Krizler Dönemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Krizler Dönemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2017 Salı

Krizler Dönemi ,



Krizler Dönemi ,


Yekta Güngör Özden


Ulusların, bireylerin, kurum ve kuruluşların, özetle herkesin yaşamında olumsuzluklardan söz edilebilir. Çözüm üretmekten çok sorun yaratmaya alışık olduğumuz yadsınamaz. Anlaşmaktan çok anlaşmazlığı, barıştan çok kavgayı, hoşgörüden çok sertliği, güç vermekten çok güçlük çıkarmayı yeğlediğimiz toplumsal bir gerçeği açıklamaktır. Doku bozukluğu yaşarcasına aykırılıkları, çelişkileri, daha ötesi kimi kötülükleri kanıksamış gibi izlemekteyiz. Uygar tepkiler yerine ya suskunluğu ya da yıkıcılığı öne çıkarıyoruz. Ülkemizin içinden geçmekte olduğu olumsuzluklar süreci gelecekte sanırım "Krizler Dönemi" diye anılacaktır. Hiçbir zaman bu kadar çok kriz birlikte yaşanmamış, hiçbir zaman birbirine bu denli bağlı olmamış ve bu kadar uzun sürmemiştir. Nerdeyse açık bir " Devlet Krizi " yaşanmaktadır. Kasım 2000 Ekonomik Krizini 19 Şubat zirve krizi izlemiş, aslında buna bağlanan ekonomik bunalım siyasal öngörüsüzlüğün, ekonomideki başarısız yönetimin ürünü iken, Cumhurbaşkanı-Başbakan tartışmasına bağlanmıştır. Bu siyasal bir bahanedir, gerçek dışı bir gerekçedir, yapay bir nedendir. Yıllardır serbest piyasa ekonomisi, liberalizm uygulamasının, küreselleşme ve özelleştirme özentilerinin gündeme taşıdığı çalkantı Batı’nın Türkiye'yi etkileyip egemenliğini dayatma çabalarıyla su yüzüne çıkmıştır. İktidarın yetersizliği muhalefetin yetersizliği ile tümleşerek siyasal bağlamda büyük bir boşluk doğmuştur. Ülke gerçeklerin ayırdında olmayan, sıkıntılarını yüreğinde duymayan ve genelde yaşamayan kimselerin üretecekleri çözümlerin, verecekleri katkıların ne ölçüde doyurucu olduğu tartışmalıdır. Yurtdışından getirilen-gönderilen kimselerin yönetimin ekonomik odağına yerleştirilmesi, Sevr'den bu yana düşmanlarımızın yapamadıklarını parayla yaptırmaya çalışmaları, AB dayatmalarını ABD'nin desteklemesi, AGSK oluşumunda Türkiye'nin dışlanması, yasama organının çoğu yıllardır beklenen yasaları para baskısıyla hızla ve genişleterek ele alması yurtseverleri düşündürmelidir. Öncülük yapması gereken aydınların duygusal karşıtlıklarını, kişisel çıkarlarını üstün tutarak yarattığı ayrılıklar ülkemizin doğal gücünü yıkmaktadır. Geleceği gözeterek ne yapılması, kimlerin uyarılıp çağırılması konusunda bile bir girişim yoktur. 

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının askerken yaptıklarını günümüzdeki siviller yapamamaktadır. Alan ilgililerden çok ilgisizlere kalmıştır. Denenmiş, nitelikleri bilinen, zararı görülen kimilerinin peşine düşülmüş ya da saplantılarını öğreti biçiminde yaşama geçirmek isteyenlere kapılınmıştır. Görev aldıkları siyasal yapılanmalarda, gönüllü kuruluşlarda en küçük yararı saptanmayan, söz kalabalığından başka bir yararı görülmeyen kimseler bir kurtarıcı gibi ortaya çıkmıştır. Bu durumuyla yaşanan, bir anlamda da insan krizidir. Öne çıkması, yol göstermesi, çağrıda bulunması umulanlardan ses çıkmamakta, bilinen belli ve kimi bıkkınlık veren kişiler ortada dolaşmaktadır. Kimileri de yıllardır yineledikleri söylemleri bırakarak içtenlik yoksunluğu sırıtan konuşmalarıyla halkımızı aldatmaya çalışmaktadır. İktidardan yakınmalar, muhalefetteki yetersizlik halkı yeni arayışlara ittiğinden, "Bunlar olmasında kim olursa olsun" düşüncesine " Yeni İnsan-Yeni Parti " çekiciliğinin etkilenmesinden umuda kapılanlar " Yeni oluşumlar" denilen çalışmaları izlemektedir. " Fena hükümetler oy vermeyen yurttaşlar tarafından seçilir" sözündeki gerçeği unutup seçimleri kendince boykot ederek gereken uyarıyı yapacağını sananlar hiçbir koşul koymadan yeni oluşumların sonuç vermesini beklemekte, sürecin hızlanmasını istemekte, kendince uygun bulduklarını da katılıma zorlamaktadır.

Kriz, ortaya çıkan olumsuzluktur. Sağlık bozukluğu türü bir kötüleşmedir. Olağandışı gidiştir. Sorun yaşanmasıdır. Ülkemiz yıllardır ne krizler geçirdi. Krizlere dayanıklı bir toplum oluştu. Demokrasi krizi, anayasa krizi, üniversite krizi, yargı krizi, çevre krizi, işsizlik krizi, banka krizi, parti krizi, banker krizi, deprem krizi, Apo krizi, sözde soykırım krizi, körfez krizi, Cumhurbaşkanlığı krizi, tütün yasası krizi vs. son elli yılın hemen anımsanan kimi krizleridir. Daha başkaları da eklenebilir. Şimdi geçti geçecek diye kandırıldığımız "ekonomik kriz" sonuçları yönünden en ağır, en kapsamlı kriz sayılmaktadır. Ekonominin izlencesi, yürütülmesi, ilkelerinin saptanarak yaşama geçirilmesi siyasetin, siyaset de hukukun öncülüğünde belirlenecektir. Birbirlerini etkileyip desteklemeleri ayrı, birbirlerinin geçersiz kılıp engellemeleri, işlerine doğrudan el atıp zarar vermeleri ayrıdır. Ülke ekonomisinin sistem (düzen) olarak ilke bağlamında öğretiden yaralanarak saptanıp yönlendirilmesi hiç kuşkusuz siyasetin işidir. Bu, gerçek bir özen ister. Hukuku siyasallaştırmak yerine siyaseti hukuksallaştırmak bu özeni saygın kılar.

Bu nedenle krizleri atlatmanın, krizden kurtulmanın, yeni krizler yaşamamanın yolu, siyaseti gerçek siyaset kılmaktan, iyi siyasetçi yetiştirip siyasal ahlakın üstünlüğüne inanmaktan geçer. Siyaset iyi olmazsa hiçbir şey iyi olamaz. Demokratik yaşamın tarihsel gerçeği özetle budur. Bunun için siyasal yapılanmanın önemi vardır. Demokrasiye sahip çıkmayan siyasetçiler ve siyasal partiler genelde krizin kaynağıdır. Yeni arayışlar bu nedenle ilgi çekmektedir.Yeni oluşumların krizleri nasıl önleyeceği kuşkuludur. Hatta yeni oluşumlar tıpkı krizin kriz yaratması gibi yeni krizler de getirebilir. Adı geçenleri, geçmişlerini, yapıp yapmadıklarını, kimilerinin sözlerini, tutku ve saplantılarını, ideolojik katılıklarını, etkilendikleri yerleri ve kimseleri bilince insanın burukluk duyması olağan karşılanıyor. Biri çıkıyor " Atatürk'e takılıp kalmayalım.." diyor. Kim takılıp kalmış? Atatürkçü olmak, Atatürk ilkelerini savunmak takılıp kalmak değil, Türkiye'ye özgün ve kendini sürekli yineleyen ilkeleri, çağdaş ulusal yaşamın düşün temelini oluşturan ilkeleri yeniden yaşama geçirerek ya da bu ilkelere yönelik karşıtlıkları kaldırarak ülkemizi gönenç ve erincin yurdu yapmaktadır. Atatürk'ü yorumlayarak " Bugün yaşasaydı ne yapar ne söylerdi? " diyerek, O'nu aşmaya çalışarak O'na yaraşır olmaktır. Kişisel takıntılarını, siyasal amaçlarını ve özel çıkarlarını gerçekleştirmek için kapalı biçimde Atatürk karşıtlığına girişenler kimseyi inandıramazlar. 

Kimi de TV yayınlarında boy gösterip dolambaçlı konuşmalarla amacını gizliyor. Açıkça Atatürkçülüğü savunmaktan çekiniyor, kaçınıyor. 

Kimi ayrılıkçı ve kökten dinci oyları alacaklarını sanarak şimdiden ödün vermeye kalkışıyorlar. Ama hiç kimsenin gözünden kaçmıyor, genelde Atatürk'e sığınıyorlar. Gemiyi batıranlar yüzdüremezler. Eskiden yeni olmaz. Birilerinin adamı olarak bilgisizlikten, bıkkınlıktan yararlanıp "bir şey"miş gibi pazarlanıp vitrinlere çıkarılanların da verecekleri sınırlıdır, hatta hiçbir şey yoktur. Atatürk'ü "asgari müşterek" ya da zorunlu ve geçiştirici ortak nokta gibi gündeme getirmeleri de sakıncalıdır. Siyasal özürlülerle ekonomik pazarlıların birbirinden ayrılığı da yoktur. Diktatörlüğe özenenlerin demokrat görünme çabası türlü çelişkili eylemler herkesi usandırmıştır. İngiltere ve Belçika'ya, öbür krallık düzenlerini " Niye Cumhuriyete geçmiyorsunuz? " diyemeyen Batı nerdeyse bizim özel yaşamımıza da el atacak. Kapılar açık bırakılınca ya da elverişli görününce dalmak isteyenlerin sayısı giderek artar. Ortadoğu krizi, petrol krizi, Boğazlar krizi, Bor krizi, operasyon krizi gibi başka krizlerin iç ve dış bağlamda yaşanması istenmiyorsa öncelikle kafalardaki krizleri gidermemiz gerekmektedir. Kanımca asıl kriz, Atatürk'ü unutmaktan ve unutturmaktan, tanımamaktan, anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Ekonomik anlamda O'nun CHP 3. Kurultayı'nda tuttuğu notlardaki açıklığıyla uygulamalar yapılsaydı ekonomik kriz yaşanmazdı. Yozlaşan siyaset her krizi doğurur. IMF yetkilileri durduk yere buyruk yağdırmıyor. ABD ve AB durduk yere bastırmıyor. Lozan'ı anımsamamak olanaklı mı? Nerden nereye geldik? Kimler, niçin, nasıl getirdi? Düşünüp yeni oluşumları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Lider krizi sürdükçe önümüze daha çok şey sürülecektir. Ahlak krizi oldukça daha nice olumsuzluklar yaşanacaktır. Kimi niçin övüp yerdiğimizi bilmezsek nice düş kırıklıkları çekeceğiz.

Şaklabanlar, Şarlatanlar, Şamatacılar cirit atıyor. Medyanın büyük bir kesimi kriz öncesi olduğu gibi kriz sonrası da izleyenleri aldatıyor. Başarıdan söz eden, uygulamaların yerinde ve en sağlıklı yöntem olduğunu savunan açıkoturum bülbülleri yine ötmüyor mu? Dünkü durumların övgüsünü sıralayanlar bugün de yeni durumları övüyorlar. Kimisi de hukuktan hiç anlamamasına karşın bu konuda ders vermeye kalkışıyor. Hukukçuluk hukuk öğrenimi yapmak, belli stajı tamamlamak, belli giysiyi taşımak, etiketi kullanmakla, hukuk çalışmalarına katılmakla, gösteriyle, yazıyla, konuşmayla da olmaz. İçeriği boş yazı ve konuşmaların, kişiliksiz ve yüzeysel çabaların, katı ve saplantılı davranışların, gerçek dışı, üstelik saldırı niteliğindeki yönelişlerin, faşist çizgiden kökten dinci goygoyculuğuna soyunarak çıkar ilişkileri içinde yüzmenin hukuk çulukla hiçbir ilgisi olamaz. Okuduğunu ve dinlediğini anlamayanın, amaçlı yanlış ve gerçek dışı anlatımları düzeltmekten kaçınanın, insanlığa ve insan onuruna saygı duymayanın, hukuk diploması, avukatlık belgesi alması, bir iki davayı izlemiş olması onu hukukçu yapmaz. İlkeli ve tutarlı olmayan, dilini ve kalemini başkalarına kiralayıp satanlar adam olamazlar ki hukukçu olsunlar. Hukukçu, hukuk adamıdır. Güven krizi içinde medya papağanları önemli sorundur. Terbiye kurallarını gözetmeden, patron aylığıyla soyundukları ilke kavgası değil, arkadan vurmadır. Böyle bir ortamda gerçeklerin egemen olması giderek güçleşmektedir. Hiçbir şey olmayanlar herşeymiş gibi tanıtılmakta, uluslararası para gücünün tekeli ve kıskacı ağırlığını arttırmaktadır. Manda düzeni, sömürge boyunduruğu, kapitülasyon görünümü, Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş, Sevr'i yırtıp Lozan'ı imzalatmış bir ülkenin çocuklarına benimsetilemez.

Güçlükleri yenmek gücü yürek ve beyin birlikteliğini, dayanışmayı zorunlu kılar. Unutulması gereken dönemleri, geçilen dönemeçler durumuna dönüştürmek yurtseverlerin başlıca görevidir. Parti içi demokrasi gerçekleşmedikçe, demokratik gelenekler egemen olmadıkça, kişisel düzenler yıkılmadıkça karanlıktan kurtulunmaz. " İkinci Kurtuluş Savaşı "ndan yabancılar söz ederken bizim insanımız susamaz ve duramaz. Yeni oluşumları ilgiyle izlemek yeterli değildir. Unutmayalım ki elimizi altına sokmaktan kaçındığımız taşlar başımızı yarar. Herkes üstüne düşeni yapmalı, izleyici olmaktan çıkmalı, etkin duruma, yönlendirici konuma geçmelidir. Yeni oluşumların sorumluları belirdikçe, açıklamaları öğrenildikçe herkes seçimini daha uygun yapacak, kalması, gitmesi, gelmesi gerekenler daha iyi saptanacaktır. Dağların ne doğurduğunu o zaman görüp gerekeni daha kapsamlı biçimde söyleyip yazacağız. Umudumuzu koruyalım, yitirmeyelim ama boşa adım atmayalım, akıntıya kürek çekmeyelim.

Şimdi neyi alkışladığımızın bilincinde olmalıyız. Bugünlerde alkışlanan " Para "dır. Hem de borç olarak nazlana nazlana verilen para. Düştüğümüz durumların sorumluları ayrılacak yerde "alternatifsizlik" savunmasıyla yerlerinde durmakta, vitrine çıkardıkları insanı kalkan gibi kullanıp kurtulduklarına sevinmektedirler. Uygar ülkelerdeki ayrılma erdemi Türkiye'de kimsenin aklına gelmemektedir. Güdümlü ekonomi güdümlü siyasetle giderek Batı'nın buyruğuna girmektedir. Tütün gitmiştir, şeker gitmiştir, ulusal bankalar gitmiştir, tekel gitmektedir, halk bitmektedir, kimsenin umurunda da değildir. Yargıyı etkilemek için elinden geleni ardına koymayan medyanın patronlarının çıkarı için nelere gözyumduğu, neleri öne çıkarıp neleri gözardı ettiği iyice açıklık kazanmıştır. Parti kapatma konusunda yetersiz bilgilerinin demokrasi şövalyeliğine soyunarak dayatmaları da ayrı. Demokrasiyi demokrasi olmaktan çıkaranlara karşı hoşgörünün demokratlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığını, etnik ve inanç bağlamındaki sömürünün nelere malolduğunu bilmeyenlerin okudukları "gazel"i ne yazık ki dinleyenler bulunmaktadır. Bunlar küreselleşme adıyla her türlü dayatmaya katlanırlar, bu durumların sorumlusudurlar ama ulusal devleti korumak konusunda sorumsuzdurlar. Uluslararası bağlantılar, ortaklıklar ulusal egemenlikle ulusalüstü egemenliği gündeme getirse bile ulusal devlet yapısını etkilemez. Batı’nın amacı ekonomik sarsmalarla ulusal devleti çökertmek, federatif yapıyı gerçekleştirerek Türkiye'yi avucunda tutmaktır. 

Bu yazı Haziran başında yazıldı. Gelecek neler gösterecek bakacağız. Kim dışa bağımlı, kimi kimler destekliyor, kimler biraraya geliyor, susanların ağzı birşeyler karşılığında mı ya da umutları kalmadığı için mi kapalı? Sağda, solda beş oluşum neyin belirtisi? İyi mi, kötü mü? Kuruluşu bırakıp gitmek yerine kalıp etkin ve egemen olup tarihsel çizgisinde özlenen düzeye çıkarmak yeğlenemez miydi? Yeni oluşumlarda adı geçenler kimlerdir, yeterlikleri nedir? Azınlık yaratma çabaları, çok-kültürlülük, alt-üst kimlik, dil sorunları ne amaçlıyor? Kimileri geç mi kaldı, kimileri erken mi kalktı? Başarıyı, deneyimi, güveni, umudu mu alkışlıyoruz, hayal peşinde miyiz? Beceriksizliği ve zayıflığı başıboşluk ve kuralsızlığı demokrasi sanıp AİHM kararlarını bilmeden alkışlayanlar, bilgiçlik taslayıp ders vermeye kalkışanlar kimlerin aracı durumuna düştüklerinin bile ayırdında değillerdir. Hizipçilik, kendini beğenmişlik, kıskançlık, bencillik bırakılmadan bir yere varılamaz. Batı’ya bağımlı, ülkesine yabancı kimi siyasal mankenlerle olumlu sonuç sağlanamaz. Giderek küçülen, kararan, komikleşen, fosilleşen siyasetçilerle siyaset yapılamaz. Halkın çektikleri ortada. "Zam ve gam yılları" birbirini izliyor. Maoculuktan apoculuğa, humeyniciliğe gidip gelenlerle ülke düzlüğe çıkamaz. Tutumları bilinen kuruluşlar, kimi hastalıklı, iki yüzlü, karanlık ve karışık, sapkın kişilerle aydınlık yaşanamaz. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, laik-dinci kışkırtmalarıyla iç savaş tutmayınca ekonomik yangınlar çıkarılarak amaca ulaşılmak isteniyor. 

Kişilere bağlanıp kalmak baştan aldanmadır. İlkeler öncelik taşır. İlkeler kurumsallaşmalı, kurumlar güçlenmelidir. Biz düşüncelerden çok sahiplerine bağlanıyor, sürükleniyoruz. Sahipleri geçicidir, düşünceler kalıcıdır. Onları kişi olarak değil, düşünce ve yapıtlarıyla kurum olarak yaşatmak gerçekçiliktir. Elbet güneş doğacaktır. Gerçekçi, sağlıklı, başarılı, bilime ve ahlaka dayanan birleştirici, kaynaştırıcı oluşumlar beğeniyle ve ilgiyle karşılanıp güçlenecektir. Kişisel güdüleri doyurmak için girişenler sönecektir. Dönekler, denmeler, mandacılar, bağımlılar, Osmanlı'nın son döneminin sayrılıklarını yeniden sergileyenler tersini söyleyip yazsalar da Atatürkçü gençleri "birinci vazife"lerini yerine getireceklerdir. Müdafaa-i Hukuk ruhu ölmedi, Kuvvayı Milliye ateşi sönmedi. Göstermelik oluşumlar, fiyaskoyla sonuçlanmış eski ilişkileri yenileme çabaları bir süre oyalasa da sağduyu er-geç üstün gelecektir.


http://turksolu.com.tr/ileri/05/ozden5.htm