İÇ SAVAŞ HAZIRLIKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İÇ SAVAŞ HAZIRLIKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Nisan 2015 Pazartesi

TÜRKİYE’DE AZINLIKLARIN AZDIRILMASI VE İÇ SAVAŞ HAZIRLIKLARI,





TÜRKİYE’DE AZINLIKLARIN AZDIRILMASI VE 
İÇ SAVAŞ HAZIRLIKLARI,



Yazar: Yakup GÖZÜBÜYÜK 
NİSAN 2010


Başbakan Recep Bey’in, EMASYA protokolünün iptal edileceğini ve “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ndeki “İç Tehdit” algılama ve uygulamasının gereksizliğini ve değiştirileceğini söylemesi, bize şu soruları hatırlatmıştı:



1- PKK saldırıları ve bütün Kürtleri ayaklandırma senaryoları bitti de, bizim mi haberimiz olmamıştı?

2- Din istismarcısı ve Amerikan Ilımlı İslamcısı bazı cemaat ve tarikatların; devlet organlarına sızma ve T.C.’yi BOP çerçevesinde İsrail’in eyaleti yapma girişim ve tehditleri ortadan kalkmış mıydı?

3- AB ve ABD’yi kullanan Siyonist Yahudi Lobilerinin:

a) Türkiye’deki azınlıkları kışkırtıp azdırma hazırlıkları

b) Diyarbakır merkezli, Güneydoğu illerinde büyük şehirlerimizde yoğunlaşan, fakir ve sahipsiz gençlerimizi hedef alan misyonerlik ve Hıristiyanlaştırma çalışmaları

c) Kripto (gizli) Yahudi ve Ermenileri tespit ve teşvik edip etkili konumlara ve stratejik makamlara taşınması, bunlar üzerinden milli ve manevi dinamiklerimizin ve Bağımsız Cumhuriyet değerlerimizin tartışmaya açılması gibi ciddi ve tehlikeli sorunlar “iç tehdit” olmaktan çıkmış mıydı?

4- En başta ABD’de, İngiltere, Fransa ve Yunanistan gibi AB ülkelerinde “Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri” içerisinde “iç tehdit unsurları ve bunlara yönelik stratejik tedbir hususları” sürekli yenilenip canlı tutulurken, bizde bunun “gereksizliğini ve millete güvensizlik alametini” gündeme taşımak, küresel güçlerin mi talimatıydı?

5- Oysa bu EMASYA’nın mimarı AKP’li Bakandı!

AKP yanlısı gazeteler öyle bir yayın yapıyor ki... Sanki gizli bir belge daha ele geçmiş! Derin devlet yakayı yine ele vermiş! 8 yıldır iktidarda olan AKP EMASYA’dan hiç haberdar değilmiş! Meclis'ten bile gizlemişler! Devlet sırrı gibi bekletmişler! Tabii hepsi palavra.. EMASYA protokolünü iktidar ilk günden beri bilmekteydi. Elini sürmedi… Protokol, 1997 yılında Başesgioğlu'nun İçişleri Bakanı olduğu dönemde imzalanıvermişti. O zaman ANAP'lı olan Başesgioğlu sonra AKP'ye geçmişti. 2002'de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına getirildi. 2007'de Devlet Bakanı seçildi. On ay öncesine kadar da bakan Beydi. Demek ki AKP iktidarı daha ilk günden bu meseleyi bilmekteydi. Hem de birinci elden. Buna rağmen hava atmaktaydı.

Evet, asker ve sivil, bazı sakat kafalıların, Mason uzantılarının, sütü ve sümüğü bozukların, irtica diye İslam’la savaşmaları, devletin İmam Hatip okullarını, resmi Kur’an Kurslarını ve inancının gereği başörtüsü takanları “potansiyel tehlike” gibi algılamaları ve her bahane ile sataşmaları elbette yanlıştı, haksızlıktı ve son bulmalıydı. Devlet milletiyle, herhalde barışmalıydı.

Ama, dindarlık perdesi altındaki hıyanetlerin, “Hizbullahçılık” kılıflı cinayetlerin, tarikatçılık yaftalı melanetlerin ve cemaatçilik yaldızlı CIA ve MOSSAD’ın Türkiye’yi parçalama planlarına hizmetlerin de çok ciddi birer iç tehdit olduğu asla unutulmamalı, gerekli ve yeterli önlemler mutlaka alınmalıydı…

Amerika’nın yeni ahlaksızlığı:

Türkiye’deki azınlıkları “gizli güvenlik eğitimiyle” organize edip kışkırtması!

ABD'nin, Türkiye'de yaşayan dini azınlıklara yönelik güvenlik eğitimi verdiği ortaya çıkmıştı.  ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu'nun, dini azınlıklara verdiği, stratejik güvenlik eğitimi konusunda Türkiye'den hiçbir resmi makama haber vermediği anlaşılmıştı.

ABD Dışişleri Bakanlığına bağlı, İnsan Hakları ve Demokrasi Bürosunca, Türkiye ile ilgili hazırlanan "Din Özgürlükleri Raporu"nda, "ABD'nin İstanbul Başkonsolosluğu tarafından İstanbul'da bulunan dini azınlıklara 'Genel Güvenlik Stratejisi çerçevesinde güvenlik eğitimi sağlandığı" kesinlik kazanmasına rağmen "ABD İstanbul Başkonsolosluğu, İstanbul'daki hangi dini azınlıklara, hangi ihtiyaç ve amaçlarla, hangi kapsamda ve hangi konularla alakalı güvenlik eğitimi vermiştir? soruları hala karanlıktaydı.

Bu “ABD Balyoz harekâtının” hesabını soracak AKP’li kahraman var mıydı?

Konsolosluk cevap vermekten niye kaçınmıştı?

SP İstanbul İl Teşkilatı'nın, ABD İstanbul Başkonsolosu Sharon Anderholm Wiener'e bu konuyu iletmesi ancak, Wiener'in cevap vermemesi de kafaları karıştırmıştı.

Demokrasi ve özgürlükler bahanesiyle TSK’yı karalamak ve yaralamak için yarışan yavşakların, “Amerika’nın azınlıklar üzerinden darbe hazırlığı” konusunda suskunlukları ise, sahtekârlıklarının kanıtıydı.

Açılım safsatalarıyla azınlıkları azdırmaya ve TSK’yı zayıflatmaya çalışan TARAF Gazetesinin Sabataist Prensi Yasemin Çongar’ın eşi ve Amerikan Yahudisi ve özel CIA görevlisi M. Chris MASON gibilerin, Türkiye’deki azınlıklara “Güvenlik Eğitimi” diye “organizeli sivil isyan ve inisiyatif dersleri” vermeleri, ülkemizin hangi tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunu, kör gözlere bile sokacak açıklıktadır.

2011 de Türkiye’de iç savaş planları ve azınlıkların azdırılması!

Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde Danimarka yurttaşı ve terörizm uzmanı bir Türk araştırmacı olan Sefa Yürükel’in 2003 yılında bulup okuduğu gizli rapor Türkiye’nin bugünkü ortamına ışık tutuyordu.

Rapor, bugün PKK’nın terörle ve medyada, üniversitelerde ve siyasal odaklarda yoğunlaşmış hainlerin yürüttükleri psikolojik savaşın arka planını da ele veriyordu. Söz konusu raporun Norveç dışında başka bir ülkede hazırlanıp daha sonra Norveç’teki enstitüyle de paylaşılmış olduğu anlaşılıyordu.

Terörizm uzmanı Sefa Yürükel, 2003’de Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde gizli bir raporu okuduğunu söylüyordu.

Rapora göre, Türkiye’de bir iç savaş tezgâhlanıyor. Hatta rapor sanki bugünleri anlatıyordu.

2003 Şubat sonu. Sefa Yürükel Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde terörizm uzmanı Prof. Dr. Toje Bjorge’nin odasına giriyordu. Prof. Bjorge’nin masasında 35 sayfalık bir rapor Yürükel’in dikkatini çekiyor. Raporun başlığı: “2011 Türkiye İç Savaşı” başlığını taşıyor ve Yürükel şoke oluyordu.

Raporu eline aldığında 35 sayfayı dikkatle okuyor. Sanki daha o yıllarda bugünlerin tarif edildiğini fark ediyordu. Ortada müthiş bir iç savaş senaryosu dolaşıyordu! Bu esrarengiz raporun kimler tarafından, nasıl ve ne zaman yazıldığı bilinmiyordu.  Çünkü raporun kopyasını bile alamıyordu. Ama raporun tam anlamıyla bir gizli servis elinden çıktığı anlaşılıyordu. ”Türkiye için iç savaş” senaryosu dost ve müttefik sandığımız ülkelerde hazırlanıyor ve uygulanıyordu.

-Neden 2011 yılı planlanıyor sizce? Sorusuna Sefa Yürükel şu yanıtı veriyordu:

-AB’nin Türkiye’ye dayattığı kurallar bulunuyor. Irak’a müdahale belki daha önceden planlanmıştı, bölgede büyük bir değişiklik yaratılacağı, mesela Büyük Ortadoğu Projesi zaten biliniyor ve bölgede haritanın değişmesi öngörülüyordu.  Bu dayatmalarına Türkiye’nin ancak 2011 yılına kadar dayanabileceği, ondan sonra da taviz vererek gücünü yitireceği düşünülüyor. Bugünlerde yaşanan gerginlik ve çatışma ortamının yoğunlaştırılması planı yürütülüyordu.  Batılılar tarafından öngörülen senaryo şu anlama geliyordu:

Batılılar bu işin senaryosunu hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda Kuzey Irak’ta ve Batı Avrupa’daki PKK büroları müsamaha görüyor, hatta Fransa’daki gibi devlet desteği ile terör eğitimi veriliyordu.

Bu rapor Türkiye’de bir iç savaş tezgâhlandığının tescili özelliği taşıyordu. Batılılar genellikle böyle senaryolar hazırlıyor, ondan sonra da arkasına güç koyup harekete geçiriyordu. Irak’ta olduğu gibi. Bu raporu yazanlar PKK’yı harekete geçiren güçler demek abartılı olmaz.  Aynı güçler şimdi Türkiye’deki azınlıkları kışkırtıp hazırlıyordu.

Esas hedef sadece Türkiye değil, İran ve Asya’dır.  Direkt CIA’dır diyemem ama bu rapor ABD’ye çok uyuyor. Batının kendi arasında bu konuda bir uzlaşı var, bu çok net görülüyordu.

-Türkiye Batı’ya göre çok büyük bir ülke. AB yetkililerinin demeçlerine de yansıyor. Türkiye küçültülmeye çalışılıyor. AB ve ABD’ ye direnemeyecek bir Türkiye olmalı ve haritası değiştirilmeli diye düşünülüyor. Kürdistan kurularak Türk devletinin zayıflatılması ve boyun eğdirilmesi amaçlanıyor.  Bu da kendilerinin hassas olarak tanımladıkları, karışık bölgelerdeki etnik çatışmalar çıkartılarak yapılıyordu.

Raporda şu da geçiyordu: Türkiye’de herkes kendi etnik kökenine göre yolunu seçebilir. Mesela ordu ve polis içindeki Kürtler de Türkler de yolunu seçebilir deniliyor”, büyük bir çatışma körükleniyordu.[1]

Yenişafak’tan Taha Kıvanç (Fehmi Koru) “Balyozu 1 Mart yüzünden yiyecektik” (01.02.2010) başlıklı yazısında Amerikan uşaklığını ve TSK düşmanlığını şöyle ortaya koyuyordu:

“Her şey ABD'nin bölgeye yerleşme niyetinin ayyuka çıktığı 11 Eylül (2001) sonrasında başladı. İktidarda Bülent Ecevit'in başında bulunduğu DSP, ANAP, MHP hükümeti vardı. Önce birileri Ecevit'in sağlığıyla yakından ilgilenmeye ve onu yerinden etmeye çalıştılar. Rahşan Ecevit'in son an müdahalesi olmasaydı, Bülent Bey'e hastaneden 'iş göremez raporu' verilecekti, bunlar herhalde unutulmamıştı!

Bu arada, dönemin askeri yetkililerinin, bazı siyasiler üzerinde başbakan ve hükümetle ilgili telkinlerde bulunduğu konuşulmaktaydı. Komutanlar, hükümetin '2 numaralı' koltuğunda oturan DSP'li bakana, "Ecevit gitsin, sen başbakan ol" teklifi yapmıştı.

Bir büyük patron, önemli bir açılış için bazı siyasileri Frankfurt'ta ağırladı ve orada 'MHP'siz bir hükümet formülü' üzerinde durulduğu bilgisi dışarıya yansıdı. ANAP ve DYP'nin iki önemli isminin, Ankara'daki bir balık lokantasında, yan masadaki sivil giyimli askerleri de yanlarına alarak, "Neden koalisyonu bozup ANAP ve DYP iktidar olmuyor" sorusunu tartıştıkları bir gazeteye manşet yapıldı.

Kulağına kar suyu kaçtığı anlaşılan MHP lideri Devlet Bahçeli, "Erken seçime gidilmeli, seçim tarihi 3 Kasım 2002 olmalı" diye dayatmaya başladı. Erken seçimi, daha önce, Türk ekonomisine sahip çıksın diye ABD'den getirilip bakan yapılan Kemal Derviş de gündeme taşımıştı.

Derken, 3 Kasım (2002) seçimlerinde AKP çıkmıştı. Yasaklı Tayyip Erdoğan seçime giremediği için başbakan olamamış, hükümeti Abdullah Gül’e kurdurmuşlardı.

CHP lideri Deniz Baykal şubat ayı (2003) içerisinde Tayyip Erdoğan'a Başbakanlık yolunu açacak bir dostluk eli uzattı. 14 Mart'a (2003) ara seçim Yapıldı ve Erdoğan’ın yolu açıldı.

ABD Irak'a saldırısında Türkiye'den 2. Cephe açma talebini açıklamıştı. Çetin bir pazarlık sürerken askerlerin tavrı muğlâk kaldı, TSK Amerika’nın bu talebine sıcak bakmadı. Daha erken bir tarihte yapılacak tezkere oylaması, sırf askerin destek verdiği iyice anlaşılsın diye, AKP tarafından MGK toplantısından bir gün sonraya (1 Mart 2003'e) bırakıldı. Ama MGK bildirisinden beklenen asker desteği gelmeyince 1 Mart tezkeresi BOP eşbaşkanlarının çok istemesine rağmen TBMM’de yapılan oylamada AKP’li Milletvekilleri tezkerenin geçmesi için oy verdi ve TBMM’de oy çokluğu sağlandı, ancak tezkere için yasada belirtilen oy miktarına ulaşılamadığından tezkere reddedildi ve bundan sonra ABD TSK’ya tavır almaya başladı.

Buraya kadar verdiğim kronolojide eksik olan 'Balyoz Planı' ile ilgili ayrıntılardı. Hazırlığın aralık ayında (2002) başladığı söyleniyor. 'Tatbikat planı' görüşmeleri 1 Mart'tan hemen sonraya gelecek biçimde düşünülmüş (5-7 Mart 2003).

Şöyle bir tahminde bulunabilir miyim? Planı hazırlayanlar 1 Mart'ta tezkerenin TBMM'de kabul edileceği yanlış öngörüsünde bulunmuşlar; geçmeyince bazı varsayımlarını alelacele değiştirmek zorunda kalmışlar.”

Yani, Ordu engel olmasaydı, bazı AKP milletvekilleri korkmasaydı, 1 Mart tezkeresi çıksaydı ve ABD’nin 80 bin askeri Güneydoğu sınırına yığılsaydı, bugün Kürdistan’ı kurma ve Türkiye’yi parçalama işimiz bu kadar zor olmayacaktı...” demeye getiriyor… Uşaklığın bu kadar açıkçasına da pes doğrusu…

EMASYA Masonları fişlediği için mi hedef yapılmıştı?

“10 Mart 2004"te fişleme skandalı-sosyetik fişleme olarak medya’ya yansımıştı. Türk toplumu bu olayı yeniymiş gibi karşılayarak her kesimden tepki göstererek olayı kınamışlardı. Hâlbuki bu ve benzeri faaliyetler, 1995 sonrasından beri yapılmaktaydı.

Hürriyet Gazetesi'nde 10 Mart 2004"te "Sosyetik fişleme" başlığıyla manşetten yayınlanan haberde “Kara Kuvvetleri Komutanlığı"nın istihbarat çalışmasını kaymakamlar aracılığı ile yapacağı” vurgulanmıştı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı, askerî birlikler ve kaymakamlıklara gönderdiği istihbarat yönergesiyle "bölücü ve yıkıcı" faaliyetlerde bulunan kişi ve kurumlar hakkında bilgi toplanması amaçlanmıştı. Bilgi toplanılması istenenler arasında AB ve ABD yanlısı kişiler, sanatçılar, yüksek sosyete grupları, satanistler, masonlar, azınlıklar, internet grupları da yer almaktaydı. Yazı, Kadıköy, Maltepe, Kartal ve Sultanbeyli kaymakamlıklarıyla 1 Numaralı Dikimevi Müdürlüğü, Jandarma İkmal Merkezi Komutanlığı"na yollanmıştı.

Askeri istihbarat birimlerinin bu tür faaliyetinin kamuoyuna yansıması üzerine, nedense demokrasi havarisi yapılan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök; "Sosyete, satanist, Mason, AB-ABD yanlısı" gibi konular dışında, EMASYA kapsamında bu bilgileri araştırmakla yükümlü olduklarını” açıklamıştı.”

Şimdi, TSK’ya sataşmak için fırsat kollayan, hatta bulamayınca, kafadan iftira uyduran şu Gültekin Avcı gibiler; MASON ve SATANİST’lerin kim olduklarını, kökü dışarıda hıyanet odakları gibi çalıştıklarını, resmi ve siyasi iktidar dışında Türkiye’nin gizli ve derin hükümeti gibi etkin bulunduklarını bilmiyorlar mıydı?

Yoksa EMASYA çerçevesinde MASON’ları ve Amerikan uşaklarını fişlediği için mi, TSK’ya hücum başlatılmıştı?

EMASYA protokolü, 1996'da ve Refah-Yol iktidarında çıkarılan İl İdaresi Kanunu'nun 11'inci Maddesi'nin D bendine dayandırılmıştı. O dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar bile söz konusu yasanın çıkarılma sebebini şöyle anlatmıştı:

"O dönemde her yerde karışıklıklar oluyordu. Erzurum, Iğdır gibi Olağanüstü Hal dışındaki bölgelerde olaylar çıkıyor, ancak askerler kuvvet vermekten çekiniyordu. Hukuki bir dayanak yok diye bundan imtina ediliyordu. Yasa bu ihtiyacı gidermek için çıkarılıyordu."

Kripto Ermeni ve Yahudiler, Türkiye’de hangi makamlardaydı?

1915-1918 yılları... Doğu ve Güneydoğu Anadolu ittihat ve terakkinin hıyanet tertipleri ve dış güçlerin teşvikiyle facialar diyarı... İsyanlar, öldürmeler, sürgünler, talanlar yaşanmıştı... On binlerce, belki de yüz binlerce yetim perişan ve sefil kalmıştı... Müslümanlarla Ermenileri birbirine düşman etmek için nice şeytanlık yapmış olan Emperyalistlerin ve Haçlı misyonerlerin aradığı fırsattı… Amerikalılar bölgeye gelmişler yetim topluyorlardı Tabi ki sünnetsiz olanları…

Doğu Ordusu kumandanı Kazım Karabekir Paşa da yetim toplamaya başlamıştı. Amerikalılar sünnetsizleri topladığına göre o da sünnetli Müslüman yetimleri toplayacak, onlar için yurtlar kuracak, okullar açacaktı. Ancak bir müşkül vardı: Henüz sünnet olmamış Müslüman yetimlerin arasına küçük yaşta Ermeni yetimleri de katmıştı. O küçük Ermeni yetimlerine Müslüman ismi verilerek koruma altına alınmış ve bakılmıştı. Bunların sayısı ne kadardı? Şimdi hangi imkânlarda ve konumlardaydı? Bunlar sır gibi saklanır. Bunlar büyütülmüş, okutulmuş, hayata atılmıştı.

Şimdi, kimisi memur, kimisi öğretmen, kimisi subay, kimisi usta, kimi diplomat, kimi hâkim, kimisi serbest iş sahibi, kimi yazar, kimi patron konumundaydı.

Öte yandan, 200 bin kadar Ermeni kızı ve kadını da, o fırtınalı günlerde Müslüman olmuşlardı? Bu Ermeni ve Pakraduni (Yahudi asıllı Ermeni)lerin gizlenen kimliklerinin ve akrabalık ilişkilerinin kaydedildiği malum merkezlerce bilindiği ve Türkiye’ye ve milletimize karşı intikam için sürekli bilendiği rivayetleri dolaşmaktadır.

İşte bu koruma altına alınanların, çocuklarının ve torunlarının, sayısı bugün Türkiye'de 1,5 milyondur. Bu rakamı ben vermiyorum. Ermeni Patriği 2'nci Mesrob, Paris'te yayınlanan günlük Le Combat gazetesindeki röportajda söylüyor. (Le Combat, 29 Şubat 2005)

Bunların bir kısmı bu din ve kimlik değişikliğini samimî olarak kabul etmiş ve benimsemiş olsa bile, bir kısmı iki kimlikli yaşamıştır. İçlerinden bir kısmı, 1915-18 arasındaki facianın intikamını sinsice almak sevdasındadır. Elbette hepsini toptan suçlamak çok yanlıştır. Ama şüpheler insanları gerçeklere taşır.

Ayrıca bugün ülkemizde büyük miktarda Kripto Yahudi vardır. Kripto Ermeni vardır. Kripto Rum vardır. Kripto Kürt vardır. Bunların içinden rakam olarak az da olsa, birer kesim Türkiye'den intikam almak hevesinde ve hesabındadır.

Zengin ve edebî Türk lisanını tahrip eden, sözlüğe "Kemalizm Türkün dinidir" diye yazan Türk Dil Kurumu'nun başında niçin uzun yıllar A. Dilaçar isminde bir zat bulunmuştur? Bu zat niçin ilk isminin tamamını hiç yazmamış, "A." olarak yaza gelmiştir? Çünkü o noktalı “A”, Agop'tur. Yakın tarihimizin bazı çok önemli politikacılarının, yüksek bürokratlarının, gazetecilerinin, sanatkârlarının, subaylarının, akademisyenlerinin Yahudi, Rum, Ermeni oldukları ortaya çıkmıştır. Bunlardan mutlaka bir kısmının intikam almak için fırsat kolladıkları açıktır.

Bu kriptoların, bu gizli Yahudi ve Hıristiyanların içinden çıkan ve ellerine fırsat geçen bazılarının İslam Dinini Türk dilini, Türk kültür ve geleneğini, Türk edebiyat ve şiirini, Türk tarihini, Türk sanatını ve müziğini bozmak için çırpındıkları da ortadadır. Kendilerine Beyaz Türk, Pembe Türk denilen birtakım kimseler Türkiye'nin bölünmesine yol açacak açılımları, kötü propagandaları niçin yapmaktadır?

Türklerle Kürtleri birbirine düşman etmek isteyenler hangi odaklardır? Ülkede Sünnî Alevî çatışması çıkartmak isteyenler, kimleri kullanıp kışkırtmaktadır? Van Üniversitesi'nde bir rektör vardı. Çok aşırı, çok saldırgan, çok Ergenekonî çok Atatürkçü görünen, çok uyumsuz bir insandı ve bu zat Güllü Agop'un torunlarındandı! Acaba Türkiye'yi bugünkü hale, bunca krize, bunca çözülmez problemin içine düşürenler dış güçlerin kullandığı Kriptolar mıdır?

Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapmış Prof. Yusuf Halacoğlu bir ara bir şeyler söylemek istemiş ama susturmuşlardı.

14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP Oligarşisi, ABD’nin Emriyle yerini Demokrat Partiye terk edince ülkede biraz Hürriyet rüzgârları esmeye başlamıştı. O günlerin büyük Gazetelerinden Yeni Sabah'ta şu mealde küçük ilanlar yayınlanmıştı: "Filan mahkemenin kararıyla Ayşe olan ismimi Arşaluz'a, İslâm olan dinimi Gregoryen Ermeni dinine çevirttim, ilan olunur..." şeklinde yazılara rastlanmıştı.

Yahudi veya Hıristiyanlara sözümüz yok, ama Kripto olmak münafıklıktır. Bir vatandaşın tek dini, tek kimliği olmalıdır. Hem Müslüman hem Hıristiyan, hem Yahudi hem Müslüman, hem Yahudi hem Kürt, hem Kafkasyalı Müslüman hem Yahudi... Böyle iki kimliklilik, böyle Kriptoluk, böyle biri açık ve iğreti, ötekisi gizli ve asıl kimlikli olmanın altında kötü niyet yatmaktadır. Adamın veya kadının yüreğinde Ermeni kimliği hakimse, dıştan Müslüman görünmesi sakattır ve sahtekarlıktır. Hele böyle bir kimsenin laiklik postuna bürünerek, Atatürk'ten daha Atatürkçü kesilerek, İslâm'a ve Müslümanlara çatması, Müslüman halkı Türkiye için en büyük tehdit ve tehlike olarak görmesi elbette sakıncalıdır.

Patrik Mesrob cenabları, Le Combat gazetesindeki röportajda her sene 60-70 kadar vatandaşın mahkeme kararıyla Türklükten Ermeniliğe, İslâm'dan Gregoryen kilisesine resmen geçtiğini açıkça söylüyor. İslâm ve Müslüman düşmanı bazı Kriptolar da aynı şeyi yapsalar doğru olmaz mı?

29 Şubat 2008 tarihinde üniversitehaber.com sitesinde "Ülkemizde yirmi iki Hıristiyan asıllı dekan ve rektör bulunduğu, bunların çoğunun Ermeni kökenli olduğu, evlerinin altında gizli özel şapelleri (kiliseleri, ibadet odaları) bulunduğu" yazılmıştı.

Bu gibi haberler asılsız mıdır? Türkiye'de 22 Paraguaylı rektör ve dekan olduğu iddia edilse, bunun yalan olduğu açıkça belli olur, ama “22 Ermeni kökenli rektör ve dekan var” deniliyorsa konu araştırılmalı, soruşturulmalıdır. Demek ki bu azınlıkları bu makamlara taşıyan gizli bir mekanizma vardır.

Lafı eveleyip gevelemeyeyim... Türklerle Kürtler birbirine düşman edilmek isteniyorsa, Sünnîlerle Alevîlerin çatışması isteniyorsa, Müslümanlara temel hak ve hürriyetleri tanınmıyorsa, Türkiye'yi bölecek, parçalayacak vahim işler yapılıyorsa, ABD azınlıklara gizli seminerler veriyorsa, halka tam demokrasi reva görülmüyorsa, küçük bir azınlığın ülkeyi, devleti, halkı vesayet sistemi ile idare etmesi dayatılıyorsa, bu işler (ateist bile olsalar) tek kimlikli vatandaşların işi değildir, onları aşmaktadır.”[2]

Batılıların, hiç bitmeyen Müslüman Türk düşmanlığı!

Mareşal Fevzi Çakmak'ın rakamlarına göre, Birinci Dünya Savaşı boyunca, Osmanlı Devletine, daha doğrusu Türkiye'ye, tam teçhizatlı altı milyon düşman askeri saldırmış. Bir de buna içimizdeki hainleri ekleyin. Türkiye'nin toplam İslam nüfusunu ve savaşabilecek erkek sayısını da kabaca hesap edin.

1877'de Türk-Rus Harbi'nden, 1897'de Türk-Yunan Harbi'nden, 1911'de Türk-İtalyan Harbi'nden, 1912-13'te de Balkan Harplerinden çıkmışsın. İnsanların yorgun, yaralı ve fakir... Eskilerin tabiriyle, "memlekette erkek kalmamış."

İşte böyle bir millete, altı milyon düşman askeri saldırıyor. Ve şu şekilde:

Çanakkale muharebeleri sırasında, bazı cephelerde bir metrekareye düşen mermi sayısı, kimi kaynaklara göre 6,000 (altı bin), kimi kaynaklara göreyse 6,200 (altı bin iki yüz).

İnsanın kanı donuyor, değil mi?

Evet, Hıristiyan Batı, iki yüz seneyi aşkın bir süre, bütün gücü ve kiniyle Türkiye'ye saldırmıştır. Türkler söz konusu olduğunda, ne kural dinlemişlerdir, ne de insan hakları. Daha geniş bilgi için Çanakkale'de kullanılan kimyasal gazlara; İngiliz esir kamplarında kör edilen Türk askerlerine ve bunlar gibi onlarca örneğe bakabilirsiniz. Türk tarafı, nefsi müdafaa olarak tanımlayabileceğimiz bazı refleksler göstermiştir, göstermeye de devam ediyor. Hıristiyan Batı'nın gerçek kimliği milli hafızamızda öyle bir yer etmiştir ki, hiçbir hükümet veya hiçbir politika, bunu değiştiremez, söküp atamaz.

Önemli bir diplomatımız, "Ülke, yeraltından işgal edilmiştir" şeklinde beyanat verip itirafta bulunmuştu. Anadolu'yu işgal edemeyenler, İstiklal Harbi'nden sonra yeraltına inmiş ve faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Devletin askerine, polisine ve milli değer olarak kabul edilen isimlere kurşun sıkan yasadışı örgütlerin birçok tepe yöneticisinin Ermeni olması (ve Sabataist Yahudilerin güdümünde bulunması), elbette boşuna değildi. Veya vatan hainlerinin, milleti ve devleti soyanların hemen Avrupa'ya kaçması, Hıristiyan Batı'ya sığınması ve orada gül gibi yaşayıp gitmesi...

İstiklal Harbi ile yerin üstünü düşmandan az çok temizledik. Fakat yerin altı hala düşman kaynamaktaydı. Bingöl'de otuz üç silahsız ve savunmasız askerimizin şehit edilmesinde bile, haklı olarak yabancı parmağı aramıştık. O askerlerin vücudundan tam 1,547 (Bin beş yüz kırk yedi) mermi çıkmıştı. Çanakkale'deki kin ile bu kin aynıydı. (Bir de şu: Bu katliamı gerçekleştiren canilerden altısı ölü ele geçirilmiş ve bunlardan ikisi sünnetsiz çıkmıştı) Tokat Reşadiye saldırısında da neredeyse aynısı yaşanmıştı. Fener Rum Patriğinin, "Türkiye'de çarmıha gerilmiş gibiyiz" sözleri, üstelik bunu Amerika'da deyince; elbette bize bunları hatırlatmıştı.”[3]

Bu gidişat mutlaka durdurulmalıydı!

Evet, Türkiye adeta ilan edilmemiş bir iç savaşa doğru yol almaktadır.

Savcıların birbirine komplo hazırladığı, TSK mensuplarına ve hatta kurumsal kimliğine rezil tezgâhların yapıldığı bir süreç yaşanmaktadır.

Bir devlet düşününüz ki kurumları birbirinin gırtlağına yapışsın!

Bir devlet düşününüz ki bırakın kurumlar arası çatışmayı, kurumlar kendi içinde bile parçalanıp birbirinin kuyusunu kazsın! Biri diğerine kâfir ya da hain diye baksın!

Bir devlet düşününüz ki Ordusu bizatihi iktidar sahipleri tarafından adeta düşman olarak algılansın!

Bir devlet düşününüz ki polisi başka başka merkezlerden emir alsın ve bunu uygulasın!

Bir devlet düşününüz ki halkı durduk yerde kışkırtılsın, etnik ve mezhebi ayırımcılıklarla ayağa kaldırılsın..

Sorarım size böyle bir devletin ayakta kalma şansı ne kadardır?

Maalesef AKP’nin Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır.

Tablo zerre abartısız Mustafa Kemal’in ’Gençliğe Hitabesi’ndeki manzarayı çağrıştırmaktadır.

Buradan hareketle artık denizlerin dalgalanmadan durulması imkânsızdır.

Evet, Türkiye tabir yerinde ise dönülmez akşamın ufkundadır ve yapılması gereken meşru sınırlar içinde devlete sahip çıkılmasıdır.

12 Eylül günlerine yakından tanıklık eden biri olarak Devlet-i Ebed Müdded bağlamında bugünkü tablonun o döneme kıyasla on kere daha ağır olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Hayır, hiç kimse bu satırlarımdan yeni bir askeri müdahaleyi çıkarmamalıdır. Müdahaleler çözüm olsaydı, Türkiye her 10 yılda bir aynı girdaba kapılmayacaktı.

Bu ülke için sorumluluk hisseden herkes, bana ne demeden bu gidişi durdurma adına karıncanın yangını söndürmeye su götürmesi misali imkânı ölçüsünde katkı sunmalı, gerçekleri haykırmalı ve sesini duyurmalıdır. Aksi takdirde Yargı ve polise sızan kanser mikrobunun devleti çökertmesi mukadder olacaktır.

[1] 31 Aralık 2009 Turgay Tezcanlı

[2] M. Şevket Eygi / 31.01.2010 / Milli Gazete

[3] İbrahim Tenekeci / Milli Gazete


http://www.millicozum.com/mc/nisan-2010/turkiyede-azinliklarin-azdirilmasi-ve-ic-savas-hazirliklari


..