Güçsüz Ordu Güçsüz Türkiye!
Ali Özsoy
Durum Saptaması
Hilmi Özkök döneminde Ordu’ya yönelik ilk saldırılar başlamıştı. ABD’den çekinen politika nedeniyle PKK meselesinde ve Kıbrıs’ta çok ciddi tavizler verildi. Ancak Özkök’e göre hava hoştu. Çünkü kendisinin AKP’yle arası şiir gibiydi. Özkök’ten sonra gelen Büyükanıt ise “son kale” denilen Çankaya’nın Gül’e verilmesine karşı çıkmadı. Kepenkleri kapatan Büyükanıt, sessizliğinin ödülünü daha sonra Gül’den aldı
30 Ağustos Zafer Bayramı’nda bu sene her yer Türk Silahlı Kuvvetleri’nin afişleriyle donandı. Slogan şuydu: “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye…”
“Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganı oldukça anlamlı ve doğru bir slogan… Peki, ama “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganını TSK neden bu sene ön plana çıkardı. Kimilerine göre bu TSK’ya yönelik yürütülen son günlerin deyimiyle “asimetrik psikolojik savaşa” karşı verilmiş bir yanıt.
O zaman akla gelen ilk soru şu oluyor. “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” acaba Türkiye’nin şu anki durumunun bir saptaması mı? Yoksa daha çok bir temenni mi? Belki de ulaşmamız gereken bir hedef.
Söz konusu olan durum saptamasıysa biz “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” sloganının Türkiye’nin şu anki gerçekliğini yansıtmadığı düşüncesindeyiz. Hatta ne yazık ki Türkiye tam tersi bir konumda… Şu anda ülkemizin yaşadığı tüm acıların ve zorlukların kaynağını araştırmak gerekirse belki de en temel sorun olarak şu gerçekliği saptayabiliriz: “Güçsüz Ordu, Güçsüz Türkiye…”
Tek suçlu AKP mi?
Türkiye AKP iktidarını yaşadığı 7 yıl boyunca son derece tehlikeli bir uçuruma sürüklendi. Herkes doğal olarak bu süreçten AKP’yi sorumlu tutuyor. Ancak gözden kaçırılan bir olgu var. Bir ülkenin ulusal savunması sadece sivil iktidarın, parlamenter hükümetin sorumluluğunda değildir. Ulusal bağımsızlığın, çıkarların, sınırların ve rejimin müdafaasında en az hükümetler kadar sorumlu bir kurum vardır ki, o da Ulusal Ordu’dur.
Türkiye’de ve Türkiye gibi ezilen ülkelerde Batıcı siyasi partilerin kabineleri genellikle ulusal çıkarlara saldırır. Parlamento ve kabineye göre Batıya karşı bağımsızlığını göreceli olarak koruyan Ordu ise hükümetleri hep uyarır, gerektiğinde frene basar hatta tüm ağırlığını koyar ve ülkeyi savunur.
Bu denge bozulduğu an ülke birden bire felakete sürüklenebilir. Türkiye bugün bu kadar güçsüzse bunun sorumlusu Tayyip’ten çok, onu önce meclise sokan, sonra başbakan yapan sonra da bugünlere kadar gelmesine izin verenlerdir.
Sakarya savunması ve Balkan hezimeti
Başbuğ’un AKP ile son zamanlardaki uyumu gözden kaçmıyor.
Askeriyede ordular geri çekildiğinde durum genel bir bozgun halini almasın diye genellikle hoş bir terim kullanılır: “cepheyi düzeltmek…”
Elbette ki savunmanın önemli bir unsuru “cepheyi düzeltmektir”. Ancak hiçbir ordu sürekli savunma konumunda kalmayı kaldıramaz. Amaç stratejik savunmadan stratejik taarruza geçebilmektir. Eğer cephe hattında bazı gerilemeler olursa da bunun tek nedeni ileriki aşamada stratejik taarruz anında daha elverişli bir konumda olabilmektir.
Hatta büyük dahi Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi’nde geri çekilişin kendisini taarruza dönüştüren diyalektik bir strateji üretmiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh ise tüm vatan topraklarıdır.”
Yani belli bir anda cephenin bir kısmı düzeltilirken bu, tüm Ordunun geri çekilmesini ve pek çok elverişli mevziyi savaşsız bir şekilde düşmana teslim etmesini gerektirmez. Sakarya’da bu tez uygulanmış ve işgal ordusu cephede yok edilmiştir. Çünkü cephe olarak bir çizgi değil, tüm vatan kabul edilmişti. Dolayısıyla bir birlik çekilirken yanındaki birlik olduğu yerde kalıyor, hatta taarruz imkânlarını zorluyordu. Bu ise tali geri çekilişlerin asla asli hâle gelmemesini sağlıyordu. İnisiyatif savunma anında bile hep karargâhta kalıyordu.
2002 yılından itibaren Türkiye’de ulusal güçlerin sürekli geri çekildiğini görüyoruz. Ancak ulusal güçlerin bu geri çekilişi gittikçe uğursuz ve düzeltilemez bir vaziyete dönüşmüştür. Çünkü ulusal güçlerin sıklet merkezi veya karargâhı olarak görülen Türk Ordusu’nun komutası ne yazık ki, Sakarya stratejisini değil, adeta Balkan Savaşlarının taktiksizliğini uygulamaktadır.
Bu geri çekilişte Hilmi Özkök gibi doğrudan Amerikancı ve AKP işbirlikçisi komutanların büyük sorumluluğu vardır. Ancak ulusalcı veya Amerikancı, Atatürkçü veya gerici komutan fark etmiyor. Ordu’yu ve Türkiye’yi güçsüz düşüren stratejideki hatalı bakışın uzun süredir, çok farklı komutanlarca paylaşılan ortak bir görüş olduğu saptanabilir.
İlk saldırı ilk geri çekiliş
İlk baştan başlayalım. AKP iktidarının ve gericiliğin egemenliğinin temelinde 28 Şubat gibi son derece doğru ve ilerici bir hamle bulunmaktadır. Çünkü stratejik taarruz anında bile Ordu düşmanı tamamen dağıtmayı değil, tersine yenik düşmanla uzlaşmayı ve “normalleşmeyi” seçti. İktidar DSP-MHP-ANAP’a yani Amerikancı ve AB’ci sağcılara teslim edildi. Bunların ise Türkiye’yi AKP’ye teslim etmesi kaçınılmazdı.
2002 yazında Kürt-İslam faşizminin 28 Şubat’tan sonra ilk stratejik saldırısı gerçekleştiği anda ise Türk Ordusu ne yazık ki direnemedi. Oysa ilk saldırıya sert ve kararlı bir yanıt verilseydi, 2002 Kasım’ında AKP iktidara asla gelemezdi.
2002 yazında Türkiye, TÜSİAD-AB-ABD darbesini yaşadı. AB ya da bölünme yasaları adı altında meclis dışından bir darbe başladı. Sonunda darbe meclise de yansıdı. DSP bölündü, MHP inine çekildi ve Apo’ya af yasası meclise geldi.
Burada iki yanlış tavır süreci belirledi. Birincisi TSK, “Apo’nun affedilmesi konusunda biz tarafız.” dedi ancak taraf olmanın gereğini yerine getiremedi.
İkincisi TSK ve tüm siyasi partiler erken seçim konusunda anlaştılar. Oysa erken seçim demek AKP iktidarı demekti. TSK’nın Irak’ın işgalinden önce mutlaka buna direnmesi gerekiyordu.
Yine aynı süreçte Irak konusunda ABD dayatmalarına karşı daha iyi direnebilmek için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılmasının gündeme geldiği bugün bilinmektedir. Ancak başta MHP olmak üzere Amerikancı güçler buna karşı çıktı. Aslında Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ağırlığını koymasıyla hem erken seçimlerin hem de Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığının ertelenebileceği bugün görülmektedir.
Ancak karargâh o anda direnme inisiyatifini gösteremedi. Ve 2002 Kasımına geldiğimizde Kürt-İslam taarruzunun cepheye hâkim konumda iki büyük mevziyi düşürdüğünü görüyoruz. Bir tarafta tamamen Amerikancı, dinci ve Kürtçü bir kabine, diğer tarafta yine tamamen Amerikancı bir Hilmi Özkök. TÜSİAD-AB-ABD darbesi başarılı olmuştu. ABD tüm kontrolü eline geçirdi. Artık PKK yeniden canlanabilirdi.
Irak’ta hayati hata
Bundan sonraki süreçte ABD’nin esas dayanak noktası AKP’nin tek başına iktidarı kadar, Hilmi Özkök’ün uzlaşmacı politikasıydı.
İlk olarak Irak’a saldırıdan önce hemen Tayyip Erdoğan’ın yasadışı bir şekilde meclise sokulması ve başbakan yapılması gerekiyordu. Tayyip hiçbir sıfatı olmadan George W. Bush’un huzuruna çıktı. ABD Türk Devletini değil, Tayyip’i tanıdığını belirtmiş oldu. Bu noktada ABD’ye karşı direnmenin ilk yolu Tayyip’i etkisiz bırakmaktı. Nitekim Tayyipsiz AKP’nin meclisten tezkereyi bile çıkaramadığı daha sonra görüldü. Bu durumda Türk Ordusu güçlenecek ve AKP zayıflayacaktı.
Ancak Hilmi Özkök, Baykal ve dönemin ulusalcıları Tayyip’in mutlaka başbakan olması gerektiğini savundular. Böylelikle güya halkın Tayyip’e desteği azalacaktı. İşler “normalleşecekti.”
Oysa Tayyip başbakan seçilir seçilmez buna imkân tanıyan Ordu’ya saldırdı. Irak tezkeresinin meclisten geçmemesinin sorumlusu olarak TSK’daki komutanların olumsuz tavrını gösterdi. Ama işin en vahimi Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün de Tayyip’in bu tezini desteklemesiydi. Hilmi Özkök tezkerenin geçmemesini “olumsuz” bir gelişme olarak değerlendirdi. Böylelikle akla gelen ilk soru Hilmi Özkök ile komutanlar arasında bir ayrılık olduğuydu.
Hilmi Özkök cephesi ise güya suçu AKP’nin üstüne atıp, ABD’yi Ordu’ya yakınlaştırdık tezini işliyordu. Bazı ulusalcılar da bunu savundular. Oysa çok değil birkaç ay içinde Ordu’ya karşı açıkça ABD-AKP-Hilmi Özkök cephesinin kurulduğu görüldü. Süleymaniye’de ABD askerleri ile peşmergelerin Türk askerlerine saldırması ve çuval olayı, ABD’nin AKP’yi değil, Türk Ordusu’nu düşman bellediğini çok net gösterdi.
Burada Türk Ordusu’nun direniş göstermemesi her şeyi bitirdi. Hilmi Özkök “en kötü ihtimal ABD ile savaşmaktır” diyerek “kötünün iyisi” demek olan ABD’ye teslimiyeti seçmesi, ABD saldırılarına karşı direniş imkânını sıfırladı. Çünkü ilk saldırıda karşılık verilmeyeceğinin garantisi bizzat karargâhın başı tarafından belirtildi.
Atatürk Sakarya’da işgalciyi her karış toprak için ayrı bir muharebeye zorluyordu. Oysa bir çuval olayı koskoca bir Ordunun bütün Kuzey Irak’tan çekilmesine yetti ve arttı. Çünkü teslim bayrağını bizzat Hilmi Özkök çekti.
Hilmi Özkök’ün bahanesi ABD düşmanlığını kışkırtmamaktı. Çünkü ABD ordusu dünyanın en donanımlı ve tehlikeli ordusuydu. Oysa bu kolay geri çekiliş ABD’yi çok daha fütursuzca düşmanlığa cesaretlendirdi. Bugünkü ABD-AKP-PKK cephesi bu sayede kolaylıkla kuruldu. Eğer düşmanlığın bir bedeli yoksa elbette düşman olmak ABD’ye çekici gelecektir. Olan da kısaca buydu. Şimdi ABD mayın ve mermileriyle saldıran PKK terörüne verdiğimiz her şehit bu stratejik hatanın kurbanıdır.
Kıbrıs’ta tüm sorumlu Hilmi Özkök mü?
Kıbrıs cephesinde AKP iktidarının gidip geldiğini bugün öğreniyoruz. Annan Planı Referandumundan önce Tayyip ve Abdullah cephesi iktidarlarının gerçekten sarsıldığını hissetmişler. Özellikle Ergenekon Soruşturması ve iddianamesi bu ruh halini iyi yansıtıyor.
Hatırlanacağı gibi AKP iktidarı o günlerde tamamen tecrit olmuştu. Halkın Kıbrıs’ta teslimiyete karşı büyük bir tepkisi vardı. Ancak AKP iktidarının yardımına ne yazık ki yine MGK koştu. MGK, Rauf Denktaş’ı Annan Sürecine ve referanduma zorladı. Referandumdan hemen önce ise Hilmi Özkök, Annan Planı’na “Türk kesiminden evet yanıtının verilmesinin en olumlu kombinasyonu yaratacağını” savunarak bizzat Tayyip’i ve Talat’ı destekledi.
O günlerde Hilmi Özkök’e rağmen kuvvet komutanlarının sürece hayır diyeceğini ve hatta istifa ederek Tayyip ve Hilmi’yi devirecek bir süreç başlatacaklarını bugün öğreniyoruz. Ulusalcı denen bu komutanlar tehlikeyi görmüşler. Ancak ne yazık ki yine gereğini yerine getirememişler. Eğer istifa etselerdi tarihe milli kahramanlar olarak geçecekler ve 2004’te AKP sürecini bitireceklerdi. Oysa şimdi sanık konumundalar. Bu olay hatanın sadece Hilmi Özkök gibilerde olmadığını açıkça gösteriyor.
Her mevzide geri çekiliş
Savaşta öyle anlar vardır ki, bir tepenin kaybedilmemesi için yüz bin kayıp göze alınmak zorunda kalınabilir. Bu kayıpları elverişsiz gören komutana sağduyulu değil, gafil denir. Çünkü yarın tüm vatan kayıp olabilir.
Kabine Tayyip’e, K. Irak PKK’ya, Kıbrıs ise Talat şahsında ABD’ye teslim edildi. Bundan sonra savaş alanına hâkim tek bir tepe kalmıştı. Orası ise Çankaya’ydı. Başta burası için direnildi. Ancak temel strateji AKP’yi yıkmak değil, “Çankaya’da uzlaşma” istemek olunca direnişin hezimetle sonuçlanması kaçınılmaz oldu. “Ne mutlu Türk’üm diyene diyemeyen herkes düşmanımızdır”diyen Yaşar Büyükanıt, bizzat böyle birinin Cumhurbaşkanı olarak düzenlediği ilk protokolde kendisine sorulan soruya “Kepenkleri kapattık” diyerek yanıt verdi.
Elbette herhangi bir komutanın “kepenkleri kapatması” vatana yönelik saldırıları bitirmiyor. Düşmanlar hiçbir zaman tatil yapmıyor.
Nitekim 2007 Temmuzundan sonra AKP’nin ikinci iktidar dönemi, bazılarının umduğu gibi uzlaşmanın değil, Türkiye’ye yönelik çok daha pervasız ve haince saldırıların dönemi oldu.
Önce yüzbaşılarla başlandı. Sonunda kuvvet komutanlarına kadar Atatürkçü ve ulusalcı tüm subaylar birer birer tutuklanmaya başlandı. Başta direnmeyen karargâh sonunda işin ucunun en tepeye kadar dayanmasına engel olamadı. Türk Ordusu ne yazık ki, kendi subaylarını kendi elleriyle gericiliğe ve bölücülüğe teslim eden bir ordu haline geldi. En sonunda İlker Başbuğ Ordu’ya yönelik Ergenekon saldırılarına bir ad taktı: “asimetrik psikolojik harp.”
Oysa olay asimetri boyutunu ve “psikolojik” çerçeveyi çoktan aşmıştı.
Bugün AKP Kürtçe TV açıyor. MGK destekliyor. AKP kukla “Kürdistan”ı tanıyor. MGK destekliyor. AKP Kürt açılımı yapıyor. MGK destekliyor. Bu aşamada artık “asimetrik” saldırının hedefi olan Ordu’nun çoktan mevzileri terk ettiğini, halkın işgalcilerin insafına terk edildiğini herkes ister istemez düşünüyor.
Bu bir felakettir. Çünkü iç cephede zaaf Atatürk’e göre en büyük zaaftır:
“İç ve görünürdeki cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir. Fakat bu durum hiç bir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüz yıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır. Gerçekten, kaleyi içinden almak dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir.”
Siz güçsüzseniz Türkiye güçsüz olur
Ancak bugün Türkiye güçsüz ise bunun bir numaralı nedeni Türk Ordusu’nun güçsüzleştirilmiş olmasıdır. Sorunun kaynağı çok net saptanmalıdır.
MGK tasfiye edildi, direnmediler. Apo affedildi, direnmediler. Kıbrıs teslim edildi, direnmediler. ABD Irak’a girdi, kukla Kürt devletini kurdu, direnmediler. Üniversiteler ve yargı kuşatıldı, direnmediler. Çankaya düşürüldü, direnmediler. Subaylar hapislere sürüklendi, direnmediler. Bölünme yasaları çıktı, direnmediler. İşte güçsüz düşmemizin nedeni bu...
Sonunda Apo ve Tayyip’in elinde oyuncak olmuş bir ülke ortaya çıktı.
Şimdi belki de hatadan dönmek için “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” deniyor. Her tarafta boy boy afişler asılıyor. Tank, denizaltı, uçak resimleriyle Ordu’nun gücü vurgulanmak isteniyor.
Oysa bakın Atatürk Ordu’nun gücünü tanklarda, toplarda değil nerede buluyordu:
“Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, biri biriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”
Atatürk Ordu’nun gücünü halktan aldığı destek ve Türk milletiyle kurduğu kopmaz bağlarda görüyordu. Ne parada ne de silah gücünde değil. Çünkü halk bunları yaratacak yegâne güçtür. Atatürk, zamanının en büyük, en muzaffer ve en güçlü ordularını vatan topraklarından bu bakış açısıyla kovdu.
Komutanlar önce “iç cepheyi” kuvvetlendirmelidir. Halkın isteklerinden ve vatan savunmasından kopmamalıdırlar. Yoksa en güçlü silahlar bile en ağır ve utanç verici yenilgileri engelleyemez.
30 Ağustos kutlamaları sırasında genç bir Türk kızı İlker Başbuğ’a isyan duygularıyla sesleniyor. “Kürt açılımına karşıyız, bu ülkeyi böldürtmeyin” diye hıçkırıklarla ağlıyor. İlker Başbuğ kızı teselli etmeye çalışıyor. Ama acaba ikna edici olabiliyor mu?
Ordumuz güçlü olacaksa, önce o kızı ağlatmamayı ve Türk insanını ihanet uğramayacağına kesin olarak ikna etmeyi başarmalıdır. O zaman hiçbir ordu Türk Ordusu’nu ve Türkiye’yi yenemez. Bunun için komutanların Osmanlı gözlüğünü çıkarıp, Atatürk gözlüğünü takması şarttır.
Evet, “Güçlü Türkiye” için önce “Güçlü İç Cephe”…
Bunun için “Güçlü Ordu”…
Ama Güçlü Ordu için her şeyden önce Güçlü Komutan ve Atatürkçü Karargâh…
Y A Z I H A K K I N D A K İ G Ö R Ü Ş L E R...
| ||||||||
|