AH İLKER PAŞAM AH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AH İLKER PAŞAM AH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2015 Pazartesi

AH İLKER PAŞAM AH !!!...




AH İLKER PAŞAM AH  !!!...

Ali TARTANOĞLU - 
05 Ocak 2010



ilkerbasbug
" ELSİZ AYAKSIZ BİR YEŞİL YILAN
YAPTIKLARINI YIKIYORLAR MUSTAFA KEMAL
HANİ BİR VAKİTLER KUBİLAY'I KESTİLER
SEN BUYURDUN KESENLERİ ASTILAR
SEN UYUDUN ASILANLAR DİRİLDİ
MUSTAFA'M, MUSTAFA KEMAL'İM "

«  Yalnız Adam Atatürk ve Ordu   »

2000 yılı Haziran'ında Müdafaai Hukuk Dergisinde yayınlanan bir yazımızın başlığı. Derginin yayın kurulunda Emekli Org. Kemal Yavuz ile Prof. Dr. Suna Kili de var. Genel Yayın Yönetmeni Milli Savunma Bakanlığı Adli Müşavirliğinden emekli albay, Uğur Mumcu'nun avukatlarından sevgili Emin Değer. Sahibi Prof. Dr. Çetin Yetkin.

Yavuz ve Kili, Genel Yayın Yönetmeni Değer'e 24 Temmuz 2000 günü bir telgraf göndererek

«Müdafaai Hukuk dergisinin 30 Haziran sayısında Ali Tartanoğlu imzasıyla çıkan Yalnız Adam ve Ordu başlıklı ... yazı son derece haksız, ... düşmanca, ... sorumsuz ve ağır hakaretler içermekte ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin asla hak etmediği subjektif iftira ve görüşlerle doludur. Bu kafa, yanlışlarını hala kabul etmemekte direnen ve ülkemizde «halkçı sol»anlayış ve uygulamanın gerçek katili «marjinal sol» un en açık tezahürüdür. Bu derece ağır ve haksız bir yazıya yer vererek halkımızın yanıltılmasına alet olduğu için Müdafaai Hukuk Dergisi ve Gazetesiyle ilişkimizi kestiğimizi sayın kamuoyunun bilgisine sunarız» »

demişler.

Peki biz ne demişiz de paşamla hocam bu kadar kızmışlar?!..

«12 Mart Muhtırası bir «askeri tatbikat» tır. «Kırmızı kuvvetler», yani düşman, «soldur». Her türlüsünden. ... İçindeki sol darbeyi (9 Mart darbesini) önlemek üzere sağ darbe yapan, dışarıya karşı ülke topraklarını savunmakla, içeriye karşı Atatürk'ün ilkelerini, cumhuriyeti, halkçılığı, laikliği, en önemlisi tam bağımsızlığı savunmakla görevli TSK, açıkça sermayenin koruyuculuğuna soyunup tam bağımsızlığı, halkçılığı, cumhuriyeti, yani bir anlamda emeği, sö-mürüleni savunan, Amerikan uşaklığına karşı çıkan solu yok etmeye girişmiştir. Adeta, hatta neredeyse açıkça, Atatürk değilse bile, onun hemen tüm ilkeleri sanık sandalyelerine oturtulmuştur. Faik Türünler, Ali Elverdiler, Baki Tuğlar o dönemin «kahramanları» (!)dır. Ziverbey Köşkleri, Otağı Hümayunlar o dönemin sembolleridir. Uğur Mumcular, Mümtaz Soysallar, Bahri Savcılarsa o dönemin (!)siz kahramanlarıdır. Kontrgerilla o dönemin ürünüdür. Kod adının Batı'da «gladio», Türkiye'de önce «kontrgerilla», şimdi «Ergenekon» olduğunu öğreniyoruz. Bugün yapanın yanına kâr kalan banka soymanın, o za-man Türkiye'nin düzenini değiştirmek anlamına gelecek bir idamlık suç olabileceğini öğrenmiştik.

Mumculara, Alacakaptanlara, Soysallara Mamak'ta buz kırdıranlar, Demireller, Erbakanlar, Türkeşler değil. «Azmettiren» onlar olabilir; ama TSK da, kusura bakmasınlar uluslararası ve ulusal sermayenin «hit-man» liğini benimseyebilmiştir.

Süleyman Demirel, ancak Nurcuların Köprü dergisine (14 Haziran 1987), Tevhid-i Tedrisat Kanununu eleştiren, din eğitimi ile bu yasa arasında bir çelişki varsa yasanın din eğitimine uyması gerektiğini savunan demeç verebilmişti. En çok, oy kaygısıyla Kuran öperek seçim kürsüsüne çıkabilmişti. Kenan Evren ve şürekası ise din eğitimini resmen yasaya soktu. Okullara zorunlu ders yaptı. Evren'in oy kaygısı mı vardı? TSK, MGK aracılığıyla da olsa sırf laiklik için bir «28 Şubat» yapacaktı, yapabilecekti ise, daha Demirel seçim nutkuna Kur'an öperek başladığı gün yapamaz mıydı?

17 Ağustos depreminden sonra din tüccarları, depremin merkezinin Donanma Komutanlığı olmasından hareketle TSK'ya çok ağır saldırılara girişti. Orgeneral rütbesinde bir komutanın «gülüp geçtim» dediğini gazetelerde okuduk. TSK bu kadar hoşgörülü olabiliyordu da; ne Atatürk'e, ne TSK'ya, ne cumhuriyete tek bir «kem söz» etmemiş, tam tersine her adımda tam bağımsızlığı, ulusun çıkarlarını, Atatürk'e büyük saygıyla savunmuş, Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal ve Tam Bağımsızlık Yürüyüşü düzenlemiş Deniz Gezmiş ve arkadaş-larına aynı hoşgörüyü neden göstermediler?

Merve Kavakçı'dan, kanlı mı kansız mı edebiyatının kahramanı Erbakan'a ve tüm şürekasına bu denli hoşgörü gösterilebilecek idiyse, 25 milyon liralık bir banka soygununa Sıkıyönetim askeri mahkemelerinde TCK'nın 146. maddesi nasıl uygulanabildi? Çıplak, namuslu hukuk mantığıyla bu soruya yanıt verilebilir mi?

Türk Silahlı Kuvvetlerinin, darbeler, sıkıyönetimler ve sıkıyönetim mahkemeleri aracılığıyla sergilediği tablo, Türkiye'de sermayenin ve onların temsilcisi sivil gerici sağın parlamento açıkken, kör-topal da olsa işleyen demokrasi yüzünden yapamadıklarını, silah zoruyla onlar adına yapıvermekten ibarettir dersek lütfen kimse alınmasın.

O kadar ki, bugün AB'den ABD'ne, UPF'den İnsan Hakları Mahkemelerine kadar, son derece ikiyüzlü, içtenliksiz de olsa karşımıza sürekli Türkiye'nin Ordu'su, MGK'sı ve onun geçmiş uygulamalarının hesabı çıkarılıyor. Oysa sözde şimdi hesap soranlar aynı geçmişte, «komünizme karşı» kendilerini savunmak için ölmeye hazır insan-can-kan deposu olması nedeniyle ne Türkiye'ye ne onun TSK'sına böyle bir hesap çıkarmıyorlar, tam tersine bayılıyorlardı. Yani bir anlamda Türkiye'yi de, onun insanını da, bu arada Ordu'sunu da kullandılar. Ama olsun. Yüzsüzlüğü de çok iyi beceriyorlar.

Türk insanı, kendi çekirdek ulusal kurumlarından biri olarak TSK'yı bu kadar savunmak durumunda kalmamalıydı. Veya tersinden söyleyelim: zaten manda'ya, satılmışlığa bu kadar teşne olanlar, Atatürk'ün Ordusu'nu böylesine itip kakamamalı, onunla bu denli yüz-göz ola-mamalıydı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, televizyon ekranlarında Halil İbrahim Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Şevki Yılmaz ve benzerleri gibi TSK'ya karşı edepsizleşmişler miydi de asıldılar? O zaman geçmişte solun çok çok daha seviyeli, anlamlı, özlü ve son derece haklı eleş-tiri ve önerilerine karşı niçin o denli gaddar olunabildi? Emekli olduktan sonra son derece şaibeli yönetim kurulu koltuklarını peşin peşin garantileyebilmek için mi?..

(...) Eski Hava Kuvvetleri Komutanı İlhan Kılıç'ın, POAŞ'ın özelleştirilmesi ile ilgili olarak «özelleştirilecekse biz de payımızı isteriz» dediğini, şu andaki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun, son olarak uygulamaya konan ekonomik istikrar programı için «sonuna kadar destekliyoruz» dediğini biliyoruz; sadece bu iki ifadenin bile Atatürkçülükten, en azından ikmale kalmak için yeterli olduğu kanısındayız. Üstelik bunları söyleyenler, yapılmak istenen ayrımın vurgulamaya çalıştığı üzere 12 Mart veya 12 Eylül'ün «kötü» (!) generalleri değildir. Bunların, yani tam bağımsızlıktan, halkçılıktan verilen ödünlerin ve yoksulluğun Kürdizmi ve İslamizmi şımartan unsurların en önemlileri olduğuna, sadece laikliğin korunma-sını bile son derece güçleştirdiğine inandığımız için, tek başına 28 Şubat'ın sınıf geçmeye yetmeyeceğini düşünüyoruz.»

Evet, tekrarlayalım: tarih Haziran 2000. Altı ay eksiğiyle tam on yıl öncesi. Ama, birkaç kişi ve kurum adı dışında hiçbir şey ama kesinlikle hiçbir şey değişmemiş. Yani iyiye doğru değişmemiş; yoksa kötüye, çok kötüye doğru sürat koşusu yaptığı apaçık.

Ankara'daki Kara Harp Okulu'nda her yıl düzenlenen rutin törenlerden birinde, yoklama yapılır ve sıra Mustafa Kemal'in numarasına gelince bütün öğrenciler ayağa kalkıp hep birlikte haykırırlar:

«- İÇİMİZDE!..»

12 Mart döneminde Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi'nin ceberut yüzbaşılarından biri son derece zekice ve dürüst bir laf etmiş; aslında Atatürk sonrasında Atatürk'ün değerlendirilişinin ve buna bağlı pek çok şeyin çok özlü bir özeti:

«- Atatürk yaşasaydı o da burada olurdu!..»

Yani «devletin temeline dinamit koyduğu» öne sürülen solcu komünist (!) Mümtaz Soysalların, Uğur Mumcuların yanında...

Soru: Atatürk «İÇİMİZDE!..» mi, yoksa o zaman Mamak Askeri tutukevinde, bugün Silivri sanığı olarak Hasdal Askeri Cezaevinde mi?

Yukarıdaki alıntıyı, «yaaa bakın ben on yıl öncesinden bugünü görmüşüm» diye övünmek, sevinmek için yapmadık. Çünkü bu sevinilecek değil, çok üzücü bir manzara. Ama «sosyal bilimlerde laboratuar olmaz» diyenler yanlış yapar; onun laboratuarı hayatın ta kendisidir; bizatihi tarihtir. Ne demişiz 10 yıl önce:

« Türk insanı, kendi çekirdek ulusal kurumlarından biri olarak TSK'yı bu kadar savunmak durumunda kalmamalıydı. Veya tersinden söyleyelim: zaten manda'ya, satılmışlığa bu kadar teşne olanlar, Atatürk'ün Ordusu'nu böylesine itip kakamamalı, onunla bu denli yüz-göz olmamalıydı.»

Ve demişiz ki; TSK, sermayenin hit-manliğine soyunmuş, Atatürkçülükten sınıfta kalmıştır. Ve sormuşuz:

«Emekli olduktan sonra son derece şaibeli yönetim kurulu koltuklarını peşin peşin garantileyebilmek için mi?..»

Kemal Paşamla Suna Hocam kızmakta çok haklı. Çünkü Kemal Paşam, yani Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, en azından o günlerde Koç Holding danışmanıydı. Zamanın genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu, özelleştirildikten sonra batan Sümerbank'ın yönetim kurulu üyelerinden birinin eski MİT müsteşarı Teoman koman olduğu anlaşılınca, emekli generaller için genelkurmayda danışmanlık niteliğinde özel bir birim oluşturulması önerisini getirmek zorunda kalmıştı.

12 Mart'ın, 12 Eylül'ün sıkıyönetim mahkemeleri, gizli karargahları, Uğur Mumcu'nun deyimiyle dağ gibi delikanlıları ya idam sehpalarında, ya işkence masalarında helak ettiler. Sonra, yedek subay olması gerekirken sırf solcu olduğu için sakıncalı piyade yapılan dağ gibi Uğur Mumcu da yok edildi.

Niye? Solculuk, sermaye karşıtlığı idi; öyleyse solcular yok edilmeli idi de ondan

Peki sermayeyi savunmak Ordu'nun işi miydi? Bu uğurda dağ gibi delikanlıları yok etmek Ordu'nun işi mi idi?

Şimdi bakın manzaraya: TSK'nın uğruna dağ gibi delikanlıları, hatta bir koca nesli yok ettiği sermaye; sahip çıkılmaya en çok muhtaç olduğu bir dönemde, bırakınız sahip çıkmayı, TSK için ağzını açıp tek kelime savunma sözü edebiliyor mu?

Nasıl etsin?!?.. O önce kendi poposunu kurtarma derdinde. Korkusundan kendi TÜSİAD'ına bile başkan bulabilmek için kan ter içinde kaldı. Kendi Aydın Doğan'ını, Arzuhan Doğan'ını bile kurtların önünde yapayalnız bıraktı. Sattı yani... TSK'ya mı sahip çıkacak!!!..

Ve çok daha önemlisi...

Seferberlik Tetkik Dairesi'nin her türlü ödeneğini Amerika'dan aldığı, bundan Türk hükümetlerinin bile haberinin olmadığı, yani Gladyo-Kontrgerilla olduğu dönemde, Amerikan talimatlarıyla, Amerika'nın bir dediğini iki etmeyerek yediği her nane bugün önüne, sanki o talimatları Amerika vermemiş gibi, üstelik yine aynı Amerika tarafından fatura olarak, kozmik baskın olarak, tutuklama olarak, yargılanma olarak, Silivri olarak konuveriyor!.. Siz sahnede Führer Recep'in, Gobels Bülent'in göründüğüne bakmayın. Dün nasıl bizatihi TSK tetikçi olarak değerlendirilmişse bugün de onlar tetikçi olarak değerlendiriliyor. Tek farkla: 30-40-50 yıl önce TSK sola karşı iç ve dış sermayenin ve hepsinin ağa babası Amerika'nın tetikçisi idi; şimdi Führer Recep'le Gobels Bülent bizatihi TSK'ya karşı yine aynı Amerika'nın tetikçisi.

Çok önemli bir fark daha var: Führer'le Gobelsgiller siyasetçi; iktidardan ayrılmamak istiyorlar; bunun için de Amerika ne derse uymak gerektiğini düşünüyorlar. Peki 30-40-50 yıl öncenin TSK'sı veya Seferberlik Tetkik Dairesi hangi gerekçeyle Amerika ne derse uymuştu? Sermayeyi, parayı koruma dışında!?..

Peki niye bu böyle? Niye Amerika şimdi bizzat TSK'yı Ziverbey Köşkü, Otağ-ı Hümayun işkencesine tabi tutuyor?

Çok açık aslında. Gizlemeye bile gerek duymuyor. Ama biz söylemeyelim. Führer'le Gobels'in maaşlı yazıcılarından mesela damat Herr Dağı söylesin:

«Amerika'dan, NATO'dan, Batı'dan soğumuş, yüzünü Avrasya'ya dönmüş, daha da önemlisi bağımsızlık damarı kabarmış bir TSK'yı ABD'nin, NATO'nun, Batı'nın hazmetmesi mümkün değildir...»

İşte o kadar!!!... Yani mesele demokrasi, insan hakları mavraları değilmiş!

Üstelik, Özel Kuvvetler Komutanlığı veya Seferberlik Bölge Başkanlığı bizatihi TSK; TSK bizatihi Türkiye demek. Yani ABD'nin, NATO'nun, Batı'nın asıl istemediği ise böyle bir Türkiye'dir... Yani kod adı «operasyon Türkiye» dir.

Şimdi ben ne yapayım?!.. Neye yanayım?

40 yıl önce idam sehpalarında, Ziver Bey işkence hanelerinde, hayın pusularda devrilip giden, necip halkımın da ne yazık ki önemli ölçüde unutup gittiği dağ gibi delikanlılarıma, genç kızlarıma mı... Yoksa bugün, onur namlusunu en azından şimdilik kendi alnına dayayıp birer birer devrilen, ciğeri beş para etmez Silivri Divanı Nemrut Müddeiumumilerinin aptal, aşağılayıcı soruları karşısında sahipsiz, kimsesiz ezilip giden gencecik subaylarıma, yani kendi Orduma mı!..

AH İLKER PAŞAM AH!...

Bak senin eski komutanların, seleflerin o caaaanım Uğur'u (Mumcu) sakıncalı piyade yapınca, bugün senin ve senin şahsında koskoca Türk ordusunun sakıncalı piyadelikten de alt rütbe muamelesi görmesine ne sen mani olabiliyorsun, ne de tüm çabamıza, kahrolmamıza rağmen biz! Yani Millet!!!...

Senin eski komutanların, seleflerin Uğur Mumcu'nun yok edilmesine mani olamayınca, onun yerine kala kala, 12 Eylül'ün parlak genel sekreteri Haydar Saltık'ın, kırmızı kravatına bile göstere göstere gıcık olduğu Hasan Cemaller ve benzerleri kalıyor. Ne demişti Koca Şair Atilla İlhan:

ELSİZ AYAKSIZ BİR YEŞİL YILAN

YAPTIKLARINI YIKIYORLAR MUSTAFA KEMAL

HANİ BİR VAKİTLER KUBİLAY'I KESTİLER

SEN BUYURDUN KESENLERİ ASTILAR

SEN UYUDUN ASILANLAR DİRİLDİ

MUSTAFA'M, MUSTAFA KEMAL'İM

Müsaade et Paşam, ben de diyeyim ki...

Uğur'lar, Deniz'ler, nice dağ gibi değerler yok edildi; hiçbirinin ağzından düşmezdi Mustafa Kemal. Hiçbirinin rejimle, yani cumhuriyetle, Mustafa Kemal'le, tam bağımsızlıkla hiçbir derdi yoktu Paşam. Onların derdi «SİSTEM» di; kapitalist sistem... EMPERYALİZM idi Paşam... Senin komutanların, seleflerin buyruklara uydu, yani uyudu, o dağlar kesildi... Kubilay gibi... Biçildi... Gök başak gibi Paşam!..

Mustafa Kemal'in buyruğuyla kesilenler, işte o zaman ve onun için dirildi Paşam!!!

Şimdi aşçısıyla, elektrikçisiyle, teğmeniyle, yarbayıyla, generaliyle koca Ordu'yu, hatta seni kesmeye kast etmiş o dirilenler. Amerika öyle buyuruyor Paşam!!

Artık günümüzün Uğurlarının, Denizlerinin kesilmeyi beklediği Silivri'nin bile pabucu dama atıldı; artık sıra sizde, kalpte, beyinde Paşam!..

Madem ki Amerika'ya sırtınızı döndünüz; madem ki artık Amerika'ya sırt dönülmesi gerektiğini savunan Uğurlarla, Denizlerle...

Hatta tam bağımsızlık dersini yeniden hatırlayıp «tam bağımsızlık benim karakterimdir» diyen o gök gözlü adamla, Mustafa Kemal'le aynı noktaya geldiniz...

Hatta...

Sıra Mustafa Kemal'dedir Paşam!

Amerika'nın Türkiye'deki özel kuvveti olduğunuz zaman iyiydi; ama yeniden Mustafa Kemal'in askeri oluncaaa...

Hem... Aynı Amerika ne Şahlar, ne Saddamlar, ne Markoslar vb., yedi; bilmez değilsiniz. Üstelik onlar sonuna kadar Amerika'nın kendi ülkelerindeki özel kuvveti olmaya devam ettikleri gibi, hiçbir zaman bir Mustafa Kemal askeri de olmamışlardı.

Demek ki neymiş? Mustafa Kemal'in askeri olmak kolay değilmiş!!.. Hele bir zamanlar Amerika'nın özel kuvveti olunca...

Demek ki, «tam bağımsızlık» her zaman, kesintisiz karakter olmalıymış Paşam.

Demek ki, Amerika uğruna, sermaye uğruna kendi dağ gibi delikanlılarımızı kesmemeliymişiz, birbirine kırdırmamalıymışız Paşam.

Ali TARTANOĞLU - 

..