NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE ESİR-İ KÖŞKÜN OLDUK GERÇİ SANA DÜŞMANIZ
| |||||||||||
Neymiş ideolojisi BDP'nin? Hem sosyal demokrat-merkez sol-solcu, hem milliyetçi... Kürt solcular hem solcu hem Kürt milliyetçisi olursa sevdanın yolları, Türk solcular bir de Türk milliyetçisi olurlarsa, onlara kurşunlar... Ne ayııııp ne ayıp! Ulusalcı, faşist, darbeci... Demirtaş bunlara karşı çıkan birisi olabilir mi?«Hiç sanmıyoruz»filan diye yumuşatmaya gerek yok, düpedüz«hayır!..» dır bu sorunun cevabı. Yani Demirtaş da başına geçmek istediği devletten, onun 90 yılından hiç hazzetmiyor, hatta nefret ediyor. Hatta mümkün olursa ayrılıp bağımsızlaşmış bir Kürdistan'ın yurttaşı olmak istiyor. PKK, Türkiye'nin askeriyle, polisiyle çarpışıyor, o Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olacak?!?!.. *** Önemli olan kazanıp kazanmamaları, siyasi orta oyunları değil, niyet beyanı ve ilkeler... En iyimseri, bu doksan yıllık birikimin (iyidir, kötüdür... bu da bu tartışmanın konusu değil) ortadan kalkmasına pek hayıflanmayacağı izlenimi veren, diğerleri ise apaçık nefret eden üç adayın, bu birikimin oluşturduğu devletin başına geçmek istemesini, ancak «sen aklıma mukayyet ol...» diye yorumlayabiliriz. Bu devleti pek içinize sindiremeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, ondan nefret edebilirsiniz, hatta yıkmak, yıkamıyorsanız ondan kopmak isteyebilirsiniz. Onaylamasak da bunların kafamızda izahı var! Ama sindiremediğiniz, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz, yıkmak, değilse kopmak istediğiniz devletin en tepesine çıkma çabasının izahı nedir?!.. «Hazır kurulmuş devlet işte; sadece istediğimiz biçime dönüştürürüz, olur biter...» den başka? Ekmeleddin Bey, hiçbir şey dönüşmese de kırgınlığıyla barışık, idare edebilir. Değişirse «peki, o zaman dönüşmüşün cumhurbaşkanı oluruz biz de»diyebilir gibi... Erdoğan, hiç saklısı gizlisi yok, bir Türkiye İslam Cumhuriyetinin seçilmiş fiili tek adamlığına oynuyor. Nasılsa Apo'yu tavladı, Kandili de susturup, Kürtlerin oyunu alma umudu var. Selahattin Bey ise, herhalde üniterliğinden nefret ettiği Türkiye Cumhuriyetini, Kürdiye Federal Cumhuriyeti yapacak... Nasılsa ellerin tetiğinde beklediği silahlar orada hazır... Demirtaş'ın adaylığı, AKP ile ikinci tura yönelik pazarlık iddiaları doğru olmasa bile, büyük olasılıkla kazanılamayacak bir seçimle bayrak göstermedir, simgeseldir. İhsanoğlu'nun adaylığına gelince... Amerika'nın Türkiye ve genel olarak İslam ülkeleri ile ilgili ılımlı İslam'ı, dini temel değer yapma politikası, programı değişmiş değil. Kuzey Afrika ve Ortadoğubuna göre, kanla da olsa şekilleniyor. Türkiye'de şekillenecek. Ama Türkiye biraz değil çok farklı. Türkiye öyle pat diye bölünebilecek bir ülke değil. Ayrıca bir süre daha bölünmemiş görüntüsü vermesi, hatta belki bölünmemesi lazım. Çünkü Türkiye'ye daha Ortadoğu'da İran'a karşı, Karadeniz'de belki Rusya'ya karşı yaptırılacak işler var. Irak, Suriye resmen bölünecek, muhtemelen bir Kürdistan, bir Şii, bir Sünni devleti kurulacak. Gazze,Filistin meselesi halledilecek, buralarda hep Müslümanlık, mezhepler, etnisiteler kullanılacak. Rusya'ya bir ders, bir çekidüzen verilmesi, Amerika'nın, Avrupa'nın son dönemde çizilen karizmasının tamir edilmesi lazım. Bütün bunlar için de Türkiye'nin içinin sessiz, sakin, hop oturup hop kalkıp durmayan, uslu çocuk olması lazım. Siyaseten Müslümanlık, biati (ulul emre itaati, yani devlet başkanının, aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, emirlerinin, kararlarının aynı zamanda Allah'ın emirleri, kararları olduğuna bilinçle değilse bile içsel olarak inanmayı) öngördüğünden, emperyalizm için en uygun rejim. AKP ve Erdoğan, Gül, Gülen de bunun için bu kadar parlatılmıştı. Erdoğan bu nedenle içeride ve dışarıda bu kadar şımartılmıştı. Ama bunda biraz ileri gidildiği, ölçünün tutturulamadığı anlaşıldı. Erdoğan, başıboş bırakılınca ya davulcuya ya zurnacıya giden kız misali hizadan çıktı. Evet, her şeye rağmen kendisine kayıtsız şartsız bağlı yüzde 40'lık bir kitle var. Bu kitle AKP'nin seçimlerde hep birinci olmasını daha uzun süre sağlayabilir. Ama karşıda da, hayli dağınık, epeyce örgütsüz de olsa, Erdoğan'dan, ağzıyla gerçekten aslan tutabilse dahi (zaten Erdoğan da değil aslan, fare bile tutamıyor; neye elini atsa ağzına yüzüne bulaştırıyor), sonsuza kadar nefret edecek bir yüzde atmış var. Bu yüzde atmışın öfkesi yatışmıyor. Korkusu azalıyor, cesareti artıyor. Amerika, AKP ve Erdoğan'a dışarıda yaptıracağı işler için Türkiye'de tam bir sükunet isterken, Erdoğan Haziran isyanına yol açıyor ve arkası geliyor. Erdoğan ne bu tepkileri kontrol edebiliyor, ne de kendisini... Artık kendisini bir senede iktidar yapan, 12 yıldır gık demeden destekleyen Batı da, iç ve dış sermaye de, Gülen cemaati de düşmanı... İşte 30 Mart yerel seçimleri, Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ortamda geldi, İhsanoğlu da bu ortamda ortaya çıktı. Yoksa Amerika, politikasını 180 derece değiştirmiyor. Bu ülkenin halkı kuzu gibi olmalı, hükümetler de bu kuzuluğa halel getirmeyecek hükümetler olmalı, içeride küresel sistemi rahatsız, tedirgin edecek densizlikler, düşüncesizlikler, beceriksizlikler, buna tepki şeklinde kitlesel hareketler olmamalı; bu hareketler ani gelişiyor, Erdoğan kontrol edemiyor; kimin kontrolüne gireceği belli olmaz;«huzur» olmalı ki biz dışarıda işimize bakalım. İşte İhsanoğlu bu «huzur adası» politikasının, düşüncesinin adayı. «Huzur»sözcüğünü durmadan tekrarlaması boşuna değil. Amerikancı, laikliğe karşı, Atatürk'e düşman olmayabilir. (Mehmet Akif de düşman değildi; Türkiye'yi dönüştürmeye, cumhuriyeti yıkmaya filan kalkışmadı. Muhtemelen İhsanoğlu'nun babası da böyleydi. Sadece «bizim Türkiye'yi değiştirmek gibi bir niyetimiz yok, Atatürk'e saygı duyarız; ama biz de değişmeyiz... Onun için, hadi bize eyvallah...» demişlerdir.) Ama küresel sisteme bağlılık baki kalacak, hatta sağlamlaştırılacak şekilde, iç rejime, tabelası, görsel simgeleri yaşatılsa da özü değiştirilirken fincancı katırlarının da ürkütülmeyeceği bir huzur havasını da hakim kılacak özelliklere sahip. Erdoğan ve Demirtaş da bu işlevin, bu misyonun adamı. Ama onlar azımsanamayacak sayıdaki belli bir kitlenin tepkisini yaratıyor, körüklüyor. İşte bu nedenle rejim ve onun devletiyle sorunları olan, en azından sağlam bağlılıkları olmayan adaylar gösteriliyor Çankaya'ya. Görünürde ilkesizlik diz boyu, ama özde şaşılacak bir yan yok. Her üç adayın, onları aday gösteren siyasi partilerin en önemli ortak özellikleri de zaten küresel sistemle, onun proje veya politikalarıyla bir sorunlarının olmaması. *** Geriye «biz» kalıyoruz. Eğer sistemi içselleştirmişsek, tek kaygımız rejimse; sistemin ve onun siyasetinin dışında kalmayı düşünmüyorsak, içinde kalıp etkili olabileceğimizi, bir şeyleri değiştirebileceğimizi veya bir şeylerin istemediğimiz şekilde değişmesini şu veya bu ölçüde önleyebileceğimizi düşünüyorsak... «Seçilememesi, Erdoğan ve AKP için çok önemli bir kayıptır; başta 2015 genel seçimleri olmak üzere geleceğe yönelik nihai tasfiyenin başlangıcı olabilir. Rejim ve biz biraz rahat nefes alırız, rejime yönelik saldırılar biraz daha bizim az fark edilecek, usturuplu bir hale gelir» kanaatindeysek gidip İhsanoğlu'na oy verebiliriz. Ama sistem yine aynı sistemdir. O sistemin temel niyeti, ana hedefi ise Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya olduğu gibi, nihai olarak Türkiye'ye de baştan ayağa bir çekidüzen vermektir. Bunun önemli bir kısmını zaten Erdoğan'a yaptırmıştır. Kaldı ki Erdoğan Köşk'e çıkamazsa muhtemelen bir yolunu bulup yine AKP'nin başında kalacak, AKP yine en azından 2015 seçimlerine kadar iktidarda olacaktır. Erdoğan partinin başında kaldığı için Parti'nin parçalanması tehlikesi en azından ertelenmiş olacaktır. Seçimleri dördüncü kez kazanma ihtimali de uzak değildir. Mutasavver cumhurbaşkanı İhsanoğlu, başında Erdoğan'ın bulunduğu bir AKP hükümetini ne kadar dizginleyebilir? Buna iyimser cevap vermek ne kadar mümkün? Buna karşılık, sistem zaten bizim düşmanımızsa, rejim adına kaygı duysak da, bu sistem içinde rejimi korumanın bir anlamı veya imkanı olmadığını düşünüyorsak hiç oy vermeyebilir veya geçersiz-boş oy verebiliriz. Sandığımız kadar önemli bir sayımız varsa, İhsanoğlu değil Erdoğan çıkacaktır köşke. Ama ne kadar yüksekten uçarsa uçsun, cumhurbaşkanlığında, başbakanlıktaki kadar etkin olması mümkün değildir, anayasa değişip, resmen, hukuken başkanlık sistemi oluşturulmadığı takdirde... Tokmak onun elinde davul başkasının boynunda durumunun, uzun sürmesi, hele onun umduğu gibi 2023'e kadar sürmesi hiç mümkün değildir bize göre. Partinin, çok kuvvetli olan bölünme ihtimali, iktidarı kaybetme ihtimali de cabası... Ayrıca... «Sorun artık iktidar, AKP, Erdoğan'dan ziyade muhalefet... İktidardan önce muhalefeti değiştirmek lazım» diye düşünen; dolayısıyla İhsanoğlu'nun seçilememesinin, kendisini aday olarak öneren siyasi partilerde genel başkanların değişimine, bunun da zihinsel bir değişime yol açmasını, açacağını umanlarımız var. Peki olur mu? Genel Başkanlar değişirse zihniyet de değişip, bizim istediğimiz muhalefet yapısı oluşur mu? Olursa ne ala... Ya olmazsa?.. Velev ki oldu... 1938'den, hele 1946'dan bu yana durmadan Türkiye'nin içiyle oynayan, çatışmalar çıkarıp Ordu'ya darbeler yaptıran, bugünse aynı Ordu'nun Erdoğan'ın önünde esas duruşa geçip reverans yapmasını sağlayan, 2002'de gizlemeye hiç gerek duymadığı bir açıklıkla bir anda mevcut koalisyonun dağılmasını sağlayıp, 50 kişilik AKP'den altı ay içinde 363 sandalyelik iktidar çıkaran, Deniz Baykal'ı pis bir şekilde istifa ettirip Kılıçdaroğlu'nu sahneye süren küresel sistem, bütün bunları kollarını kavuşturup seyir mi edecek?.. Peki bizim bir alternatif programımız var mı? Yine sokağa başvurmak, TOMA suyunu, gazı, mermiyi göze almak dışında?.. Sistem dışından adam gibi bir parti mi örgütleyebiliyoruz? Silahı alıp dağa mı çıkacağız? Sistemin dışında kalıp etkisizleşmektense içinde olup sistemi etkilemeye çalışmak, bunun için de İhsanoğlu'na oy vermek, iyimser de olsa bir seçenek. Ama bizim edilgenliğimiz yine pek değişmiyor, sandık ve oy dışında... Sistemin bilerek dışında kalıp, hiç oy vermemek de bir seçenek. Ama genel katılım oranını çok anlamlı bir biçimde düşürecek ölçüde, yani Erdoğan için«canım yüzde 55 oy aldı, ama seçime genel katılım yüzde kırkta kaldı. Marifet mi» dedirtecek sıkı bir örgütlenme olmadan, iş yine tamamen tesadüfe kalıyor. Kaldı ki bu bile sonuç olarak bir fakir tesellisi... Ayrıca ya boykotçuların oranı yüzde 30'da kalırsa?.. Kısaca İhsanoğlu'na oy vermek sistemin içinde kalmak da, hiç oy kullanmamak, boykot, sistemin dışında kalmak mı? Öylesi de sistemin içi, böylesi de sistemin içi... Yani, hangi seçeneği işaretlersek işaretleyelim, sandıktan ayrıldıktan sonrasını belirlemek açısından biz yine edilgeniz. Etkin ve belirleyici olan küresel sistem ve onun başta siyasiler olmak üzere içerideki aktörleri. Bizim kullanacağımız veya kullanmayacağımız oyun 11 veya 25 ağustos sabahını ve sonrasını, Temmuz 2015'ten sonrasını da belirleyeceğini sanmak, biraz fazla iyimserlik. Onun için, eğer sistemin dışında, sistemin başa çıkamayacağı alternatif bir program ve güç oluşturamıyorsak, kendimize taşıyabileceğimizden fazla önem atfetmemize, hele seçeneklerden birinin diğeri karşısında «ihanet»,«kalleşlik» olduğu filan gibi abartılı duygusal fırtınalara kapılmamıza hiç gerek yok. Herkes kafasına göre takılsın. Kendimizi başkalarına göre tanımlamayalım. Şunu bilmek yeter. Bütün önleme girişimlerine, bu girişimlerin bütün alçaklığına, vahşetine, bütün iki adım ileri bir adım gerilere rağmen, insanlığın genel gidişi daima iyiye ve güzele doğrudur. Ama bütün zamanı dikkate almak kaydıyla... Öyle akşamdan sabaha değil... Biz göremeyebiliriz, çocuklarımız, torunlarımız, onların çocukları, torunları görse, biz oturup ağlayacak mıyız, biz göremeyeceğiz, göremedik diye? Şu andaki sıkıntı bu... Güzel günleri gelecek kuşakların görmesi, göreceğine inanmak bizi kesmiyoruz. İstiyoruz ki hemen şimdi... olsun. Bu, yararsız, etkisiz bir bencillik... Hayat, kendi bildiği gibi akacak. Biz de özgür irademizin istediğini, yarın sabah bir şeyleri değiştirmeyebileceğini göze alarak vakarla, gururla, umutla yapacağız. Kapitalizmin fosladığı gün de, dinin tamamen bireylerin kalb-i derununda kaldığı, dışarıda, sokakta hiçbir kamusal emaresinin kalmadığı gün de, hatta dine hiç ihtiyaç kalmadığı, insanların sadece adeta bir hobi, alışkanlık olarak değerlendirdiği, değerlendireceği gün de gelecektir. Ütülenince bir metrekarelik bir yer kaplayacak iken buruşturulup kafatasına tıkıştırılmış bir çarşafa benzeyen beynin, bugüne kadar yaşamış milyarlarca insan içinde en zekisi kabul edilen ünlü fizikçi Einstein bile ancak yüzde onunu kullanabilmiş, biliyor muydunuz? Bırakın yüzde yirmiyi, otuzu, yüzde onu kullananların sayısı sadece bir milyonu bulsa, hele kullanılan bölüm yüzde yüze değil elliye çıksa neler olur bir düşünün? Küresel sistem ve onun yerli işbirlikçileri boşuna mı yırtınıyorlar ille din, ille de 4&4&4, ille de imam hatip, ille de ılımlı İslam diye... http://www.Heddam.com/index.asp?M=5833 |