28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 37
Sosyal Bilimlerde kesin bir tanım yapmanın güç olduğu herkes tarafından bilinmekle beraber konu ile ilgili kesin bir kanıya varmakta o kadar güçtür. Bundan dolayı özellikle Sosyal Bilimlerde bilginin ne olduğu ve hangi anlamlara geldiğine dair birçok görüş ve farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu farklı görüş ve yaklaşımlar aynı zamanda bilginin tanımını yaparken ve hangi anlamlara geldiğine dair bizlere yol göstermenin yanı sıra bir takım yaklaşımların da etkisi ile bilgi kapsamı dışında bırakılması bir anlamda iktidar ilişkisi de ortaya çıkarmaktadır. Zaman içerisinde ve dönemsel olarak benimsenen paradigmalar bilginin ne olduğunu ve hangi anlamlara geldiğini tanımlarken aslında çok geniş bir alanda da etki alanı oluşturmaktadır. Bu anlamda bilginin tanımının üzerinde durulması, konu ile ilgili birçok görüş ve yaklaşımın ele alınması ve bilgi ile iktidar ilişkisinin irdelenmesi ve eleştirilmesi bilginin eğitimdeki yeri ve önemi bakımından da önemli olmakla beraber, eğitim-iktidar ilişkisinin ele alınmasında da önemli hale gelmektedir.
Bilginin ne olduğuna ve hangi anlamlara geldiğine dair sorunun ilk bakışta kolay cevaplanabilir görülmesine rağmen bilginin ne olduğuna dair ayrıntılar söz konusu olduğunda üzerinde mutabık kalınan bir tanımlamanın yapılamadığı savunulur. Ayrıca bilgi üzerinde düşünülmeye başlanılmasın sonra tanımlanmaya çalışıldığını ve bu tanımlama çabasının bu çaba içerisine giren insanların hayatlarında anlamlı değişikliklere neden olduğunu iddia edilir. Pears; “Bir bilgi parçası asla onu üreten kişiden bütünüyle kopartılamaz” olduğunu savunur ve bilginin tanımlanmasında somut bir şey kullanılacaksa bu somut şeyin, sanatkârın ürünü olması ve sanatkârın izlerini taşıması bakımından, sanat eseri olacağını ifade eder. Kendisi, bilginin tam olarak bir kalıba oturtulamamasından dolayı “yanlış bir biçimde üretilmiş olsa bile oyunu kazanan yine o olur” (Pears, 2004, s.13-19) diyerek bilgi üretiminin önemi üzerinde durmaktadır (Şimşek, 2012, s.8).
Bununla beraber Süleyman Kocabaş’a göre ise bilgi “Gerçekliğin İfadesidir” şeklinde tanımlanmış bilginin, gerçekliği yansıttığı ölçüde bir bilgi ve veri olarak kabul edilebileceğini savunmaktadır. Kocabaş’a göre, bilgi insanın çevresiyle ilişkisinde “mevcut kuvvetlerin belli bir amaca yönelik olarak kullanılmasını sağlamada imkân kazandırması” bakımından kendisine sahip olana güç kazandırmakta olduğunu ifade etmekle beraber bilgi ve eğitim iktidarın elinde şekillendiğine dikkat çekmektedir (Kocabaş, 1998, s. 2265).
İktidar kavramına yaklaşımlar dikkate alındığında insani ilişkilerin doğasında iktidar ilişkilerinin olduğu görülmektedir. Modern dönemde en etkin iktidar sahibi olan devletin eğitim alanındaki etkileri bireyin özgürlüğü bağlamında değerlendirildiğinde, üzerinde mutabık kalınan sınırların olmadığı sonucuna varılabilir. Diğer taraftan toplumsal hayattaki ilişkilerin niteliğini belirleyen iktidar sahibi merkezlerin çoğulluğu, toplumsal ilişkiler kadar eğitim üzerinden de yine çoğul etkilerin varlığını akla getirmektedir (Şimşek, 2012, s.15).
Modern dönemde bilimin iktidar ile olan ilişkisinin bilim ve bilimsel bilginin doğasından kaynaklanmadığını, bu ilişkinin toplumsal hayatta bulduğu karşılık
açısından farklılık kazandığı ifade edilmiştir. Bilginin toplumsal hayatla ilgili tümel bir açıklama çabası içerisinde olması ve evrensellik iddiası bilginin güç haline gelmesinde etkili olmuştur. Bununla birlikte, daha önceki dönemlerden farklı olarak Modern dönemde bilgiyi tekelinde tutma gayretinde olan siyasal iktidarların bu rolü küresel ölçekli sermaye sahipleri ile paylaşmak zorunda kaldıkları, finansal olarak güçlü olan bu sermaye sahiplerinin finansörlükleri ile doğru orantılı olarak bilimsel bilginin üretilmesinde ve denetlenmesinde etkin olduklarını da bilinmektedir (Karakaş, 2002, s.164, 168, 170).
Modern dönemdeki bilgi anlayışı dikkate alındığında insan-insan, insan-çevre ilişkilerindeki derin anlayışın iktidar ve türevlerini barındırdığı görülmektedir.
Zikredilen değişim, iktidar ve yansımalarında da herhangi bir değişikliğin olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir ki, bu soru doğrudan bilgiyi de ilgilendirdiğinden önemli hale gelmektedir (Şimşek, 2012, s.17). Bu bağlamda bilgi ile iktidar arasında sıkı bir bağın olduğu, bilginin yansımasında ve değerlendirilmesinde iktidarın payının olduğu ve iktidarın değişen bilgiler karşısındaki tutumunu göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Bilgi ve iktidar arasındaki ilişki sadece yukarıdaki anlatılanlarla sınırlı olmayıp konumuz açısından genel anlamda değinilmiş ve sınırlı tutulmuştur. Bilgi ve iktidar arasında ki bu ilişkilerin yanında konumuz açısından asıl önemli olan “eğitim ve iktidar” arasındaki ilişkidir.
Eğitim kavramı, dönemsel olarak farklı biçimlerde tanımlanmıştır (Şimşek, 2012, s.22). Eğitim, bireylerin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak
istendik değişiklik meydana getirme sürecidir (Ertürk, 1998, s.12). Eğitim kelimesinin anlamsal karşılığı ise “bakım ve yetiştirmedir”. Eğitim kelimesi, günümüzde bir süreci veya bir süreç içerisinde elde edilen ürünü akla getirecek şekilde tanımlanmaktadır.
Eğitim kavramının günümüzdeki çağrıştırdığı anlamı kazanmasında etkili olan
tarihsel sürecin bilinmesinin yanında eğitim iktidar ilişkilerinin anlaşılması adına ortaya konulması gereken öncelikli konu olduğunu düşüncesi (Şimşek, 2012, s.23) ile beraber eğitimin tarihsel yönü, Sanayi Devrimleri, Reform ve Rönesans hareketleri içerisinde ki yeri ve öneminin yanında özellikle bilgi ve teknolojilerdeki gelişmenin en büyük etkeni olan eğitim büyük ölçüde devletin etki alanında ve zorunlu olarak uygulanmasının yanında eğitim iktidar bağlamında ele alınması oldukça önemlidir.
Tarihsel sürecin önemli bir parçası olan ve bu süreç içerisinde gelişim ve
ilerlemenin temeli kabul edilen eğitimin içeriğine, amacına ve yöntemine dair ortak bir kanı yoksa da, insanla eğitim arasında çok büyük bir ilişkinin olduğu herkesin katıldığı bir görüştür. Bu ilişki modern dönemde öyle boyutlardadır ki; var olmanın önkoşulu gibi değerlendirilmiştir. Hiç olmazsa zorunlu eğitim sürecini tamamlama toplumsal yaşamda anlamlı bir yer edinebilmede ön şartı haline gelmiştir. Bu açıdan gerekliliğinin sorgulanmaya bile kapalı olması hasebiyle eğitim, modern zamanlarda oluşanların içerisinde açık ara önde olan bir modern tabu ruhu haline gelmiştir. Eğitim almanın bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi genel kabul görse de, bu konuda bireylerin seçme
hakkının olmaması konuyu başka bir boyuta taşımaktadır. Devletin eğitim-öğretimi tekelinde tutma ısrarı, neo-liberal politikalara sahip olanlar da dâhil, tüm devletlerde devam etmektedir (Konuk, 2011, s.386).
Genel olarak modern dönemdeki devlet algısı dikkate alındığında ya doğrudan
ya da dolaylı olarak, vatandaşlarının hayatına müdahil olma durumunun iktidar sahibi olmanın doğal yansıması olduğu aşikârdır. Eğitim de diğer toplumsal süreçler gibi iktidarın kapsama ve etki alanında kalmış ve dolayısıyla bireyler de bu durumdan etkilenmiş ve iktidar talebinin etkilerine maruz kalmışlardır. Eğitim ile ilgili yaklaşımlarda “İnsanları belli amaçlara göre yetiştirme” olarak ifade edilebilecek eğitim tanımlamalarının da olduğu dikkate alınırsa eğitim-iktidar ilişkisi dikkat çekici olmaktadır.
Eğitim ve iktidar ilişkisi, herhangi bir devletin benimsediği eğitim felsefesinin
etkisinden uygulamaya koyduğu eğitim politikalarına; bireylerin aileleri ile
ilişkilerinden okullarda öğretmenleri ile kurdukları ilişkilere kadar geniş bir yelpazenin içinde değerlendirilebilir. Bu nokta da insanın potansiyel olarak sahip olduğu kabiliyetlerini inkişaf ettirme iddiasında olan eğitimin, dayandığı felsefi temel ve eğitimde benimsenilen metodoloji çok önemli bir yere sahiptir. Anne-Babalar ile öğretmenlerin çocuk adına iyiyi ve doğruyu belirleme hakkını kendilerinde görmelerinin ve kendilerine göre olan iyi ve doğrunun çocuklar tarafından benimsenilmesini beklemeleri çocuğun tüm yaşantısında baskın bir etki oluşturabilmektedir (Şimşek, 2012, s.25-26). Bu bağlamda günümüzde eğitim alanında devletlerin ve iktidarlarda bulunulan hükümetlerin ağırlıklarının olması, eğitim konusunda ürettikleri politikaları önemli hale getirmektedir. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ise devletin eğitime doğrudan ya da dolaylı olarak müdahalesini ortaya çıkarmıştır. Bu müdahale eğitim politikalarının değişmesinden ders kitaplarının içeriğine kadar olan geniş bir yelpazeyi ifade etmektedir.
Eğitim konusunda gündeme gelen eleştiriler dikkate alındığında birey, toplum
devlet ilişkilerine farklı bir pencereden bakma imkânı doğmaktadır. İnsani varoluşun en önemli özelliklerinden birisi olan irade ve bu iradenin özgürce kullanılabilmesi modern dönem ve devlet anlayışında klasik dönemlere nispeten faklı algılanmaktadır. İktidar sahiplerinin iktidarlarını devamlı kılma adına modern dönemin enstrümanlarını kullanmaları anlaşılır olmakla birlikte, özgür olduğunu düşünerek iktidar sahiplerinin çizdiği alanda sorumluluktan uzak yaşayan insanların iktidar mücadelelerine bilerek, isteyerek ve gönüllü olarak malzeme olmaları anlaşılır görünmemektedir. Bununla birlikte insanların kendileri ve eylemleri üzerinde düşünmelerini bile engelleyecek bir atmosferin oluşturulduğu iddiası komplo teorisi denilip geçilecek bir basitlikte değer lendirilmemelidir (Şimşek, 2012, s.33).
Bilgi, eğitim ve iktidar bağlamında ki bu değişim ve gelişimin bir sonucu olarak
devletlerin ve iktidarların tarihsel dönem içerisinde bilgi kavramı başta olmak üzere gelişen ve ilerleyen bütün unsurlar üzerinde etkin bir güç konumunda olduğu, eğitim ve iktidar açısından ise; tarihsel dönemler içerisinde devletlerin ve iktidarların daima eğitime etki ettikleri ve bu etkinin doğal sonucu olarak eğitim sistemlerinin ve takip edilen programlarının değişmesini sağladıkları bilinmektedir. Bu anlamda eğitim konusunda özellikle birey, toplum ve devlet ilişkilerinde farklı bir penceren bakılmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.
Genel olarak devletlerin ya da iktidarların zaman zaman eğitime müdahale
ettikleri görülmektedir. Günümüzde de dünyanın hemen her yerinde devletler eğitime yoğun olarak müdahale etmektedir. Ancak, gerek eğitim sistemindeki başarısızlıkların gerekse çalışmaların devletin eğitime müdahale etmesi gerektiği iddiasını desteklemiyor olması, dünyada devletin eğitimdeki rolünün giderek artan bir biçimde sorgulanmasına yol açmıştır.
Türkiye’de eğitim hizmeti önemli ölçüde devlet tarafından verilmekte, finanse
edilmekte ve denetlenmektedir. Türkiye için devletin eğitime müdahalesinin
meşruluğunu destekleyecek çalışmaların sayısı ise oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla,
Türkiye’de eğitimin kalitesinin arttırılması, kaynakların daha etkin kullanılması için mevcut politikaların gözden geçirilmesi ya da iyileştirilmesi, yeni politikaların da üretilmesi kaçınılmaz hale getirmiştir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.15).
Özellikle siyasal partilerin “Türk Eğitim Sistemi” içerisindeki eğitim hedefleri
ve din eğitimi hakkındaki görüşleri genel olarak şöyle ifade edilmektedir:
a) Eğitim Hedefleri;
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, eğitime yönelik başlıca hedefinin “Temel
beceriye sahip, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen, paylaşımcı ve iletişime açık, sanat ve estetik duyguları güçlü, evrensel bir kavrayış ve düşünüş yeteneğine sahip, yeni fikirlere açık, farklılığı zenginlik olarak gören, çalışmayı ve üretmeyi bir erdem olarak benimsemiş bireyler yetiştirmek” (AKP, 2011, s. 75) olduğunu ifade etmiştir.
CHP’nin eğitimdeki temel hedefi; “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı,
demokratik ve laik değerleri benimsemiş, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir yurttaş yetiştirmektir. CHP’nin 1943 yılındaki programında da eğitim öğretimde “esas düsturlarının” Atatürk ilkeleri olduğuna vurgu yapılmıştır.
MHP’nin eğitimde ki temel hedefi ise; “Türk milletine mensubiyetin gurur ve
şuuruna sahip, manevî ve kültürel değerleri özümsemiş, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, yeni gelişmelere açık, sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılığı yüksek, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, girişimci, demokrat, kültürlü ve inançlı nesiller yetiştirmektir” şeklinde ifade edilmiştir.
Son olarak BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi), temel eğitim hedefine
baktığımızda ise “Şiddete dayanmayan her türlü düşüncenin özgür bir şekilde
tartışıldığı, her vatandaşın etnik köken, kültür ve dil farklılıklarından doğan
gereksinimlerini göz önünde bulunduran ve herkesin özgürce ve eşit olarak
faydalanacağı, bireyin yaratıcılığını, yeteneklerini geliştiren ve buna göre yönlendiren bilimsel bir eğitim” düşüncesi hedeflemektedir (Tok, 2012, s. 287-288).
b) Din Eğitimi;
AKP, din eğitimi ve öğretimini, “Anayasanın 24. maddesinde belirtildiği şekilde
yerine getireceğini; isteğe bağlı din eğitimi ihtiyacının karşılanarak elverişsiz
koşullarda ve ehliyetsiz kişiler eliyle yürütülen sağlıksız ve denetim dışı din eğitimi uygulamalarına meydan verilmeyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca “İlk ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin dışında, velilerin rızasına bağlı olarak seçmeli din derslerinin verilmesi de temin edilecektir” şeklinde ifade edilmiştir (AKP, 2001, s. 29). 6287 Sayılı Kanunla, ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacağı kabul edilmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle AKP’nin bu konudaki vaatlerini de yerine getirdiği söylenebilir (Tok, 2012, s. 296-297).
CHP, “özgürlük, ancak laik eğitim ortamında anlam ve değer kazanabilir,
sürekliliğini koruyabilir, eğitim düzeninin laik bir zemine oturtularak, öğretim birliği çerçevesinde yürütülerek, bilime, yeniliğe ve değişime açık, gelecek vizyonu olan, çağdaş bir toplum ve demokratik devlet yapısı oluşturulabilir” görüşünü ifade etmiştir (CHP, 2008, s. 297). Bununla beraber Din kültürü eğitiminin, bireyin inanç dünyasını geliştiren, çağdaş gelişmeye açık, manevi ve ahlaki değerleri zenginleştiren, insan ve doğa sevgisini artıran nitelikte olacağını; dinin, siyasi amaçlarla istismarına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dini duygular istismar edilerek cemaat veya tarikatların eğitim kurumlarını kuşatması önlenecek, imam-hatip
eğitimi, din görevlisi sayısına duyulmakta olan ihtiyaç çerçevesinde düzenlenecek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi sağlanacak, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an Kursları dışındaki benzer hizmeti sunan kuruluşlara izin verilmeyip, bu kurslar etkin olarak denetlenecektir.
Din eğitimi konusunda MHP ise, “Din eğitiminin milli birlik ve bütünlüğün
sağlanması, vatandaş ile devlet arasındaki yakınlaşma ve çeşitli ön yargıların
giderilmesinde önemli katkılar sağladığını düşünmekte ve devlet okullarında verilmesini savunmaktadır. İlköğretim 6. sınıftan itibaren din öğretimini desteklemek amacıyla seçimlik Kur’an-ı Kerimi Okuma ve Anlama, İlmihal Bilgileri, Peygamberlerin Hayatı gibi dersler okutulacaktır. Yaz döneminde camilerde verilen din kültürü, ahlak bilgisi ve Kur’an öğretimine devam edecek çocuklar için yaş sınırı kaldırılacaktır” şeklinde görüşler ifade etmiştir (Tok, 2012, s.297).
5.1.5. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi’nin Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri
“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri”
başlıklı çalışmamızda bu dönemde ki eğitim alanında meydana gelen gelişmelere kısa olarak değinilecek ve ilerleyen bölümlerde konu ile ilgili gerekli ve önemli
açıklamalarda bulunulacaktır.
Türkiye Cumhuriyet’i tarihi aynı zamanda askeri darbeler tarihidir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin yakın tarihine baktığımızda demokrasinin her 10 yılda bir kesintiye uğradığını görmekteyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş olmakla beraber devlet yönetimi askeri kanadın eline geçmiştir. Bu dönem içerisinde asker, devlet yönetiminde oldukça etkili olmakla beraber bir hükümet gibi görev ve misyonunu sürdürmüştür. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasında ikinci müdahale 12 Mart 1971 muhtırası ile gelmiş ve asker tekrardan sivil hükümet üzerinde etkili olmuş ve askeri kanat tekrardan ülke yönetimini ele almıştır. 1960 askeri darbesi ve sonrasında 1971 muhtırasının üzerinden daha 10 yıl geçmeden son klasik darbe olarak bilinen ve ülkenin geleceğine yön veren, demokrasinin askıya alındığı ve antidemokratik uygulamaların ortaya konduğu, siyasilere yasaklar getirilerek mevcut
siyasi partilerin kapatıldığı bir dönemi yaşayan ülkede 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiş ve ülke tekrardan askeri yönetim altına alınmıştır. Bütün bu yaşanan darbe ve müdahaleler demokrasinin her 10 yılda bir askıya alındığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cumhuriyet tarihinde bu yaşanan müdahaleler ile demokrasi her 10 yılda bir kesintiye uğramış ve sivil hükümetler iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Bununla birlikte 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan toplumsal,
ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan sonuç bildirisi ile Türkiye’de yaşanan ve demokrasi ile bağdaşmayan süreç “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılmıştır. Demokrasiye yapılan bu müdahale kendisinden öncekilerden yapılış tarzı bakımından ayrılsa da, halka yansıması bakımından diğerlerinden farklı olmamıştır. “28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceği ”ne dair beyanatların darbeciler tarafından verilmiş olması, bu müdahalenin kısa süreli sonuçlarına bina edilmediğini ima etmektedir. Uzun süreli toplumsal, ekonomik ve idari sonuçları garanti edilmiş olmak üzere tasarlandığı izlenimi uyandıran
28 Şubat sürecinde var olan iktidar mücadelesi, görünürdeki taraflarından daha geniş ölçekli bir toplumsal alanda yansımalara sahip olmuştur. Yaşanılan süreçte birçok mağduriyetler yaşanmış ve iktidar sahipleri kaybetmek istemedikleri iktidarlarını kalıcı kılmak adına icraatlarını ortaya koymuşlardır. 28 Şubat süreciyle başlayan yeni süreçte iktidar sahiplerinin uygulamaları arasında eğitme bakan uygulamalara öncelik verildiği (Şimşek, 2012, s.162) dikkat çekmekle beraber dönem içerisinde de böyle uygulamaların meydana gelmesi gayet manidardır.
1996 yılında İslamcı RP’nin DYP’yle kurduğu koalisyon sonucunda, ordunun 28
Şubat 1997’de başlayan müdahalesiyle tasfiye edilmesi, eğitimi tartışma gündeminin odağına oturtmuştur. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kapsamında, öteki meslekî ve teknik okulların yanı sıra İmam Hatip okullarının orta bölümlerinin kapatılması, “İrticaya karşı mücadele” programının önemli bir parçasıydı. Ancak 28 Şubat müdahalesi, eğitimde din boyutundan vazgeçilmesi sonucunu doğurmadı. Kemalizm’in klasik Türk-Batı sentezine, laik siyaset ve laik eğitim, uygulamasına dönülmedi. İlköğretimde ve ortaöğretimde zorunlu din dersi uygulamasına devam edildi. Zorunlu din derslerinde, öğrenciler, dinin milleti oluşturan önemli unsurlardan biri olduğunu, ibadetin gerekli olduğunu, evrenin yaratıldığını öğrenmeye, devam ediyorlar ve İslâm ibadetinin kurallarını uyguluyorlardı. Bu derslerde, “Millî benliğimize ve dinimizin ana kaynaklarına dayalı din ve millet şuuru” işleniyordu. Özetleyecek olursak, doksanların
ikinci yarısına kadar toplum yaşamının her alanında olduğu gibi eğitimde de kendisine milliyetçiliğin saygın bir ortağı rolü verilen dinin; 28 Şubat 1997 Askeri müdahalesinden sonra, devlet ideolojisine yardımcı olduğu için kendisine tahammül edilen ikincil bir ortak sayılmaya başlandığını söyleyebiliriz (Kaplan, 2000, s.799).
28 Şubat sürecinin artık son durağı olan “28 Şubat 1997 tarihi MGK” toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan bildiride “Laiklik ilkesinin” korunması üzerinde
bizatihi-i durulmuş olmakla beraber bu konu üzerinde dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’nden beklenen adımların neler olduğu ifade edilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından sonra 1 Mart 1997’de MGK Genel Sekreterliği tarafından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirleri” içeren ikinci bir bildiri (MGK’nın 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A) yayınlanmış ve bu bildirinin içeriği Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Yayınlanan ikinci bildiride eğitim konusunda öne çıkan genel başlıklar şunlar olmuştur:
“Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
. 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmaya konulmalıdır.
. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerin isteğine bağlı olarak devam
edebileceği Kur’an kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri
sağlanmalıdır.
. TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat
çerçevesinde alınan tedbirler diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı
kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmak, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” (Çavdar, 2004, s.339-341).
Yayımlanan bu bildirinin gelecek yıllarda ki eğitim-öğretim faaliyetlerine yön
verecek olması açısından değerlendirildiğinde, bildiride kullanılan üslubun emredici ve buyurgan bir şekilde olmasının yanında seçilmiş bir iktidarın, seçim ve demokratik yollarla iktidar gelmiş olan bir hükümetin ötesinde önemli bir husus dikkat çekmektedir.
Bildiriyi yayınlayan iktidar sahiplerinin algı altyapısında her şeyin en doğrusunun
sadece kendileri tarafından bilineceği ve uygun görmedikleri her uygulamaya karşı gerekli yaptırımı uygulama yetkisine sahip oldukları gibi bir yaklaşımın olduğu ve bir noktada “Hakikat Tekelciliği” kavramının vücut bulduğu gözlemlenmektedir (Şimşek, 2012, s.163).
Olay ve olgular zinciri ile beraber Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından
biri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen Askeri darbenin etkisi ile Türk siyasal hayatı ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası yaşanmıştır. 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında alınan kararların anlık kararlar olmadığı ve yaşanan uzun soluklu bir sürecin ürünü olduğu bilinmektedir. Yaşanan bu süreç içerisinde hiç şüphesiz en önemli kararlar eğitim alanında alınmıştır. Bu süreçte başörtü-türban sorunu, katsayı uygulaması ve özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim ve meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları eğitim alanında büyük tartışmalar yaratması, bu süreçte Necmettin Erbakan Başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümeti dağılmış ve daha sonra gelen hükümetler bu kararları uygulamak durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla, Milli Eğitim sistemi ve üniversiteler alınan bu kararlara göre şekillenmiş ve kararların uygulanabilmesi için çeşitli projeler hayata
geçirilmiştir ve böylece askeri darbe sonucu yeniden eğitim sistemine farklı bir boyut kazandırılmıştır. Böylece amaç hem askeri vesayetin sivil hükümetler üzerinde ki etkisi hem de darbe sonrası yeniden şekillenen eğitim sistemini incelemektir. Genel olarak baktığımızda tarihî süreç içerisindeki düzenlemeler sonucunda 1997 yılına kadarki dönemde, ilkokula dayalı olarak öğrenci kabul eden ve bünyelerinde aynı zamanda ortaokullara da yer verilen İmam-Hatip Liselerinin ortaokul kısımları, 1997 yılında 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretime geçilmesi ile birlikte kapanmıştır. Aynı zamanda meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişinde, mesleki eğitimi teşvik edici birtakım yeni düzenlemeler getirilmiştir (Doğan, 2006, s.2).
28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343).
28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde
eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir. Düzenlenen bu raporlar neticesinde çok sayıda öğretmenin “Nurcu, Süleymancı, Nakşi” gibi isimler altında fişlenerek sınıflan dırılmış, idari yaptırım kararları ile karşı karşıya gelerek cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya görevden uzaklaştırılmıştır.
Bu uygulamaların 2000 yılına kadar devam ettiğine dair belgeler bulunduğu ve bu belgelerde öğretmen, öğrenciler ve idarecilerin fişlendiğine dair ifadeler yer almaktadır. Buna göre öğrenci yurtları da fişlenmiş ve kategorize edilerek “iyi-sorun olmayan, Enver Ören Grubu, Süleymancı, Nurcu” şeklinde sınıflandırılmışlardır. 28 Şubat sürecinde eğitim alanında öğretmenlere yönelik baskının ve yaptırımların akla uygun olmayan uygulamaları da beraberinde getirmiştir (Şimşek, 2012, s.164-165).
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik negatif koşulların
oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır.
“ 28 Şubat Sürecinde ” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar
yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166).
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
38 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
*****************