Çevik Bir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevik Bir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2019 Pazar

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A BÖLÜM 14

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A  BÖLÜM 14



Örgütü Kimler Yönetiyor,
23/7/2000 - 11:00 
Atin,

Daha önce belirttiğim gibi, YEŞİL'in sorgulandığı dönem, normal şartların yaşandığı bir dönem değildi.
YEŞİL'in sorgusunu yapan görevliler, BERKAN'ın "YEŞİL'in övünerek anlattığı cinayetler" diye nitelediği hususları, "birinci tip illegal faaliyetler" kapsamında mütalaa ettikleri için tepkisiz kalıyorlardı. Zira değil sorgudaki memurlar, MİT Müsteşarı dahil kimsenin bu konuda bir şey yapması mümkün değildi. Bu yazı dizisinin tamamı, herhalde bunun nedenlerini daha iyi açıklayacaktır.

Önemli Noktalar

Burada YEŞİL'in anlatımındaki birkaç önemli hususun altını çizmek istiyorum:
- YEŞİL, MİT'e yaklaşınca, "örgütten ayrılma" diye ikaz edilmişti. YEŞİL'in "laf hammallığını sevmiyorum" diyerek fazla açıklamadığı bu örgüt neydi, kimler tarafından yönetiliyordu? 
- YEŞİL, "Şimdi, ÇATLI grubu, o grup, bu grup. Aslında hepimiz dolaylı olarak aynı grubuz" derken, aynı örgüte mensup olduklarını, neticede bütün bu grupların tepede bir noktaya bağlı olduğunu mu ima ediyordu? 
- YEŞİL'e, Mehmet AĞAR'la ve Kemal YILMAZ Paşa ile çalışmasını kimler, niçin öneriyordu? MİT'in terör ve organize suçlarına bakan ünitesinin başında olan "Mehmet Eymür’ün bu işlerden uzak tutulması" istendiğine göre, "örgütün" MİT'in bu konularda bilgi sahibi olmasından rahatsızlık duyduğu anlaşılmıyor muydu? 
-İbrahim YEŞİL'e "emekliye ayrıldığım zaman ikimiz aynı grupta olacağız" derken kastettiği aynı "örgüte bağlı" bir grup muydu?
-YEŞİL, Cem ERSEVER için, "sadece bir kısmını biliyordu, gerçek olay daha büyük" derken, "örgütün" mensuplarının ve faaliyetlerinin düşünülenden daha mı kapsamlı olduğunun bilincindeydi?
-YEŞİL, "Zaten benim kayıplara uğramayan tek param o 250 milyon. 'Bunu hesaba yatırsan' dedim. Yani yapmak istediğim, parayı ben kayıpsız şey yapmayayım, kayıt, kuyut, belli olsun, kimden ne aldığım belli olsun.“ ve " İbrahim’in olaydan haberi olsa da olmazsa, benim o parayı aldığımı bilse de bilmezse de ben, ona para indireceğim (vereceğim). ...İbo’nun zaten haberi var, haberi yine olacak. Ben bunu yiyemem, olay bu" derken, banka hesaplarının YEŞİL'in üzerinde gözükmesine rağmen, bu hesapları başkalarının da denetlediği, paraların müşterek kullanıldığı anlaşılmıyor mu?

Bütün bu sualler, ancak bu "örgütün" üst kademesindeki bir veya birkaç kişinin konuşması ile çözülebilir.

Çevik Bir Ekibi

YEŞİL'in bahsttiği Kemal YILMAZ Paşa, o tarihlerde MİT'deki Yavuz ATAÇ, Orhan ÇOBAN, Kaşif KOZİNOĞLU gibi "Özel Kuvvetler Komutanlığı (Özel Harp)" kökenli emekli subaylarla yakın ilişki içindeydi. 
Bu kişiler MİT Müsteşarı olacağına muhakkak gözüyle baktıkları Kemal YILMAZ'a devamlı bilgi taşıyorlardı. 
MİT'teki asker kökenliler Kemal YILMAZ'ın başlarına geleceğine o kadar kesin bakıyorlardı ki, nakledilenlere göre Yavuz ATAÇ ve Orhan ÇOBAN, yeni yapılanma ile ilgili listeleri tanzim ederken makam kavgasına girmişler, aralarında sert tartışmalar çıkmıştı.
Kemal YILMAZ'ın, Genelkurmay'daki Çevik BİR ekibinden olduğu biliniyordu. Normal şartlarda MİT Müsteşarlığına gelmesi pek mümkün görülmediğinden, bunun ancak askeri bir müdahale sonra olması mümkündü.
Bu sayfalarda yer alan "Mukayese " başlıklı yazıda, aynı ekipten bir başka General'in, ülke yararına yürütülen bazı hassas faaliyetler sırasındaki bir telefon konuşmasına değinmiştik. Nedenini bilmiyoruz ama, bu faaliyetler sırasında bu ekibin engellemeleri bizi şaşırtmıştı.

Neden Kullanılmaya Devam Edildi

YEŞİL'in bütün anlatımlarına rağmen MİT tarafından kullanılmaya devam edilmesi, "kanuni" yönden olmasa bile, "ahlaki" yönden çirkin gözükebilir.
Zamanın MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL da bu konuda bir hayli tereddütlüydü. YEŞİL'in bütün mazisinin MİT'e monte edilmesinden endişe duyuyordu. Ben YEŞİL'in ortalarda denetimsiz bırakılmasının daha vahim neticeler vereceğini düşünüyordum. Mehmet AĞAR, resmi bir toplantı için MİT'e geldiğinde MİT Müsteşarının yanında kendisine mealen "Bu adamı siz de, Jandarma da kullanmış, şimdi ortalarda bırakmışsınız. Bu tip adamları sahipsiz bırakırsanız "suç makinası" haline gelirler, buna bir şekil bulun" dedim. AĞAR, Jandarma ile konuşacağını söyledi, ancak bir netice çıkmadı.
O tarihlerde, YEŞİL'e milli menfaatler doğrultusundaki bazı yurtdışı faaliyetlerde görev vermiştik. Bu faaliyetler ile ilgili bağlantılar kurmuş, çalışmalar yapmıştı. Çok hassas bazı operasyonlarımızı biliyordu. Bu bakımdan devam etmesinin hem faaliyetlere yarar sağlıyacağını, hemde kendisini Ankara'dan ve suçtan uzak tutacağını düşündük. 

Zaten, bu sayfalarda belirttiğimiz gibi, yaşadığımız günlerdeki "suç" YEŞİL'i çok aşan organize bir faaliyet niteliğindeydi. Ayrıca YEŞİL, bu açıdan iyi bir haber kaynağıydı. Terör ve organize suç faaliyetlerinde en iyi kaynaklar o faaliyetin içinde olan kişilerdir. Bu istihbaratın temel unsurlarından biridir. 
Üzerinde PKK/ARGK ve İnsan Hakları Derneği'ne ait üye kimlik kartı taşıyan YEŞİL, bizim açımızdan, uygun vasıflara sahip, bir çok engeli kolayca aşabilen, yetenekli bir faaliyet elemanıydı, çalışmalarımıza olumlu katkıları oldu. 
Bildiğim kadarıyla, yaptığımız çeşitli tembihlerden sonra, aktif çalıştırdığımız bu dönemde herhangi bir suç işlemedi. Evine hiç bir zaman kirli para sokmadığını, Teşkilat'tan aldığı "devletin temiz parası" ile ailesini geçindirmekten çok memnun olduğunu söylüyordu.

Görev Sözleşmesi

YEŞİL'le ilk görüşmelerimiz 1994'ün son aylarına rastlar. Bu görüşmelerde kendisine, yer aldığı operasyonların başarı ile neticelenmesi halinde yüksek miktarda parasal bir mükafat verileceği söylenmiştir. YEŞİL cevaben, kendisinin bu güne kadar para karşılığında iş yapmadığını, böyle bir mükafaatı kabul etmeyeceğini belirtmiştir.

YEŞİL'e ayrıca, çalışmalar esnasında meydana gelecek makul masrafların tarafımızdan ödeneceği, ihtiyaç hasıl olması durumunda, teknik alet ve malzeme sağlanacağı, Türkiye içinde kanunsuz hiç bir faaliyetine müzahir olunmayacağı, kendisine Teşkilatımızla arasındaki bağın ortaya çıkmasına neden olabilecek herhangi bir belge verilmeyeceği, görev esnasında yurt dışında şehit olması durumunda, ailesinin geçiminin ve çocuklarının okul masraflarının Teşkilatımız tarafından karşılanacağı, görevini ifa ettiği esnada yurtdışında tutuklanıp mahkum olması halinde de, ailesinin ve çocuklarının masraflarının karşılanacağı, böyle bir durumda, kendisiyle olan ilişkimizin inkar edileceği belirtilmiştir. 
YEŞİL, ailesini garantiye aldıktan sonra gerekirse intihar eylemlerine bile katılabileceğini, bir tutuklanma halinde, PKK itirafcısı olarak ifade vereceğini söylemiştir..  Bu sözlü anlaşmada belirtildiği gibi, MİT'in Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan YEŞİL'le ilgili, dolaylı veya dolaysız hiç bir teşebbüsü olmamıştır. 

Korkut Eken'le Problemli

Beyanlarına göre, YEŞİL'in Korkut EKEN ve Polis ile problemleri, 1994'ün son aylarında başlamıştı. 
Kemal HORZUM'dan her ay aldığı 250 milyon lira yardımın azalması üzerine, Kürt Ahmet lakaplı Ahmet TURGUT'tan para istemesini neden gösteriyordu. Daha sonra Arnavut SAMİ olayı, ilişkileri iyice gerdirmişti. 
Kasım 1994 sonunda Korkut EKEN'in, İstanbul'da Kürşat YILMAZ, Yavuz BIÇAKÇI ve Ahmet GÜZEL isimli arkadaşlarını gözaltına aldırıp, hakkında bilgi topladığını öğrenmişti.
Kürşat YILMAZ ile bağlantı kurduğunu ve Kürşat'ın, kendisine "kendine dikkat et, seninle ilgili bilgi almak için bizi çok hırpaladılar" dediğini söylüyordu.
Kürşat kendisinden tabanca ve bir cep telofonu talep etmiş, YEŞİL, birilerine 5.000.000 lira rüşvet vererek istediklerini cezaevine iletmişti.

YEŞİL bu konuyla ilgili olarak şunları anlatıyordu:

"Aynı günlerde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Şubesi'nde görevli H. Yarbay'dan çağrı aldım ve hemen görüşmeye gittim. H. Yarbay bana 'Bugün Korkut EKEN Genel Komutan'a geldi, bir süre görüştüler. Korkut Yarbay, komutana biz Ahmet YEŞİL'i tutuklayacağız, sizinle herhangi bir bağlantısı var mı? diye sormuş, Genel Komutan da, jandarma ile bu şahsın hiçbir bağı yok, tutuklayabilirsiniz şeklinde cevap vermiş, ancak tutuklama gerekçesini bilmiyoruz, Genel Komutan'a soramadık. Korkut Yarbay gittikten sonra Genel Komutan, B. Paşa'yı çağırıp, Emniyet Müdürlüğü'nün tutuklama kararını sana iletmesini istemiş, B. Paşa da bana emir verdi, Korkut Yarbay kararlıymış " dedi. 
Olaydan 10 gün kadar önce, A.ÇATLI da telefon ile aradı ve dikkatli olmamı tenbih etti, aynı günlerde oğlumun devam ettiği Karate Salonuna gelen telsizli iki şahs oğluma, benimle ilgili sorular yöneltmişler, 
Yine aynı tarihlerde Cumhurbaşkanlığı'na gittim ve burada Cumhurbaşkanı Danışmanı olan dostum ile görüştüm. O da Mehmet AĞAR ve benim gibi Elazığlı. 

Cumhurbaşkanlığı'ndan Dolma Kalem

Görüşme sırasında bana Cumhurbaşkanına ait altın bir dolma kalem hediye etti. Sohbet ederken bana "Mehmet AĞAR ile iyi geçinmiş olman lazımdı" şeklinde bir cümle kullandı, ancak o gün için bu konunun üzerinde hiç durmamıştım. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma ile bugüne kadar hiçbir sorununun olmadı, tutuklanmam için ortada hiçbir gerekçe yok."
YEŞİL'e göre, Ankara'da yeraltı dünyasında adıgeçen Kürt Ahmet lakaplı şahıs kendisinin varlığından tedirginlik duyuyordu. Kürt Ahmet'ten 100 Milyon TL. almış, Kürt Ahmet bunu Ünal ERKAN'a aktarmıştı. 
Kürt Ahmet, Ünal ERKAN 'a ismiyle hitap ediyordu, Emn.Müd.lerinin kararnamesinde bile Kürt Ahmet'in onayı vardı. 
Kürt Ahmet bir süre önce tedavi maksadıyla Amerika'ya gitmiş ve gitmeden önce kendisinin pasifize edilmesi için Korkut Bey'den yardım talep etmişti. Korkut Bey, Kürt Ahmet'e bu konuda teminat vermişti. Kendisinin aranmasını Korkut Bey'in sözünü yerine getirme çabası olarak mütalaa ediyordu. (Not: Korkut EKEN'in yakın tarihte Kürt Ahmet'e ait bir otoparkı işlettiği belirtilmişti) 
Korkut EKEN'in yanısıra, İçişleri Bakanı danışmanı Mehmet Kıvanç ÖZER de kendisi ile uğraşıyordu. Aydın'lı ÖZER, sanki İçişlerinin değil Kürt Ahmet'in danışmanıydı. Zira devamlı Kürt Ahmet'in yanındaydı. ÖZER'in çağrı numarası 3 6 2- 1 2 8 6 idi, araştırılırsa ne kadar büyük işler çevirdiği anlaşılırdı.

Kemal Horzum Yine Sahnede

Kemal HORZUM kendisine her ay 250 milyon lira para verirken, bunun 50 milyona düşürmüştü. Bunun nedenini Kürt Ahmet'in yönlendirmesine bağlıyordu.
Şöyle diyordu:
"Kemal HORZUM'un dışındaki bütün Kürt işadamları PKK'ya yardım ediyor. K.HORZUM'un, PKK'lı METİN Kod adında bir ortağı vardı. Benim baskım neticesinde ortaklıktan ayırdı ve HORZUM'un çevresinden uzaklaştırıldı.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı korumaları, boş zamanlarında ve izinlerinde HORZUM'un bürosuna gelerek koruma yapıyorlar.
Son görüştüğümde Horzum bana 'Seni Zülküf CEYLAN'la görüştüreceğiz' dedi. Zülküf halen İsviçre'de hasta imiş. Döndükten sonra belirleyecekleri bir tarihte İstanbul'da Horzum, Zülküf ve CEYLAN'ların kirvesi Emniyet Müdürü H. ile toplanıp görüşeceğiz.  Birşey sormuyor ve herşeyden haberim varmış gibi davranıyorum.

Senaryo

Oynamayı planladıkları senaryoya göre, sözde devletin elinde terör örgütüne para yardımı yapan kürt iş adamlarının isim listesi var ve sözde devletin içindeki bazı güçler benim kanalımla bu şahısları enterne ediyorlar. Dolayısıyla ben parayı alınca CEYLAN'lara yönelik herhangi bir eylemde bulunmayacağım. 
Horzum'un daha önce benim adımı kullanarak aynı senaryo ile tahsilat yaptığını biliyorum. Ancak herşeyden haberdarmışım gibi davrandığım için açık açık kimlerden para tahsil ettiklerini soramıyorum.
Şu anda ekonomik yönden çok kötü durumdayım. Etlik'teki evimin 2 milyon liralık telefon parasını ödeyemiyorum, Diğer telefonun 7 milyon borcu vardı, ödeyemediğim için kapattılar. Her şey paraya bakıyor, araba hala sanayide rehinde. Sonuçta, maddi durumum berbat, para olmadan hiç bir iş yürümüyor. Ne yapacağımı bende şaşırmış durumdayım Aslında buraları bana göre değil, bölgedeki halimi özlüyorum. Beni maddi yönden bitirdiler, Şehirde paranız olmayınca gücünüz de olmuyor." 

Ceylan'lar Kime Yetişsin

YEŞİL, parasal sorunları ve polisle olan problemlerini halletmek için bazı temaslarda bulunmuştu. Şöyle anlatıyordu:
"Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Hayrettin GÖKDEMİR'in beni Köşke çağırdı, 'bir sıkıntın varsa söyle" dedi.
Bakmak mecburiyetinde olduğum sekiz adamım var. Bunlar için döşeli iki ayrı eve , geçimlerini temin için bilardo salonu benzeri bir işyerine ihtiyacım var. Sanayide rehin duran iki arabamı kurtarmam lazım dedim. 
Bana 'Yakında Rusya'dan bir işadamının döneceğini, onunla konuşarak isteklerimi karşılayacağını söyledi. 'CEYLAN ailesi zamanında Baba'yı ayakta tuttu, şimdi biraz da sana baksınlar. Baba için vinç lazım ama sana bir parmak hareketi yeter' dedi.
10 gün önce cağrı alınca İbrahim'le buluştuk. Maltepe'deki Monako Pavyona gittik. Korkut EKEN ile anlaşmazlığım konusunu açtım. İbrahim anlaşmazlığın boyutlarının sıkıntı yarattığını, Korkut EKEN'in Emniyet Genel Müdürlüğünde normal bir memur odasında sığıntı gibi oturduğunu, acz içinde olduğunu, sorunu çözmeye yardımcı olabileceğini, büyütmemeleri gerektiğini söyledi. 
Korkut EKEN, 12 Aralık 1994 günü ekibi ile Azerbeycan'a gitti. Benim hakkımda ' ülkücü katili' şeklinde konuşmalar yapıyormuş. Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şubesinde görevli A. Binbaşı Korkut EKEN'le benim için görüştü, beni müdafaa etti. Ancak görüşmeden bozuk ayrılmış. 
Mehmet AĞAR bütün gelişmelerden haberdar. A. Binbaşının elinde M.AĞAR ile ilgili 42 milyar liralık bir yolsuzluk belgesi var, fakat kullanamıyor."
Aynı tarihlerde YEŞİL'in "adamlarımdan biri" diye bahsettiği bir kişi kaçarken polisler tarafından ayağından vurulmuştu. 
YEŞİL, "Ayın 1.nde İstanbul'da polisler Osman ÖZBEK isimli adamımı kaçarken ayağından vurdu. Ne kadar malzeme varsa gitti. Ev, araba, cep telefonları, çağrı cihazları, elbiseler hepsi gitti. Adamım şimdi İstanbul'a giremiyor. Bu çocuğun yaptığı özel bazı mafyavari işler vardı." diyordu. (Not: YEŞİL'in kastettiği kişi bu sayfalarda daha önce bahsettiğimiz Osman GÜRBÜZ 'dür.) 
YEŞİL, Ankara Emniyet Müdürlüğüne alınmadan bir hafta kadar önce, polisler onun yakın arkadaşlarını gözaltına almışlardı. Bu konuyu ise şöyle naklediyordu YEŞİL.
"Sorgu çok ağır geçmiş, işkence yapılmış. Ankara Emn. Md. Orhan TAŞANLAR bizzat sorguya katılmış. Sorguda ağırlıkla benim üzerimde durmuşlar. Cem'in yazdığı kitabı açarak Tunceli'den, Muş'tan başlayarak sorular yöneltmişler. 
Çocuklar, istiyorsanız telefon ve çağrı numarasını verelim,arayın buraya çağırın, kesin gelir, gelmez ise bizi öldürün demişler. Gerçekten de çağırsalardı giderdim. Devletten kaçmak olmaz, ben devlet ile uğraşamam. Adamların sorgulanmasın da tamamen beni hedef aldılar, bana göz dağı vermek istiyorlar.
Bana açıkca "çalışacaksan, bizim hesabımıza çalış" şeklinde Mehmet AĞAR kaynaklı bir mesaj ilettiler. Ben Mehmet AĞAR'ın kim olduğunu gayet iyi biliyorum. 

Öldürülen Polisin Silahı

Sorguya alınan çocukların ikisinin üzerinde silah vardı. Hakan'ın üzerindeki Kırıkkale silah daha önce öldürülen ve İstihbaratta çalışan polisin kendi silahıydı. Ben onun Hakan'ın üzerinde olduğunu bilmiyordum. Bir kenarda duruyordu. Tesadüfen o gün Hakan üzerine almış. En çok o silahtan korkuyordum. Ancak olayı kapattılar. Sadece ruhsatsız silah taşımaktan muamele yapacaklar. 
Çocuklardan iki şekilde ifade almışlar. Adliye'ye gönderilecek olan ifade de, silahları YEŞİL'den aldıklarını söylemişler. Kendilerine sakladıkları ifade de ise silahın birini Jitem'den aldım diye ifade vermesini istemişler. Hakan'da baskı üzerine, Diyarbakır'da Jitem'de çalıştığını söylediği ancak gerçekte var olmayan Zülfü Astsubay diye birinden aldığını söylemiş.
Çocukların sorgudan kurtulması işinde S. Selami YENAL isimli bir şahıs aracılık etti. Bu şahsı kontrol ederseniz tahmin edemeyeceğiniz kadar çok bilgiye kavuşursunuz. 
Selami, oldukça iddialı konuşuyor, Hangi Emniyet Müdürünü nereye göndermek istersen yer değiştirebiliriz, o derece etkiliyiz diyebiliyor. 
Bu şahıs Hayrettin GÖKDEMİR'in oğlu Arif'le bağlantılı. Arif işleri organize ediyor."

Mafya Usulü İnfaz

1995 yılının Ocak ayının son günleriydi. 28 Ocak günü köylüler, Asgar SİMİTKO ve Lazım ESMAEİLİ'nin cesetlerini, İstanbul Silivri'de Kerev Deresi içinde buldular. Her ikisi de, tabanca ile çok sayıda kurşunlanmış, kulakları kesilmiş ve işkence görmüştü. Cesetlerin görümünden, infaz edenlerin bir hesaplaşmayı tamamladıkları, öç aldıkları anlaşılıyoru. İnfazı yapanlar maktullerin kulaklarını keserek mafya usulü mesaj vermişlerdi.

http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=230

15.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

16 Mayıs 2017 Salı

28 ŞUBAT POST MODERN DARBE Mİ, YOKSA NORMAL DARBE Mİ BÖLÜM 2


28 ŞUBAT POST MODERN DARBE Mİ, YOKSA NORMAL DARBE Mİ BÖLÜM 2



 < ABD’deki İsrail Lobisi’ne dikkatlice bakıldığında ABD Devleti ile İsrail Lobisi arasında bir ayrım yapmanın ne denli zor olduğu görülür. Ancak analitik olarak böyle bir ayrımı yapmak ve bunun üzerinden tartışmayı sürdürmek de tartışma nın detaylarını anlamak açısından elzemdir. >


  90’lı yıllarda bölgenin  durumuna bu açıdan bakıldığında Afganistan’daki direnişin Selefi  ilişki ağlarını radikalleştirerek Körfez’deki İsrail’e dost rejimlere 
tehdit oluşturduğu, Cezayir başta olmak üzere Kuzey Afrika’da İslâmcılığın giderek güçlenmesi, Bosna’daki savaşın Balkanlarda İslâmcılığa alan açıldığı, ümmetçiliğin Bosna Savaşı üzerinden Avrupa ile de ilişkiye geçerek evrenselleştiği, Kuzey Kafkasya’da başta Çeçenistan olmak üzere İslâmcı hareketlerin zemin kazanmaya başladığı, Keşmir’deki Hindistan karşıtı direnişin Afgan direnişinin de etkisiyle giderek arttığı, Malezya ve Endonezya’da 
İslâmcı hareketlerin etkisini artırdığı, Filistin direnişinin liderliğinin Baasçı-seküler milliyetçi FKÖ’den İslâmcı hareket Hamas’a geçtiği bir dönemden bahsediyoruz. 

İsrail’in Türkiye için önemi tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Etrafı Arap devletleri ile çevrili İsrail, kurulduğundan beri bu kuşatmayı yarmak için iki temel strateji geliştirmişti: 

1. ABD’deki İsrail Lobisi üzerinden, ABD yönetimi üzerindeki etkisini kullanarak, 
ABD’nin Ortadoğu politikasını kendi istediği yöne çevirmek. 

2. Arap devletlerini aşmak için ikinci çeperdeki Arap olmayan Müslüman 
devletlerle ilişkilerini derinleştirerek kendisine nefes alma alanı açmak (Türkiye, İran ve Etiyopya). 

İlk politikasında büyük bir başarı kazanan İsrail, 90’ların ortasında ikinci politikasında da Türkiye örneğinde, Türkiye’yi tarafsız hale getirerek nispi bir başarı kazanmıştır. İran’ı Şah döneminde kazanmış olsa da 1978 İslâm Devrimi’nden sonra yitirmiş, gücü azalan Etiyopya’yı ise halen 
elinde tutmaktaydı. Soğuk savaşın bitmesiyle dış politikasını çeşitlendirme 
uğraşındaki Türkiye’nin, insan hakları karnesi nedeniyle Avrupa ve ABD ile arasının açılmasını fırsat bilen İsrail böylece İran’dan boşalan açığı Türkiye ile doldurmaya çalışmıştır. Böylece hem Arap olmayan Müslüman devletlerle işbirliği politikasına yeni bir ivme kazandırmış, bir yandan da Türkiye’nin de ‘İslâmcı’ bir 
yönetime kavuşmasını engelleme yani Türkiye’yi “kaybetme” riskini bertaraf etmiştir. Bu noktada, iç politikada sıkışan, halkla temas edemeyen, devlet krizini aşamayan devlet elitleri de hem İslâmcı hareketi dizginlemek hem de istenen silah ve istihbaratı alabilmek için İsrail’le yakınlaşmayı gündemine almıştır. 90’ların başından itibaren bu çerçevede yürüyen işbirliği tüm bunlara rağmen yine de 28 Şubat’ı izah etmeye yetmezdi. İşte tam bu noktada İsrail’le 
İslâmcılık karşıtlığı ortak paydasında organik bir işbirliği için hazır hale gelen özellikle Deniz Kuvvetleri’nde yerleşik mezhepçi bir grubun İslâmofobik siyasi pozisyonu, İsrail ile bu aktörleri tam bir işbirliği noktasına getirmiştir. İslâmcılık karşıtlığında uzlaşan Türkiye ile İsrail’in devlet elitleri arasındaki ilişkileri, iki ülke arasındaki ilişki seviyesinden stratejik ilişki seviyesine taşıyan işte tam da bu pozisyondur. Çıkar ortaklığını aşarak siyaset ve ideolojide de aynılaşan 28 Şubat’ın aktörleri ile İsrail Devlet elitleri iki ülke ilişkilerini stratejik ortaklığa çevirmişlerdir.11 

Bu noktada Türkiye’nin pozisyonu açısından Kürt meselesine de ayrıca odaklanmak gerekir. Türkiye’nin o dönem, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan tüm kimlik siyasetlerindeki hareketlenmenin özellikle Kürt meselesi bağlamında önemli bir sorun yaşadığı ortada. 

Ancak bunu da aşan Irak’ın işgali ile Kuzey Irak’ın özerk bir hale gelmesi, bu özerkliği tecrübe eden Irak Kürtleri aracılığı ile Türkiye içindeki Kürt hareketinin dönüşmesidir. Bu dönüşüm daha tecrübeli KDP/KYB kadroları ile yakınlaşan PKK için hem askeri ve hem de stratejik bir dönüşümdür. Ancak bunun da ötesinde Saddam Irak’ında ve sonrasında nispeten daha fazla haklara sahip bir 
Kürt Hareketi ile tanışan Türkiye Kürtlerinin de siyasi ve kültürel taleplerinin yükselmesidir. Tüm bunların biraraya gelmesi, ulus devletin dar etnik yapısını aşamayan Türkiye için büyük bir tehdit olması son derece anlaşılırdır. Bu noktada devletin PKK karşısında Kürt hareketinin kendi iç bölünmesinden medet umması ise bir anda umulmadık bir tablo çıkardı ortaya. Kürt hareketinin 90’ların başındaki bu toplumsal bölünmesi ortaya bir anda İran’a sempatiyle 
bakan, İsrail karşıtı, PKK ile mücadele tecrübesi ile son derece donanımlı 
bir örgüt çıkardı. Sadece PKK ile karşı karşıya kaldığında bunu kendisi için tehdit olarak görmeyecek, hatta orta ve uzun vadede Türkiye’nin yönetilmesi için olumlu bir hareket olabilecek İsrail için bu niteliklere sahip bir hareket mücadele edilmeyi hak edecek bir harekettir. Bu nedenle Türkiye ile İsrail arasında Kürt 
meselesinde de tam bir strateji birliği sağlanmış oldu. 

11 Efraim Inbar, “Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic Partnership,” MERIA Cilt 5, No. 2, Haziran 2001, ss. 48-65. 

İki ülke arasında stratejik bir ortaklığın kurulabilmesi oldukça zordur. Stratejik ortaklık, için bu ilişkinin iki ülke için de kârlı olması, ancak bunun yanısıra hem askeri ve stratejik hedeflerin, hem de tehdit algılarının aynılaşması olmazsa olmaz şarttır.12 
İşte İsrail-Türkiye ilişkilerindeki bu gelişmeler de hem askeri alanda, hem bölgede Türkiye’nin Kürt meselesinde olumsuz aktör olarak gördüğü Suriye ve İran’la ilişkilerde, hem İslâmcılık karşıtlığında, hem de Kürt meselesinde örtüşmüştür. Tüm bu stratejik hedeflerin aynılaşması neticesinde kurulan bu yapısal ilişkinin güvenlik ayağındaki önemli neticelerinden biri eğer askeri ihaleler, askeri modernizasyon, PKK ve İslâmcı gruplara karşı istihbarat paylaşımı ile bölgesel işbirliği ise, siyasi karşılığı ise 28 Şubat Postmodern 
darbesidir.13 

28 Şubat ve Ekonomik Durum 

28 Şubat’ın bir diğer önemli özelliği ise, darbenin hemen öncesinde ve sonrasında gerçekleşen ve Türkiye’yi tam anlamıyla iflas noktasına getirerek belki daha sonra gelecek AK Parti dönemine zemin hazırlayan ekonomik algılayıştır. 24 Ocak kararları ile başlayan, akabinde Özallı yıllarda özelleştirme ler, konvertibilite ve uluslararası rekabet alanlarında giderek normalleşen ekonomiye en büyük darbe bu dönemde gelmiştir. Sermaye yeşil ve normal diye ikiye ayrılarak, taşra kökenli sermaye tam anlamıyla dışarıda tutulmuş, sanayi sermayesi engellenmiş, bunun yerine rantiye ekonomisi öne çıkmıştır. 28 Şubat döneminde gazete satışları, medyadaki el değiştirmeler, banka satışları ve devlet ihaleleri masaya yatırıldığında bu ilişkilerin sonuçları görülebilir. 



12 Sürekli kullanıldığı halde, stratejik ortaklık üzerine çok fazla çalışma mevcut değil literatürde. Bir başka çalışmada stratejik ortaklığı şöyle açıklamıştım: “stratejik ortaklık,” iki ülkenin ortak bir tehdide karşı askeri, istihbari ve siyasi alanlarda ortak hareket ettiği bir ittifak biçimidir. Bu tür bir ittifak, genellikle askeri bir tehdide ya da bir bölgedeki yeni bir stratejik dizilime tepki olarak, başta ortak askeri tatbikatlar, teknoloji paylaşımı ve istihbarat paylaşımı olmak üzere, bir çok alanda işbirliğini gerektirir.” S. 552. “Stratejik Ortaklıktan Model Ortaklığa: Türkiye’nin Bağımsız Dış Politikasının Etkileri,” Nuh Yılmaz Der. Burhanettin Duran ve Kemal İnat, SETA Yayınları, 2011, Ankara. s. 549-577. 

13 28 Şubat’ın kudretli ‘Paşası’ Çevik Bir, İsrail Lobisi’nin önemli akademik yayınlarından Middle East Quarterly’de bu ilişkinin dinamiklerini, rasyonalitesini darbenin faili olarak anlatmıştır: Çevik Bir and Martin Sherman, “Formula forStability: Turkey Plus Stability” Middle East Quarterly Fall 2002, V. IX N. 4 pp. 22-32 



Hele ki 28 Şubat döneminde herkesin isimlerini bildiği bazı işadamlarının bir anda ortadan kaybolması, sermayenin aslında sabit ya da oturmuş bir sermaye olmaktan ziyade, rant dağıtımından alınan paylarla ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bu dönemde emekli generallerin şirket yönetim kurullarına piyasa değerinin çok üstünde maaşlarla girmeleri, iş tecrübesi olmayan bu generallerin işlevinin ne olduğunu göstererek, Türkiye’de ekonomik kararlarda kimin iktidar sahibi 
olduğunu da göstermektedir. Ankara’daki rantiye dağıtımının askeri elitler eliyle yapıldığı bu döneme damgasını vuran yönetim kurulu üyesi generaller, “yeşil sermaye” söylemi yeni sermaye dağıtımına ideolojik bir kılıf da katarak ülke ekonomisinin iflasına zemin hazırlayan aktörlerden olmuşlardır. Zaten Türkiye’nin 28 Şubat’ın üzerinden henüz 3 yıl geçmeden tarihin en büyük finansal krizini yaşaması, banka boşaltmalar, IMF müdahaleleri de hatırlandığında, olayın vehameti daha iyi anlaşılır. 

Ancak bu sermaye müdahalesinin bir de kontrol edilemeyen yönü olmuştur. “Yeşil sermaye” denilerek dışlanan kesimin kendisine iş alanı açmak için, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve hatta Afrika’nın derinlerine açılması bugünlerde yaşadığımız dış politika açılımının da önemli dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. 28 Şubat öncesinde sıkışıp kaldığı Anadolu’dan İstanbul’a ve dünya piyasalarına açılmaya çalışan bu yeni orta ve küçük ölçekli aktörler, 
28 Şubat’la birlikte İstanbul ve Ankara tarafından çok ciddi bir dirençle 
karşılaştılar. Bu direncin bir kaç sonucundan bahsedilebilir: 

Bu dirençle birlikte taşra sermayesi, kendisine iktidar blokunda yer bulmayınca, kendi siyasi aktörlerini merkeze taşımak için inanılmaz bir motivasyon kazandı. Daha önce sağ partilerde biriken çevrenin enerjisi, sağ partilerin 28 Şubat’la birlikte siyaseti değil devleti, halkın siyasi taleplerini siyaset alanına taşımayı değil, devlet adına halkı terbiye etmeyi tercih eden siyasi elitleri terk ettiler.14 Siyasi elit olarak yola çıkan, ancak merkezde devletleşen bu elitler yani sağ 
siyasetle arası açılan çevre sermayesi kendi organik siyasi aktörlerini 
desteklemeyi tercih etti.15 


14 Heper halk demokrasisine meyleden, dar siyasi çıkarları genel kamu çıkarına tercih eden grup olarak görmüştür (Heper, 2000: 72). Heper Metin, “The Ottoman Legacy and Turkish Politics” Journal of International Affairs, Fall 2000, 54, No.1 PP. 63 82 

15 Türkiye’de merkez sağın liderliğini yapan Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde devlet elitleri ile aynı safa geçmesi, merkez sağın tedricen devletleşmesine, İslâmcılığın ise elit bir hareket olmaktan halkçı bir hareket olmasına doğru giden yolu açmış oldu. Bu tespitin detaylı bir anlatımı için bkz: Nuh YILMAZ, 2000’lerde Türkiye’de elitlerin Dönüşümü, Der. Ahmet Demirhan. 




1996’da Refah Partisi’ni iktidara taşıyan bu çevrenin enerjisi, 28 Şubat’ın cepheyi daha da genişletmesi ile daha da geniş bir alana yayılmayı başardı.16 Bu baskılama neticesinde kurulan sosyo-ekonomik koalisyon ise bugün Türkiye’yi yöneten siyasi koalisyonun bir yanıyla tabanını, bir yanıyla da ekonomik olarak taşıyıcısı olan kesimi oluşturdu. Bir başka deyişle 28 Şubat 
Anadolu sermayesini sağ siyasetten uzaklaştırarak, kendi organik çıkarlarını siyasete taşıyacak olan siyaseti desteklemeye yöneltti. 

İşte AK Parti’nin 3 dönem yükselerek devam eden iktidarının omurgasını oluşturan ekonomik kesimin dağılmamasının nedeni de bu organik ilişkidir. 
Bir başka açıdansa, 28 Şubat sonrası kendisine alan bulamayan Anadolu sermayesinin dünyanın dört bir yanına dağılarak kendisine pazar aramasıdır. Tam anlamıyla bir ayakta kalma savaşı duygusuyla yapılan bu pazar arama savaşı bugün Türkiye ekonomisinin motoru olan “Tüccar Devlet” nosyonunun da temelini oluşturmuştur.17 Bu çabalarla geliştirilen ilişkiler hem Türkiye’nin büyümesini sağlamış, hem de belli oranda istihdam sorunlarını aşmasına yardımcı olmuştur. 

Ancak belki de en önemli sonucunu 2008 dünya finansal krizini aşma noktasında vermiştir. 2008 finansal krizinde tüm dünyada daralan ekonomiye rağmen Türkiye’nin büyümesinin azalarak da olsa devam etmesi bu alternatif ekonomik rekabet alanlarının o zamanlar yaşanan bir exodus/çıkış/hicret tecrübesinin neticesidir. Bu dağılmanın bir başka sonucu ise bugün Türk dış politikasını 
belirleyen temel etmenlerden birinin zeminin oluşturmasıdır. 


16 Menderes Çınar, 28 Şubat Süreci’nin daha önceki askeri darbelerden iki açıdan farklı olduğunu söyler: 1. Askeri elitlerin siyasi parti gibi doğrudan halkı muhatap alarak kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olması, 2. Erken dönem Cumhuriyet benzeri radikal laiklik projesine dönüş. (Çınar, 2008: 110). Çınar, Menderes. “The Justice and Development Party and the Kemalist establishment” Secular and Islamic Politics in Turkey: The making of the Justice and Development Party. Ed. Ümit Cizre, Routledge, London, 2008. Pp. 109-131. 

17 Türk dış politikasının şekillenmesinde ticaretin rolü üzerine bkz: Kemal Kirişçioğlu, “Turkey’s “Demonstrative Effect” and theTransformation of the Middle East” Insight Turkey, Vol. 13, No.2, 2011 pp. 33-55. 



Bu kişilerin gittikleri ülkelerde yaşadıkları sorunlar, Türk dış politikasının 
çözmek için öne aldığı, bu sorunlara bakarak dış politikasını belirlediği sorunlardır. Bu işadamlarının yaşadığı vize sorunları Türkiye’ye vize rejiminin rahatlatılması politikasını dayatmıştır. Yine bu işadamlarının yaşadığı vergi ve gümrük sorunları, bugün Türk dış politikasının gümrük düzenlemelerini ve serbest ticareti öne çıkaran politikalarını belirleyen önemli etkenlerdendir. Yine 
THY’nin doğrudan uçuş koyduğu ya da uçmayı planladığı noktalar neredeyse tamamen Anadolu’daki iş adamlarının ticaret yaptığı ya da 28 Şubat sonrası keşfettiği bölge, ülke ya da şehirlerdir. Yine son olarak, Türkiye’nin bugün elçilik ya da temsilcilik açtığı ülkelerde öncelik de yine bu işadamlarının öncelikli olarak faaliyet gösterdiği ülkelere verilmiştir. Böylece, 28 Şubat’ın yeşil sermaye 
nosyonunun nasıl bir alan açtığı, Türk dış politikasını 10 yıl nasıl etkilediği görülmektedir. 

28 Şubat ve Medya Sorunu 

28 Şubat’ın bir diğer önemli özelliği özel TV ve radyolar çıktıktan sonra yapılan ilk darbe olmasıdır. 28 Şubat öncesi darbelerde en önemli hedeflerden biri TRT olmuştur. İletişim tekelini eline almak isteyen askeri elitler, hemen bir konuşma yaparak, iletişimi kontrol etmişlerdir. Ancak Türkiye’de 1990’lardan itibaren ekonominin ve siyasetin liberalleşmesine paralel olarak özel TV ve radyo kanalları da birbiri ardına kurulmaya başlandı. 28 Şubat’a geldiğimizde ise artık 
tek bir merkezden kontrol edilemeyecek bir özel medya çeşitliliği mevcuttu. Haliyle bu tür bir medya yapılanmasının, daha önceki darbeler gibi kontrol edilemeyeceği, aynı şekilde yönlendirilemeyeceği de açıktır. O halde medyanın 28 Şubat’ta rolü ne olmuştur? 

Bu konu başlı başına kitapların yazılması gereken bir konudur. Ancak çok özetle konu şöyle alınabilir: 28 Şubat medya çoğulluğunun olduğu bir ortamda gerçekleşen bir darbedir. Ancak kendisinde önceki darbelerden farklı olan 28 Şubat’ın medya aile ilişkisi de oldukça farklı olmuştur. Medya çoğulluğu nedeniyle artık bir medya merkezinin basılması ve bildirilerin okunması yersiz olacaktır. Zira bu tür müdahaleler aslında biraz da daha önceki darbelerin özelliği ile ilişkilidir. Daha önceki darbeler sivillere karşı ordu içinden bir grubun öncülüğündeki darbeler olduğundan, karşı cuntanın ilgili medya merkezini ele geçirmesi güç dengesini tersine çevirebilirdi. Oysa 28 Şubat’ta böyle bir durumdan ziyade, ordu içindeki bir grubun sivillerin de katkısıyla karşı cunta olmaksızın yaptığı bir müdahaledir. Haliyle başka bir grubun bir medya merkezini ele geçirmesi gibi bir risk görünmemektedir. 

İkinci olarak, 28 Şubat’tan önceki darbelerin bir farkı da diğerlerinin bir darbe günü ya da anı olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devam edegelen bir süreç olmasıdır. Bu nedenle de bir medya merkezi ele geçirilse dahi, asıl önemli olan ve güç dengesini değiştiren merkezi ele geçirmek değil, süreci yönetebilmektir. Bu nedenle de bu dönemde medya basılması bu şekilde olmamıştır. 28 Şubat, diğer darbelerden farklı olarak bir “süreç” olduğundan, medya önceden 
olduğu gibi sorunun sonunda devreye giren enstrüman değildir. 
Medya, 28 Şubat’ta tam bu “süreç” ruhuna uygun şekilde yeniden işlevlenerek, tam bir süreç kontrol ve yönetim aracına dönüşmüştür. Bu nedenle 28 Şubat’ın hazırlanmasında, gerçekleşmesinde ve daha sonra sürdürülmesinde mütemadiyen ve dinamik bir rol almıştır. Bu nedenle medyanın olmadığı bir 28 Şubat’tan bahsetmek bir yana, medyanın olmadığı bir 28 Şubat mümkün dahi olamazdı. Medya daha önceki darbelerdeki gibi kontrol altına alınması gereken bir aygıt değil, darbenin üzerinden gerçekleştiği, darbenin merkezi parçası olarak yeniden işlevlenen bir enstrümandır. Hızlıca hafızalar yoklanırsa Ali Kalkancı operasyonundan Travestiler Kraliçesi Sisi müdahalesine, Aczimendilerden Kudüs Günü’ne kadar neredeyse tüm darbe enstantaneleri medya üzerinden gerçekleşmiştir. Darbe sürecinin hazırlanmasında etkin olan bu hazırlıklar, darbeyi ilan ederek devam etmiş, daha sonra ise kapatma davaları ve ceza 
davalarında medya üzerinden üretilen sahte deliller ve iddialarla sürecin tamama erdirilmesinde hayati bir rol oynamıştır. Zamanın iktidar ortağı Refah Partisi’nin kapatılması için hazırlanan iddianamelerde tekzip edilmiş, yalan olduğu açıkça kanıtlanmış olan bir takım haberlerin yine de kapatmaya delil olarak kullanılması konuyu özetlemektedir. 

Ortalama bir demokratik düzende yasama, yürütme ve yargıyı yakından takip ederek, halk adına bu güçlerin fiillerini denetleyerek demokratik kültürün oluşmasına, ve halkın devleti denetlemesine yarayan, bu işlevi ile ‘Dördüncü Kuvvet’ olması beklenen medya, Türkiye’de hiçbir zaman bu özelliklere kavuşamamıştır. Bunun ardındaki en önemli sebep Türk siyasetindeki normalleşmenin bir türlü yaşanamaması ve bürokratik vesayetin siyasi elitlere alan açmamasıdır. Zaten kurulamayan bir siyasi iktidarı denetleme gücüne de ihtiyaç duyulmadığından, medya devlet elitlerinin kullandığı bir aygıt haline gelmiştir. 28 Şubat bu anlamıyla medyanın çoğullaşmasının, medyanın normalleşmesi için yeter şart olmadığını gösteren bir örnektir. Çoğullaşan medya, çoğullaştıkça sadece işlevler çoğalmış ancak çeşitlenmemiştir. Bu nedenle de 28 Şubat “postmodern” darbe olabilmiştir. Bu tür anormal ortamlarda yetişen medyanın ve medya çalışanlarının değeri de, bu nedenle ürettikleri haberin kalitesi ya da yaptıkları programların niteliği ile değil, 
hizmet ettikleri patronun taleplerini yerine getirip getirmemelerine göre belirlenmiştir. Medyanın işlevi bu nedenle devleti halk adına denetlemek değil, medya patronlarına devlet karşısında güçlenmek için koz olmak ve gereğinde devlet elitlerinin operasyonlarına hazır halde beklemek olagelmiştir. Tam da işlevleri nedeniyle 28 Şubat döneminde Türk medyasında maaşlar anormal derece yükselmiştir. 

Türk medyasında halen kalite düşüklüğü, rekabet eksikliği, tetikçilik ve yalan haber furyasının devam etmesi de bu patolojik durumun değişmediğinin en büyük göstergesidir. Özetle 28 Şubat’la birlikte Türkiye’de gazetecilerin medyaya geçmesi ile başlayan özel televizyonlar sürecinde, kaliteli isimlerini kaybeden gazeteler nitelik kaybına uğrarken, televizyonlar ise tam anlamıyla tetikçilikle maruf medya merkezleri haline gelmişlerdir. 

İnsan Kaynağı ve 28 Şubat 

28 Şubat’ın toplumsal alana kattığı önemli noktalardan biri de Türkiye’nin insan kaynağı kalitesinde meydana gelen dönüşümdür. 

28 Şubat öncesi, Türkiye’de elit dönüşümünde önemli bir işlevi olan yurtdışı tecrübesi, ülkenin muhafazakâr, İslâmcı ya da dindar kesiminde son derece sınırlıydı. Nasıl ki iş adamlarının yurt dışına çıkışı Türk ekonomisini ve siyasal hayatını dönüştürdüyse, 28 Şubat mağdurlarının ülkeden adeta bir hicret şeklinde çıkışı, hicret duygusuyla ülkeyi terketmeleri kayda değerdir. 

Üniversitelerde iş bulamayan akademisyenler, bürokrasiden atılan tecrübeli bürokratlar, iş dünyasında yer alamayan girişimciler hep bunun örnekleri 
olmuştur. Ancak bunun da ötesinde başörtüsü yasağı nedeniyle ülkede okuma imkanı bulmayan binlerce kız öğrencinin başka ülkelere üniversite okumak amacıyla gitmesi gerek duygusal, gerekse de siyasal açıdan diğerleri ile karşılaştırılamaz. Aileleri ile birlikte düşünüldüğünde yüzbinlerce insanın vatan, millet, ülke, toprak algısını son derece derinden bir dönüşüme uğratan bu Exodus durumu, hem bir hınç birikimine, hem de Türkiye’deki sınırların 
aşılmasına, hem de bu kesimlerin insan kalitesinin artmasına neden 
olmuştur. Bugün 28 Şubat öncesi az sayıda elit bir kesimin sahip olduğu yurtdışı eğitim imkanı artık kitlelere yayılmaya başlamış, bu da ülke içerisindeki baskıcı siyasi kültürün artık kitlelerce kabul edilmesi dönemini sona erdirmiştir. Bu gelişmenin enteresan bir yan etkisi de başka ilgisiz konularda ortaya çıkmıştır. Bu kesimlerin AB sürecine verdiği desteğin anlaşılması için, gerekse de halkın 
TSK ile mesafesinin açılarak 2000’li yıllarda ordu içindeki darbeci unsurlara karşı açılan davaların kitlelere mal olmasında, kız öğrenciler üzerinden yaşanan bu dramın çok derin etkisi olmuştur. “Dinini yaşayarak eğitim görmek istediği için gavura muhtaç edilen kız çocukları” imgesi Türkiye’deki muhafazakar/dindar/ İslâmcı kesimlerin devlet ve devlet elitleri algısını ve bu kesimin haleti 
ruhiyesini derinden etkilemiştir. 

Bu insan kaynağı kalitesinin gelişmesi, Kemalizm’in uzun yıllar beslendiği “ithal ikameci entelektüalizmi” de, iş yapma tarzlarını da, dış aktörlerle doğrudan ilişki nedeniyle dışarıyla ilişkilerin niteliğini de dönüştürmüştür. 28 Şubat böylece, ülkedeki belki de en içe kapalı kesimi dinamik ve dünyaya entegre bir hale getirerek, orta vadede bu kesimi dünya standartlarına çekmiştir. Nasıl 
ki 1950’lerde NATO ile birlikte dünya standartlarında eğitim alıp, devlet elitleri arasında öne çıkan ve bunun neticesinde ülkeyi 50 yıldan fazla yöneten elitler fark atmışlarsa, aynı şekilde bu kitlesel nitelik sıçraması da ülke içindeki güç dengelerini değiştirmiş, ithal ikameci medyayı, aydınları, düşünce kuruluşlarını ve iş dünyasını üretilen ürünler ve performans farkı ile tasfiye etmeye başlamıştır. 

28 Şubat ve Eğitim Sistemi 

28 Şubat’ın yarattığı mağduriyetlerin en başta gelenlerinden birisi başörtüsü sorunu ise bir diğeri eğitim alanındaki son derece tehlikeli değişikliklerdir. İmam Hatip okullarını engellemek için, tüm meslek liselerine karşı tavır alan 28 Şubat Yönetimi ülkedeki mağdur alt kesimleri kendisine düşman etmeyi başarmıştır. Daha çok alt ve alt-orta sınıfın, “iyi bir eğitim alamazlarsa en azından meslek 
öğrenirler” kaygısıyla çocuklarını gönderdiği meslek liselerini de mağdur eden 28 Şubat, bu okullara olan rağbeti azaltarak hem ekonomideki ara eleman ihtiyacını karşılayan okulları işlevsizleştirmiş hem de oyun ortasında kural değiştirerek, milyonlarca öğrenciyi mağdur etmekten kaçınmamış, siyasallaşmayan kesimlerde dahi devlete güveni zedelemiştir. 18 

İmam Hatiplerin işlevsizleştirilmesi ise demografik bir müdahale, bir toplum mühendisliği şeklinde ortaya çıkmıştır. Ancak her toplum mühendisliği çabasındaki gibi bu müdahale de denetlenemeyen ve kontrol dışı sonuçlar üretmiştir. Dindar-muhafazakar kesimlerin mali yeterliliği olan kısmı bu İmam Hatip okullarının işlevsizleşmesi ile devlet okullarını seçmemiş, tersine özel okullara yönelmeyi tercih etmiştir. Bu tercih milli eğitimdeki kaliteli öğreticilere yeni alanlar açarak milli eğitim sistemini zayıflatmıştır. Bu okullar nedeniyle 
toplumda hem sınıfsal hem de siyasi ayrışma artmış, daha parçalı bir toplum sallık üretilmiştir. Özel okulların rağbet bulması, devlet okullarının herkese hitap eden ve eşitleştirici etkisini yok ederek, muhafazakar-dindar kesimlerin özel okulları yönetme kabiliyetini gösterebilen tecrübeli kesimlerini diğerleri önünde öne çıkarmış, haksız rekabete yol açarak bu tecrübeye sahip olanları orantısız bir güce kavuşturmuştur. Bugün Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm üzerinde eğitimdeki bu müdahalenin payı inkâr edilemez. Halen patolojik sonuçlar üreten bu müdahale şu anda ülkede halen devam eden tartışmamalarda da önemli bir yer tutmaktadır. 


28 Şubat, Devlet ve İslâmcılık 

28 Şubat tüm bu alanların yanı sıra siyaset alanını da radikal olarak dönüştürmüştür.  
Bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi 28 Şubat’ın ‘an’ değil bir ‘süreç’ olarak gerçekleşmesidir. Sadece belirli bir ana ve iktidar ilişkilerinin yatay dengesine odaklanan diğer darbeler, cari iktidar dengesini değiştirmiş, bu değişikliği sağlayan yeni kurumlar ihdas ederek, siyaset alanından vesayet 
rejimini pekiştirerek çıkmıştır. Oysa 28 Şubat ne yeni bir kurum ihdas etmiş, ne de var olanları kaldırmıştır. Zaten var olan vesayet rejiminin atıl kalan özellik lerinin harekete geçirilmesi, sürecin yönetimini mümkün kılmıştır. Bu da 28 Şubat’ın siyaseti değil toplumu tasarladığının en önemli kanıtıdır.19 Yukarıda 28 Şubat’ın yarattığı sonuçların ekonomi, medya, siyaset, insan kaynağı ve eğitim üzerinden değerlendirilmesi de 28 Şubat’ın bu toplumu yeniden tasarlama arayışının sonucudur. 

28 Şubat’ın özelde yarattığı etki ise İslâmcılığın dönüşümünde kendisini göstermiştir. 28 Şubat’a kadar Türkiye’de toplumsallığı en güçlü organik hareket olan İslâmcılık, bu süreçte uğradığı kayıplarla tamamen siyaset alanından geri çekilerek, dönüşüme uğramıştır. 

28 Şubat’ın ana aktörü olan Refah Partisi’nin kapatılmasının ardından kurulan Fazilet Partisi de kısa sürede kapatılmış, süreç Milli Görüş geleneğinin ikiye bölünmesi ile İslâmcılığın Saadet Partisi üzerinden devamına yol açmıştır. Diğer ve asıl damar ise İslâmcılığı sorunsallaştırarak, İslâmcılığın temel siyasal pozisyonu olan ümmetçilik ve Batı karşıtlığını terk ederek farklı bir parti 
olarak kendisini kurarak AK Parti olarak yoluna devam etmiştir.20 

Bu süreçte geleneksel İslâmcılığı sorgulamaya girişen AK Parti, sadece kendisini değiştirmekle kalmamış, giderek bu değişimi tüm topluma da yaymayı başarmıştır.21 Zaman zaman siyasi baskı ve bu baskının getirdiği hınç ile Batı ile ilişkilerini sorgulayan ve “İslâmcı nihilizm” sınırlarında gezinen İslâmcılık ise 28 Şubat’tan sonra bir daha eski yörüngesine girememiştir.22 


18 Bu mağduriyetler halen belgelenmemiş, bir çoğu düzeltilememiştir. 

19 28 Şubat’ın bu karakterinin siyasi sistemde yarattığı tahribatın incelenmesi için analizi için bkz: Hatem Ete, “28 Şubat bin yıl mı sürecekti?”, Açık Görüş-Star, 01.03.2009. 

20 AK Parti’nin kuruluşu ve İslâmcılıkla ilişkisi üzerine erken bir çalışma için 
bkz. Nuh Yılmaz “İslâmcılık, AKP, Siyaset” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6. 
Cilt Der. Yasin Aktay, İletişim Yayınları. İstanbul. Haziran 2004. Sayfa: 604-619. 


28 Şubat, İslâmcılığın yanısıra ülkenin siyasi ikliminin en başat kavramlarından “devlet” kavramını da temelden etkilemiştir. 28 Şubat öncesi vatan millet ve devlet gibi kavramlar etrafında muhafazakar-dindar kesimler tarafından sahiplenilen devlet, önemli ölçüde itibar kaybına uğramıştır. Özellikle 1999 depremi ve takip eden finansal krizle birlikte zaten yitirilen sembolik itibar kaybına ek olarak, aynı zamanda kurum olarak devlete güveni de zedelemiştir. 
Bugünlerde devam eden Ergenekon, Balyoz gibi TSK’yı sorgulayan bir demokratik kültürün oluşması ancak bu travmanın yaşanması ile mümkün olabilmiştir. AB üzerinden dönüşen haklar ve özgürlükler tanımı ile devletin toplumdaki yeri tartışmaları muhafazakarlar, liberaller ile İslâmcıları ortak zemine taşımış, bu yeni siyasi koalisyon Türkiye’nin bugünkü restorasyon sürecinin siyasi motoru olmuştur. Devlet elitleri karşıtlığında kurulan bu 
yeni koalisyon, siyasal alanın genişlemesini, demokratikleşmenin 
kurumsallaşmasını, hak ve özgürlüklerin genişletilmesini talep ederek, 
İslâmcı elitleri merkeze çekerek, siyasetin merkezini yeniden oluşturmayı başarmıştır.23 

28 Şubat’ı mümkün kılan koalisyonlar dönemindeki istikrarsızlıklar, siyasi kültürde koalisyonlara karşı bir güvensizlik yaratmış, sonraki dönemde seçmenlerin oy verme davranışlarını da etkilemiştir. Aslen başka partiyi desteklediği halde, seçimlerde istikrardan yana oy kullanma kaygısıyla kazanma ihtimali olan partilere oy verme davranışı yaygınlaşmıştır. Bu da nispeten uzun süren bir tek parti iktidarına yol açmıştır. Halen başkanlık sistemi etrafında gerçekleşen tartışmalarda da asıl önemli etkenin koalisyonlara duyulan 
güvensizlik olması, bu etkinin halen sürdüğünü göstermektedir. 

Bir yanıyla siyaseti kutuplaştırma potansiyeli taşıyan bu siyasi kültür değişimi, öte yandan siyasetçileri devlet elitleri karşısında güçlendirerek, nihayet siyasi elitlerin vesayetçi yapı karşısında başarı kazanmasına yol açmıştır. 



21 Bu dönüşümün niteliği ve AK Parti’nin İslâmcılıkla ilişkisi üzerine bkz: (Duran, 2008). Duran, Burhanettin. “The Justice and Development Party’s ‘new politics’” Secular and Islamic Politics in Turkey: The making of the Justice and Development Party. Ed. Ümit Cizre, Routledge, London, 2008. Pp. 80-106. 

22 Nuh Yılmaz “İslâmcı Nihilizm: Evropa Fetişizminin Soykütüğü ” Yarın, Sayı. 32, Aralık. 2004, İstanbul. 

23 Çınar, Menderes. “The Justice and Development Party and the Kemalist establishment” Secular and Islamic Politics in Turkey: The making of the Justice and Development Party. Ed. Ümit Cizre, Routledge, London, 2008. Pp. 109-131. S. 111. 



Sonuç 

Türkiye darbeler tarihinin istisnai anlarından biri olan 28 Şubat Postmodern darbesi bir çok açıdan nevi şahsına münhasır bir olay olarak tarihe geçmiştir. Bu darbenin gerçek maliyeti ise halen yeterince tartışılmamış, ortaya çıkardığı patolojik durumlar halen düzeltilememiş, etkisi yeterince görülememiştir. Diğer darbelerden farklı olarak NATO desteğine değil, dış müdahale açısından İsrail’e 
yaslanan bir darbe olarak kayda geçen 28 Şubat, soğuk savaş sonrası 
Türkiye’nin yaşadığı kimlik ve strateji krizinin bir sonucudur. Türkiye’yi bölgesinde komşularıyla, içeride ise devleti milletle karşı karşıya getiren bu darbe, sadece siyasetin bazı aygıtlarını değil tüm toplumu dönüştürmüştür. Postmodern ve kansız olmasını daha az acı üretmesine değil, soğuk savaş sonrasının stratejik atmosferine borçlu olan 28 Şubat’ın ürettiği maliyet halen yeterince anlaşılamamıştır. 

Diğer darbelerin etkisinin geçmesi bir kaç yılda tamamlanırken, 28 Şubat’ın etkisinin halen tam olarak ortadan kalkmaması da bu toplumsalı dönüştürme arzusundan kaynaklanmaktadır. 28 Şubat’la birlikte yaşananlar Türkiye’de medyanın inandırıcılığını neredeyse tamamen sona erdirmiş, siyasetteki önemli akımlardan İslâmcılığı radikal bir şekilde dönüştürmüş, tarihte görülmemiş 
siyasi koalisyonlar yaratmıştır. Darbenin yarattığı finansal kriz Türkiye’yi uçurumun kenarına taşımış, ancak bu kriz yeniden yapılanma ile aşılabilmiştir. 28 Şubat’la birlikte ithal ikameci aydın ve elitist siyaset ciddi yaralar almış, bu da orta vadede Türkiye’nin yerli imkanlarının önünü açmıştır. Postmodern darbenin eğitimde açtığı yara ise halen düzeltilememiş, etkileri bugün bile son derece ağır bir şekilde hissedilmektedir. 28 Şubat’la birlikte devlet elitlerine 
dönüşen eski siyaset elitleri orta vadede tamamen tasfiye olmuş, siyasetin sivilleşmesi için gereken cesaret ve toplumsal enerji bu sayede birikerek, bürokratik vesayetin siyaset karşısında yenilgisini hazırlamıştır. Tüm bu boyutlarıyla yeniden ve derli toplu ele alınması gereken 28 Şubat, diğer darbelerden daha kansız, ancak tüm diğer darbelerin toplamından daha etkili, daha dönüştürücü ve sonuçları itibariyle de çok daha yaratıcı siyasi kültür yaratmıştır. 





***