ULUSLARARASI TERORİZM İLE MÜCADELEDE DE HUKUK İLKELERİNİN ETKİSİ: İNGİLTERE ÖRNEĞİ, BÖLÜM 11
2.2.3. Avrupa Konseyi’nin Yaptığı Düzenlemeler
Avrupa Konseyi, Avrupa’nın demokratik vicdanını oluşturan bir kurumdur. 1949’da kurulan Konsey’in başlıca hedefi, Avrupa ulus ve vatandaşlarının vakarını, temel değer olan demokrasiye, insan haklarına ve yasa düzenine saygıyı sağlamak yolu ile güvence altına almak; bir Avrupa kimliği bilincini teşvik ederek ve farklı kültürlerden gelen insanlar arasında karşılıklı anlayışı geliştirmek olmuştur. Bu temel değerleri korumaya ve işlevselleştirmeyi amaçlayan Avrupa Konseyi’ne üye 47 devlet yaklaşık olarak 800 milyon insanı temsil etmektedir.
Avrupa Konseyi insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü üzerine inşa edilen ‘demokratik güvenliğin’ koruyucusudur. Demokratik güvenlik, askeri güvenliğin tamamlanmasında gerekli bir unsur ve Avrupa’nın istikrar ve barışı için ise bir ön koşul olarak kabul edilmiştir. 1997’de Strasbourg’da düzenlenen zirvede ise Avrupa Konsey’inin demokrasi ve insan hakları, sosyal uyum, kültürel çeşitlilik, vatandaşların ve kültürel değerlerin güvenliği (korunması) olmak üzere dört alanda bir eylem planı kabul etmiştir.
Avrupa Konseyi insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulcu demokrasiyi savunmak ve bu üç temel değere karşı olan terörle mücadele etmek için 1970’den beri faaliyetlerini yürütmektedir. Avrupa Konseyi’nin terörle mücadele alanında uluslararası hukuku ilgilendiren en önemli çalışması 1977 yılında imzalanarak, 1978yılında yürürlüğe giren “Terörizmin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi”dir.
Avrupa Konseyi’nin terörizmle mücadele stratejisi üç temel sacayağına oturtulmuştur.
Bunlar şu şekilde sıralanabilir:
Teröre karşı yasal işlemlerin kuvvetlendirilmesi,
Temel değerlerin teminat altına alınması,
Terörizmin sebeplerine yönelmek.
Görüldüğü gibi Avrupa Konseyi yıllardan beri terörle mücadelenin nasıl olması gerektiği konusunda ulusal hükümetlere ışık tutmuştur. Fakat özellikle 11 Eylül saldırıları ve sonrasında yaşanan İstanbul, Madrid, Londra saldırıları gibi artçı saldırılar sonrası ise daha aktif bir rol üstlenmeye gayret etmiştir.
Bu sebeple Konsey ilk olarak 11 Temmuz 2002 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından kabul edilen “İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkında İlkeler” adlı bir hukuk metni yayınlamıştır. Bu metin insan hakları ve terörle mücadele konusunda hazırlanmış ilk uluslararası hukuk metni olarak kabul edilmektedir. Bu metinde 11 Eylül saldırıları ardından terörle mücadelenin en büyük siyasi öncelik haline geldiği belirtildikten sonra yapılan saldırıların temel insan hakları değerlerine, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne indirilen bir darbe olarak algılandığı ortaya konmuştur. Teröre verilecek cevapta yasal cephanelerin ve kuvvetin kullanılmasının bir gereklilik olduğunun teyit edildiği raporda, bu kuvvet kullanımının devletin koruması gereken temel değerleri riske atmayacak bir dozda yapılmasının önemi vurgulanmıştır. İnsan haklarının gözetilmesi ihtiyacının hiçbir şart altında terörle etkili bir şekilde mücadele etmeyi engellemeyeceği üzerinde durulmuştur. Aksi takdirde devletlerin verdiği tepkisel cevapların, terörün demokrasi ve hukukun üstünlüğüne karşı kurduğu tuzağa düşmesi anlamına geleceği belirtilmiştir. Akabinde ise devletlerin yapması gereken ve terörle mücadele için gerekli olan siyasi suçların iadesi, işkence yasağı, keyfi muamele yasağı gibi bazı düzenlemelere değinilmiştir.
İkinci olarak daha da belirginleşen terör tehdidine karşı yeni ve daha kapsamlı bir terör sözleşmesi yapılması gereğini hisseden Avrupa Konseyi, Terörizm Uzmanlar Komitesi (CODEXTER – Commitee of Experts on Terrorizm) tarafından 2005 yılında bir sözleşmeyi onaylanmak üzere ülkelere sunmuştur. Terörizmin Önlenmesine İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi 1 Haziran 2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, kışkırtma, adam toplama ve eğitme (cürüm amaçlı) gibi bir takım suçları cürüm olarak belirlemektedir. Ayrıca terörizmin engellenmesi amacıyla iade ve karşılıklı dayanışma konularında mevcut antlaşmaların yeniden düzenlenmesiyle uluslararası işbirliğini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu sözleşmede de insan hakları ve diğer temel ilkelerin terörle mücadele uğruna feda edilemeyeceği yinelenmiş ve terör suçunun hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağına değinilmiştir. Tüm devletlerin terör suçunu önleme, önleyemedikleri durumlarda da kovuşturma ve suçun ağırlığı ile uyumlu cezalar verme yükümlülüklerinin olduğu belirtilmiştir. Fakat cezalandırma önlemlerinin, hedeflenen meşru amaçlara ve bunların demokratik bir toplumda gerekliliği ölçüsünde olmasının ve yargısız infazın, ayrımcılığın ve ırkçı davranışların dışlanmasının öneminin altı çizilmiştir.
Avrupa Konseyi’nin altını çizdiği bir diğer önemli nokta ise, özellikle Madrid ve Londra saldırılarına atıfta bulunularak; Avrupa kıtasında yapılan en ciddi saldırıların dış kaynaklı düşmanlar tarafından değil Avrupa’da yaşayan, çalışan ve ailelerini geçindiren kişiler tarafından yapıldığının vurgulanmasıdır. Bu sebeple teröristleri ve terörist ağ bağlantılarını takip etmek ve engellemek için yollar aranması ve hükümetlerin bir takım kişi ve grupların köktenciliğe ve terörizme niçin yöneldiğini anlamak için kendi toplumlarını da kapsayacak şekilde araştırma yapılması istenmiştir.
3. 11 Eylül Saldırıları Çerçevesinde Yapılan Düzenlemelerin Uluslararası Terörizmle Mücadeleye Etkileri
11 Eylül saldırıları sonrası dünya yaşadığı şokun etkisinden çıkabilmek için tepkisel bir mücadele sürecine girmiştir. Normalde ulusal düzeyde yapılan terörle mücadele operasyonları ilk defa ulusal sınırları aşmış ve Irak, Afganistan operasyonları yapılmıştır. Bunun yanı sıra, devletler ulusal anlamda da yeni terörle mücadele stratejilerini yoğun terör riski bağlamında değiştirmiştir.
Fakat dünya genelinde yapılan değişiklikler güvenlik sebebiyle özgürlüğün reddi şeklinde meydana gelmiştir. Yapılan ulusal düzenlemeler vatandaşların özgürlük alanını kısıtlamış, olağan yaşam sürecini sekteye uğratmış, vatandaşlar üzerindeki baskı unsuru artırmıştır. Bu şekilde yapılan düzenlemeler ise insanlara güven hissi vermek yerine, terörün doğasına uygun olarak ne zaman nereden geleceği belli olmayan bir saldırı tehdidine karşı devamlı tetikte olmasının gerektiği bilincini dayatmıştır. Bu da insanların dayanma eşiğini aşarak yabancı düşmanlığını hatta Müslüman karşıtlığını körükleyecek şekilde tepki vermesine neden olmuş ve toplumsal uzlaşmaya derin bir yara açmıştır. Bu şekilde devletlerin aslında teröristlerin istediği şekilde kendilerine cevap verdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Uluslararası arenada ise ABD’ye yapılan saldırılar sonrası uluslararası toplum hızlı bir şekilde cevap verme telaşı içine girmiştir. Yapılan saldırılar karşısında ABD’nin sert tutumuna tüm dünyadan destek geldiği gözden kaçmamıştır. Uluslararası toplumu düzenleyen en etkin kurumlar ABD’ye desteklerini acele bir şekilde açıklamıştır. Uluslararası toplum ve kamuoyunun desteği ile girişilen Afganistan operasyonuna, devletler düzeyinde büyük bir maddi katılım da sağlanmıştır. Fakat ABD’nin daha sonra uluslararası meşruiyeti aramak yerine kendi politik kararlarını uluslararası topluma dayatması, tepkilerin yeniden ABD’ye yönelmesine sebep olmuştur. Uluslararası terörizm ile mücadelenin vazgeçilmez bir unsuru olan uluslararası işbirliğinin kurumsal olarak ilerlemesi yönünde 11 Eylül saldırıları ardından doğan umut; ABD’nin tek taraflı politikaları, sürekli olarak “ya bizimlesiniz, ya onlardan”, “tek başımıza da olsa bu savaşı yapacağız” gibi cümleleri kullanması ve son olarak kendi toplumu dahil kimseyi ikna edemeden giriştiği Irak operasyonu ile son bulmuştur.
Uluslararası kurumların yayınlamakta geç kaldığı düzenlemeler, yaptırım gücü olmadığı için BM gibi köklü kurumların dahil meşruiyetinin kalmadığını gündeme getirmiştir. Kısacası 11 Eylül saldırılarının hemen sonrası terörizme karşı ortak duruşa destek ve sempati duyulan ortamdan yaralanarak, terörizme karşı bu ortak duygu ile hareket etmek yerine, tek başına harekete geçmiş ve 11 Eylül saldırı ardından El – Kaide ve Taliban’a karşı askeri bir zafer olarak düşünülebilecek ne varsa ABD’nin yaşadığı bu ikilem sonrası ters yüz olmuştur. Afganistan operasyonu sonucu; Usame Bin Ladin ve El – Kaide terör örgütünün Afganistan içerisinde ve dışarısında artık hiçbir eylem yapamayacağını belirterek, yapabilecekleri tek şeyin kaçmak ve saklanmak olabileceğini ve operasyon yapma kabiliyetinde ve pozisyonunda olmadıklarını belirten ABD, uygulamış olduğu politika ve eylemlerle tekrar bahse konu terör örgütüne yeterli propagandayı yapacak malzeme ve güç vermiştir. Bunun sonucunda ise EL – Kaide İstanbul, Madrid ve Londra’da kanlı eylemler gerçekleştirmiş, Afganistan’da ise tekrar savaşmak zorunda kalmıştır.
Görüldüğü gibi 11 Eylül sürecinde görevde olan siyasi iktidarlar terörü yenebilecek ve teröre karşı üstünlüğü sağlayabilecek durumda iken, uyguladığı yanlış ve ben merkezli politikalar ile bitme noktasına gelen terörü yeniden canlandırarak, kanlı eylemler yapabilecek pozisyona getirmiştir. Ulusal düzeyde de korku ortamına karşı bir şeyler yapma gereksinimine giren ve toplumsal baskının da rolü ile yapılan düzenlemeler ise Batı genelinde yabancı düşmanlığının artması sonucu doğurmuştur.
Fakat özellikle Irak saldırıları sonrası gelişmekte olan süreç ise yapılan hataların tekrar gözden geçirilmesi üzerine kuruludur demek yanlış olmayacaktır. Özellikle 11 Eylül sonrası meydana gelen ilk şoku atlatan Uluslararası Kuruluşlar, Afganistan ve Irak operasyonlarında yapılan yanlış uygulamalar ve ulusal manada yapılan düzenlemelerin yol açtığı haksız fiillere karşı tepki göstermeye başlamıştır. Yaptığı düzenlemeler ile tekrar hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları temelli eylemlerin önemi her geçen gün daha fazla vurgulamaya başlamıştır. Bu şekilde hareket eden uluslararası kuruluşların tavrı, tahrip olan toplumu da harekete geçirmiş ve siyasi iktidarları tekrar hukuki meşruluğu olan düzenlemeler yapmaya itmiştir. Bu değişimde yenilenen siyasi iktidarların anlayışları da etkin olmuştur.
İspanya’da meydana gelen Madrid saldırıları sonucu, tepkisel bir cevaba girişmek yerine yeni iktidara gelen hükümet temel hukuk ilkeleri temelinde bir strateji izlemiştir. Uluslararası arenaya taşıdıkları bu stratejileri kamuoyunun da desteğini alarak dünya genelinde kabul görmüştür. BM çatısı altında oluşturulan Medeniyetler İttifakı Projesi uluslararası düzeyde yabancı düşmanlığını ve ötekileştirmeyi en aza indirmeyi amaç edinmiştir. Ulusal düzeyde de İspanya, terörle mücadelede Madrid saldırıları sonrası bile bu bilincini korumuş ve hiçbir yabancıya karşı güvenlik güçleri veya halk tarafından bir baskı yapılmamıştır (Madrid saldırılarını gerçekleştiren grubun çoğu Faslıdır. Bu süreç içerisinde Faslılara karşı bile herhangi bir tepki oluşmamıştır). Terörist ve terörizm ile mücadeleyi çok iyi dengeleyen İspanya örneği, bu yönüyle tüm dünyaya bir ders niteliğindedir.
ABD’de de iktidara gelen Obama yönetimi, eski yanlışlarının üzerini örtmek ve tekrar uluslararası toplum ile işbirliğine girmek için ulusal ve uluslararası politikalarını gözden geçirmiştir. 2009 tarihli Mısır ziyaretinde Obama, Müslümanlarla ABD arasında karşılıklı saygı ve ortak çıkara dayanan yeni bir başlangıç için Kahire'ye geldiğini ifade etmiştir. “İlişkilerimiz, farklılıklarımızla tanımlandığı sürece barıştan ziyade nefret tohumları ekenlerin eline güç verilmiş olur”; “Olmasını istediğimiz dünya için birlikte hareket etme sorumluluğumuz var”; “Amerikalılar, insanların daha iyi bir yaşama sahip olmaları için, dünya genelinde İslam dünyasındaki kişilerle, hükümetlerle, organizasyonlarla, dini liderlerle ve iş adamlarıyla ortak çalışmaya hazırdır” gibi cümleleri ile bundan sonraki dönem için eski politikaları bir kenara bırakarak, her din ve devlet ile ortaklaşa politikalar içerisine gireceğinin sinyallerini vermiştir.
Obama, yine Kahire konuşmasında terörle mücadele ile ilgili olarak 11 Eylül’ün, ülkeleri için çok büyük bir travma olduğunu ve bu sebeple ateşlenen endişe ve öfkenin anlaşılabilir olduğunu, ancak bazı durumlarda ideallerine aykırı hareket ettiklerini kabul ederek; bir anlamda yapılan hataları da kabullenmiştir. Ayrıca radikal ögelere karşı sadece askeri güçle kesin bir zafer elde edilemeyeceğini söyleyen Obama, dünya dengesinin üstünlük değil, ortaklık üzerine kurulabileceğini belirtmiştir. Obama 11 Eylül saldırılarının 10. yıldönümünde yaptığı konuşmada da ortaklığa vurgu yaparak “El Kaide’ye karşı Müslümanlarla birleştik. Usame Bin Ladin’i saf dışı bıraktık ve El Kaide’yi yenilgi yoluna soktuk. Dostlarımız ve ortaklarımızla bu mücadelede kaybedilenleri anmada birleştik” demiştir.
Tüm bu gelişmelere rağmen uluslararası toplumun kat edeceği çok yol vardır. En ileri düzeyde demokrasiyi yakalamış ülkelerde bile artan milliyetçilik dolayısıyla ötekileştirme güdüsü, çözümü daha doğrusu çözümsüzlüğü silahlı mücadelede arayan gruplara propaganda malzemesi vermeye devam edecektir. Terörün asla insanların tarihinden silinemeyeceği, gelecekte de terörist saldırılarla sarsılacağımız bilinse de, toplumsal dayanışma bu saldırıların etki gücünü ve teröristlerin güçlenmesini sekteye uğratacaktır.
III. BÖLÜM
İNGİLTERE’NİN TERÖRLE MÜCADELE POLİTİKALARI
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren İrlanda sorunu ile başlayan tarihsel süreçte İngiltere daha çok ayrılıkçı bir terör örgütü olan İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (Irısh Repuclican Army - IRA) ile mücadele etmiştir. Ancak 11 Eylül 2011 tarihinde ABD’de EL – Kaide terör örgütü tarafından düzenlenen ve terörizm tarihine en sofistike saldırı olarak geçen eylemelerle birlikte İngiltere’de de dini istismar eden ve dini referans aldığını iddia eden radikal gruplar, ülke ve ülke dışında yaşayan İngiliz vatandaşları ile İngiltere çıkarlarına karşı tehdit oluşturan en önemli tehdit haline gelmiştir. İngiltere artık tehdit değerlendirmelerini IRA’dan çok EL – Kaide bağlantılı gruplar ve bu doğrultuda radikalleşme üzerine yapmaktadır.
Bu bölümde asıl üzerinde durulacak olan konu İngiltere’nin uluslararası terör örgütleri ile ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası yaptığı düzenlemeler olacaktır. Fakat İngiltere’nin uzun yıllar mücadele verdiği ayrılıkçı terör olarak tanımlayabileceğimiz IRA ile ilgili yapılan düzenlemeler, İngiltere’nin terörle mücadele deneyimini, tecrübesini ve kültürünü anlamamız açısından önemlidir. Bu sebeple, ilk olarak İngiltere’nin IRA’ ya karşı yaptığı mücadele özetlenmeye çalışılacak, daha sonra da 11 Eylül saldırıları sonrası önemi artan uluslararası terörle mücadele ile ilgili İngiltere’nin yaptığı düzenlemeler irdelenecektir.
1. İNGİTERE’NİN TERÖRLE MÜCADELE TECRÜBESİ
İngiltere, Kuzey İrlanda sorunu olarak adlandırabileceğimiz ayrılıkçı terör hareketleri ile yaklaşık 30 yıl çalkantılı ve sıkıntılı bir süreçte mücadele etmiştir. Bu süreçte ayrılıkçı terör örgütü IRA, ülkenin başlıca güvenlik sorunu olmuştur. 1969 yılında ağırlığını tam olarak göstermeye başlayan bu sorunun kökleri aslında on yıllar değil, yüzyıllar öncesine dayanmaktadır.
1.1. Kuzey İrlanda Sorununun Temelleri ve IRA’nın Kuruluşu
Kuzey İrlanda, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (İngiltere) bir parçası olup, İrlanda Adası’nın kuzey doğusunda yer almaktadır. Özellikle 16. yüzyıldan bu yana birlik ya da ayrılma sorunu, siyasal yaşamın ana maddesi olmuştur.
12. yüzyılda İngilizler bu adanın hakimiyetini ele geçirmeyi başarmışlar ve bu tarihten sonra İngilizler ada üzerinde bir baskı ortamı oluşturmuşlar ve İrlandalıların geleneksel kültürlerini yaşamalarını engellemişlerdir. İngilizlerin kontrolüne geçen adaya İngiliz göçmenleri gelmeye başlamış ve burada belli bir nüfus yoğunluğu oluşturmuşlardır. Bu dönemde İngiliz kralı VIII. Henry’nin kendisin ve boyunduruğu altında yaşayan insanların mezhebini bir gecede emir komuta zinciri altında değiştirmesi ise, adada yaşanan olayların bir mezhep savaşına dönüşmesine neden olan asıl etmendir. Çünkü bu tarihten sonra adanın yerli halkı Katolik mezhebine bağlı kalmış, adada yaşayan Normanlar ise krallarının buyruğu ile Protestanlığı kabul etmişlerdir. Bu durum yüzlerce yıl sürecek sorunların tohumlarını atmıştır. İrlandalıların yaşamlarında din faktörü bundan böyle her alanda etkili olmuştur. Bu topraklara yakın yaşayan diğer uluslar, ne zaman İngiltere ile savaşa girmek isteseler, ilk önce mezhepsel yakınlık kurarak adada yaşayan halkla birlikte hareket etmeye çalışmışlardır.
17. yüzyılda İrlandalıların Ulster Yerleşkelerinde bulunan topraklarına el konularak ve buralara İskoçya’dan gelen 150.000 ve İngiltere’den gelen 20.000 Protestan göçmen yerleştirilmiştir. 1609 yılında tarihte Ulster Plantasyonu olarak bilinen bu olay adanın bölünmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Böylece nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmasına karşın adadaki ekilebilir toprağın önemli bir kısmı Protestanların eline geçmiştir.
Adada varolan ayrılıkları perçinleyen diğer bir süreç ise İngiltere’de Meclis ve kral arasında yaşanan otorite savaşı olmuştur. Meclis yine bu tarihlerde krala karşı yetkilerini yükseltmek için güç savaşına girmiştir. Bir iç savaşa dönüşen bu süreçte Katolik halk kralın tarafında yer almıştır. Adaya da sıçrayan bu kıpırdanmalar, Protestanlara karşı bir iç savaşa dönüşmüştür. Yaklaşık on iki bin Protestan bu olaylar sırasında öldürülmüştür. Katolikler açısından ise felaket girişilen mücadelenin meclis taraftarları tarafından kazanılması ile başlamıştır. İç savaşı meclis kazanınca Meclis güçlerinin lideri Cromwell İrlanda’yı cezalandırmaya başlamıştır. 1650 yılına kadar yaklaşık olarak 100.000 İrlandalı köle olarak satılmış, 750.000 kişi ise öldürülmüştür. Bu dönemde oluşturulan yeni iskan politikaları ile Katoliklerin elinde çok az miktarda toprak kalmıştır. Öyle ki 17. Yüzyılın başlarında toprakların %60’ından fazlasını elinde bulunduran Katolik İrlandalıların yüzyılın sonlarına doğru toprakları %20’lere kadar düşmüştür. 18. yüzyılın ortalarına doğru ise bu oran %7’ye kadar gerilemiştir.
1685 yılında tahta II. James’in geçmiştir. Kendisini Katolik olarak adlandıran bu kralın tahta geçmesi ile adada yaşayan Katolik unsurların yönetimdeki eski ağırlıklarının kazanmasına yardımcı olmuş ve kendilerinden alınan toprakları tekrar Katoliklere vermek için çalışmalar yapmıştır. Fakat bu eylemleri Meclisin tepkisini çekmiş ve bu süreçte William of Orange’a krallık teklifi götürülmüştür. Bu gelişmeler üzerine ise II. James İrlanda’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Katolikler James’i çok iyi karşılamış hatta onun önderliğinde kurulan ordu Protestanların çoğunlukta olduğu bir Londonderyy bölgesini kuşatsa da William of Orange’ın Protestanlara olan yardım etmesi sebebi ile alınamamıştır. Boyne Savaşı’nda II. James’in mağlup edilmesi ile beraber adada Protestan egemenliği süreci başlamıştır. Bu tarihten itibaren Protestanlar, Katolik krala karşı kazandıkları zaferi ve bu zaferi getiren Orange düzenini her yıl kutlamaya başlamışlardır. Bu savaş adadaki Protestan varlığını güçlendirmiş ve Protestan azınlık karşısında ikincil duruma düşen Katolikler bağımsızlık hareketlerini başlatacak ortamı hazırlamıştır.
1700 – 1800 yıları arasında Katolikler değişik zamanlarda ayaklanmışlar ama başarılı olamamışlardır. Bununla beraber her ayaklanma ve karşılıklı çatışmalarda Protestan ve Katolikler arasındaki düşmanlık artmış ve iki grupta bu yıllarda silahlı örgütler kurmuşlardır. Tüm bu olaylar ve çatışmalar sonucunda ise İngiliz Parlamentosu 1800 yıllında çıkardığı bir kanunla İrlanda ile birleşmiştir. Ülkenin adı bundan sonra Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı olmuştur. Fakat bu durum tartışmalara yeni bir boyut eklemiştir. Protestanlar yasaya bağlılığı savunurken, Katolikler ise bağımsız İrlanda fikrini savunmuşlardır.
İngiltere’nin İrlanda üzerinde hakimiyetini güvence altına alması Katoliklerin ekonomik servetlerinin ellerinden alınmasına sebep olmuş ve adanın zenginlikleri Protestan unsurlar tarafından paylaşılırken, Katolikler sürekli bir yoksulluk içerisine düşmüşlerdir. 19.yüzyılın ortalarında İrlanda’da tüm sermaye ve tarımsal araziler Protestan azınlığın eline geçmiştir. Katolik unsurlara sanayi tesislerinde işçi olarak bile istihdamına izin verilmemiştir. Katoliklerin yoksulluk içerisinde olması ve adaya çok sonraları gelmiş olmalarına rağmen tüm zenginlikleri elinde bulunduran Protestanlara ve bu konumu elde etmelerini sağlayan İngilizlere karşı besledikleri düşmanlığın giderek artmasına sebep olmuştur.
Adadaki olayları tam olarak anlamak adına, 1800’lü yılların ortasında meydana gelen kıtlık süreci de etkili olmuştur. Meydana gelen kıtlıkta İngiltere hükümeti adada yaşayan halka yardım etmemesi de önemli bir yer tutmaktadır. Fakir Katoliklerin temel gıdası olan patatesin bir salgın hastalık yüzünden üretilememesi sonucu büyük bir kıtlık yaşanmış bu boşluğu sübvanse edilmiş mısır ile kapatmak isteyen İngilizler ise serbest piyasacı görüşler ve kamuoyunun olumsuz tepkisi nedeniyle bu yardımı da göndermemiştir. Bunun sonucu adada yaklaşık olarak bir milyon kişi ölmüş ve bir o kadar kişide ABD ve Avusturya’ya göç etmiştir.
ABD’ye göç eden İrlandalılar, 1857 yılında New York’ta İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği adı altında bir örgüt kurarak, İrlanda’nın özerk yönetimi için silahlı mücadelenin gerekliliğini savunmuşlardır. Bu örgüt kendilerine Fenianlar adını vermişlerdir. Fenianlar bir dizi terör eyleminde bulunmuş fakat İngiliz hükümetinin bu örgüte karşı aldığı sert tutumlar ve ABD’nin eylemleri dolayısıyla desteğini çekmesiyle güçsüzleşmiş ve nihayet yok olup gitmişlerdir. İrlandalılar bu dönemde siyasi yapılanma içerisine de girmişlerdir. 1891 yılında Katolik lider James Connoly tarafından İrlanda Cumhuriyetçi Sosyalist Partisi, 1905 yılında ise Sinn Fein partisi Arthur Griffith tarafından kurulmuştur. Bu tüp siyasi örgütler yanında silahlı milis grupları da kurulmaya başlanmıştır. 1913 tarihinde Protestanlar silahlı bir örgüt olan Ulster Gönüllü Birliğini, Katolikler ise İrlanda Gönüllüleri örgütünü kurmuşlardır.
İngiliz idaresine karşı başlatılan ‘1916 Paskalya Ayaklanması’ ise İrlanda tarihinde yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bu ayaklanmada beklenen kalabalık oluşturulamamış; bunun sonucunda ise İngilizler sert bir şekilde ayaklanmayı bastırmışlardır. Katolik 15 lider bu ayaklanmalar sonunda idam edilmiştir. Bu durum ve çeşitli tarihlerde meydana gelen ayaklanmalar, Katolik unsurların daha milliyetçi bir havaya girmelerine sebep olmuştur. Bu duygu yoğunluğu ile girilen İngiltere 1918 seçimlerinde ise Sinn Fein İngiliz parlamentosunda İrlanda’ya ayrılan 105 sandalyenin 73’ünü kazanmıştır. Bu süreç İrlanda gönüllülerinin IRA adı ile örgütlenmesinin de başlangıcı sayılmıştır.
Seçimlerden güçlü olarak çıkan Sinn Fein, Londra’nın yetkisini tanımadığı için milletvekillerini İngiliz Parlamentosuna göndermek yerine Dublin’de İrlandalılar için ayrı bir meclis oluşturmuştur. Dail Eirann in Dublin adı ile kurulan yeni meclis, tüm İrlandalılara bu meclisi tek ve meşru meclis olarak tanımaya çağırmıştır. Bu çağrıya 26 bölge uyarken, Ulster bölgesi olarak bilinen ve Protestanların çoğunlukta olduğu 9 bölge bu çağrıya katılmamıştır. 1920 yılında İrlanda Hükümeti Yasası adı altında bir yasa çıkartan Londra, güneyde Dublin’de, kuzeyde ise Belfast’a iki ayrı meclis kurma kararı almışlardır. 1921 yılında Dublin meclisi İngiltere’ye karşı savaş kararı almış ve İngiltere ile Sinn Fein arasında gerçekleşen görüşmeler sonucu oluşturulan Anglo – İrish Anlaşması ile Serbest İrlanda kurulmuştur. 1925 yılında kuzey ile sınırları belirlenen Serbest İrlanda, gelişen süreç içerisinde ilk olarak bağımsızlığını ilan etmiş ve Eire ismini almıştır. 1949 yılına gelindiğinde ise İrlanda Cumhuriyeti adını alarak, İngiliz uluslar topluluğundan ayrılmışlardır.
Bu gelişmeler yaşanırken IRA’da 1919 yılında Sinn Fein’i destekleme kararı almış ve 1920’lerle başlayan süreçte kentlere ağırlık vererek çok iyi bir şekilde örgütlenmiştir. Küçük gerilla grupları kurulmuş ve bunlar hücreler şeklinde örgütlendirilmiştir. Örgütlenmesini arttıran IRA, mali açıdan da güçlü bir konuma gelmeye başlamıştır.
İrlanda Cumhuriyeti ilk yıllarında bir iç savaş yaşamıştır. Bu iç savağında sonucunda IRA ve benzer örgütler yasa dışı ilan edilmiş ve takip eden yıllarda İrlanda Hükümetinin kesin otoritesini kurması ile silahlı kuvvetler içerisindeki IRA grupları dağıtılmıştır. Gelişen süreç içerisinde IRA 1949 yılında İrlanda Cumhuriyeti’ne karşı olan askeri faaliyetlerini durdurmuş, 1962 yılına gelindiğinde ise Belfast ve Dublin hükümetlerinin teröre karşı işbirliği yapmaları ile de IRA saldırı kampanyalarını kesmiştir. Aslında IRA, bu tarihe kadar etkin ve sürekli olmayan eylemler yapabilmiş ve aktif bir yapıda bulunamamıştır.
1922 – 1966 yılları arasında Kuzey İrlanda hükümetleri Katolik İrlandalıların haklarına kısıtlama getirirken bölgede bulunan Birlikçi Protestanların hakları da olumlu yönde arttırılmış ve geçen zamanda sosyal ve ekonomik anlamda iki grup arasında uçurum daha da büyümüştür. Siyasal haklarla ilgi olan ve temelinde barınma ve eğitim sorunlarının giderilmesine yönelik talepler olan gösteriler, zamanla Katolikler ve Protestanlar arasında eski anlaşmazlıkları su yüzüne çıkaran ve ayrışmaları derinleştiren gelişmelere dönüşmüştür. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında Dublin yönetiminin aksine İngiltere’ye destek veren Kuzey İrlanda yönetimi İngiltere tarafından ödüllendirilerek ekonomik açıdan desteklemiştir. Bu destek Kuzey yönetiminin iyice güçlenmesine sebep olmuştur. Fakat bu güçten Kuzey İrlanda yönetimi altında yaşayan Protestanların daha fazla yararlanması sonucu ise, aynı yönetim altında yaşayan Katolik ve Protestan halk arasındaki eşitsizlik daha da artmıştır. Kuzey İrlanda’da bu şekilde perçinlenen Protestan hakimiyeti, ekonomik olduğu kadar siyasi oluşumlarda ve polis birliklerinin kurulmasında da kendisini göstermiştir. Büyük çoğunluğu Protestan olan, Krallık Ulster Zabıta örgütüne polislik görevinin verilmesi ile Katolik halk politik olduğu kadar fiziki olarak da baskı altında tutulmuştur.
1960’ların sonuna gelindiğinde ise Kuzey İrlanda’da Sinn Fein ve IRA tarafından ‘Sivil Haklar Kampanyası’ başlatılmıştır. Katoliklerin şikayetlerinin bir ifadesi olarak başlayan bu kampanyanın amacı tüm Birleşik Krallık vatandaşları için eşit haklar sağlanması olmuştur. Fakat bu harekete İngiliz hükümeti baskıyla karşılık vermiş ve bu gelişmeler milliyetçi, ayrılıkçı hareketin tekrar can bulmasına ve harekete geçmesine yol açmıştır. 1962 yılında saldırı kampanyalarını kesen IRA, 1969 yılında bölgede yaşanan olumsuzluklar ve bunun doğurduğu baskı ve şiddet ile aktif hale gelerek adeta yeniden doğmuştur.
1.2. 1969 Olayları Sonrası IRA’nın Faaliyetleri ve İngiltere’nin Mücadele Stratejisi
Sivil haklar hareketini takiben Ekim 1968’de Katolik Protestanlar arasında başlayan çatışmalar IRA’nın saldırıları ve Ulster Savunma Birlikleri’nin karşı saldırıda bulunması ile şiddetin giderek artmasına sebep olmuştur. Bu aşamada Protestanların Katoliklerin haklarına dönük olarak başlattığı her eylemi, kendilerine tanınan imtiyazlar zarar göreceği için ret etmekte, bu sebeple de Kuzey İrlanda ve Londra yönetimlerine baskı yapmışlardır. Protestanların bu ayrıcalıklarından taviz vermek istememesi, bu amaca yönelmiş karşı terör uygulayan paramiliter örgütler oluşturmuşlardır. Ulster gönüllü birliği de bu örgütlenmelerden biridir.
Kuzey İrlanda’da tansiyon bu şekilde iki mezhep arasında yükselmeye başlamıştır. 1969 yılında ise Protestanlar, Katoliklere karşı kazandıkları Boyne Savaşı kutlamaları için her yıl düzenli olarak yaptıkları kutlama yürüyüşlerinde, Katolik mahallelerden geçerken taraflar arasında çatışmalar başlamıştır. Çatışmaların önlenemez duruma gelmesi üzerine İngiltere bölgeye asker sevk etmiştir. İngiltere’nin adadaki askeri varlığı 1969 yılında 3000 iken, 1970 yılında 13.000, 1972 yılında ise 21.000 olmuştur. Kuzey İrlanda polisinin %90’ının Protestan olmaları, çıkan olaylar sonrasında Katoliklere çok ağır ve şiddetli baskılar yapmalarını beraberinde getirmiştir. Bu yüzden İngiliz askerlerinin adaya gelişini Katolik toplum büyük bir sevinçle karşılamış fakat bu sevinç kısa sürmüştür. Çünkü İngiliz askerleri de Protestan halkı kayırarak şiddet hareketlerini Katoliklere karşı yöneltmiştir. Mezhepsel farklılıkların öne çıtlığı yönünde bir algılama yaratan bu olaylar, Kuzey İrlanda Katoliklerinin kendilerini koruyabilecek tek gücün IRA olduğuna inanmasına yol açmış ve bu tarihten itibaren ise İRA hem eylemsel olarak hem de eleman kazanma gibi örgütsel faaliyetler alanında hızlı bir büyüme yaşamıştır. Bu dönemlerde Bogside ve Short Strand mahallerindeki Protestan saldırılarına karşı, güvenlik güçlerinin Katolik halka yardım etmemesi ve IRA’nın tek başına buralara yönelen Protestan saldırılarını önlemede başarı elde etmesi bu durumu perçinlemiş ve halk arasında IRA’nın itibarı da gittikçe artmaya başlamıştır.
1970 yılı ise IRA için bir dönüm noktası olmuştur. IRA yönetimi Sinn Fein’in parlamentoyu boykot etme kararını kaldırarak mücadelesini parlamento içerisinde devam etmesini istemiştir. Fakat kuzeyli delegeler bunun ihanet anlamına geleceğini ve bunun IRA’nın yenilgisi olacağını belirtmişlerdir. Bu gelişmeler sonrası örgüt 1970 kongresinde kuzeyde PIRA (Provisional Irish Republican Army – Geçici IRA ), güneyde ise OIRA (Official Irısh Republican Army – Resmi IRA) adıyla ikiye bölünme kararı almıştır. Geçici olması düşünülen bu karar ise varlığını hala sürdürmektedir. Şu an hala IRA olarak anılan örgüt aslında PIRA’dır.
Şiddet eylemlerinin iyice artması ve kontrol edilemez duruma gelmesi sonucu ise İngiltere 1 Ağustos 1971 tarihinden geçerli olmak üzere Internment (alıkoyma) yasasını yürürlüğe koymuştur. Bu politika ile beraber yüzlerce kişi terör şüphesiyle gözaltına alınmıştır. Bu yasa Kuzey İrlanda’daki güvenlik güçlerine hakim kararı aramaksızın terör şüphesiyle yakaladıkları bir kişiyi alıkoyma hakkı vermiştir. Fakat bu uygulama hem içerik hem tarz olarak Katolik halkın tepkisini çekmiştir. Çünkü yasa alet edilerek güvenlik güçleri Katolikler üzerinde baskıyı arttırarak birçok Katolik’i tutuklamışlardır. Bu yasaya karşı yapılan gösteriler sırasında ise Londonderyy’de protestocular üzerine ateş açılması ise 13 göstericinin ölmesine sebep olmuştur. Kanlı Pazar olarak bilinen bu olay sonrasında ortam iyice gerilmiş ve IRA eylemlerini arttırmıştır. Bu olay sonrası IRA Katoliklerin kendilerini korumadaki en önemli enstrüman haline gelmiştir. Toplumsal destekleri ise bu sayede her geçen gün artmıştır. IRA 1973 yılından itibaren eylemlerini Kuzey İrlanda’dan İngiltere’ye taşımıştır. Burada 3’ü milletvekili olmak üzere 100’ün üzerinde insan öldürmüştür.
Londra hükümeti, genel olarak sorunun sosyal ve ekonomik yanından çok güvenlik yönüne ağırlık vermiştir. İnsan hakları ihlalleri keyfi tutuklamalar gibi durumlar 1973 ‘Olağan Üstü Hal Tedbirleri Yasası’ ve 1974 yılında yürürlüğe giren ‘Terörizmi Önleme Yasası’ baz alınarak yapılmıştır. Terörizmi Önleme Yasası geçici bir yasa olarak çıkarılmasına rağmen kalıcı bir hale gelmiştir. Yasa içişleri bakanlığına ve polise İngiltere’nin daha önce hiç alışık olmadığı şekilde geniş yetkilerle donatılmasını sağlamıştır. Çıkarılan bu yasa hükümlerince 1982 yılına kadar yapılan alıkoymaların neredeyse tamamına yakını hiçbir ceza görmeksizin serbest bırakılmıştır. Bu da yasasın asıl amacının sindirme ve baskı altına alma amaçlı kullanıldığının kanıtıdır. Sonuç olarak İngiltere bu uygulamadan dolayı ciddi eleştirilere maruz kalırken, geniş kitlelerden de sert tepkiler almıştır. 1976 yılında yasada yapılan değişiklikler ise sadece güvenlik güçlerinin işlerini kolaylaştırıcı günlük düzenlemeler olarak algılanmıştır.
IRA 1970’li yıllarda iki defa ateşkes ilan etmiştir. Bu süreçte İngiltere hükümeti IRA’nın üst kademesi ile bir dizi görüşmelerde bulunduysa da herhangi başarı elde edilememiştir. 1980’lerde de bir dizi siyasi görüşmeler yapılmış fakat iki tarafından çok ağır şartlar sürmesi üzerine bu görüşmelerden de beklenen fayda sağlanamamıştır.
Öte yandan Ira’nın bu dönemde siyasi mücadeleden uzaklaşması sebebiyle politik alanda doğan boşluğu Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve Birlik Partisi gibi oluşumlar doldurmaya başlamıştır. Bu partiler de Sinn Fein gibi İrlanda’nın bütün olarak özgürlüğünden yana olmuşlardır. Bu dönemde şiddet, s,şiddeti vahşet vahşeti doğurmuştur. Her ölüm taraflar için bir ibret meselesi değil, intikam gerekçesi haline gelmiştir. Hal böyle olunca karşılıklı çatışma ortamı iyice artmıştır. Şiddet olaylarına karşı durmak için Londra yönetimi siyasi etkin kılacak adımlar atmaya başlamıştır. İlk olarak 1974 yılında Sinn Fein’in yasaklı illegal durumu kaldırılmış ve legal bir hal almıştır.
1980’li yılarda da siyasi çözüm arayışları devam etmiş ve IRA örgütü politik süreçlere göre ateşkes ilan etmiştir. 1981’de Katolik bir İrlandalı olan Bobby Sands, cezaevi koşullarını protesto etmek amacı ile açlık grevine başlamıştır. Sinn Fein o günlerde İngiliz Parlamentosu’nda Kuzey İrlanda için ayrılmış bir sandalyenin boşalmasını fırsat bilerek Bobby Sands’ı seçimlere aday göstermiş ve milletvekilliğini kazanmasını sağlamıştır. Bobby Sands ise milletvekili olduğu halde açlık grevi sonucunda cezaevinde ölmüştür. Daha sonra Boby Sands ile beraber açlık grevine giren diğer 9 protestocu da hayatını kaybetmiş ve bu olay IRA ve Sinn Fein için müthiş bir propaganda hareketine dönüşmüştür. Bu olaydan sonra IRA öç almak için hızlı bir eylemsel süreç içerisine girmiş Sin Fein ise takip eden seçimlerde %15 oy alarak en büyük seçim zaferlerinden birine imza atmıştır.
İngiltere ise siyasi kararlılığına devam ederek 1985 yılında Anglo – Irısh Anlaşmasına imza atmış ve böylece İrlanda ve İngiltere’nin Kuzey İrlanda sorununa çözüm aramak için düzenli olarak siyasi, sosyal, güvenlik ve yasal konularda işbirliği yapılması ve görüş alış verişinde bulunulması konusunda anlaşmıştır.
İzleyen yıllarda IRA şiddet hareketlerini sürdürerek, İngiltere’yi pazarlık masasına oturtma hedefine yönelmeye devam etmiştir. Hatta 1991 yılında kabine toplantı halindeyken Başbakanlık konutu olan ve Downing Street 10 numara olarak bilinen binaya havan topu mermisi ile bir saldırı düzenlenmiş, saldırı çok ufak hesaplama hataları nedeniyle başarıya ulaşmamış ve ölen ya da yaralanan olmamıştır. 1992 yılından itibaren ise IRA kendisine hedef olarak İngiltere ekonomisi seçmiştir. Finans merkezlerine yapılan saldırılar boyunca ölü ve yaralıların yanında İngiltere 3 milyar dolardan fazla kayba uğramıştır.
1990 sonrası Dünya konjonktüründeki değişikler, Kuzey İrlanda sorununun çözümü konusunda İngilizler açısından değişikliğe gitmelerine neden olmuştur. Soğuk savaş döneminin sona ermesi ile Kuzey İrlanda stratejik önemini kaybetmiş, verilen teşvik ve askeri harcamalar Kuzey İrlanda sorununun çok maliyetli olduğunu göstermiş ve bölgeye ticari unsurların gelmesini engelleyen olayların devamı, İngiltere hükümetini çözüm bulma yoluna itmiştir.
İngiliz hükümeti bu süreçte Sinn Fein ve IRA ile gizli olarak barış görüşmeleri yapma yoluna gitmiştir. Barış görüşmelerinin ilk aşaması İngiliz ve İrlanda Hükümetleri arasında gerçekleştirilmiş ve her iki ülkenin başbakanları “Downing Street Deklarasyonu” adı verile bir uzlaşma metinini kamuoyuna aktarmışlardır. Deklarasyonda, çatışmaları sona erdirmek için Kuzey ve güney toplumlarının İrlanda geleneklerini dikkate alarak işbirliği ve anlaşma yapmalarının gereği üzerinde durulmuştur.
Bu dönemle birlikte IRA barış görüşmelerine destek olmak adına “Tamamıyla Silahsız Strateji” adında bir rapor hazırlamış ve 1994 yılında ateşkes ilan etmişlerdir. Sinn Fein de diyaloga hazır olduğunu belirtmek için “Barış İçin Bir Senaryo” ve “Barışa Doğru Bir Strateji” isminde iki bildiri yayınlamışlardır. Bu dönemde gizli görüşmeler devam etmiş fakat iki grubun birbirlerine karşı yönelttiği ağır şartlar neticesinde sonuç alınamamış ve 17 ay aradan sonra IRA eylemlerine geri dönmüştür. Bu süreçte İngiltere açısından iç politik kaygılarla barış için girişilen çalışmaları sekteye uğrattığı söylenebilir çünkü o dönem bazı oylamalarda İngiliz hükümeti Protestan Milletvekillerinin oylarına ihtiyaç duymaktaydılar.
IRA’nın şiddet vazgeçmemesi üzerine tekrar barış görüşmeleri yoluna giden İngiliz Hükümeti 1997 yılında ilk kez IRA, Kuzey İrlanda’daki Protestan gruplar ve İrlanda Hükümeti ile aynı masaya oturarak anlaşma yoluna gitmeye çalışmışlar ve ön şart olarak da silahların susmasını koşmuşlardır. Fakat olayı protesto eden Protestanların, süreci kesintiye uğratmak için girdikleri terör saldırıları ile Kuzey İrlandalı Protestan gruplar görüşmeden dışlanmıştır. Bunu izleyen süreçte bu defa IRA’nın silahlı eylem yapması IRA’nın da görüşmelerden dışlanması sonucunu doğurmuştur. Dönemin İngiltere Başbakanı Blair ise bu tarihlerde 150 yıl önce gerçekleşen “kıtlık” sırasında İngiltere’nin üzerine düşeni yapmadığını belirterek İrlanda halkından özür dilemiştir. Aynı zamanda Kanlı Pazar olarak bilinen olayların tekrar soruşturulması için yeni bir çalışma başlattığını açıklamış ve sürecin yumuşamasını sağlamıştır.
Barış görüşmeleri olumlu sonuçlar vermeye başlamış ve 10 Nisan 1998’de “Good Friday Anlaşması” iki hükümet tarafından imzalanmış ve güney ve kuzey bölgelerinde yapılan oylamalarla onanarak yürürlüğe girmiştir. Bu süreci baltalama girişimleri bir süre devam etse de IRA 2001 yılının ekim ayında silahsızlanma sürecini başlattığını duyurmuştur. IRA’nın silah bırakma sürecini denetleyen uluslararası bir komisyon olan Bağımsız Denetleme Komisyonu 25 Eylül 2005’te IRA’nın silah bıraktığını açıklamıştır.
Görüldüğü gibi Kuzey İrlanda çözümüne yönelik çabalar zaman içerisinde yol almıştır. Siyasal barış sürecini çok iyi takip eden İngiltere, özellikle Good Friday Anlaşması’ndan sonra IRA’yı eylemlerini ve taktiklerini gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. IRA’da özellikle yayılan şiddet karşıtı demokratik havadan dolayı tepki çekmemek için bu adımlara karşın pozitif karşılık vermiştir.
1 Haziran 2002 tarihinde Kanlı Cuma olaylarının 30. yıldönümünde ilk defa 1960 yılından itibaren terör olaylarında ölen insanların ailelerinden özür dilemiştir.
28 Temmuz 2005 yılında ise IRA, 1998 yılında imzalanan anlaşmadan bu yana Kuzey İrlanda’da uygulamaya konulan politikalar ve gelişmeler ışığında “silah bıraktığını, amaçlarını tamamen barışçıl metotlarla siyasal ve demokratik yollardan gerçekleştirmeye çalışacağını ve üyelerinde kesinlikle başka yollara başvurmamalarını” kamuoyuna duyurmuştur.
1.3. İngiltere’nin IRA’ya Karşı Yaptığı Mücadele Politikasının Değerlendirilmesi
Özellikle 1969 yılında başlayan olaylar aslında 30 yıl sürecek olan çalkantılı, şiddet dolu ve ilgili herkes için sıkıntılı bir döneminde başlangıcı olmuştur ki 1969 yılında başlayan olaylardan 1998 yılında hazırlanan Hayırlı Cuma ya da Belfast Anlaşması olarak anılan anlaşmaya kadarki dönem İngiltere tarafından “ Sıkıntılar Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu olaylar esnasında yaklaşık 3200 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında çok büyük mali kayıplarda yaşanmıştır.
İngiltere’nin 1970 yıllarında bu soruna salt güvenlik merkezli bakması ve baskıcı politikalarla bu sorunu, özüne inmeden halletmeye çalışması sorunun çözümünden ziyade daha fazla büyümesine sebep olmuştur. İngiliz devleti terörle mücadele konusunda oldukça sert ve acımasız davranmaktan çekinmemiştir. İngiltere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine en çok şikayet edilen devletlerden biri konumundadır. Gerçekten de yapılan yasal ve polisiye tedbirlere bakıldığında İngiltere terörle mücadele gerekçesiyle insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi demokratik hukuk devleti ilkelerini hiçe sayan bir dizi uygulamaya gitmiştir.
Özellikle 1969 – 1985 yılları arasında terörle mücadelede ordunun kullanımı, terörle mücadele görevinin askeri görev tanımlaması ile fazla uymaması sebebi ile büyük sıkıntılara yol açmıştır. Aslen ordu polis birliklerine yardımcı olmak adına adada görevlendirilmiş olsa da, ilk görevlendirildiği dönemde şehir merkezlerine yerleştirilmiştir. Kaçınılmaz olarak olaylara müdahale eden askerler ise, aşırı sert uygulamaları ile özellikle Katolik toplumun tepkisini çekmişler ve ayrım sürecini hızlandıran müdahalelerde bulunmuşlardır. bu durum aslında askerlerin mücadele alışkanlıkları bakımından normal bir süreçtir. Çünkü askerde etkin olan tanımlama düşman tanımlamasıdır ve yok etmeye yönelik hareket etmeye yönelik eğitim görmüşlerdir. Ayrıca çoğunluğu Protestanlardan kurulu olan polis gücü ise Katoliklere karşı tarihi mezhepsel kinden dolayı sert tutumlara yönelmişlerdir. Diğer bir deyişle polis ve güvenlik güçleri yaptıkları terörle mücadele operasyonlarında, mücadeleye taraf olmuşlardır.
İngiltere’nin bu dönemde uyguladığı yasal düzenlemeler de hukukun temel niteliklerini yok sayar nitelikte olmuştur. Bunlardan ilki 1974 yılında yürürlüğe giren Geçici Terörle Mücadele Yasası (Prevention of Terrorism Act - PTA) olmuştur. Yasa İrlandalılara karşı negatif duyguların ön plana çıktığı bir ortamda hazırlanmıştır. Bu yasalar geçici statüsü ile yürürlüğe girmiş olsa da 2000 yılına kadar küçük değişiklerle devam ettirilmiştir. Bu yasanın geçici olarak tanımlanmasının tek sebebi her yıl parlamento tarafından yeniden onaya sunulması zorunluluğundan ileri gelmektedir. 1974 yılında yürürlüğe giren bu yasanın en çok tartışılan ve eleştirilerde bulunulan kısmı ise hakimlerin juri olmaksızın kendi kararları ışığında karar vermelerine olanak sağlaması ve tutukluların mahkemeye çıkarılmadan 45 gün boyunca gözaltında tutulabilmesini sağlamış olmasıdır. Bu süreçte ayrıca Kuzey İrlanda işleri ile ilgili bakanın, bir şekilde terör eylemine karıştığına kanaat getirdiği kişiler hakkında geçici tutuklama kararı alabileceği ve bu tutuklama süresinin 28 gün süreceği kabul edilmiştir. Bakan adına bu görevi ise belirleyeceği yüksek komiser yürütmekte dir. Yine bu dönemde, sanığın itirafının delil yerine geçmesi, sanıkların sebep gösterilmeksizin veya yanlışlıkla tutuklanmaları mahkemelerce hukuksuz bir işlem sayılmamaktadır.
Yasa içişleri bakanlığına ve polise İngiltere’nin daha önce hiç alışık olmadığı şekilde geniş yetkilerle donatılmasını sağlamıştır. Çıkarılan bu yasa hükümlerince 1982 yılına kadar yapılan alıkoymaların neredeyse tamamına yakını hiçbir ceza görmeksizin serbest bırakılmıştır. Bu da yasasın asıl amacının sindirme ve baskı altına alma amaçlı kullanıldığının kanıtı olarak görülmüştür.
1974 yasası 2000 tarihine kadar bir dizi değişiklerle tekrar yürürlüğe girse de bu değişikler, yasanın lafzında herhangi bir değişiklik meydana getirecek düzeyde olmamıştır. 200 yılında ise bu yasa tamamen yeniden şekillendirilerek, günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kalıcı bir hal almıştır.
Diğer bir yasal düzenleme ise sadece Kuzey İrlanda sınırları içerisinde geçerli olan Kuzey İrlanda Olağanüstü Koşullar Yasası’dır. Bu yasa 1974’te yürürlüğe giren yasaya nispetle, iradeye daha fazla yetkiler tanımıştır. Bu kanuna göre polise şüpheli eve girmek ve arama yapmak, şüpheli araçları durdurmak, silah taşıdığından kuşku duyulan kişileri aramak, terör örgütü üyesi olduğundan şüphelenilen kişileri seyahat ve oturma özgürlüğünden alıkoymak gibi bir takım haklar verilmiştir.
İngilizler bu süreç içerisinde zaman zaman tansiyonu azaltıcı siyasi tedbirler alma yoluna gitse de, Protestanların kendi ayrıcalıklarının biteceği endişesi ile İngiltere’ye baskı yapmaları sonucu, iç politik kaygıları da gözeterek geri adım atmıştır. Fakat sonuçta özellikle 1985 yılından itibaren siyasi karalılık göstererek siyasi işbirliği ve sosyo – ekonomik politikalara yönelmeye başlamıştır.
Bu süreç inişli çıkışlı bir trend izlemiş ama sorunun çözümü için konsensüs oluşturmak amacıyla tarafları masaya oturtmayı başarabilmiştir. Bunu yaparken de İngiliz hükümeti, Kuzey İrlanda’daki uygulamalarla ilgili sayısız soruşturma, değerlendirme, analiz ve özeleştiri yapmış ve bunların neticesinde yanlış uygulamaları terk ederek önemli strateji ve politika değişikliklerine gitmiştir.
İlk olarak IRA tarafından sık sık propaganda malzemesi yapılan adadaki askeri varlığını azaltmıştır. Katolik halk üzerinde psikolojik baskı unsuru olan Ulster Kraliyet Polisinin adı, Kuzey İrlanda Polis Servisi olarak değiştirilmiş ve yapılan ilk alımlarda iki mezhepten de yarı yarıya polis teşkilatına alım yapılmıştır. Özellikle İrlanda Cumhuriyeti ile yaptığı terörle mücadelede işbirliği anlaşmaları, örgüte dönük mücadele adına verimli ve etkin olmuştur. Bununla birlikte iki ayrı toplumun var olduğu bir ortamda iki toplum arasında öfke kaynağı olan sosyo – ekonomik farklılıkları giderebilmek için kısa ve uzun vadede toplumsal entegrasyona yönelik çok önemli adımlar atılmıştır.
İngiltere hükümeti 1997 yılından itibaren Kuzey İrlanda’ya yönelik sosyal ve ekonomik politikalara ağırlık vererek özellikle eğitim, sağlık, konut edindirme, alt yapı ve şehir planlaması ve iyileştirmesi alanında önemli harcamalar yapmıştır. Kuzey
İrlanda' nın özellikle ekonomik bakımından dezavantajlı bölgelerinde yaşam kalitesini arttırmaya yönelik yapılan bu çalışmalar, bölgede yüzyıllara varan tarihi geçmişi bulunan farklı dini mezhepler arasındaki çatışma ve mücadelelerin hafifletilmesi ve uzun vadede iki farklı grubun entegrasyonunu hedeflemektedir. Kısa vadede ise Katolik ve Protestan grupları temsil ettiğini söyleyen şiddet yanlısı grupların toplumdan soyutlanması ve daha ılımlı söylemlerin bölgede etkinliğini amaçlamıştır. Bu politikalar özetle, mezhebe dayalı bölünme ve mücadelenin değil, paylaşmanın olduğu bir ortamı hedeflemektedir. Bu politikalar bir ölçü de başarılı da olmuş, iyileşme sürecinde yapılan provokatif eylemler iki toplum halkı tarafından da kınanarak bu tip eylemlere prim verilmeyeceği gösterilmiştir.
İngiltere, dünyada anayasacılığın, parlamentonun dolayısıyla demokratik hukuk devleti ilkelerinin ilk olarak hayata geçirildiği ülkedir. Bu konumu ile demokrasinin beşiği sayılmaktadır. Fakat özellikle IRA ile girdiği mücadele sırasında uyguladığı politikalar şaşkınlık yaratmış ve birçok uluslararası kuruluş ve kamuoyundan sert eleştiriler ve tepkiler almıştır. Tüm bu yanlış uygulamaların terörü engellemek yerine onu körüklediğini nihayet görebilen İngiltere sonunda demokratik ve sosyal iyileştirme işbirliği içerisinde bu sorunun üstesinden gelebilmiştir. Sonuç olarak İngilizlerin Kuzey İrlanda’daki deneyimi, “zeki, kapsamlı bir siyasal müdahalenin, katı polis ve askeri yöntemlerin kendi başlarına durduramadığı teröre nasıl etkili bir şekilde son verdiğinin” en iyi çağdaş örneklerinden biridir.
12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder