ARTIK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ARTIK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2017 Pazar

ATATÜRK E ARTIK O İFTİRAYI ATAMAYACAKLAR


ATATÜRK E  ARTIK O İFTİRAYI ATAMAYACAKLAR 



SİNAN MEYDAN,
03.04.2013 02:17 




Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Yokluk ve yoksulluk içindeki bir toplumla önce emperyalizmi dize getiren sonra da çağdaş bir ulus yaratan Atatürk’ün, “onunla Allah arasında” kalması gereken din-inanç konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, (gerçekten inanlar için söylüyorum) her şeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi, “Allah ile kul arasındaki bağlılıktır”. Atatürk'ün inanıp inanmadığı, az yada çok inandığı kişisel bir tercih olduğundan sadece Atatürk'ü ilgilendirir, ancak "Atatürk'ün 
din düşmanı olduğu ve dindarlara baskı yaptığı" iddiası herkesi ilgilendirir, bu nedenle de üzerinde durulması gerekir.

ATATÜRK'Ü "DİNSİZ" OLARAK GÖSTERMENİN DIŞ AYAKLARI DA VAR



Atatürk'ün "dinsiz" gösterilerek Müslüman Türk insanının gözünden ve gönlünden düşürülmesi projesinin dış ayakları da vardır. Üstelik bu proje daha Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Örneğin,‘Alman asıllı Ortadoğu uzmanı Kurt Ziemke, 1930 yılında ‘Die Neu Türkei’ (Yeni Türkiye) adında bir kitap yayımlamıştır. 
Bu kitapta Almanya’nın Türkiye’ye yönelik uygulaması gereken politika ve stratejisi anlatılmaktadır. Bu strateji ve politikalara göre: 
‘İngilizler Musul’da hedeflerine ulaşmak için bir yandan Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken bir yandan Kemalist akımın yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır.Yapılması gereken Kemalist Cumhuriyetin hem din düşmanı, hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp işlemektir.’ Ziemke'nin bu projesi doğrultusunda dış ve iç Türkiye Cumhuriyeti düşmanları "dinsiz Atatürk" propagandasına 1930'larda başlamışlardır.

Atatürk'ün hayatı incelendiğinde onun hayatının hiçbir döneminde hiçbir dine ve hiçbir din mensubuna kötü gözle bakmadığı, hangi dinden olursa olsunbütün 
dindarlara saygıyla yaklaştığı, hiçbir din mensubuna baskı yapmadığı görülecektir. Nitekim Atatürk, "Her türlü düşünceye ve inanışa saygılıyız" diyerek laiklik ilkesini hayata geçirmiştir. Atatürk’ün anladığı laiklik her şeyden önce dine ve dindara saygıdır. Aynı şekilde dinsizliğe ve dinsize de saygıdır. Yani düşünce ve inanç özgürlüğüdür.

Öteden beri Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir. İşin asıl şaşırtıcı tarafı, kendisini "Atatürkçü" diye adlandıran bazı çevrelerin de Atatürk'ü yüceltmek adına onu "dinsiz" diye adlandırmış olmalarıdır. Yani, bir grup "aşağılamak" için, bir başka grup ise "yüceltmek" için Atatürk'ün "dinsiz" olduğunu iddia etmiştir. Gerçek şu ki hiçbir konuda anlaşamayan din istismarcıları ile Atatürk istismarcıları "Atatürk’ün dinsizliği" noktasında anlaşmıştır. Örneğin, bugün Türkiye’de Atatürk'ün "dinsiz olmadığını" iddia edenler, hem Atatürk düşmanı yobaz din istismarcılarının hem de sözde Atatürkçü Atatürk istismarcılarının saldırısına uğramaktadır. Din istismarcısı Atatürk düşmanlarının ve Atatürk istismarcısı söze Atatürkçülerin Atatürk’e yönelik bu asılsız iddialarına yanıt vermek için 15 yıllık bir çalışmayla 1153 sayfalık “Atatürk İle Allah Arasında” adlı bir kitap yazdım. Bu kitabımda Atatürk’ün din anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim, yerli yabancı bütün kaynakları taradım ve 15 yıllık çalışmalarının sonunda Atatürk’ün bu ülkeye gelmiş geçmiş en bilinçli ve en gerçek inananlardan biri olduğunu gördüm. Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun her şeyden önce dinini anlamasını isteyen, bunun için de bir 
Dinde Öze Dönüş Projesi geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara saygı duyan "kendince samimi bir dindar" olduğunu gördüm.

ATATÜRK VE DİN

Atatürk’ün nasıl "gerçek bir dindar" olduğunu bu makalenin sınırları içinde bütün boyutlarıyla özetlemek neredeyse imkânsızdır. Ancak yine de birkaç başlık altında onun kendine özgü dindarlığını şöyle özetlemek mümkündür:

Atatürk, daha 7 yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştir. 8 Yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabilmektedir. 

(Atatürk bu gerçeği 1927 yılında Ankara'da ABD Büyükeçlisine açıklamıştır.) Atatürk, daha çocukluk yıllarında Selanik’te Mevlevi-Bektaşi tekkelerine giderek ayinlere katılmıştır. (F. Rıfkı Atay "Çankaya"da bu konuda bilgi vermektedir). Atatürk, Çanakkale Savaşı yıllarında yakın dostlarına, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda Allah’a olan inancını dile getirmiş ve “Allah’ın inayeti sayesinde” bu savaşı kazanacaklarını belirtmiştir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında camilere, cem evlerine gitmiş, cuma namazlarını kılmış, cami minberine çıkıp “Allah birdir, şanı büyüktür” diye başlayan Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden bir hutbe vermiş, TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmıştır. I. TBMM’de girişte hep bir hafıza Kuran okutmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı’nda Kuran okutma geleneğinisürdürmüştür. Atatürk, özel hayatında fırsat buldukça Kuran okumuş veya Kuran okutup dinlemiştir. Özellikle özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a Kuran okutmuştur. 

Atatürk zaman zaman da manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kuran okutup dinlemiştir. Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fevzi Paşa ve annesi Zübeyde Hanım beş vakit namazlarını kılan, İsmet Paşa ise elinden geldiğince ibadetlerini aksatmayan insanlardır. Atatürk çevresinde namazlarını kılan ibadetlerini yapan herkese çok saygılı davranmıştır. Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında tuttuğu özel notları arasında zaman zaman “Hafızı çağırıp Kuran okuttuğunu” yazmıştır. Yine özel notları arasında 

“TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR” notu göze çarpmaktadır. Atatürk, cumhuriyeti ilan ettikten sonra 1932 ramazan ayında dönemin tanınmış hafızlarını köşke/saraya çağırarak onlara Kuran okutup dinlemiştir. Makamla Kuran okunmasına büyük önem veren Atatürk, hafızların makam hatası yapmamalarına ve ayetleri tane tane okumalarına büyük önem vermiştir. Atatürk, 1930’larda Çanakkale Şehitleri için her yıl Çanakkale Mehmet Çavuş abidesi önünde mevlit okutmuştur. Aynı şekilde her yıl annesi Zübeyde Hanım’a da mevlit okutmuştur. Atatürk döneminde okullarda din eğitimi devam etmiştir. Köy ilkokullarında din derslerinde “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitap okutulmuştur. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılan yüzlerce camiyi onarttırmış ve yeniden yaptırmıştır. 

Hatta Eskişehir Mihalıççık camisini cebinden 5000 lira verip yeniden yaptırmıştır. Ayrıca Atatürk’ün yurt dışında Paris ve Tokyo camilerinin yapımına katkıda 
bulunduğuna ilişkin kanıtlar vardır. Atatürk, İslam dünyasıyla da yakından ilgilenmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında İslam dünyasının desteğini yanına alan 
Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da İran-Irak ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Sadabat Paktı’nı kurarak, Hıristiyan haçlı saldırılarına karşı Müslüman ülkelerle birlikte hareket etmiştir. Atatürk, Müslüman ülkelerin liderleriyle de çok iyi ilişkiler geliştirmiştir. Örneğin Afgan Kralı Amanaullah Han ve İran şahı Rıza Pehlevi ile kişisel dostluk kurmuştur. Atatürk, 1937 yılında Filistin’e yönelik bir Siyonist- Haçlı Hıristiyan saldırısı olacağını haber alır almaz “Filistin’e el sürülmez” diye bir bildiri yayınlayarak Müslüman Filistinlilerin yanında olduğunu herkese göstermiştir. Tarihe çok meraklı olan Atatürk en çok Hz. Muhammet’ten etkilenmiştir. 

Onun savaşlarını bütün detaylarıyla öğrenmiş, liselerde okutulan Tarih kitaplarında İslam tarihi bölümünün yazımına bizzat katkıda bulunarak bu kitaplarda Hz. Muhammed’in savaşlarını anlatan haritaları bizzat kendisi çizmiştir. Tarih çalışmaları sırasında Hz. Muhammet’i eleştirmeye kalkanları, 
“Hz. Muhammet’in kıymetinden habersiz cahil serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar” diye azarlamıştır. Hz. Muhammet’ten, 
“Benim senin adın silinir ama o ölümsüzdür” diye söz etmiştir. Atatürk, 1922 Sakarya Savaşı’ndan 1934 Soyadı Kanunu’na kadar ad olarak İslami içerikli 
“Gazi” unvanını kullanmıştır. Soyadı Kanunu’ndan sonra da zaman zaman “Gazi” unvanını kullanmaya devam etmiştir. 

Dâhinin Felsefi Kodları, Bilimsel Kafa Yapısı ve Din

"O SÜREKLİ DEĞİŞMEYİ ARZULAYAN BİR BİREY"

Atatürk, çağını aşmış bir "savaş ustası", gelmiş geçmiş en büyük örgütçülerden biri ve Asya'nın en büyük devrimcisidir. O tartışmasız bir "dahidir". 
(Prof.İlber Ortaylı'da son kitabı "Cumhuriyetin İlk Yüz Yılı"nda uzun uzun bu gerçeğin altını çizmiştir.) Bu kadar "üstün yeteneklere" sahip bir insanı, bir "dahiyi" anlamak doğrusu çok da kolay değildir. Hele hele "okumanın" sadece "boş zaman" etkinliği olarak kabul edildiği, "felsefe" dersinin "önemsiz" görülerek müfredattan kaldırıldığı, kitabi ve akıl süzgecinden geçirilmiş bilgininin yerine "kulaktan dolma" nakilciliğin egemen olduğu bir toplumda, Atatürk gibi çağını aşmış bir "dehayı" anlamak, özellikle de onun "felsefi derinliğini" çözmek çok zordur. Buna, bir de değişik kaygılarla bu dehanın "çarpıtılması" da eklenince, Atatürk'ün "insana”, "evrene", "doğaya" ve "tanrı"ya bakışını tam olarak ortaya koyabilmek neredeyse imkansızlaşmıştır.

Atatürk üzerine yaklaşık olarak 15 yıldır kafa yoran ve Atatürk'ü doğumundan ölümüne kadar inceleyen biri olarak şunu söyleyebilirim ki: Atatürk sürekli genişleyen evren misali sürekli gelişen ve olgunlaşan bir düşünce dünyasına sahiptir. Bir taraftan ömrünü adadığı toplumunu kurtarmaya çabalarken, 
diğer taraftan içinde yaşadığı "evreni" anlamaya çalışmıştır. Atatürk’ün felsefeden, tarihe, dinden, dile, matematikten kuramsal fiziğe kadar pek çok farklı alanda 5000 civarında kitap okumasının altında "bilimsel zeka" ve "bilim insanlarına has bir "merak" ve "sorgulama dürtüsü" vardır. Atatürk'ün "göz kamaştıran başarılarının" anahtarını da burada aramak gerekir.

 Yarı bağımlı, az gelişmiş bir imparatorluğun "sürekli değişimi arzulayan bir bireyi" olarak yetişen Atatürk, aile kucağında ve çevrede aldığı geleneksel dinsel eğitimden sonra (Zübeyde Hanım etkisiyle), eğitim hayatında, özellikle İstanbul Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarında dünyayı etkilemeye başlayan Pozitivizm, Materyalizm, Darvinizm, Sosyalizm üzerine kafa yormaya başlamış ve nitekim 1905'de not defterlerinden birine "Evvela Sosyalist olmalı maddeyi anlamalı" diye bir not düşmüştür. 

Atatürk'ün sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olan "Akıl ve bilim" vurgusunun kökleri bu dönemlere gider. J. Jack Rousseau'dan, Montesquieu'ya, Namık Kemal'den Abdullah Cevdet'e birçok yerli ve yabancı aydının görüşleriyle bu dönemde tanışmıştır.

Atatürk bir taraftan pozitivizm ve materyalizm üzerine kafa yorarken diğer taraftan da "din üzerine" okumaya ve düşünmeye devam etmiştir. Okuduğu kitaplar arasında bütün tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarıyla birlikte özellikle İslam dini konusunda başta Kuran olmak üzere "yüzlerce kitap" vardır. Onun sıradan insanlardan farkı, atadan, deden gelen her bilgiyi çağının gelişmelerine paralel olarak yeniden değerlendirmesi ve sorgulamasıdır. Dolayısıyla mensup olduğu İslam dini de dahil, din ve tanrı kavramlarını bile yaşamı boyunca ciddi biçimde sorgulamıştır. Atatürk'ün, din ve inanç konusundaki görüşlerini anlamak için bu "sorgulamalara" da göz atmak gerekir. 

O'NU DİĞER LİDERLERDEN AYIRAN FARKI "DİN"

Atatürk'ün, Lenin, Stalin, Napolyon, İskender gibi liderlerden ve devrimcilerden farkı "din üzerine" de ciddi bir biçimde, entelektüel düzeyde kafa yormuş olması ve dini yok etmek için değil, gerektiğinde sorgulayarak anlaşılması, anlaşılarak anlatılması için uğraşmasıdır.

Atatürk, özellikle Çanakkale Savaşı yıllarında, savaş meydanlarında karşılaştığı manzaralardan dolayı olsa gerek, din ve tanrı kavramı üzerindedüşünmüştür. 
Atatürk'ün Çanakkale Savaşı’ndan yakın dostlarına yazdığı mektupların satır aralarındaki "Allah büyüktür", "Allah dilerse olur", "Allah’ın inayetine sağınarak çalışıyorum" gibi dinsel ifadeler ve Çanakkale anıları arasında bize aktardığı “Bombasırtı vakası”, onun 1915 yılında Çanakkale'de din ve Tanrı kavramını "içselleştirdiğini" kanıtlamaktadır. O günlerde askerlerinin inancıyla gurur duyan Atatürk, o günlerde bile "akılcı düşünceyi" bir kenara bırakmamıştır.

Türk insanının "inancını" çok iyi bilen Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında bilerek ve inanarak bir "dinsel meşruiyet politikasına" başvurmuştur. 

Müslüman Anadolu insanını, Hıristiyan işgalciye karşı en iyi birleştirecek şeyin İslam dini olduğunu görerek, Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar 
İslam dininden övgüyle söz etmiştir. Bu sırada Meclisi dualarla açtırmış, bazen camiye, bazen cem evine gitmiş, bütün yazışmalarında dinsel bir üslup kullanmıştır. Atatürk, bunu yaparken aslında Kuran'daki "cihat" kavramından yararlanmıştır. O günlere ait "Hafıza kuran okuttum", "Hafız Kuran okudu", 

"TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" biçimindeki kendi el yazısıyla tuttuğu özel notlarından kendisinin de samimi olarak Tanrı'ya yöneldiği anlaşılmaktadır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında, devrimler sürecinde "dinsel söylemlerden" neredeyse tamamen vazgeçmiştir. Büyük bir "taktisyen" olan Atatürk'ün 1923 
sonrasında olumlu anlamda dinsel söylemlerini önce azaltmasının, sonra din eleştirileri yapmasının ve son olarak da dinsel söylemlerden tamamen vazgeçmesinin nedeni yine "stratejiktir": Şöyle ki: Atatürk, nasıl ki Kurtuluş Savaşı yıllarında dinin, Müslüman toplumu bir araya getireceğine inanarak olumlu anlamda "dinsel söylem" kulandıysa, dinden "övgüyle" söz ettiyse, devrimler sürecinde de "akıl ve bilimi" esas alan "laik" bir devlet kurma sürecinde dinsel söylemlerden o kadar uzak durmuş, hatta zaman zaman sarsıcı "din eleştirileri" yapmıştır. (Örneğin,VATANDAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER ve TARİH II kitapları.) Tanrısal kaynaklı monarşik Osmanlı'nın yerine kurduğu laik Türkiye Cumhuriyet’in lideri olarak Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilanından sonra da "dinsel söylem" kullanmaya devam etmesi onu, hep eleştirdiği “dinden meşruiyet alan” Osmanlı padişahları durumuna koyardı ki, hiç kuşkusuz bu durum büyük bir tutarsızlık olurdu.

ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİNE HİZMETLERİ

Atatürk, 1923-1938 arasında Dinde Öze Dönüş Projesi kapsamında çok önemli çalışmalar yapmış, bir anlamda 13. yüzyılda ardına kadar kapanan 
“içtihat kapısını” biraz olsun aralamayı başarmıştır. Her şeyden önce İslam dininin “akla, mantığa uygun bir din” olduğu gerçeğini hatırlatmıştır. 
Din ile hurafeyi birinden ayırmak için mücadele etmiştir. 

Özetlemek gerekirse Atatürk:

Haçlı Hıristiyan emperyalizmine karşı İslamın “cihat” ilkesini hayata geçirerek verdiği Kurtuluş Savaşı sonunda hem Müslüman Türk insanının namusunu, 
canını, malını, vatanını kurtarmış, hem de camilerinde ezanların susmasını engellemiştir. Din işlerini yürütmek ve din istismarcılarının dini kullanarak 
halk üzerinde baskı kurmalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. İslam dinini “Türk’ün milli dini” olarak görmüş, Hz. Muhammed’i sahiplenmiş ve bu konuları da içeren Dinde Öze Dönüş Projesi’ni geliştirmiştir.Türk tarihinde İslam dini konusunda entelektüel düzeyde ciddi ciddi bizzat çalışan tek devlet adamı Atatürk’tür. İslam dininin ana kaynağı Kuran-ı Kerim’i bu konunun uzmanlarına Türkçeye tercüme ve tefsir ettirmiştir. 
Elmalılı Hamdi Yazır tefsir ve tercümesi. Binlerce bastırılarak ücretsiz dağıtılmıştır.

En güvenilir hadis kaynaklarından biri olan Buhari Hadislerini Türkçeye tercüme ettirmiştir. Kamil Miras tercümesi.Binlerce bastırılıp ücretsiz dağıtılmıştır.

Müslüman Türk halkının anlayarak, hissederek Tanrı’ya daha kalbi bir şekilde ve aracılara ihtiyaç duymadan yönelebilmesi için camilerde Türkçe Kuran, 
Türkçe hutbe ve Türkçe ezan okutmuştur. Bu iş için 1932 yılında İstanbul'un 9 hafızını özel olarak hazırlamıştır. Onlaraca camilerde önce Kuran'ın Arapçasını sonra Türkçesini nasıl okuyacaklarını bizzat göstermiştir. Eline Kuran'ı alıp tane tane Kuran'ın nasıl okunması gerektiğini göstermiştir hafızlara.

İslam dininin akla ve bilime aykırı hiçbir şey içermediği gerçeğinden hareket ederek yeni Türk devletinin temeline “aklı” ve “bilimi” yerleştirmiştir. 

Din-bilim çelişkisi içinde savrulup gitmemiş, saf/öz İslam dininin akla ve bilime engel olmadığını düşünerek Müslüman Türkiye’nin aynı zamanda çağdaş bir 
Türkiye olabileceği formülünden hareket etmiştir. Atatürk, "Türk milleti daha dindar olmalıdır, yalnız bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. 

Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif terakkiye aykırı hiçbirşey içermiyor", "İslam dini akla ve mantığa tamamen uygun bir dindir." gibi açıklamalarıyla din, bilim arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. İslam dininin gereği zannedilen, ancak aslında İslam diniyle hiçbir ilgisi olmayan ya da zaman içinde ilgisini kaybetmiş olan saltanat, halifelik, medreseler, tekke ve zaviyeler, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, fes gibi kurum, kavram ve objeleri kaldırmıştır. Cumhuriyeti ilan ederek yüzyıllar önce Emevi halifesi Muaviye’nin saltanata dönüştürdüğü devlet başkanlığını yüzyıllar sonra yeniden aslına, özüne, meşveret/danışma/halkın seçimi biçimine dönüştürmüştür. Laiklik ilkesiyle bir taraftan din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken diğer taraftan din istismarını önlemiş ve din özgürlüğünü garanti altına almıştır. Yüzyıllar boyunca sözüm ona “dini nedenlerle” erkeklere göre birçok konuda geri bırakılmış, sınırlandırılmış, baskılanmış, hatta insanlık onuru ayaklar altına alınmış kadına, “analık vasfına” yakışır bir şekilde kadınlık ve insanlık onurunu yeniden kazandırmıştır. 

Atatürk’ün, Müslüman Türk kadınına verdiği medeni, sosyal, kültürel ve siyasal haklar her bakımdan İslam dininin ruhuna uygundur. Kazandığı Kurtuluş Savaşı ile emperyalizmin ayakları altında ezilen bütün bir İslam dünyasına “bağımsızlık” modeli oluşturmuş, Cumhuriyet döneminde ise İslam dünyasıyla çok iyi ilişkiler kurup, İtalya, Almanya ve Rusya gibi ülkelerin yayılmacı emellerine karşı Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Sadabat Paktı’nı kurmuştur.

Atatürk döneminde ezanlar okunmaya devam etmiş, camiler açık olmuş, ibadet yasaklanmamış, Kuran ilk kez anlaşılarak okunmuş, din adamlarının Allah ile kul 
arasına girmemesi, yani ruhban sınıfının oluşması –ki zaten İslam da ruhban sınıfı yoktur- engellenmiştir. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi, “…

Cumhuriyet inancı ve ibadeti serbest bırakmıştı. Namaz kıldığı için tek bir kişi suçlanmadı. Camiye gitmek kimseye suç sayılamadı. Camiler daima çık kaldı. 
Din ve itikat, zaten dinin kabul ettiği gibi Allah’la kul arasında bir iç bağlantı olarak kaldı.”

"DİNİ TÜRKÇELEŞTİRMEK İSLAMIN ÖZÜNE AYKIRI DEĞİLDİR"

Atatürk’ün din dilini Türkçeleştirmesi, ezanı Türkçe okutması, halifeliği kaldırması, laiklik ilkesi, Arap harflerini kaldırması, tekke ve zaviyeleri kapatması ve kılık kıyafet devrimi gibi devrimlerinden hiçbiri İslamın özüne aykırı uygulamalar değildir. Hiç kimse şapka takmadığı için idam edilmemiş, İstiklal Mahkemeleri dini gerekçelerle tek bir din adamını bile idama mahküm etmemiştir. İdam edilenler ya vatan hainliğinden ya da devrimlere karşı halkı kışkırttığından dolayı idam edilmiştir. Kadınların kılık kıyafeti konusunda da hiçbir devrim kanunu çıkarılmamıştır. Bu tür iddialar, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarınca uydurulmuş yalanlar, safsatalardır.

Gerçek şu ki, Atatürk kişisel olarak, inansın, inanmasın, az ya da çok inansın aslında hiçbir önemi yoktur, çünkü O önce Kurtuluş Savaşı’yla sonra Türk Devrimi’yle Müslüman Türk insanını iki kere kurtarmıştır. Bu nedenle bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan her Müslümanın Atatürk’e çok büyük bir minnet borcu vardır.

Atatürk kişisel olarak inanmazsa ne yazar! Onun inanıp ya da inanmaması inanların çoğunlukta olduğu bir ülkeyi ve o inanların inancını kurtardığı gerçeğini değiştirir mi?

NOT 1: 

ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZI: 

Son zamanlarda DİN BEZİRGANLARI Atatürk'ü "dinsiz" gösterip Müslüman Türk insanının gözünden düşürmek için akıl almaz "cinliklere" başvuruyorlar. Örneğin Atatürk'ün cenaze namazının kılınmadığı yalanını yayıyorlar. 

İşte Gerçek: ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZI 19 KASIM 1938 TARİHİNDE DOLMABAHÇE SARAYI'NIN MUAYEDE SALONU'NDA SAAT SEKİZ'İ ON GEÇE ATATÜRK'ÜN YAKIN DOSTLARININ ARALARINDA OLDUĞU BİR CEMAATLE DİN ALİMİ, DİYANET İŞLERİ BAŞKANI "ŞERAFETTİN YALTKAYA HOCA" TARAFINDAN KILDIRILMIŞTIR. Bazı din bezirganları da "Ama bu namazı gösteren bir fotoğraf yok" diyorlar. İyi de CENAZE NAMAZI KILINIRKEN FOTOĞRAF NEDEN ÇEKİLSİN? ATATÜRK VE DOSTLARI BUGÜNKÜ "DİN ŞOVMENLERİ"NE BENZEMEZ Kİ! UNUTULMASIN Kİ İBADET KULA ŞOV YAPMAK İÇİN DEĞİL ALLAH İÇİN YAPILIR! NAMAZIN CAMİDE KILDIRILMAMASININ NEDENİ İSE ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZININ KILANIBİLECEĞİ BÜYÜKLÜKTE BİR CAMİNİN HENÜZ İNŞA EDİLMEMİŞ OLMASINDANDIR! ŞÖYLE Kİ ATATÜRK'Ü ÇOK SEVEN TÜRK İNSANI ONUN CENAZE NAMAZINA KATILMAK İÇİN NAMAZIN KILINACAĞI CAMİYE AKIN EDECEĞİNDEN YAŞANACAK İZDİHAM SIRASINDA ONLARCA İNSANIN ÖLMESİ MUHTEMELDİR. BUNU DÜŞÜNEN YÖNETİM ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZINI DOLMABAHÇE'DE KILDIRMIŞTIR. BUNA RAĞMEN ATATÜRK'ÜN NAŞI SARAYBURNU'NA NAKLEDİLİRKEN ONU GÖRMEK İSTEYEN İNSANLAR CAMİ KUBBELERİNE MİNARELERİNE KADAR ÇIKMIŞ, BÜYÜK BİR İZDİHAM YAŞANMIŞ VE 20'DEN FAZLA İNSAN BU İZDİHAMDA ÖLMÜŞTÜR. 

Ayrıca İSLAMDA cenaze namazının mutlaka camide kılınması diye bir şart da yoktur. Doğrusu kişi nerede öldüyse namazın orada kılınmasıdır. 
Atatürk Dolmabahçe'de ölmüş namazı da orada kılnımıştır. YANİ İSLAMA SAPINA KADAR UYGUNDUR.

NOT 2: 

KARABEKİR'İN GÜNAHI:

 Atatürk'ün "din düşmanı" ve "dinsiz" olduğu YALANINI besleyen en önemli kaynaklardan biri maalesef Atatürk'ün silah arkadaşı Kazım Karabekir'in Atatürk ve din konusundaki UYDURMALARIDIR. Karabekir, 1923 sonrasında Atatük ile yolları ayrılınca, Atatürk'ün Nutuk'taki ithamlarına yanıt vermek için yazdığı kitaplarında Atatürk'ü "din düşmanı" gibi göstermiştir. Örneğin Karabekir, Atatürk'ün Kuran'ı bir kısım İslam karşıtı kişlere tercüme ettireceğini belirtmiştir. Oysaki bilindiği gibi Atatürk Kuran tercüme ve tefsir işini bu işin iki üstadına vermiştir. Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır. Yani tarih ve gerçekler Karabekir'i yalanlamıştır. Karabekir ayrıca Atatürk'ün "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkümdür!" gibi açıklamalar yaptığını iddia etmiştir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırka üzerinden 1925 Şeyh Sait İsyanı ile ilişkili görülerek İstiklal Mahkemesinde idam istemiyle yargılanıp berat eden Karabekir'in Atatürk'e olan kin ve öfkesinin bir yansıması olan bu tür açıklamalarının neredeyse tamamı maalesef UYDURMADIR. Nitekim Atatürk, Karabekir'in bütün iddialarına 27 madde altında el yazısıyla yanıt vermiştir. Örneğin Karabekir'in "Atatürk bizim Bolşevik olmamızı istiyordu" iddiasına Atatürk şöyle yanıt vermiştir kendi elyazısıyla:

"TAMAMEN ALÇAKA UYDURMUŞ, BANA YAPIŞTIRMAK İSTİYOR". 

Şunu da eklemeliyim ki, Atatürk'ü halkın gözünden düşürmek için "din düşmanı" olmakla itham eden Karabekir, hiç de öyle beş vakit namazında koyu bir DİNDAR da değildir. Hatta evine gelen çarşaflı bir hizmetçiye, "Bir kere daha o çarşafla gelirsen o çarşafı yırtarım" demiş, Atatürk'ün bazı uygulamalarını da FAZLA DİNDARCA diye eleştirmiştir. Atatürk, İsmet Paşa, Fevzi Paşa Karabekir'e göre çok daha dindardır. (Bkz. İsmet Paşa ve Din). Ancak Karabekir, dini en iyi şekilde istismar etme konusunda bütün bu paşalardan daha ileri gitmiştir. 
Bugün Atatürk düşmanı yobaz takımının Karabekir düşkünlüğünün nedeni, onun Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'ün silah arkadaşı olarak elde ettiği başarılar değil, 
Atatürk'ü "din düşmanı" olarak itham etmiş olmasıdır. Ah ah... Bu konuda da benim ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda geniş bilgi vardır.


NOT 3: 

ATATÜRK'ÜN SANSÜRLENEN MEKTUBUNU CIMBIZLAMAK: 

Son zamanlarda Atatürk'ü "dinsiz" diye adlandıran din bezirganlarının eline yeni bir kozverildi. Atatürk'ün 1931 yılında İslam tarihini yazmakla görevli TTK uzmanlarına gönderdiği zehir zemberek bir mektup bu. Söz konusu mektuba geçmeden önce şunu bilmek gerekir ki, Atatürk, TARİH kitaplarında anlatılan İslam tarihi anlatımlarının da alışılmış biçimde DİNSEL değil BİLİMSEL olmasına özen göstermiştir. 

Daha doğrusu Atatürk BİLİM kitaplarında BİLİMSEL, din kitaplarında ise hurafelerden arınmış ahılcı bir DİNSEL anlatımdan yanadır.Bu nedenle Atatürk döneminde hazırlatılıp okullarda okutulan TARİH, BİYOLOJİ, FİZİK kitapları tamamen "bilimsel" hazırlanmıştır. Bu kitaplarda EVRİM KURAMIbaşta olmak üzere dönemin bütün bilimsel kuramları anlatılmış, bu bilim kitaplarında eğer dinden söz edilecekse bu anlatımların da BİLİMSEL olmasına özen gösterilmiştir. 

Hatta bilim ve din arasında bir uyuşmazlık görüldüğünde derin felsefi tartışmalara girilmeden BİLİMSEL anlatım tercih edilmiş, zaman zaman klasik din eleştirilmiştir. 

Buna karşın Atatürk döneminde hazırlatılıp okullarda okutulan DİN kitapları ise hurafelere kaçmayan bir dinsel dille yazılmıştır. Örneğin Atatürk'ün 1929'dan sonra okullarda okuttuğu CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN DİN DERSLERİ adlı kitapta ALLAH, PEYGAMBER, İSLAM DİNİ en mükemmel şekilde DİNSEL olarak anlatılmıştır. 

İşte Atatürk, Cumhuriyetin genç kuşaklarının okuyacağı ders kitapları hazırlanırken bu TEMEL İLKEYE uygun hareket edilmesini istemiştir. 
Bu ilkeye uyulmadığında ise her zaman yaptığı gibi muhataplarını çok ağır bir dille uyarmıştır. Atatürk'ün en önemli stratejik hareket biçimlerinden biri, ki bu aynı zamanda onun ÜSLUBUDUR, bir konuya ne kadar önem verdiğini göstermek için zaman zaman ELEŞTİRİLERİNİ ÇOK SARSICI, SERSEMLETİCİ BİR DİLLE ifade etmesidir. 

İşte 1931 yılında Hz. Muhammed'in hayatını anlatan tarihçilerin yazdıklarından da memnun olmayarak onları ÇOK SARSICI, SERSEMLETİCİ bir dille uyarmıştır. 
Atatürk, TARİH kitabının bir DİN KİTABI olmadığı için BİLİMSEL ilkelere göre hazırlanmasını istemiş, bu kitapta dinler tarihinin de bilimsel biçimde 
anlatılmasını önceden tarihçilere söylemiştir. Ancak, buna karşın HZ. MUHAMMED'in hayatını yazan bir Arap tarihçinin İSLAMIN DOĞUŞUNU BİLİMSEL DEĞİL DİNSEL EKSENLİ anlatması Atatürk'ü çileden çıkarmıştır. Bu ARAP TARİHÇİYE NE KADAR "CİDDİ" OLDUĞUNU göstermek için TTK üyelerine hitaben yazdığı mektupta, "Ikre, Bismi, Rabbi safsatası" ifadesini kullanmıştır. Mektubun bütününde ise TARİH yazanların BİLİMSEL GERÇEKLERE dikkat etmelerini bir kere daha hatırlatmıştır. Atatürk, onu iyi tanıyanların çok iyi bildikleri gibi "bu ifadesiyle" muhataplarına, ÇOK ETKİLİ, SARSICI, bir uyarı yapmıştır. 

Kuşkusuz İslam tarihini yazan birine yapılabilecek en etkili uyarı DİN üzerinden yapılandır. Atatürk TARİH yazarken dinsel inançların değil BİLİMSEL gerçeklerin 
dikkate alınması gerektiğini AĞIR BİR DİN ELEŞTİRİSİYLE anlatmak istemiştir. Çağını aşan deha, radikal devrimci Atatürk'ün YÖTEMLERİNDEN BİRİDİR bu! 
Birilerinin bu yöntemi doğru bulmaması, "aşırı" ve "yanlış" bulması da pekala mümkündür. "Böyle yöntem mi olurmuş, Muslüman adam ne olursa olsun ayete 
safsata der mi?" biçiminde, "onu diyen kişinin gerçekten ne düşündüğünü, ne hissettiğini" dikkate almadan sadece "lafza" bakarak bir değerlendirme yapmak da mümkündür tabi. Ama beğenin ya da beğenmeyin insanları çok iyi tanıyan Atatürk, iş yaptırırken zaman zaman işleri çabuklaştırmak için bu tarz SARSICI BİR ÜSLUP kullanmıştır. Ancak Atatürk'ün bu ÜSLUP/TARZ/YÖNTEM biçiminden yola çıkarak CIMBIZCILIK yapıp,

"AHA DA YAKALADIM! ATATÜRK AYETE SAFSATA DEMİŞ! DEMEK Kİ DİNSİZ!" demek ancak Atatürk'ü hiç ama hiç tanımayan, Atatürk'ün dehasından, yönteminden, üslubundan habersiz kişilerin yapacağı bir çıkarım, bir çarpıtmadır. Atatürk'ün ne söylediği önemlidir, ama nerede, ne zaman, kime ve NEDEN söylediği en az ne söylediği kadar önemlidir. Atatürk'ün SANSÜRLENEN MEKTUBU Atatürk'ün "dinsiz-imansız" olduğunu değil, Atatürk'ün BİLİME ne kadar büyük bir önem verdiğini kanıtlamaktadır. En önemlisi Atatürk, sansürlenen mektubunu Kuran'ı, ayetleri eleştirmek için yazmamıştır. Atatürk o mektubu, tarih yazanların bilimsel kurallara uygun hareket etmelerinin önemini anlatmak için yazmıştır. Oysaki din besirganları -mektuptaki malum cümleyi çarpıtarak - Atatürk'ün o mektubunu KURAN, AYET ELEŞTİRİSİ YAPMAK için yazdığı şeklinde bir hava yaratarak kamuoyunu kandırmaktadır. Ayrıca Atatürk eğer Kuran'ın (ayetlerin) "safsata" olduğuna gerçekten inanmış olsaydı, bir devrimle aydınlatmaya çalıştığı Türk insanının Kuran'ı(ayetleri) çok daha iyi anlaması için büyük bir mücadele içine de girmezdi. Oysaki bilindiği 
gibi Atatürk, Kuran'ın (ayetlerin) anlamını önemsediği için Müslüman Türk insanının bu ayetlerin anlamlarını öğrenmesini istemiş, bu nedenle Kuran-ı Kerim'i TBMM'den aldığı onaylaElmalılı Hamdi Yazır'a tefsir ve tercüme ettirmiştir. Bugüne kadar Elmalı'nın "Hak Dini Kuran Dili" adlı tefsirinden daha iyi bir tefsir yapılabilmiş değildir.Atatürk'ün belirli bir amaçla dile getirdiği SÖYLEMİNİ, onun aynı konudaki EYLEMİ ile karşılaştırdığımızda herşey çok net olarak ortaya çıkmaktadır. 

Atatürk'ün Kuran'ın anlaşılması için verdiği mücadele ortadadır. Atatürk, Kuran'ın gerçekten "safsata" olduğuna inansaydı SAFSATANIN ANLAŞILMASIYLA değil ortadan kaldırılmasıyla uğraşırdı. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bu arada Atatürk'ün gerçek din anlayışını, onun ne halka yaptığı konuşamalardan, ne birilerine yazdığı mektuplerdan, ne belirli amaçlarla yazdırdığı kitaplardan tam olarak anlayabilirsiniz, Atatürk'ün gerçek din anlayışını onun 
HER TÜRLÜ KAYGIDAN UZAK BİR ŞEKİLDE KALEME ALDIĞI ÖZEL NOTLARINDAN, NOT DEFTERLERİNDEN ANLAYABİLİRSİNİZ.ATATÜRK'ÜN NOT DEFTERLERİNE BAKILDIĞINDA, "Hafıza Kuran okuttuğunu" yazan, "TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" notunu düşen Atatürk'e illa da "dinsiz" demek isteyenlere kızacak da değiliz tabi! Çünkü önemli olan Atatürk'ün inanıp inanmadığı değil, milleti için yapıp ettikleridir, o da ortadadır! Hiç unutmamak gerekir ki MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİNE hizmet etmiş bir DİNSİZ, MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİNE zarar vermiş bir DİNLİDEN her zaman daha makbuldur, saygıya, sevgiye ve hürmete daha layıktır! Gerçekten de  HİÇBİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR anlayacağınız.

NOT 4: Bu yazıya ek olarak "Cami Yalanlarına Yanıt Veriyorum" , "O Yalan Çürüdü" ve "Atatürk Dinsiz Miydi" adlı yazılarımla, özellikle de ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı öneririm. Ayrıca bu makalede geçen ATATÜRK'ÜN DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ hakkında AKL-I KEMAL-ATATÜRK'ÜN AKILLI PROJELERİ, 4. CİLT adlı  kitabımda çok geniş bilgi vardır.

Sinan Meydan

http://sinanmeydan.com.tr/


İŞTE GİZLENEN ATATÜRK İLE İLĞİLİ BELGELER: Atatürk ve din konusunda asıl sansürlenen belge fotoğraflar şunlardır: (Atatürk'ü "dinsiz" göstermek için buldukları herşeyi "İşte Atatürk'ün sansürlenen mektubu, el yazısı, şusu busu!" diye kamuoyuna duyuranlar, nedense şimdi göreceğiniz belge-fotoğraflardan hiç söz etmezler!)




Atatürk’ün hediye ettiği Kuran’lardan: 8 teşrin –i sani (kasım) 1925 – Çankaya “Gazi Kız Numune Mektebine dikkatle okunmak… için hediye ediyorum.” Gazi Mustafa Kemal “




Cemil Sait Bey'in tercümesi olan bu KURAN, 1932'de Atatürk tarafından Hafız Yaşar Okur'a ithaf edilerek imzalanıp hediye edilmiştir.




Bir lider düşünün hem "dinsiz" hem de kitap hediye ederken Kuran da hediye ediyor! Tabi burada Atatürk'e "dinsiz" diyenlere hayatlarında kaç kere birine veya bir kuruma Kuran hediye ettiklerini sormek gerekir!




Atatürk, 1922 tarihli 18 numaralı not defterine, önce yapacağı yenilikleri, devrimleri yazmış sonra da iki kalın çizgi arasına Osmanlıca "TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" notunu düşmüştür. (Can Dündar'ın Mustafa filmini çekerken görmediği notlardan biri (!)




(Can Dündar'ın Mustafa filmini çekerken görmediği notlardan biri (!)




Atatürk'ün kendi el yazısıyla, "Din, milliyetin bir parçasıdır! Ancak taassubun (bağnazlığın) milletleri ümmet haline düşüreceğini unutmamalıdır!” notu.




Atatürk'ün Abdülbaki Gölpınarlı'ya hazırlatıp KÖY İLKOKULLARINDA okuttuğu "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri" adlı kitabın kapağı. (1930-1931).




Atatürk'ün DİN ÖZGÜRLÜĞÜNE vurgu yaptığı el yazılı metin: "Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler, derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğren." (1930. Vatandaş İçin Medeni Biligler). İşte Atatürk'ün ağzından laiklik tanımı.



Atatürk 1920'lerde Ankara'da çalışma odasında Kurtuluş Savaşı planları yapıyor, yanında İsmet Paşa. Atatürk'ün hemen arkasındaki duvarda, Halide Edip'in "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı romanında "Atatürk'ün çalışma odasındaki masanın hemen arkasındaki duvarda bir hoca ya da kahin tarafından yazılmış Arapça yazılar" diye ifade ettiği bazı ayetler görülmekte.




Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında emperyalizmin pençeleri altında ezilen bütün İslam dünyasının kahramanıydı. 1920'lerde İslam dünyasında Atatürk, Selahaddin Eyyübi veŞeyh Ahmet Sünusi, Hıristiyan Haçlı emperyalizmine başkaldıran üç lider olarak görülüyordu. Üstelik Şeyh Ahmet Sünusi Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le omuz omuza Türkiye'nin kurtuluşu için mücadele ediyordu. Bu üç İslam kahramanını aynı karede gösteren fotoğraflar İslam dünyasında elden ele dolaşıyordu. İslam dünyası Atatürk'ü "Son İslam Mücahidi", "İslamın Kılıcı"olarak adlandırmıştı.



Atatürk'ün ÖZEL HAFIZI, Hafız YAŞAR OKUR


Hafız Yaşar Okur, Atatürk'ün emriyle 1932 yılında Çanakkale şehtilerine HATİM okumuştur. İşte Hafız Yaşar Okur'un "Atatürk'le On Beş Yıl Dini Hatırlar" adlı kitabında bu dini töreni gösteren fotoğraflardan biri. Fotoğraf dikkatle incelenecek olursa hatim okuyan hocaların geleneksel dini giysileriyle (başlarda sarık) olduğu görülecektir.Yani bazı din bezirganlarının dediği gibi hocalar giyim kuşam konusunda zorlanmamıştır. Hatimi izleyen halk kılık kıyafet devrimi çerçevesinde şapkalı, hocalar ise sarıklıdır.



Hafız Yaşar Okur, Atatürk'ün emriyle 1932 yılında Çanakkale şehtilerine MEVLİD okumuştur. İşte Hafız Yaşar Okur'un "Atatürk'le On Beş Yıl Dini Hatırlar" adlı kitabında bu dini töreni gösteren fotoğraflardan biri. Fotoğraf dikkatle incelenecek olursa mevlit okuyan hocaların geleneksel dini giysileriyle (başlarda sarık) olduğu görülecektir. Yani bazı din bezirganlarının dediği gibi hocalar giyim kuşam konusunda zorlanmamıştır. Mevlidi izleyen halk kılık kıyafet devrimi çerçevesinde genelde şapkalı, hocalar ise sarıklıdır.




Atatürk Edirme Selimiye Camii'ni gezerken (25 Aralık 1930)

Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:




Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:




“Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.



1932 yılında Atatürk'ün isteğiyle Sultanahmet Camii'nde yapılan Büyük Mevlitten bir görünüş. (Baştan sıra ile Hafız Yaşar Okur, Hafız Burhan, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Muallim Hafız Buri, Beylerbeyli Hafız Fahri). Fotoğrafta çok net olarak görüldüğü gibi din adamlarına yine kıyafet konusunda bir baskı yapılmamıştır. Büyük Mevlidi okumakla görevli din adamları tertemiz, en şık giysileriyle Allah'ın ve milletin karşısına çıkmıştır. Hafızlardan birinin başındaki SARIK çok net olarak görülmektedir. Yani yine din bezirganlarının iddia ettiği gibi, Atatük, din adamlarına Türkçe Kuran, mevlit okuturken onlara kılık kıyafet konusunda bir baskı yapmış değildir. Şık, temiz ve İslamın ruhuna uygun olmak kaydıyla din adamları istedikleri gibi giyinmiştir. Sarık takan da olmuştur, kıravat takan da, frak giyen de. Burada Atatürk'ün "HOCALIK SARIKLA DEĞİL DİMAĞLA (AKILLA)DIR" sözünü hatırlamak gerekir.




26 Şubat 1923, Hakkı Tarık Us’un Vakit gazetesi Atatürk'ün Eskişehir'de kendisine tesbih bakarken çekilmiş bir fotoğrafını yayınlamış: Alt yazıda“Hususi fotoğrafçımızın aldığı resim” diye bir not var.




Tesbih, Atatürk'ün bütün ömrü boyunca en önemli aksesuarlarından, en çok sevdiği özel eşyalarından biri olmuştur. Çok güçlü bir İslami çağrışımı olan tesbih Atatürk'ün elinde birçok fotoğrafına da yansımıştır. Ancak hem din karşıtı Atatürkçüleri, hem de Atatürk karşıtı dincileri fazlaca rahatsız eden ATATÜRK'ÜN TESBİHLERİ kanımca ortak bir sansüre kurban gitmiştir. Atatürk'ün çok bilinen bazı fotoğraflarında elinde görülen tesbihler bilinçli olarak silinmiştir. Atatürk'ün tesbihini sansürleyenleri anladığımızda Türkiye'yi de anlamış olacağız inanın!




Atatürk TBMM'nin açılış töreninde dua ederken


Kaynak: Sinanmeydan.com.tr



****

4 Şubat 2016 Perşembe

ARTIK EŞKIYA DAĞA ÇIKMIYOR..



ARTIK  EŞKIYA  DAĞA  ÇIKMIYOR..



27/3/2001 - 11:00 -
 Atin



Suç İşleme Dokunulmazlığı

Eskiden eşkiya, güvenlik kuvvetlerinden ve jandarmadan kaçmak için dağa çıkardı. Artık eşkiya dağa çıkmıyor. 

Artık eşkiya parayı verip milletvekilliği dokunulmazlığı kazanıp Türkiye Büyük Millet Meclisine sığınıyor. 

Birkaç gün önce, kendine alıcı süsü veren polislere, Picasso'nun iki kaçak tablosunu satmak isterken yakalan Van Bağımsız Milletvekili Mustafa Bayram da bu şekilde dokunulmazlık kazanarak, meclisin çatısı altına sığınanlardan. Ondan Maaşlı Katiller ve Balık Meselesi başlıklı yazımızda bahsetmiştik. 

Polis, Bayram'ı yakalayınca Bayram direniyor. ‘‘Ben devletin milletvekiliyim, dokunulmazlığım var’’. Yani ben her türlü suç işlerim ama siz bana dokunamazsınız diyor. Polisi dövmeye kalkıyor, bir sürü itiş-kakış. Polis mecburen bir işlem yapamadan serbest bırakıyor. 

Tarih 22 Aralık 1995, Sabah gazetesinin manşetinde şu haber var : “Skandal. ANAP'ın Van'da ikinci sıradan aday gösterdiği Mustafa Bayram'ın eroin kaçakçılığından tutuklandığı ortaya çıktı” 

Aradan yıllar geçiyor ve Milletvekili Bayram “dokunulmazlık” zırhında her türlü suçu işliyor. 

Şimdi Meclis, Picasso olayının ortaya çıkmasından sonra, Mustafa Bayram’ın yıllardır bekletilen “adam öldürmeye azmettirme” ve “tarihi eser kaçakçılığı” dosyalarını işleme koyup, dokunulmazlığını kaldırmayı düşünüyor. 

Günaydın beyler... 

Meclise Kim Soktu ?

Bayram’ı TBMM’ne sokan Mesut Yılmaz. 

Yılmaz, büyük bir bağışta bulunan Bayram’ı, “birçok uyuşturucu kaçakçılığı olayına adı karıştığını” bile bile, 24 Aralık 1995 Genel Seçimlerinde Van'da birinci sıradan aday göstererek Meclise sokmuş ve dokunulmazlık zırhına bürünmesini sağlamış. 

O tarihlerde, Mustafa Bayram’ı bir basın toplantısı ile savunan isim de ilginç. Zamanın ANAP Grup Başkanvekili ve günümüzün Enerji Bakanı Cumhur Ersümer. 

Hep aynı isimler... 

Her türlü yolsuzluğa ismi karışan ama dokunulmazlık zırhına sıkı sıkı sarılarak, kendilerini ve vatanı kurtaran Türk büyükleri... 


Mustafa Bayram kimdir? 
Mustafa Bayram’ı biraz daha yakından tanıyalım. 

Van Bağımsız Milletvekili Mustafa (Sıddık) Bayram, Başkale 1938 doğumlu. Mehmet ve Emine oğlu Mustafa Bayram meclis kayıtlarına göre Lise mezunu, orta derecede Farsça ve İngilizce biliyor ve İthalat – İhracat – Çiftçilikle uğraşıyor. 20 ve 21’nci dönem Van Milletvekili, evli, 17 çocuklu. 

Mustafa Bayram, Van'daki Etruşi aşiretinin Şerefi kolunun lideri. Bir kardeşi, uyuşturucu kavgası yüzünden Mardin’li Sincar aşireti mensubu Cemal Sincar tarafından öldürülmüş. Van Bruki aşireti ile aralarında kan davası var. Mustafa Bayram’ın yeğeni Bruki aşiretinden eski Van Milletvekili Mirza Kurşunluoğlu'nun bir oğlunu öldürüp, bir oğlunu da yaralamış. 

Mustafa Bayram, 1976’da, Van'da Asayiş Şube Müdürü Serper Baltacıoğlu’nu, kaleşnikof tüfeğine el koydu diye tartışıp tokatlamış. O tarihte Fethi Bildik adındaki Emniyet Müdürü araya girerek Serper Baltacıoğlu ile Mustafa Bayram’ı barıştırmış. Polis Müdürü Baltacıoğlu da bu şekilde uyuşturucu kaçakçılığı sanığı Mustafa Bayram’dan bir kaç tokat yemekle kalmış. 

Türk ve yabancı güvenlik makamlarına göre Mustafa Bayram, Necdet, Vahdet ve Hüsrev isimli kardeşleri ile birlikte Türkiye’nin en büyük eroin tüccarlarından birisi. 

Bayram’lar 1994 yılında İtalya'nın Trieste limanında 300 kg eroin yakalatmışlar. 1995 yılında da 125 kg’lık bir parti eroinleri daha yakalanmış. 

Mustafa Bayram'ın kızı, Cumhur Demir ile evli. Diyarbakır Lice’li Cumhur Demir İstanbul Taksim'de Yakut Oteli'nin sahibi ve Karaköy Bankalar caddesinde büyük bir iş hanı var. Polis kayıtlarına göre Cumhur Demir de İran bağlantılı büyük çaptaki eroin işi yapanlardan. 

Hatırlarsanız daha birkaç gön önce gazetelerde bu konuda haber vardı: 


“19.03.2001, Star Gazetesi
Selahattin Aydınlı




15 trilyonluk eroin vekilin damadının
Türkiye'ye İran üzerinden yüklü miktarda uyuşturucu sokulduğu ihbarını alan İstanbul Narkotik timleri operasyon yaptı. 

Bağcılar ve Gaziosmanpaşa'da tespit edilen adresler aynı anda basıldı. Bağcılar'da 34 VA 315 plakalı minibüsün gizli bölmelerinde tam 323 kilo eroin, 1 tabanca, 11 otomobil ve bir pres makinesi ele geçirildi. Himmet Şahin, Mehmet Yaşa ve Nurettin Eren gözaltına alındı. 


Baybaşin de ortak

Eroinin 105 kilosunun Baybaşin ailesinden olan ve soyadını değiştiren Naif Yavuztürk'e, 218 kilosunun ise Van Bağımsız Milletvekili Mustafa Bayram'ın damadı ve Taksim Yakut Otel'in sahibi Cumhur Yakut'a ait olduğu belirlendi. Uyuşturucunun değeri 15 trilyon. Eroinle ilgili arananlar arasında, 3 yıl önce TEM'de bir otobüsün içinde 6 kişinin öldürülmesi olayının azmetttiricisi Gaffur Çalışkan da var. 


Bora gözaltında

Eğlence ve sanat dünyasına yönelik olarak başlatılan 'Kokain Operasyonu' sürüyor. Fatih Ürek ve Azer Bülbül'ün serbest bırakılmasının ardından Narkotik polis dün bir baskın daha düzenledi. Ve ünlü organizatör Hasan Bora Etiler'deki işyerinde gözaltına alındı. Bora İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde sorgulanıyor. Ünlü organizatörün, DGM'ce tutuklanan kokain satıcıları Mehmet Demir ile Murat Çavuş'un ifadeleri doğrultusunda ve 'uyuşturucu kullandığı' gerekçesiyle gözaltına alındığı belirtildi. Soruşturma sürüyor.”


Ben annemden erkek doğdum

1995’de Mesut Yılmaz tarafından TBMM’ne sokulan Mustafa Bayram, Anayol Hükümeti'nin sona ermesinin ardından Refaf Partisine geçiyor. Refahyol'un kurulması gündeme geldiğinde Bayram'ın RP'ye geçeceği iddiaları gündeme gelince Bayram bir basın toplantısı yaparak, ‘‘Ben annemden erkek doğdum. Bende parti değiştirecek göz yok’’ diye iddiaları reddediyor. Ertesi gün ise ANAP'tan istifa ederek RP'ye geçiyor. Son seçimde FP'den seçilen Bayram, bilahare istifa ederek bağımsız milletvekili oluyor.

Sultanahmet Adliyesi'nin taranmasıyla ilgili tutuklanan ve altı ay hapis yatan Mustafa Bayram, Polis kayıtlarına göre 1979’dan günümüze kadar uyuşturucu işine karıştığı iddiasıyla birçok kez gözaltına alınmış. Ancak her seferinde adamları işi üstlendiği için, şu veya bu şekilde mahkumiyet almaktan kurtulmuş. Karıştığı olaylar şunlar :

03.08.1979’da Van-Başkale’de uyuşturucu kaçakçılığı. 8 kilo 845 gram eroin, 800 gram baz morfin, 584 kilogram, eroin yapımında kullanılan asit anhidrit yakalandı. Mustafa Bayram'ın adının karıştığı olayla ilgili 8 kişi tutuklandı. 

26.11.1980’de Kilis’te 5 kilo 25 gram eroinin yakalandığı bu olayda satıcı olduğu belirtilen Mustafa Bayram tutuklandı. Aynı olaya Halil Havar'ın da ismi karışmıştı. 

16.09.1983’de Van’da 12 kilo bazmorfin, 2.5 kilo eroin’in yakalandığı bu olayda Mustafa Bayram dahil Bayram ailesinden 14 kişi gözaltına alındı. Mustafa Bayram serbest kaldı. 

28.04.1986’da İstanbul-Bakırköy’de 20 kilogram eroinin yakalandığı bu olayda Mustafa Bayram ile birlikte Halil Havar, Mehmet Kendirci, Sait Yağızer, Mustafa Salgın, Dursun Altaş gözaltına alındı ve eroin satmak suçundan savcılığa verildi. Mustafa Bayram'ın da arasında bulunduğu 4 kişi serbest bırakıldı. 

02.06.1987’de İstanbul-Beşiktaş’ta 7 kilogram eroinin yakalandığı bu olayda Mustafa Bayram ile birlikte 9 kişi tutklandı. 

17.12. 1988’de Van-Başkale’de 8 kilo 850 gram eroin 34 AVV 42 plakalı otomobilde ele geçirildi. Eroin satışına aracılık yaptığı gerekçesiyle aranan Mustafa Bayram firar etti. Olayla ilgili 4 kişi tutuklandı. 

11.07.1994’de Van-Başkale’de 63 kilo 617 gram eroinin yakalandığı bu olayda Mustafa Bayram hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkartıldı. Oğlu Levent Bayram'la birlikte bir kişi tutuklandı. 

06.08.1997’de Van’da Cinayet. Van'da araç park etme sırasında çıkan bir olayda karşılıklı birçok silah ateşlendi. Çatışmada iki kişi öldü. Mustafa Bayram yaralandı. Mustafa Bayram'a ait tabancadan çıkan mermi Yakup İnce'nin gözüne isabet ederek ölümüne neden oldu. Yine Salih İnce'yi yaralayan bir kurşunun Mustafa Bayram'a ait silahtan atıldığı saptandı. Van Cumhuriyet Başsavcılığı Bayram'ın dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi. Bu olayda Mustafa Bayram'ın 30 yıla kadar hapsi isteniyor. Dosya bugün TBMM’de ele alınacak. 

17.12.1999’da İstanbul Üsküdar’da tarihi eser kaçakçılığı ve zorla senet imzalatmak. Bu olayda Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı Mustafa Bayram'ın milletvekili olması nedeniyle yasama dokunulmazlığının kaldırılmasını talep etti.


Yeraltı Kültürü Geniş 

Mustafa Bayram’ın 1997 yılında Aktüel Dergisinde çıkan ilginç bir söyleşisi de var: 

"AKTÜEL- Aktüel'in iki hafta boyunca kapak yaptığı fidye olayında adı geçen çete sizden de haraç istemiş. Nasıl oldu? 

BAYRAM- İki yıl önceydi. Kendini "Yeşil" olarak tanıtan, sonradan adının Ahmet Demir olduğunu öğrendiğim bir kişi telefonla aradı. "Biz, devlet adına çalışan kimseleriz. Masraflarımız oluyor. Yurtsever biri olduğunuzu duyduk. Paranız var. Bize 500 bin mark gönderin" dedi. Kendisini tanımadığımı söyledim. Yüz yüze görüşmeyi teklif ettim. "Her telefon edene 500 bin mark gönderirsek, iflas ederiz" dedim. Her zaman devletin yanında olduğumu, ancak devlete yardım yapmak gerekirse, Mehmetçik Vakfı ya da Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı gibi vakıfları tercih edeceğimi bildirdim, hareketinin yanlış olduğunu söyledim. Bunun üzerine sertleşti. Tehdit etmeye başladı. "Savaş Buldan'ın, Behçet Cantürk'ün, Abdullah'ın (Cantürk'ün şoförü) sonunu biliyorsun. Onların akıbetine uğramak istemezsin herhalde" dedi. "Bu bir tehdit midir" diye sordum. "Ne sayarsan say" dedi. Kendisine tehditlerinin vız geldiğini, parayı vermeyeceğimi söyledim ve "Diğer insanlar size inandılar, güvendiler, mezbahaya götürdünüz. Ben kurbanlık koyun gibi mezbahaya gitmem. Ben hazırlıklıyım. Görüştüğümüz yerde vuruşuruz. Yanlışlık yapmayın, terbiyesiz olmayın" dedim ve telefonu kapattım. 

AKTÜEL- Sonra ne oldu? Bir daha aradılar mı? 

BAYRAM- Bostancı Bağdat Caddesi'nde bir yazıhanem vardı. Birdenbire kiremit kırmızısı, eski model, 116 kasa bir Mercedes peydahlandı. O zaman plakasını almıştım. Araştırdık, plaka sahte çıktı. Her sabah yazıhanemin karşısına park ediyor ve yazıhanemi gözetliyorlar. Ben akşam çıkınca, takip etmeye başlıyorlar. Üç gün üst üste takip ettiler. Yanımda üç - dört korumam vardı. Ayrıca beni takip eden bir başka arabada da beni korumakla görevli insanlarımız vardı. Peşimden evimin önüne kadar geliyorlar, herhalde cesaret edemiyorlar ki, dönüp gidiyorlar. Bir gün onları araya aldık ve evimin önüne geldiğimizde, ruhsatlı silahımı alıp arabamdan indim. Çocuklar da silahlarını aldılar. Onları çembere aldık. Elde silah üzerlerine geldiğimizi görünce, ellerini havaya kaldırıp arabadan indiler. Dört kişiydiler, "Biz polisiz" diye bağırdılar. "Üç gündür beni takip ediyorsunuz. Ben bir işadamıyım. Burada herkes kendi gölgesinden korkuyor. İnsanlar vuruluyor, faili meçhul cinayetler oluyor. Ben düşman sahibi biriyim. Size ateş de edebilirdim" dedim. "Efendim biz polisiz" diye tekrarladılar. Kimliklerini göstermelerini istedim, çıkardılar. Dördü de polis kimliği taşıyordu. İsimlerini hatırlamıyorum. Ama birinin ismi Nazmi'ydi. Plakayı araştırdım. Trafiğe gittim. Plaka sahte çıktı. Hiçbir kaydı, kuydu yok. Çocuklar bunları hırpalamak istedi izin vermedim. Yalnız "Beni bu şekilde rahatsız etmeyin. Kuşkulanıyorsanız açıkça gelin, evimi, işyerimi, arabamı arayın. Bir şey bulursanız, yasal işlem yapın. Böyle sinsi sinsi takip etmeyin. Siz kötü niyetli insanlarsınız" diye uyardım. Kendilerini, "Bizim kötü bir niyetimiz yoktu. Can güvenliğinizi sağlamak için takip ediyorduk" diye savundular. Buna inanmadığımı çünkü, emniyetten böyle bir talepte bulunmadığımı söyledim. 

AKTÜEL- İşin peşini neden bıraktınız? 

BAYRAM- Arabamda tedbirli geziyordum. Arkamdan bir araba dolusu aşiret üyesi geliyordu. Tedbirimi aldığım için bu işin peşini bıraktım. 

AKTÜEL- Aktüel'de kendisini "Özel Harpçi" diye tanıtıp Vanlı işadamı Senar Er'den fidye isteyen Nafiz Karacan'ın resmini gördünüz. Onunla hiç karşılaştınız mı? 

BAYRAM- Ben bu şahsı, Senar Er'le birlikte Ankara Stad Oteli'nde gördüm. Senar'ın babasının durumunu biliyordum. Kendisine yardımcı olabilecek üst düzeydeki bazı kimselerle görüştürmeyi teklif ettim. "Babanı kurtarmak için ne gerekirse yapalım" dedim. Yanındaki o kişiyi (Nafiz Karacan'ı) işaret etti. "Bu bey sağolsun, babamı bana teslim edecek" dedi. Nasıl teslim edeceğini sordum. "Para konusunda anlaştık. Tedarik ettik, parayı verip babamı kurtaracağım" dedi. Bana söylediği bu. 

(Bu karşılaşmayı, Aktüel'in sorusu üzerine Senar Er de doğruladı.) 

AKTÜEL- Poliste başınızdan geçen ilginç bir anıdan bahsetmiştiniz. Onu biraz açar mısınız? 

BAYRAM- İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde üst düzey bir görevli, bir gün bana, "Senin düşmanların varmış. Onları istediğin yerde sana teslim edelim. İster infaz et, ister ne yaparsan yap. Yalnız bunun faturası 150 bin marktır" dedi. Sözünü etttiği kişiler Mardinli. Ağabeyimin cebindeki 25 bin markı almak için Gaziantep'ten bir davetle Mardin'e götürüp kendi evlerinde öldürdüler. Cesedi aradan iki - üç ay geçtikten sonra bir tarlada bulundu. O aileyle aramızda kan davası var. Meçhul kişiler bunları Adliye'de taradı, 18'i yaralandı. Bizden bilindi. Beni alıp götürdüler, altı ay Bayrampaşa Cezaevi'nde kaldım. Basın daha sonra olayı "Eroin kaçakçılığından mahkum oldu, hapis yattı" diye yazdı. Oysa ilgisi yok. Söylediğim polis şefi bu olayı biliyor. Bana, "Düşmanın Cemal Sincar cezaevinde. Ama kardeşleri dışarda serbest geziyor. Hangisini istersen sana teslim edelim, götür infaz et. Karşılığında 150 bin mark ver" dedi. (Not: Bir ayağı Beyrut'ta olan Sincar ailesinden Cemal Sincar ile bir başka fert, zamanında MİT'e çalışmışlardı. Bu ilişki Beyrut'ta görev yapan Nuri Gündeş vasıtasıyla kurulmuştu.) "Peki karşı taraf 200 bin mark verirse, aynı şeyi bizim için düşünmez misin" dedim. "Hayır, yapmayız. Biz satılık insanlar değiliz" demez mi? Aciz biri olmadığımı, bir hesabım varsa, bunu kendi kendime halledebileceğimi söyledim. Bunun üzerine lafı değiştirdi, "Biz sana zarf attık. Evet deseydin gayet tabiî resmi işlem yapacaktık" dedi. Ne demek istediğini gayet iyi anladığımı söyledim ve bir daha bu tür tekliflerle bana gelmemesini tembihledim. 

AKTÜEL- Behçet Cantürk, Savaş Buldan veya Av. Medet Serhat cinayetleri hakkında bilginiz var mı? 

BAYRAM- Medet Serhat benim avukatımdı. Çok değerli bir insandı. Medet Serhat'a gidip gelirken, bir gün bana, tehdit edildiğini ve öldürüleceğini söyledi. Aynı çete, kendisinden de fidye istemiş, vermediği takdirde öldüreceklerini söylemişler. Dediğine göre büyük bir para istemişler. Anlatırken, "Beni çok zengin biliyorlar. İstedikleri parayı ne ben, ne de sülalem ödeyebilir" diyordu. Emniyete silah ruhsatı için başvurduğunu, ancak ruhsat vermediklerinden yakınıyordu. Bunun üzerine, memleketi Iğdır'a gitmesini ya da yurtdışına çıkmasını önerdim. Kabul etmedi. Geçimini sağlayabilmek için İstanbul'da kalmak ve avukatlığa devam etmek zorunda olduğunu, öldürüleceğini bilse dahi bir yere gidemeyeceğini söyledi. Çok dertli, çok düşünceliydi. Bu görüşmemizin üzerinden henüz 15 gün bile geçmemişti ki, öldürüldüğünü duydum. 

AKTÜEL- Behçet Cantürk ile Savaş Buldan iyi korunuyorlardı. Onlar nasıl öldürüldü? 

BAYRAM- Behçet Cantürk'ü polis şefi olan dostu Hüseyin Kocadağ tuzağa düşürmüş diye duydum. Malatyalı Celal Ateş'in polisle ilişkisi olan bir hanımı var. Kocadağ bunun evine gidiyor. Birlikte Behçet Cantürk'ü telefonla arayıp "Gel, seninle özel bir işimiz var" diyorlar. Yalnız gelmesini tembihliyorlar. Behçet de Hüseyin Kocadağ'a güvendiği için, inanıyor. Hiçbir şeyden kuşkulanmıyor. Korumalarını bırakıp yalnızca şoförüyle gidiyor. Tuzağa düşürüp öldürüyorlar. Savaş Buldan iyi korunuyordu. Yalnız birazcık kumar tutkunuydu. Çınar Otel'e oyun oynamaya gidiyorlar. Kumarhaneler silah kabul etmediği için silahlarını arabada bırakıyorlar. Ertesi sabah erken saatlerde otelden çıkarken alıp götürüyorlar. Bir hayli de mücadele etmişler. Hatta bu esnada Savaş'ın kolu da kırılmış. 

AKTÜEL- İki İranlı "işadamı"nın öldürülmesi hakkında bilginiz var mı? 

BAYRAM- Yine aynı çete, Yüksekovalı Düşünmezler'den birini rehin alıyor. Ya Abdullah Düşünmez'di ya da Hurşit Düşünmez. Tam hatırlamıyorum. Bu kişi sağ. Cesaret edip ortaya çıkarsa bütün bu olaylar açıklığa kavuşur. Onu alıp Sapanca'ya götürüyorlar. Sapanca'daki bir villada dünyanın işkencesini yapıyor "Seni öldüreceğiz" diyorlar. 5 ya da 10 milyon mark can bedeli istiyorlar. "Verirsen kurtulursun, vermezsen ölürsün. Behçet'i (Cantürk), şunu bunu öldürdük." Hepsini sayıp "Seni de öldüreceğiz" diyorlar. "Beni bırakın, gidip istediğiniz parayı getireyim" diyor. "Hayır kaçarsın. Biri sana kefil olsun, öyle bırakalım" diyorlar. Bu da İranlı işadamı Asker Simitko'nun (Perinçek'in açıkladığı MİT raporunda adı geçen iki İranlı işadamından biri) adını veriyor. Cep telefonuyla Asker Simitko'yu buluyorlar. Düşünmez'le görüştürüyorlar. Adam yalvarıyor. Bunun üzerine İranlı kefil oluyor. Asker Simitko'yla Lazım Esmaeli de bu kontrgerilla ile irtibatlı olan kişilerdi. Asker kefil olunca, bunu bırakıyorlar. Bırakılır bıraılmaz, pasaportu hazır, hemen yurtdışına kaçıyor Düşünmez. Onlar da ellerinden kaçırınca, bu defa kendisine kefil olan iki İranlı'yı öldürüyorlar. 

AKTÜEL- Ömer Lütfü Topal cinayeti hakkında bir bilginiz var mı? 

BAYRAM- Ömer Lütfü Topal, malum, kumarhaneleri sayesinde çok para kazandı. Bunlar onun da peşine düştü. Hatta öğrendiğim kadarıyla Topal'ın peşine düşenler, üst düzeyde bazı kimseler. DYP ile hükümet ortağıyız. İsim vermem doğru olmaz. Bu üst düzeydeki kişiler, bir sıkıntılarını gerekçe gösterip üç trilyon lira para istiyor. Topal istenen üç trilyonu bir kuryeyle bunlara yolluyor. 

AKTÜEL- Topal parayı kiminle yolluyor? 

BAYRAM- Bildiğim kadarıyla, yanında çalışan bir muhasebe müdürü varmış. Onunla yolluyormuş. Bir süre sonra bu kez altı trilyon lira istiyorlar. Topal buna da direnmiyor ve altı trilyonu aynı şekilde yolluyor. Bir süre sonra, bu defa da 10 trilyon lira istiyorlar. 10 trilyon denince Topal "Bu kadar parayı bulamam. Beni bitirdiniz, veremem" diyor. Vermeyince de bir süre sonra kıstırılıp, öldürülüyor. 

AKTÜEL- Bu bilgileri nasıl elde ettiniz? 

BAYRAM- Bunları dağdaki çobana sorun o bile anlatır. Türkiye'de herkes biliyor. Yalnız kimse cesaret edip açık açık konuşmuyor. Çünkü herkesi sindirmişler. Şu anda herkesin gözü kulağı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde. Herkes, Meclis'in bu olayları çözmesini bekliyor. 

AKTÜEL- Cezaevi'nde olduğu halde sık sık dışarı çıktığı söylenen PKK itirafçısı "General Zinnar" kod adlı Alaattin Kanat'la hiç karşılaştınız mı? 

BAYRAM- Alaattin Kanat'ı geçen yıl Murat adlı bir başka PKK itirafçısı ile birlikte Van'da gördük, yolda gezerken... Ben tanımıyordum, yanımdaki bir yakınım gösterdi. "Buralarda dolaştığına göre yakında birileri öldürülecek" dedi. Aradan iki üç gün geçmişti ki, Van'ın Haçort mahallesinde bunlar birileri tarafından silahla tarandılar. Bu Murat dediğim Vanlı çocuğa 8 - 9 kaleşnikof mermisi isabet etti. Şu anda sakattır. Alaattin Kanat kaçıp kurtulmayı başardı. 

AKTÜEL- Alaattin Kanat'ın geçtiğimiz yıl cezaevinde olması gerekmiyor mu? 

BAYRAM- Tabii tabii. Senar Er haraç istediği için onu yakalatıp içeri attırmıştı ya. İşte cezaevinde yatarken birden Van'da ortaya çıktı. Büyük ihtimalle Senar'ın peşinde dolaşıyordu ve fırsatını bulsa onu vuracaktı. 

AKTÜEL- Başbakan Erbakan, liderler zirvesine 58 isimlik bir liste götürmüş. Bunların bir kısmı basında çıktı. İçlerinde tanıdığınız, hakkında özel bir bilgiye sahip olduğunuz kimse var mı? Örneğin Abdullah Çatlı ile hiç karşılaştınız mı? 

BAYRAM- Abdullah Çatlı ile Meclis Halkla İlişkiler Binası A Blok 2. kat, 1. balkonun koridorlarında karşılaştık. Benim odam burada. İki oda ötede, Şanlıurfa Milletvekili Sedat Edip Bucak'ın odası var. Oraya girip çıkarken, birkaç kez karşılaştık. Kazadan sonra gazetelerde resmini görünce tanıdım. Çünkü bir seferinde sorduğumda "Mehmet Özbay" diye tanıtmışlardı. Koridorda karşılaştığımızda, Allah var, son derece saygılı davranıyordu." 


Meclisin Saygınlığı Yeni Hatırlandı

Bazı milletvekilleri Bayram'ın durumunu, ‘‘Meclis'in saygınlığına gölge düşürülmesi’’ olarak nitelemişler. Bugün, Meclis Genel Kurulu'nda Mustafa Bayram'ın dokunulmazlığının kaldırılması oylanacak. Dokunulmazlığının kaldırılması halinde Mustafa Bayram, tarihi eser kaçakçılığı ve cinayete azmettirme suçlarından yargılanacak. 

Ancak dokunulmazlığın kalkması ile her şey bitmiyor. Anayasa'nın 83'üncü Maddesi'ne göre, mahkemenin ceza vermesi durumunda, bu cezanın infazı için 2004 yılına kadar Mustafa Bayram'ın TBMM üyelik sıfatının sona ermesi beklenecek. 

Ve Mustafa Bayram, cezasını çekse ve bir daha milletvekili olamasa bile ömür boyu TBMM'den maaş alacak.

Ne güzel Memleket değil mi?



..