SAFSATA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SAFSATA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2017 Salı

SAFSATA,


SAFSATA,



Yekta Güngör Özden,

23.06.2003/Sayı:33


Türkiye’de konuşulan konulara, tartışılan sorunlara baktıkça üzülmemek elde değil. İlkellik yansıtan yayınlar düzeyin kanıtı. Laik Cumhuriyet’in kurulmasından 80 yıl sonra eğitimden ekonomiye çağdaşlığın gereklerini ayrıntılarıyla ele alıp yaraşır olduklarımızı nasıl edineceğimizi irdeleyeceğimize sözlü ve yazılı biçimde saldırılar yeğleniyor, bu tür çirkinlikler beceri sayılıyor. Ahlak değerlerini yitirmiş toplumların nasıl yıkıldıkları unutuluyor.

Düşünce ve inanç özgürlükleri alabildiğine kötüye kullanılıyor. Demokrasi ve insan hakları sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin kendilerinden başkasına olanak tanımadıkları bir çelişkiler düzeni yaşanmaktadır. Bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma, bilim, ahlak, adalet, onur, erdem, kişilik ve nitelik göz ardı edilip yadsınmakta, yurt, devlet, hukuk, din, insanlık ve uygarlık önemsiz kavramlar ve kurumlar olarak algılanmakta, yurttaşlık bilinci ve kimliği küllenen belleklerde yitip gitmektedir. Çoğunluğun eşit öğesi olanlar azınlık kışkırtmalarına kanarak düşmanların kuklası olabilmekte, laiklikle din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü yaşayanlar şeriat yaygaracılarının peşinden koşabilmektedir. Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar anımsanmamakta, devleti koruyanlar dışlanıp devlet düşmanları gönendirilmektedir.

Aymazlığın bağnazlıkla birleştiği medya

Yalanın, dolanın, ikiyüzlülüğün, dönekliğin, sapkınlığın çekinilmeden sergilendiği, aymazlık ve bağnazlığın yobazlıkta birleştiği alanın en büyük kesimi medyadır. Mütareke dönemini anımsatmaktan öte, o karanlık günlerin baykuşlarını da geçen medya fareleri türemiştir. Yansız kamuoyu oluşturma yükümlülüğü, meslek ahlakı, kişiliğe saygı, yurda bağlılık, kurallara uygunluk gibi nice gerek ellerinin tersiyle itilmekte, beyinlerinin küfü, yüreklerinin karanlığı, dillerinin pası, kalemlerinin pisliği olarak dökülmektedir. Aylık aldıklarının buyruğunda, işbirliğine soyunduklarının kraldan çok kralcı kesilen tetikçileri, tiksindirici eylemlerini kurul ve kişi gözetmeden tırmandırmaktadır. Bu durumun yeni örneklerinden biri de TÜRKSOLU Gazetesi’nde Gökçe Fırat’ın “Ordu Göreve!” başlıklı yazısı nedeniyle sürdürülen saldırıdır. Kendileri ABD’yi, AB’yi, yayılmacı ve sömürücü dış güçleri, çokuluslu şirketleri çağırırlar suçlu tutulmazlar, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatan kurtarıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri kötülükleri, aykırılıkları, tehlikeleri önlemek için daha etkili olmaya çağırılınca kıyameti koparırlar. Sözde demokrat kesilen bu çığırtkanlar, aslında korkmaktadırlar. ABD’ye, AB’ye dayanmaktan ve güvenmekten utanmayan bu zavallılar, kendi insanımıza dayanmayı içlerine sindiremezler. 12 Mart, 12 Eylül gibi olumsuz örnekleri dillerine dolarlar, 30 Ağustos 1922’yi, 29 Ekim 1923’ü, 27 Mayıs 1960’ı unuturlar.

Sözcüklerden korkan kişilerin nereden gelip nerede oturdukları, kimlerle ve nasıl oldukları bilinmektedir. Çekinmeden yalan da söylerler. Gökçe Fırat’ın yazısının ikinci sütununda, ara başlıktan sonraki üçüncü paragrafında müdahalenin “... tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi...” önerildiği açık seçik anlatılmaktadır. Ülkemizde neler olacağı, neler olduğundan belli. Yazının başka bir yerinde “darbe” sözcüğü kullanılmamasına, benim de sonra okuduğum bu yazıyı tam bir yansızlık ve gerçekçilikle değerlendirip “Hukukçu ve demokrasiye yürekten bağlı bir yurttaş olarak darbeyi asla uygun bulmadığımı” söylememe karşın “Darbe önerdiğimizi” yazıp söylemek usdışı, ahlakdışı bir davranıştır. Yakışıksız olmaktan ötede sakıncalı bir tutumdur. Dolanlı işlemlerle tazminat ödememeye güvenip terbiye dışı yazıları sürdürmek, sahiplerini küçülten, ne olduklarını daha iyi ortaya koyan bir açılımdır.

Genç Kemalistler Ordusu davası hakkında

Söylemediğim sözleri söylemişim gibi yazanlar, avukatlığın özelliklerini bilmeyen çocuklar, soyguncuyu, hortumcuyu, hırsızı, rüşvetçiyi, ahlaksızı, arsızı, namussuzu bırakıp ulusunun hak ve özgürlüklerini hiçbir güce çiğnetmemeye çalışanları karalamak, sahtecilik ve kendine düşmanlıkla birdir. Avukat, savunduğu kimselerin yerine geçmez, savunduğu kimsenin görüş ve düşüncelerini paylaşmaz. Eylemini tanımlayıp değerlendirerek en uygun kuralın uygulanması için yayın organına yardım eder. Görevi kişiyle değil, dosyasıyla sınırlıdır. Benim 40 yıl önceki davaları anımsamam güçtür. Ücretsiz dava, Baro’ya bildiriler alınır. Genç Kemalistler Ordusu adını kimin koyması değil, dava önemlidir. Benim hiçbir yakınım böyle bir olayın içinde ve yanında olmamıştır. Bir akrabamın arkadaşının sanıklar arasında bulunmasıyla tüm sanıklarının avukatlığını yüklenmeme hiç kimse bir şey diyemez. O yıllarda Baro Genel Sekreteri oldum. Bunları yazmaya üzülüyorum ama gerçekler bilinmelidir diye açıklıyorum. CHP Başhukuk Danışmanı oldum. Adını vermeyi, övünme olmaması için, uygun bulmadığım nice ulusal kişinin ve önemli kurumların avukatlığını yaptım. Daha sonra Baro Başkanı, Türk Hukukçular Birliği Genel Başkanı oldum. Cumhuriyet Senatosu Komisyonu tarafından aday seçilmemi Genel Kurul tarafından Anayasa Mahkemesi asıl üyesi seçilmem izledi. Mahkemece Başkanvekilliğine, iki kez de Başkanlığa seçildim. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’ndan sonra da Türk Hukuk Kurumu Başkanı oldum. Bunların hepsi bir parti liderinin listeye yerleştirmesiyle milletvekili, bir bakanın önermesiyle bakan olmaktan çok önemlidir. Bilgiden ve terbiyeden yoksun kimileri sapla samanı birbirine karıştırıp konuşup yazmakta, sahip çıkması gereken değerlerini yıpratıp lekelemeye uğraşmaktadır. Böyle boş çabalar kimseye bir şey kazandırmaz. Bir Yunanlı, bir Rum bunlar kadar Türkiye düşmanı değildir. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman sayan bu aymazların yapamayacağı kötülük yoktur.

28 Şubat darbe miydi?

Bir ara “Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme savaşa karşıyız.” dememe karşın (TÜRKSOLU sayı 25, sayfa 7, sütun 4, son paragraf sonu) “Saddamcı” diyenler, şimdi de “darbeci” diyerek kendi boşluklarını ortaya koymuşlardır. Okuduğunu anlamayanlara ya da anlamak istemeyenlere söz söylemek bile fazladır. Uyduruk, gülünç şeyler yazarak kendilerini tanımlayanlarla tartışmayı kendime yakıştıramam.

Hani “Bir bardak suda fırtına koparmak” deyimi vardır ya. Bunlarınki çay kaşığında güreş tutmak gibi safsata. “Öküz altında buzağı arayan”ları da ekleyebiliriz. Kendilerine bakmayıp, kimlerin aracı duruma düştüklerinin ayırdında olmayıp taşlamaya kalkışmak, aymazlıktan ahmaklığa giden yolda yuvarlanmaktadır. Sonra “müdahale” sözcüğünden başka anlam çıkarmanın ne gereği var? Günlük konuşmalarımızda, hukukta, edebiyatta değişir anlamlarda kullanılır. Darbeyi düşünenler ancak darbe anlamını yüklerler. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” dedikleri gibi. Müdahale, ilgiden tepkiye yazılı, sözlü nice durumu kapsar. Hemen söyleyebildiğim katılmak, karışmak, araya girmek, el atmak, etkilemek, birleştirmek, ayırmak, görüşüyle ağırlık koymak gibi değişik kullanma biçimleri vardır. “Hekimin hastaya müdahalesi”nden, “Devletin ekonomiye müdahalesi”nden silahlı el koyma nasıl düşünülebilir? Neden hemen silah, ayaklanma, darbe yanına geçiliyor? Neden 28 Şubat “darbe” olarak değerlendiriliyor? Zamanın Başbakanı ile kimi Bakanların imzasını taşıyan, yetkili bir kurulun sorumluluk alanında aldığı kararların darbeyle ne ilgisi var? Anayasal demokratik düzeni tersyüz etmeye çalışanları engellediği için onların ve yandaşlarının nitelemesi böyle ise, kendi bilecekleri iştir. Ama hukuk içinde, anayasal bir kurumun daha etkin olmasını, kimi tehlike, tehdit, kriz ve sakıncaları önlemesi için daha çok çaba göstermesini istemek asla darbe önerisi sayılamaz. Bunları Gökçe Fırat’ı savunmak için değil, gerçeği saptayıp vurgulamak için yazıyorum.

Türkiye’yi yardakçı korosu yönetecek ve herkes buna katlanacak sanıyorlar

ABD gözdağı verip azarlayacak, kovacak; AB ödünler koparmak için dayatacak; sıkmabaş gösterileri ve tesettür defileleriyle şeriat adımları sıklaştırılacak ve kadrolaşmayla hızlandırılacak; PKK/KADEK yıkıcı ve bölücü eylemleriyle İBDA-C, Hizbullah mangaları boş durmayacak; özelleştirme adı altında kamu malları yağmalatılacak; SİT alanlarına ve ormanlara kıyılacak; yapılması gereken nice işler dururken yalnız AB’yi mutlu edecek düzenlemeler yasama organından geçirilecek; çoğunluk diktası kurulup tarikatçılar egemenliği oluşturulacak; dönekler ve sapkınlar azacak; bunları bırakıp Türkiye’yi Türkiye yapan kurumlara, ilkelere saldıracaksınız. Herkes katlanacak mı sanılıyor? Yardakçı korosu mu yön verecek?

Savaş gerekçelerinin fiyaskosu, ABD’nin Irak’ı işgal etme amacını açığa çıkardı. Doğrulandık. Türkiye’ye verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı. Türkiye’nin konumu, koşulları ve ortamı umursanmadı. Yunanistan, AB oltasıyla ya da elma şekeriyle Türkiye’yi kandırarak Megalo iddiasını pekiştirmek için Selanik Zirvesi’nde yeni oyunlar tezgahlıyor. ABD ve AB “Pazarlık söz konusu değil” diyerek Kıbrıs’ı Yunanistan’a peşkeş çekmek için, Ermeniler birliğini izleyecek isteklerinin altyapısı için şımarıkça koşturuyor. Türkiye Kıbrıslı Rum bayana sözde koşullu tazminat ödemeyi kabul ediyor. Hepsi uyum yasaları adıyla teslimiyetçi ve Lozan’ı tasfiye edici bir anlayışı yaşama geçirilmesi evreleridir. Gelecekte Türkiye için sorunlar yaratacak, ayrılıkçı-bölücülere bahaneler verecek Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri etkin çekinceler konulmadan kabul edilmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın hukuksal incelikleri göz ardı ederek değiştirilmesi. Türk Ceza Yasası değişikliğindeki gerici kurallar dizisi, cemaat hukukunun yerleştirilmesi çabaları, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz kılma söylemleriyle birleşmekte, “Tek Cumhuriyet” özlemleriyle uyum paketi savunularak Kopenhag genel ölçütlerinin dışında Türkiye için getirilen özel koşullar sineye çekilmektedir. Bunlar geçiştirilip yaşam güçlüğüyle eğlenilircesine enflasyonun düştüğünden söz edilebilmektedir. Külliyeler, gerici örgütlenme, kabadayılık gösterileri ve siyasal çalımlarla saklanmaktadır.

“ Müdahale ” sözcüğünden çekinip pısırıklığa düşmek yarın daha kötü günlere katlanmak demektir

Nereler kimlere kaldı? Çerden çöpten adamlar yaraşır olmadıkları yerlere çıkınca görevlilerle oynuyor, kendi sakat anlayışına karşı bildiği önceki yöneticiyle çalıştığı savıyla sekreterlere uzanan eziyet işlemleri uyguluyor, yürürlükteki kuralları çiğniyor, cılız, yavan, aciz asıl sorumlu sus-pus oturuyor. Olmadık-olmayacak nedenlerle görevliler suçlanarak ayrılmaları sağlanıyor, yerlerine “vekaleten” denilerek devlete bakışları ters kendi adamları oturtuluyor. Başka bir hukuk müdahalesi, insancıl yaklaşım, uygar tutum yok. Böyle mi gidecek sanılıyor? Cumhuriyet, Türkiye, laiklik, Atatürk karşıtları yönetimi ele geçirince, koşullandırma eğitimi alanlar organları doldurunca yarınlarımız ne olur, kestirmek güç değil. Sorumluluk yurttaşlarındır. Oy, namus bilinerek kullanılmadıkça bir kez daha söylüyorum namussuzlardan kurtulunmaz. Bunun için de eğitime gereken önem verilerek bilinçli yurttaşlar yetiştirmek zorunludur. “Müdahale” sözcüğünden çekinip demokrasiye zarar vermeme duyarlılığıyla ezilip pısırıklığa düşmek, iktidar olanaklarına yenilip tutuklu gibi kalmak yarın daha kötü, daha aşağılayıcı durumlara yaraşır olmak, katlanmak demektir. Pişmanlık fayda etmez. Çıkarına düşkün toplum, çabuk bozulur ve yıkılır. Hiçbir müdahale kurtaramaz. “Siyasette boşluk olmadığı” söylemi ilericiler anlaşıp birleşmedikçe ne yazık ki geçerli kalacaktır.

http://turksolu.com.tr/33/ozden33.htm



***