleştirilen silahlı eylemler yoluyla komünist bir 
ihtilalin provasının yapıldığı tezi işlenirken; Marksist çevrelerde, ülkenin emperyalist bloğun ileri karakolu olma rolüne soyundurulduğunu, bir an evvel zinde güçlerin bir araya gelerek emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı iktidarın ele alınması gerektiği tezi işlenmektedir.
Milli Demokratik Devrim Tezini işleyen sol, açıkça asker-sivil aydın zümrenin elbirliğiyle bu amacı gerçekleştirme temayülüne girmektedir.273 

Türkiye’nin kendine özgü şartları dikkate alınmadan işçi sınıfının bilinç kazanmasını beklemenin yersiz olduğu; bunun yerine antiemperyalizm 
ortak paydasında hemen tüm kesimlerin bir araya gelmesi gerektiği tezi de işleniyordu. Sol, büyük bir fikir ayrılığı içindeydi. İşçi sınıfının tarihsel 
öncülüğünü inkâr etmekle sosyalist teorinin inkârını bir sayanlar ile milli demokratik devrim şiarını benimseyenler arasında sert tartışmalar yaşanıyordu. TİP’in kendini inkâr etmesi olarak yorumlanan, 141–142’nci maddelerden hüküm giymiş olanları bünyesine kabul etmemesi, teorik 
tartışmalardaki ayrılıkların perçinlenmesine; genelde birer dergi etrafında toplanan kümeleşmelerin oluşmasına neden olmuştu, bir dergi etrafında 
toplanarak diğer gruplardan kendini tecrit etme, zaten çok sınırlı olan sol tabanı, iyiden iyiye etkisiz kılmıştır.274

Milli mücadelenin antiemperyalist boyutuna aşırı vurgu yaparak bir tür ideolojik aşınmaya uğramış olan bir başka grup ise tüm bu tartışmaların bir şekilde içinde olmakla beraber daha kestirme çözümler peşindeydi. Bu grup şu tezi ileri sürmektedir: Türk modernleşmesinin öncülüğünü ordu yapmıştır ve ordu, sahibi bulunduğu tarihsel geleneğin içinde daima ilerici bir rol oynamıştır. İnsan kaynağı bakımından toplumun alt ve orta gelir gruplarından devşirilen bir kadroya dayanır; dolayısıyla ordu tarafından gerçekleştirilecek antiemperyalist bir girişimin başarı şansı çok yüksektir.275 Bu görüşün tüm çevrelerce kabul gördüğü tabii ki söylenemezdi. Sözgelimi Çetin Altan’a göre: “Askeri darbeleri sınıf niteliği olan halk ihtilâlleriyle karıştırmak ve bu çeşit halk dışı hareketlerin de mutlaka sosyalizme yöneleceğini hayal etmek, sosyalizmi bir sorumluluk 
ve bir tarihsel borç olarak kabul etmiş kişilerin harcı değildir”.276 


272 Güven Partisi TBMM Grubu Başkanlığı tarafından Cumhurbaşkanlığı Makamına gönderilen 25.11.1970 tarihli yazı [Cumhurbaşkanlığı Cevdet Sunay Arşivi, Yer No: 5/5–11; Fihrist No: 6/24].
273 Mahmut İhsan Özgen, TKP ve Organize Gençlik Hareketleri, İstanbul: 14 Mayıs Yayınları, 1982, s.276.
274 Bkz. Yetkin, , Türkiye’de Soldaki Bölünmeler 1960–1970 (tartışmalar, nedenler, çözüm önerileri), s.214.
275 Bu yorum temelde yanlış değildi. Askeri okullardaki öğrencilerin insan kaynağının niteliği için bkz. Güldemir, Kanat Operasyonu, s.43.
276 Çetin Altan, “Türk Sosyalizminde Yeni Devir”, Ant, 3 Ocak 1967, sayı 1’den aktaran, Yetkin, , Türkiye’de Soldaki Bölünmeler 1960–1970 (tartışmalar, nedenler, çözüm önerileri), ss.132–133.

Solun içindeki tartışmalar alevlendikçe, geri bırakılmış halk kitlelerinin, bozuk düzenin telkinleriyle, daha yıllarca sağ partilere meyledecekleri öngörüsünde bulunuluyor ve bir an önce iktidarın ele geçirileceği yeni stratejiler gündeme geliyordu. Ordu, bu stratejinin en güçlü aracı olarak görülmekteydi.


12 MART MUHTIRASININ VERİLMESİNDE DIŞ ETKENLERİN ROLÜ


Mete Tunçay, elde kanıtlanmış bir örnek bulunmamasına rağmen, Türkiye gibi kritik bir coğrafyada olan bir ülkede, meydana gelen her askeri müdahalenin ardında, mutlaka bir dış tesir olduğunu şu cümlelerle ifade etmektedir:
Bu askerî darbelerde dış müdahale destek şeyi… Tabii buna siyah beyaz bir cevap vermek mümkün değil ama Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra öyle bağlar içine girdi ki gerek Amerika Birleşik Devletlerine karşı gerek NATO’ya karşı onlardan bir icazet almadan, yeşil ışık görmeden bu darbelerin hiçbirinin yapılabileceğini sanmıyorum, onların mutlaka haberi olmuştur. Daha doğrusu, bu darbeyi hazırlayanlar onlarla bir ilişki kurup niyetlerini belirtmişlerdir diye tahmin ediyorum ama bunun bir siyah beyaz şeyi yok. Fakat mümkün değil, NATO’ya bağlı bir ordunun NATO’ya falan haber vermeden, Amerikan Genelkurmayına haber vermeden böyle bir iş yapması. Ama “Amerika yaptırdı.” demek de fazla olur. Muhtemelen Amerikan uzmanları arasında Türkiye’de darbeyi teşvik etmek isteyen insanlar da vardır. Sonra bu yeteri kadar açık söylenebilecek bir şey değil.277
Sönmez Targan’ın dış etken konusundaki yorumu ise şöyledir:
Şimdi, 12 Mart’a gelince: 12 Mart bir karşı devrimdir. Zaten 60’lı yıllardaki siyasal iktidarlar ve söylemlerin hepsinde 61 Anayasası’na çatarlardı, 27 Mayısın getirdiği hak ve özgürlükler için “İşte, bu elbise bize dar geliyor, bol geliyor” söylemlerini hatırlatmama bile gerek yok çünkü bir komediydi o, hiç kimse işin özüne inmiyordu, sadece genel çıkarıma bakıyor Türkiye’de sermaye sınıfı ama sermaye sınıfının da rahatsızlıkları vardı, 12 Mart’ta da var, 12 Eylül’de de var, yani tek başına gelmedi bunlar. 12 Mart bir karşı devrimdir, sadece bir askerî darbe değildir. Bunun arkasında Amerika ve NATO vardır. 278

12 Mart Muhtırasının verilmesinde dış etkenlerin birkaç boyutta tartışılması gerekmektedir. Bunlardan ilki: Türkiye’deki haşhaş ekimiyle, ülkesindeki uyuşturucu madde kullanımı arasında paralellik kuran ABD’nin tavrı karşısında sergilenen mukavemet; ikincisi: Arap–İsrail çatışması karşısında Türkiye’nin tutumu; üçüncüsü: U–2 casus uçaklarının uçuşunun yasaklanması olarak sıralanmalıdır. Parlamentoda en büyük parti olan AP’nin bu konularda ABD ile ters düşmesi karşısında bu ülkenin içeride çatışmayı körükleyici faaliyetler içinde bulunduğu; böylece, müdahale geleneği olan Türk ordusunun tahrik edilerek böylesi bir karışma içine sokulduğu iddia edilmektedir. Ara dönem hükümetleri döneminde bu hususlarda verilen tavizler ise, bu doğrultudaki teşhisin doğruluğunun ispatı olarak ileri sürülmektedir.

277 Prof. Dr. Mete Tunçay’ın 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.42–13.00].
278 Sönmez Targan’ın 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 19.08–19.40].

Şimdi, dolayısıyla, bu 12 Mart Muhtırası ve onunla birlikte ortaya çıkan süreci yorumlarken bence, işte “bir avuç maceraperest subayın memleketi 
bildikleri gibi yönetmek üzere kalkıştıkları bir tuhaf plan” değil hepsi birbirine eklenerek işleyen bir büyük sosyal, siyasal süreç ve bunun arkasındaki gelenekler toplamı ve tabii soğuk savaş ikliminde Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’yi NATO’nun güneydoğu kanadında bir istikrar merkezi hâline getirme çabasının olduğunu görebiliriz.Bu Amerikan talepleri, NATO talepleri aslında herhangi bir sivil hükûmet tarafından karşılanamazdı, kaçınılmaz bir biçimde bir askerî müdahaleyi gerektirirdi. O nedenle, bu darbenin arkasında da Amerika Birleşik Devletleri’nin rol oynadığını ispatlayamasak da elimizde sağlam belgelerle, bütün işleyişten bu sonucu çıkartabiliriz. Bana sorarsanız, en önemli kanıt o güne kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin talep ettiği hâlde bir türlü hiçbir hükümete yaptırmadığı Türkiye’deki afyon, haşhaş ekiminin yasaklanması 
kararının bir ay sonra alınabilmesiydi. İkincisi, Süleyman Demirel hükûmetleri Amerika Birleşik Devletleri’nin çizdiği sınırı bir miktar tartışmaya başlayıp, Türkiye’yi kendine doğru çağıran Orta Doğu güçleriyle bakışmaya, kendi bölgesinin dinamikleri içerisinde imkân aramaya girişince de çok sert bir eleştiriyle karşılaşmıştı. Süleyman Demirel hükûmetleri döneminde Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin iktisadi ve teknik yardımıyla pek çok büyük sanayi tesisi yapıldı: Aliağa Petrol Rafinerisi, Seydişehir’deki279 alüminyum tesisleri, belki şimdi hemen hatırlayamadığım -notlarımı da almadım- başka tesisler Sovyet kredileriyle yapıldı. Bu soğuk savaşın orta yerinde hoş görülmeyen bir flört idi Amerika Birleşik Devletleri açısından. İkincisi, Filistin sorununda Türkiye genel olarak Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinden ayrı bir tutum benimsedi. 
Bütün bunlar, hepsi bir arada Süleyman Demirel Hükümetinin daha otoriter bir Amerikancı yönetimle ikamesi bakımından Amerikan çevrelerinde bir düşünce oluşturmuş idi. Büyük sermaye de işçi hareketinin bir anda durmasını istiyordu. Bakınız bütün darbelere, bunların hepsinden sonra, Türkiye’nin devlet eliyle palazlanmış büyük burjuva sınıfının bütün mümtaz üyelerinin derhâl esas duruşa geçtiğini göreceksiniz. 27 Mayıs’ta böyledir, 12 Mart’ta böyledir, 12 Eylül’de böyledir, 28 Şubat’ta böyledir.280

HAŞHAŞ SORUNU


ABD toplumunda yaygın olan uyuşturucu sorunu karşısında çaresiz kalan Nixon yönetimi, sorunun kaynağında Türkiye’yi görmektedir. Bu nedenle ABD yönetimi, yüzlerce ailenin geçim kaynağı olan Türkiye’deki haşhaş üretimine son verilmesi için yoğun baskılar uygulamaktadır. 
Hükümet, bu baskılar karşısında çözümün yasaklamak olmadığının altını çizerek, kontrollerin sıkılaştırılmasından başka bir çarenin olmadığını belirterek, iç işlere müdahale niteliği taşıyan yasaklama zorlamasına karşı çıkmaktadır.281

279 Tutanak metninde sehven, Eskişehir olarak geçmiş; biz düzelttik.
280 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
281 “Bilebildiğimiz kadarıyla tarihin hiçbir döneminde, hiçbir dış güç, ister müttefik ister düşman olarak, Anadolu’daki devletlere haşhaş ekimini yasaklatabilmiş değildir. En az 4000 yıldır haşhaş ekimi yapılan Anadolu’ya
bu yasak, bir dış gücün baskısıyla, ilk-ve dileğimiz odur ki, son olarak 12 Mart’ın namlı Başbakanı Nihat Erim tarafından konmuştur”.  Aytunç Altındal, Haşhaş ve Emperyalizm, İstanbul: Havass Yayınları, 1979, s.12.


Demirel, uygulanacak bir yasaklama kararının ABD gençliğini zehirleyen Türkiye’dir kanaatini perçinleyeceğinden bahisle, Türkiye’de yıllık 120 ton 
üretilen afyonun ABD gençliğine 1 hafta bile yetmeyeceğini ifade etmekteydi. 

282 Bir taraf yasaklayacaksın derken; diğer tarafın asla! Şeklinde cevap vermesi, kimi nahoş olaylara da sebep oluyordu. ABD Büyükelçisinin diplomatik nezaket kurallarını hiçe sayarcasına Demirel’in huzurunda kullandığı üslûp, kendisine bizzat Demirel tarafından kapının gösterilmesine bile yol açtığı anlatılmaktadır.283

Kapı dışarı edilme hadisesinin hemen ertesinde Washington’a çağrılan ABD’nin Ankara Büyükelçisi William Handley’in, bizzat başkan yardımcısındanşu sözleri işittiği iddia edilmektedir: “Meseleyi ne kadar ciddî tuttuğumuzu göstermek için şunu belirtmek isterim. Eğer Türkiye haşhaş ekimini yasaklamazsa Altıncı Filo’nun derhâl İstanbul’u tahrip etmesini Başkana tavsiye edeceğiz”. Hatta Ecevit’in sonradan Ufuk Güldemir’e açıkladığına göre, Dışişleri Bakanı Kissinger’in bulunduğu bir toplantıda, başkan danışmanlarından biri tarafından “Gerekirse Mavi Cami’yi (Sultanahmet) başlarına yıkalım” sözleri sarf edilmişti. Tüm bu nakledilenler doğruysa; görünen oydu ki Başkan Nixon kendi kamuoyu nezdinde sağlayacağı saygınlığın, Ortadoğu’nun böylesine önemli bir ülkesine haddini bildirmekle elde edilebileceği beklentisi içine girmişti.284 Demirel hükümeti ise bunu bir milli onur vesilesi yapmış ısrarlı baskılara karşı direnç göstermiştir.


ARAP-İSRAİL ÇATIŞMASINDA TÜRKİYE’NİN TAVRI

Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini, söz konusu devlet ya da devletlerin İsrail’le olan ilişkisine endeksleyen ABD’nin, Türkiye’nin bu noktadaki konumundan pek hoşnut olmadığı gözlemlenebilmektedir. Arap-İsrail gerginliği karşısında Demirel hükümetinin takındığı tutum: Kalkınma ve müreffeh bir Türkiye yaratma yönünde, Türk çıkarlarının bölgedeki çatışmadan olabildiğince uzak, İsrail’e karşı mesafeli durmakla sağlanabileceği doğrultusundaki siyasete göre belirlenmişti. Nitekim Arap ülkelerinin bölgedeki bir diğer ülkeye karşı alacakları konum da ABD’ninkinden farklı değildi. İsrail’le geliştirilecek iyi ilişkiler, bu devletler nazarında Türkiye’yi itibarsızlaştıracak; verimli ekonomik ilişkilerin sona ermesine neden olabilecekti.
Bölgede ABD tarafından İsrail’e tutulan güvenlik şemsiyesi olmak gibi bir görüntünün Arap ülkeleriyle hali hazırda yürütülen ve daha da geliştirilmeye meyyal, kârlı iktisadi imkânları zedeleyebileceği endişesi, Türkiye’yi ABD karşısında dik durmaya adeta mecbur kılmaktaydı. Öte yandan, dünya ekonomik sisteminde Türkiye’ye biçilen dengeli ve tarım ağırlıklı kalkınma modelinden sapma emareleri gösteren Demirel hükümetinin, daralan kredi kaynakları karşısında, Sovyet teknolojisi ve finansmanına istinat eden yatırım projelerine girmeye başlaması, ABD nezdinde endişe yaratan bir başka unsur olarak gözükmektedir.285 Türk sanayicilerinin Ortadoğu pazarındaki yerlerini muhafaza etmek için kimi zaman değişik hamleler yapmaya eğilimli oldukları da görülmektedir. 



282 Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Bülent Çaplı, 12 Mart (İhtilâlin Pençesindeki Demokrasi), Ankara: İmge Kitabevi, 1994, s.169.
283 Hüseyin Demirel, 12 Mart’ın İçyüzü (Nasıl Geldi, Nasıl Geçti?), İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1977, s.56.
284 Ufuk Güldemir, Kanat Operasyonu, İstanbul: Tekin Yayınevi, ty s.51.
285 Cem, Tarih Açısından 12 Mart (nedenleri..yapısı..sonuçları), (İki Cilt bir arada), ss.265–292.

İş dünyasındaki rekabetin, bazen etnisite vurgusunun suiistimaliyle birlikte yürütüldüğünü ifade eden Bülend Ulusu’nun anlattığı bir olay, bu bakımdan düşündürücüdür:
Şimdi her gittiğim yerde de yani Bağdat’ta da, Tahran’da da ekonomik ilişkiler konusunda ilgilileri topluyorum hani ihracattı, ithalattı, bilmem neydi filan onları konuşuyorum. Tahran’da geldiler “Efendim böyle böyle buzdolabı ihalesi var burada, iki grup birbiriyle dalaşıyor.” Nedir onlar? Biri Koç Grubu, Jak Kamhi’nin grubu. Koç grubu dermiş ki: “Bu Yahudi’nin bunlar, bunları almayın, ötekini alın.” Müthiş sinirlendim bunu duyunca. Ankara’ya döndüm rahmetli Vehbi Koç, -tesadüf, ne çağırdım ne ettim- beni ziyarete gelmek istedi, buyur dedim. Ama ertesi günü, tesadüf, geldi. Dedim ki: “Vehbi Bey, sen yapmazsın tabii bunu ama kraldan ziyade kral taraftarları vardır, haberin olsun yani bunu böyle böyle yapmışlar, çok üzüldüm bunda.” Yok, filan dedi ondan sonra şey etti, öyleydi. Biri sordu da hani büyük sermayeyle ilişkileriniz… Tabii bu konuda ihracatı artırmak için devamlı ne mümkünse yaptık yani.286

3.KIBRIS VE U–2 CASUS UÇAKLARI MESELESİ

Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulmaya başlamasının bir diğer yönü ise ABD’nin özellikle altmışlı yıllarda zirve yapan Kıbrıs meselesindeki tutumundan kaynaklanan politikasının, Türk tarafında yarattığı güvensizliktir. Demirel, İnönü’ye gönderilen ünlü Johnson mektubunun muhtevasını unutmamıştı.287 Kıbrıs’a müdahale imkânlarını araştıran Türkiye’nin söz konusu mektupla, muhtemel bir harekât esnasında ABD tarafından verilen silahları kullanmaktan men edilmesi, gerçekten haysiyet kırıcıydı. Üstelik mektubun içeriğinde muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında NATO’daki yükümlülüklerden kaynaklanan ittifak taahhütlerinin yerine getirilemeyeceği noktasındaki lafız, artık Türkiye’yi kuzey komşusuyla iyi geçinmeye, ikili ilişkileri ittifak anlaşmaları dışında, bağımsız münasebetler geliştirerek iyi bir seviyeye getirmeye mecbur kılıyordu.

İlk tedbir: U–2 casus uçaklarının SSCB üzerinde yaptıkları uçuşların yasaklanma sı oldu. Bu çerçevede, “Black Bird” (Kara Kuş) ismini taşıyan bu uçakların Adana’dan havalanarak SSCB semalarına doğru uçmaları, ikili anlaşmaların288 tanıdığı bir imkân olmakla birlikte, Demirel nazarında Türkiye’nin bağımsızlığını zedeleyici mahiyet taşıyordu. Demirel, söz konusu anlaşmalardaki bağımsızlığı zedeleyici hükümlerin ayıklanarak yeniden tanzimi noktasındaki kararlılığını izhar edince, ABD tarafından hükümetine karşı husumetin ilk sinyallerini almaya başladı. 289

286 Bülend Ulusu’nun 14.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–12.45].
287 Oysa Johnson Mektubu henüz ortada yokken yazılmış bir kitapta, Johnson’dan büyük bir övgüyle, hür dünyanın lideri olarak bahsedilmektedir. Bkz. Akdes Nimet Kurat, Başkan Lyndon B. Johnson ve ABD Cumhurbaşkanlığı, Ankara: Dost Yayınları, 1964.
288 Türkiye ile ABD arasında imza edilen bu tip anlaşmalar için bkz. Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ankara: Ekim Yayınevi, 1970.
289 Cüneyt Arcayürek, Demirel Dönemi 12 Mart Darbesi 1965–1971 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–5), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1985, s.151.


DEMİREL VE ÇAĞLAYANGİL’İN 12 MART-ABD İLİŞKİSİNE DAİR YORUMLARI

ABD açısından düşünüldüğünde Demirel hükümetiyle iş yapmanın (!) artık imkânı kalmamıştır. Haşhaş ekimini durdurmayan, bölgede Arap yanlısı 
bir siyaset izlemeye devam eden, SSCB ile ilişkilerini geliştirmek, iyileştirmek için gayret sarf eden, U–2 uçaklarının uçuş izinlerini kaldıran bir hükümetle çalışılmazdı (!) Ufukta daha iyi çalışılabilecek alternatif bir sivil hükümette de gözükmüyordu. O dönemde sadece kalkınmakta olan memleketlerde değil, Avrupa’da bile imaj sorunu yaşayan ABD’nin, bir dediğini iki yapmayacak herhangi bir partinin seçim kazanma şansı da zaten çok zayıftı. ABD hakkında yapılan, iyi çalışma imkânı bulduktan sonra, çıkarları doğrultusunda seyreden herhangi bir ülkedeki yönetimin, tarzı ve biçiminin çok önemli olmadığı yönündeki Çağlayangil’in şu değerlendirmesi bir kez daha önemlidir. “Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika, şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu) haline gelebileceğine bakar”. 290 Oysa Demirel, bugün darbe ve muhtıralardaki Amerika’nın dahlinin olmadığını söylemektedir:
Amerikalılar meselesine gelince: Benim bildiğim kadarıyla Amerikalılar bu işin hiçbir yerinde yoktur. Kim konuştuysa, kim gittiyse, başka mesele ama “karar” dediğiniz nesnenin içinde hiçbir Amerikalı yoktur, Amerika’nın düşüncesi de yoktur, fikrî de yoktur. Her üçünde.291

Aynı şekilde, Güldemir tarafından bu bağlamda sorulan bir suale Demirel’in verdiği cevabı da nakletmek gerekiyor: “Türkiye’de demokrasi olup 
olmaması Amerika’nın umurunda bile değildir”.292 İşte tüm bu sebeplerden ötürü iddia edilmektedir ki: ABD, ülkeyi askeri vesayet altında yöneten uyumlu (!) bir hükümet arıyordu. Bu yüzden ortamın hazırlanması vazifesi biçilen mihraklar, harekete geçirildi. Bu eylemde CIA’nın etkin vazife gördüğü; bunu da Özel Harp Dairesi eliyle yürüttüğü öteden beri iddia edilir olmuştur. Oysa tıpkı MİT gibi CIA’nın da yasada sayılan görevlerinde hiçbir şekilde silâhlı operasyon yapma yetkisi bulunmamaktadır. Ancak CIA’nın Türkiye gibi çeşitli ülkelerde, iç istihbarat birimlerindeki muhtelif şahısları kimi zaman doğrudan, kimi zaman ise işe bizzat katılarak ülkelerin içişlerine müdahale ettiği görülüyor, iddiaları 
varittir.293 12 Mart’ta istifa ettirilen hükümetin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in Politika Gazetesine, İsmail Cem aracılığıyla yaptığı değerlendirme bunun en yetkili ağızdan yapılan bir itirafı gibi gözüküyor. Çağlayangil: “12 Mart’ın arkasında CIA vardır, hem de büyük ölçüde vardır294 görüşündedir.
1969–1971 yılları arasında sokakta başlayan kaynamanın arkasındaki güçlerin kimler olduğu noktasında yapılan değerlendirmelerin ortak yargısı şuydu: Birileri hâdiselerin kanlı hale gelerek tırmanmasını, nihayetinde demokratik ortamın kesintiye uğramasını hedefliyordu. 


290 İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart (tarihteki yeri ve sonuçları), C–2, İstanbul: Cem Yayınevi, 1977, s.51.
291 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
292 Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde Türkiye (1980–1984), İstanbul: Tekin Yayınevi, 1986, s.217.
293 David Wise/Thomas Ross, Görünmeyen Hükümet CIA (Amerikan İstihbarat Teşkilâtı), Ankara: Sol Yayınları, 1966, ss.42–43.
294 Cem, Tarih Açısından 12 Mart (tarihteki yeri ve sonuçları), C–2, aynı yer.


Bu noktada, söz konusu yıllarda cereyan eden çatışmanın taraflarından biri olarak sayılabilecek olan Doğu Perinçek’in şu tespitini zikretmek gerekiyor: “1977 ile 1980 arasında Abdi İpekçi, Karafakioğlu, Bedrettin Cömert gibi Türkiye’nin çok değerli aydınları katledildi. Kim katlettiriyor? Bir CIA operasyonu bu. Neden? Türkiye’yi öyle bir noktaya getirecek ki, asker gelsin, bir otorite barış sağlasın. Bu terörü yaratmak için, operasyon başlıyor”. 295 Bülend Ulusu ise dış tesir konusunda, askerin hiçbir şekilde dışarıdan birilerinin yönlendirmesiyle müdahale etmediğini; dış tesirden belki şunun anlaşılabileceğini belirtmektedir:
Çomaklama falan değil bilakis dışın memleketin içini karıştırıp Türkiye’yi bölme, parçalama bakımından dış tesiri vardır. Yoksa darbe olsun marbe olsun filan değil. Mesela, bunlar memlekette günde 20 kişi ölürken hiçbir yerde dıştan bize bir şey gelmezdi. Ama vaktiyle bunlar durduktan sonra çeşitli şeyler geliyor.296

295 Arslan Bulut, Türkçü-Devrimci Diyalogu (Doğu Perinçek ve Attilâ İlhan’la Röportajlar), İstanbul: Kaynak Yayınları, 1998, s.41.
296 Bülend Ulusu’nun 14.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–12.45].

 15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK..


..