23 Kasım 2019 Cumartesi

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ., BÖLÜM 22

TÜRKİYEDE TERÖRLE MÜCADELEDE PKK ÖRNEĞİ.,  BÖLÜM 22



3.2. Bir Süreç olarak Türkiye'nin Terörle Mücadelede İzlediği Yol ve Yöntem: PKK Örneği 

Terörizmle mücadele ya da eş anlamı olarak kabul ettiğimiz terörle mücadele kavramı bugün genel anlamı ile bireysel terörizme karşı devletin önleme, engelleme ve yok etme faaliyetlerini ifade etse de devlet terörizmine karşı sivil unsurların önleme, engelleme ve yok etme mücadelesi de terörle mücadele kavramına dâhil edilebilir. Fakat günümüzde terörist devletin/hükümetin bir aygıt olarak; teknolojik hâkimiyet, yaygınlık, kendi resmi güçlerine sahip olma ve kaynak bulma konularında sivil unsurlara karşı mutlak ve kırılması zor hâkimiyeti sivil unsurların bir devlete karşı terörle mücadelede oldukça silik kalmasına neden olmaktadır. Üstelik terörist devlet ile yasaları uygulayarak asayişi sağlamaya çalışan devlet doğrusunda ibre politik hareket etmektedir. 

Bir devletin sivillere karşı faaliyeti terörizm bağlamında ele alındığında ya uluslararası konjonktür devleti destekleyecek ya da bu devletin terör uyguladığı kanaatine varıp sivilleri destekleyecek ve yaptırımlar uygulayacaktır. Dahası bir devlet terör faaliyetleri nedeniyle yönetim ve sistem temelinde tasfiye edildiğinde oluşacak yeni yönetim ve sistem nasıl olacaktır. Çünkü sivil unsurlar devlet yapılanması için muhtemelen uygun niteliğe sahip değillerdir ve bir devrimin kaçınılmaz olarak arkasında bir ideal ve plan taşıması gerekliliği sivil 
unsurların savaşçı olması yanında politik nitelik taşımasını da zorunlu kılar. İşte bu durumda bölgeye hâkim olmak isteyen dış devletler devreye girmekte ve kendilerine bağlı bir sistem inşa etmektedirler. Bir ülkenin yasal ya da terörist sayılması ikilemi dış devletlerce bölgesel hâkimiyet temelinde ele alınmaktadır. Bu gün Suriye'de olan durum da budur. 

Terörle terörizm kavramlarını kavramsal çerçevede birbirinden ayırarak ele alırsak terörle mücadele ile terörizmle mücadele de birbirinden farklı konulardır. 
Terörle mücadelede amaç; terörizmin varlığına yönelik çok yönlü ve aktörlü tasfiye plan ve uygulamaları olmaktan çok terörizmin ortaya çıkardığı şiddetle mücadele plan ve uygulamalarıdır. Diğer bir deyişle ise teröristle mücadeledir ve buradaki mücadele salt silahlı mücadeleyi esas alır. Terörizmle mücadele ise; teröristlerle silahlı mücadeleden çok bireylerin terörist olmalarını engellemeye yönelik çok yönlü ve aktörlü ayrıca koordinasyona dayalı mücadeledir. 

Terörle mücadele eden bir devlet teröristleri ve örgütün yönetim kademesini yok etme ve böylece terör örgütünü ortadan kaldırma amacı taşır; fakat bireyleri 
terörizme iten bireysel, toplumsal, ekonomik, siyasal ve küresel nedenleri göz ardı eder. Böylece terörle mücadele, kaynağı kurutulamayan bir yapılanma ile savaş haline dönüşür. Üstelik devletin terörle mücadele kapsamında illegal ve aşırı faaliyetlerde bulunması örgüt tarafından propaganda faaliyetlerinde kullanılır ve devlet terörle mücadele ederken ayrıca yeni teröristlerin ortaya çıkmasında da etkin rol oynar. 

Bu ayrım ışığında Türkiye'nin uzun yıllar boyunca terörizmle değil terörle mücadele ettiğini söylemek mümkün. Saydığımız tüm bu yanlışlar Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde esasında başarılı olmadığı anlamına gelmektedir. Elbette örgütün değişik kademelerindeki pek çok terörist yakalanmış ya da öldürülmüştür ya da PKK halktan istediği tabanı asla elde edememiştir. Fakat bir terör örgütü olarak PKK 1978 yılından 2013 yılına gelinceye dek Ortadoğu gibi bir yerde varlığını sürdürebilmiş üstelik bugün gayri resmi olarak devletin muhatabı olmuşsa PKK'nın başarısız olduğunu iddia etmek mantık dışıdır. Çünkü PKK'nın başarısı bağımsız devlet kurması ya da Türkiye'yi iç savaşa sürüklemesi ile ifade edilemez. Dediğimiz gibi PKK asla bu güce sahip olamamıştır; dahası PKK Kürtlerin çoğunluğunu içine alan bir taban da oluşturamamıştır. PKK'nın ülkede büyük bir etki yaratabilmek için askeri zafere ihtiyacı yoktur zaten; tek ihtiyaç duyduğu, varlığını sürdürmek ve davasının propagandasını yapmaktır (Fuller, vd., 2011: 196). PKK'nın başarısının en temel göstergesi 1978 yılından 2013 yılına dek varlığını koruması, daha da büyümesi, uluslararası alanda kabul görmesi ve uluslararası alana yayılmasıdır. 

Türkiye'deki bu durum yani terörizmle mücadelenin salt askeri algıyla ele alınması aslında bir istisna değildir. Dünyada terör deneyimi olan tüm ülkeler bu konuya önce güvenlik sorunu olarak bakmışlar ancak zamanla güvenlik konusunun, terör sorununu besleyen kaynakların bir ürünü olduğu gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalmışlardır (Özeren, 2011: 23). 

PKK başlığını daha önceki bölümde bir süreç olarak dönem dönem incelememiz PKK'dan kesinlikle bağımsız olmayan terörle mücadele stratejisinin de 
dönemsel olarak ele alınmasını zorunlu kılar. Bal, Türkiye'nin terörle mücadele sürecini dönemsel olarak şu şekilde (2010: 40, 41) ele alır: 

I. Dönem: Terörle mücadelenin salt bir silahlı mücadele olarak algılandığı dönem. 
II. Dönem: Terörle mücadelenin yarı-militer bir bakış açısı ile tanımlandığı dönem. 
III. Dönem: Terörle mücadelenin çok boyutlu olarak değerlendirildiği, mücadele sürecine güvenlik birimleri ile birlikte üniversitelerin, medyanın, sivil toplum örgütlerinin, iş ve finans çevrelerinin, uluslararası diplomasinin, diğer kamu kurumlarının ve halkın ortak edildiği dönem. 

      I. Dönem, 1984 yılı ile 1990'lı yılların başına kadarki dönem; ii. dönem, 1990 yılı ile 1999 yılı arasındaki dönem; iii. dönem ise 1999 yılı ile 2009 yılı arasındaki dönemi kapsamaktadır (Özeren, 2011: 25). 

      I. Dönem: PKK'nın Eruh ve Şemdinli baskını ile HRK'yı ilan tarihi olan 1984 yılında başlayan bu dönem, Türkiye'nin terörle mücadele dönemleri arasında hatanın en çok yapıldığı dönemdir. Bu dönemde terörle diğer bir deyişle teröristle mücadele, PKK ile mücadelenin temel konsepti olmuştur. Bu dönemde yapılan hatalar PKK'nın güçlenmesinde anahtar rol oynamıştır. Çünkü teröristler güvenlik güçlerinin hatalarında da yararlanarak yaşamlarını sürdürürler. Özellikle 1987 yılında, OHAL uygulamasına geçilmesiyle birlikte, bölgede sivil vatandaşları çatışmalarda potansiyel taraf olarak görme anlayışı nedeniyle PKK'nın da istediği biçimde, halk-devlet ilişkilerini onarılması kolay olmayacak şekilde zedeleyen sert tedbirlere başvurulmuştur (Arınç, 2010: 6). Ayrıca köy boşaltma uygulaması da bu dönemde ortaya çıkan bir uygulamadır. Böylece bölge halkı bu zorunlu göç ile batıya yerleşirken doğu-batı arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel farklılık nedeniyle Türk toplum yapısı ve ekonomisi zedelenmiş dahası örgüt de propaganda faaliyetlerini tüm ülkeye kapsayacak şekilde değiştirmiştir. 

Köy boşaltma uygulaması elbette terörle mücadele faaliyetlerinde sivillerin şiddete maruz kalmasını engellemiştir; fakat sonuç itibariyle devletin şiddeti ortadan kaldırmak yerine şiddet alanını genişletmesi ve insansızlaştırması sonuçları itibariyle ağır olmuştur. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın 9 Şubat 2010 tarihli yazılı soru önergesine verdiği cevaba göre (tbmm, 2013a) 1997 yılı Kasım ayı itibari ile 905'i köy, 2 bin 523'ü mezra olmak üzere 3 bin 428 yerleşim birimi boşaltılmış; İnsan Hakları kuruluşlarının verilerine göre ise bu dönemde 4 binin üzerinde yerleşim birimi boşaltılmış ve 3 milyonun üzerinde insan zorla göç ettirilmiş; Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği'nin (GÖÇ-DER) verilerine göre ise 4.500 köy ve mezra boşaltılmıştır. 

Yine bu dönemde 1983 yılında Kürtçe konuşma yasağı getiren 2932 sayılı Kanun, 1991 yılında yürürlükten kaldırıldıysa da uygulandığı dönem aralığında, 
toplumsal tahribata neden oluşuna ilaveten, Türkiye'yi de uluslararası toplum karşısında savunulması güç bir pozisyonda bırakmıştır (Arınç, 2010: 5). 

PKK ile mücadelede etkinlik sağlamak amacıyla Özel Harekât polislerinin bölgede konuşlanması da bu döneme rastlamaktadır. Fakat bu eğitimli birlikler ikinci 
dönemde oldukça etkin olmuşlardır. Yine JİTEM'in (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) bölgedeki faaliyetleri de bu dönemde başlamış ve ikinci dönemin ortasına dek devam etmiştir. 

Bu dönemin bir diğer özelliği PKK'nın Suriye denetiminde olmasıdır ve bu 1991 Körfez Savaşı'na dek sürmüştür (Güller, 2011: 13, 14). Körfez Savaşı ile 
bölgeye fiilen ABD'nin müdahil olması ile PKK Ortadoğu'da önemli bir kart olmuştur. Türkiye'de üstlenmiş ABD güçlerinin PKK'ya verdiği askeri yardımlar 
sağlam terörle mücadele konseptinin sağlam hükümetlere dayanması zorunluluğunu da ortaya koymuştur. 

Bu dönemde, terörle mücadeledeki yanlışlar, Suriye, Yunanistan, Rusya ve ABD gibi devletlerin doğrudan yardımları üstelik 1980 Darbesi ile yapılan yanlışlar 
nedeniyle PKK oldukça güçlenmiştir. PKK ve Kürtçü çevrelerin bu yanlışları bugün dahi propaganda olarak kullanmaları bu dönemin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. 

1990 ve 1991 Körfez Krizi'nin başlamasıyla değişen bir dünya, özellikle de bölge düzeniyle karşı karşıya kalan Özal, önemli bir manevra yaparak, (Fuller, vd., 

2011: 198) Kürt Sorunu'nu askeri düzenlemelerden de tam anlamı ile vazgeçmeyecek şekilde politik araçlarla çözmeye yönelik bir tutum geliştirmiştir. 

      I. Dönemin bitişi de Özal'ın bu tutumu çerçevesinde PKK ile görüşmelerin başlamasına denk gelmektedir. Böylece Türkiye terörle mücadelede, askeri araçların yanında başka araçlarında kullanılması ile ikinci döneme geçmiştir. 

      II. Dönem: Bu dönemin belirgin özelliği Türkiye'nin terörle mücadele konseptini kısmen çok başlı hale getirmesi ve sorunun salt güvenlik araçları ile 
çözümünün mümkün olmayacağını anlamasıdır. Böylece bu dönemde Türkiye PKK'nın ordu faaliyetleri ile birlikte cephe faaliyetlerini de içeren kısmi faaliyetlerde bulunmuştur. 

Bu döneme damgasını vuran ise elbette Özal hükümetidir. Özal'ın federasyondan dahi söz etmesi Kürt Sorunu ve terörle mücadelede ne derecede geniş 
çaplı düşündüğünü göstermektedir. Elbette tüm bu düşünceler Türkiye'deki iç dinamiklerin ikinci döneme geçememesi nedeniyle teori olarak kalmış Özal'ın 
beklenmeyen ölümü ile de tamamen sonlanmıştır. 

Bu dönemde başlayan hükümet eksenli PKK görüşmeleri oldukça önemlidir; nitekim bugün bile Kürt Sorunu'nun çözümünde PKK'nın muhatap alınıp 
alınmayacağı, devletin mi yoksa hükümetin mi PKK ile görüştüğü tartışmaları yapılmaktadır. Tartışmalar bir yana şurası açıktır ki; Kürt Sorunu'na yönelik 
düzenlemeler ya da reformlar PKK'nın şiddet araçlarına başvurmaması ile ancak başarıya ulaşabilir. PKK terörizmi özü gereği demokratik çözümleri baltalayıcı 
niteliktedir. Bu açıdan PKK'nın eylemlerinde öne çıkan en belirgin özellik şudur; Türkiye'nin sosyo-ekonomik alanda gelişme gösterdiği, uluslararası alandaki 
ağırlığının arttığı ve demokratikleşme adımlarına hız verdiği hemen her dönemde PKK silahlı eylemlerine ağırlık vererek bu gelişmelerin önünü tıkamaya çalışmıştır (Özeren, 2011: 24, 25). Bu nedenle PKK ile görüşmek ve örgütün ateşkes ilan etmesini sağlamak pek çok hükümetin tercihi olmuştur. 
İlk görüşmeler ise 1988 ile 1991 yılları arası yapılmıştır. 

Aracılar devlet görevlisi olmamakla birlikte hükümetlerin taleplerini örgüte iletmiş ve dönem dönem farklı nitelikte olmuşlardır. Örneğin (Güller, 2011: 25-36), 

1988-1991: Korkut Özal; 1992-1993: Celal Talabani; 1993: Cengiz Çandar, Hasan Cemal; 1995: Celal Talabani, Kamuran Karadağ; 1995-1996: Alev Alatlı; 1996: Fethullah Erbaş; 1999: MİT… Nihayetinde bugün Oslo görüşmeleri ile PKK ile temaslar devam etmektedir. PKK'nın ateşkes ilanları da işte bu görüşmeler 
sonucunda hükümetlerin istekleri dâhilinde olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz ateşkesler hem PKK'ya toparlanma fırsatı verirmiş hem de örgütü çözümden yana barışçı bir taraf olarak göstermiştir. Günümüzde de devam eden bu görüşmelerin çoğu içerik olarak netlik kazanmasa da temel amacın PKK'yı kontrol altına alma ve reformları baltalamasını engelleme amacına hizmet ettiği söylenebilir. 

Öcalan ise görüşmelerin sorunu çözmeye yönelik olmasına rağmen Gladio tarafından engellendiğini dile getirmiş, 1999 yılında yakalanmasını da buna 
bağlamıştır. Öcalan bu konuda 2011 tarihinde şu (pkkonline, 2013c) açıklamayı yapmıştır: 
Dördüncü kezdir çözüme çok yaklaşırken, NATO Gladiosunun komplosuyla karşı karşıyayız. [...] Dönemin iyi anlaşılması için biraz açmak gerekiyor. 

Birinci komplo dönemi, Özal döneminde gerçekleşen komplodur. [...] Özal bu sorunu çözmek istiyordu. Bana ilk haber gönderdiğinde "bu işi çözelim, çözmek istiyorum" diyordu. Ben buna fazla ihtimal vermiyordum. Özal'ın çözebileceğine fazla ihtimal vermiyordum. "Bu bir oyundur" diyordum. Sorunu çözmek için Özal, Talabani'yi yanıma göndermişti. Talabani'ye bu kuşkumu dile getirdim. "Özal bunu çözemez, çözebilir mi" dedim. Talabani bana "Özal bu işi çözmek istiyor" dedi. Özal Talabani'ye "Eşref Bitlis de benden yana, bu sorunu çözeceğim" demişti. Talabani "yeter ki ateşkes ilan edilsin" demişti. Ben başta buna kuşkulu bakıyordum ancak sonra ikna oldum, uzun bir tereddütten sonra ikna oldum. Özal silahlı birliklerin bir yerde toplanmasını, ateşkesin olmasını benden istedi. Çözüm için onları kırmadım. 

Onlar bu şekilde çözümün gelişeceğini söylüyorlardı. O dönem bu fırsata bir şans tanımak istedim. Barış, ateşkes ilan ettik. Fakat devlet o dönem çözüme hazır 
değildi. Özal devleti, askeri, partisini barışa hazırlamamıştı, barışa ikna edememişti. Ateşkesten sonra gladio devreye girdi. O dönem çözümü geliştirmeye çalışan Özal'a ve Eşref Bitlis'e karşı darbe yapıldı. Özal'ı götürdüler. Eşref Bitlis'i de götürdüler. Eşref Bitlis'in ekibini de dağıttılar. Bahtiyar Aydın onlar, Mardin'deki Rıdvan Özden ve diğer bazı subayları tasfiye ettiler. O dönem JİTEM de ikiye bölündü. Cem Ersever onları tasfiye ettiler, çünkü bunlar Eşref Bitlis'e bağlıydılar. O dönem bu gladio Doğan Güreş, Tansu Çiller eliyle yürütüldü. 93'teki ateşkesin bozulmasıyla birlikte 93-94'te dört bin köy boşaltıldı, on binlerce faili meçhul cinayet işlendi. 

İkinci komplo dönemi 97-98 döneminde yaşandı. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı bu mevcut savaşı sınırlandırma isteğindeydi. [...] O dönem Erbakan da Özal gibi, silahlı güçlerin bir yere toplanmasını, silahların susmasını ve bundan sonra çözüm için görüşmelerin yapılacağını, çözümün konuşulacağını söyledi. Ben onu da kırmadım. Ancak tekrar gladio devreye girdi. [...] Mesut Yılmaz nispeten daha ılımlı, iyi niyetliydi. Bu dönemde de böylece çözüme dönük arayışlarımız komploya kurban gitti. [...] 

Benim üzerime çok geldiler. NATO gladiosunun komplosu sonucu Suriye'ye baskı uygulandı ve Suriye'yi savaşla tehdit ettiler. Benim Suriye'den çıkmam sağlandı. [...] Uçakta dört-beş kişi üzerime çullandılar yere yatırdılar, silahsız olduğumu görünce de bağladılar. Hatta onlardan biri, "üzerinde silah bulunsa öldürebilirdik" dedi. Bu şekilde benim buraya getirilmemle ikinci barış görüşmeleri de NATO gladiosunun komplosuyla son buldu. 

Öcalan'ın çözüme yönelik süreçlerin başarısızlığını başka kesimlere 
yükleyerek kendisini temize çıkarması Öcalan'ın örgütün varlığını korumaya yönelik taktiksel başarıları göz önüne alındığında şaşılacak bir durum değildir. 

Ayrıca dikkat çeken nokta şudur ki; hükümetler PKK'yı muhatap almış gibi görünmemek için temsilci olarak sivil ya da yarı sivil kişileri kullanmışlardır. Ayrıca TSK da tutuklu, hükümlü ya da serbest olan pek çok örgüt elemanı ile temas halinde olmuştur. Öcalan'ın yakalanması ile aracılar BDP ya da Öcalan'ın avukatları olmuştur. 

       III. Dönem: Bu dönem Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesi sonrası süreci kapsamaktadır. Ayrıca bu dönem Öcalan'ın yakalanışının PKK'yı ortadan 
kaldırmadığının da farkına varıldığı dönemdir ve bu nedenle Öcalan faktörü çok kapsamlı biçimde yürütülecek olan terörle mücadele ve Kürt Sorunu'na çözüm 
arayışlarına dâhil edilmiştir. Terörle mücadelenin terörizmle mücadele olarak konsept değiştirdiği bu dönemde çözüm arayışları çok aktörlü hale getirilmeye 
çalışılmıştır. Kısaca üçüncü dönem terörle mücadelenin çok boyutlu olarak değerlendirildiği, mücadele sürecine güvenlik birimleri ile birlikte üniversitelerin, 
medyanın, sivil toplum örgütlerinin, iş ve finans çevrelerinin, uluslararası diplomasinin, diğer kamu kurumlarının ve halkın ortak edildiği bir dönemi ifade 
etmektedir (Bal, 2010: 41). İlerde ayrıntılı olarak değineceğimiz başlıca çözüm arayışları da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu çözüm arayışlarının dikkat çeken 
özelliği ise devlet dışı kuruluşlarca ortaya konulmuş olmaları ve böylece terörle mücadele ile Kürt Sorunu'na yönelik çözüm arayışlarının devlet odaklı olmaktan 
çıkmasıdır. Yine hükümetin çözüm arayışlarında toplumsal mutabakat araması önemli bir konudur. 

Öcalan 1999 yılı sonrası yaşananları şöyle (pkkonline, 2013c) aktarır: 

99'da daha çok askeri ağırlıklı heyet gelip benimle o dönemde, görüştü. O dönemdeki askerler tecrübeliydi, samimi gibiydiler. Onlardan birisi "Oyun büyük, bunu boşa çıkarmamız gerekiyor. Siz ülkeyi bölmek istemediğinizi belirtip şiddetten vazgeçerseniz, her konuyu konuşabiliriz" dediler. Bunun üzerine ateşkes ve sınır dışına çekilme çağrım oldu ve gerillalar sınır dışına çekildi. Ecevit o dönemde bir şeyler yapmak istiyordu çözüme yönelik. Rahşan affı da bu nedenle düşünülmüştü. Gerillayı da kapsayacaktı. O dönemdeki heyetle olan görüşmelerimiz 2001'e kadar devam etti. Daha sonra bilindiği gibi tekrar NATO gladiosu Türkiye'deki gladio ile birlikte devreye girdi. Ecevit'i tasfiye ettiler. Kürt hareketini de o dönemde ikiye ayırmak için çoktan hazırlıklarını yapmışlar. Bu durum Amerika'nın Irak'a müdahalesiyle doğrudan bağlantılıdır. […] Bu, üçüncü komplo dönemiydi. 

Böylece 99'dan 2004'e kadar beş yıl geçmiş oldu. […] O dönem örgütteki kopuşlar ve örgüte yönelik tasfiye politikaları karşısında Abdullah Gül'e mektup yazdım. […] 
Ama bana cevap vermediler, duyarsız kaldılar, bir şey yapmadılar. Ben de o dönemde yaşanan bütün bu gelişmelerden dolayı örgüte "ne yapıyorsanız yapın, sizi serbest bırakıyorum, kendi kararlarınızı kendiniz alın, kendi örgütlenmenizi kendiniz yaparsınız" dedim. Ve PKK yeniden bir yapılanmaya, bir silahlı hamleye başladı. 

O dönemi de böylece geçirdik. 2006'da bana çağrıda bulundular. Ahmet Türk onlar üzerinden haber gönderdiler. Bize karşı tasfiye politikalarında başarılı olamayınca, ateşkes için bana haber gönderdiler. Ben tam ikna değildim ama bir çağrıda bulundum. Ahmet Türk onlar bir politika geliştiremediler. DTP de başarısız kaldı. 

III. Dönemin diğer dönemlerden bir diğer farkı 2003 yılı ile ABD'nin kuzey Irak'ta etkinliğinin artması ve yine bu dönemde Türkiye'nin Irak'a yönelik hazırlanan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi ve Yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye'de Bulunması İçin Hükümet'e Yetki Verilmesine İlişkin Başbakanlık Tezkeresi'nin mecliste reddedilmesi ile PKK'nın bölgede önem kazanmasıdır. Bu dönemde PKK terörizminin artışına bu açıdan bakılmalıdır. Ayrıca 22 Eylül 2003 tarihinde Türkiye ile ABD arasında yapılan 1 milyar dolarlık hibe antlaşması ile Türkiye'nin ABD'nin izni olmadan Irak'a müdahale etmemeyi taahhüt etmesi PKK için Irak'ın kuzeyini tekrar cennet haline getirmiştir (Yılmaz, 2013: 1). 

Dönemin diğer bir özelliği 2007 yılı sonrası ile terörle mücadele konseptinde askerin belirleyiciliğinin azaltılması ve askerin uygulayıcı olarak ağırlık kazanmasıdır. Böylece terörle mücadelede hükümet ve MİT ağırlık kazanmıştır. 

Bu dönemdeki en büyük tartışmalardan birisi hükümet ile BDP ya da selefleri arasında geçen öncelikle "PKK'nın silah bırakması" mı yoksa önce "reformların 
yapılması" mı gerektiğidir. BDP kanadı öncelikle reformların yapılması gerektiğini ve bundan sonra PKK'nın silah bırakabileceğini söylerken, hükümet kanadı ise 
reformların yapılabilmesi için öncelikle PKK'nın silah bırakması gerektiğini ifade etmiştir. Tartışmalarda orta yol olarak ise reformlar düzenlenirken daha doğrusu Kürt Sorunu'nun çözümü sürecinde PKK'nın eylemsizlik içinde olması kararı alınmıştır. Elbette bu Öcalan ile görüşmelerin de yapılması anlamına gelmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi demokratikleşme adımlarının hızlandığı her dönemde PKK'nın terörizmle bunu baltalaması ve böylece kamuoyunda aşırıların güç kazanmasını sağlaması PKK'nın böylece Öcalan'ın resmi olmasa da gayri resmi olarak sürece dâhil edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu müzakerelerin yapılması PKK'ya yönelik mücadeleden vazgeçildiği anlamına gelmemektedir. KCK tutuklamaları bunun en önemli örneğidir. 

Dönemin en dikkat çeken özelliği ise bu dönemde Kürtlerin taleplerinde meydana gelen artış ve cesarettir. 1980 ve 1990'larda uygulanan yoğun baskı bu gün Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi, Öcalan'ın önce ev hapsine alınması sonrada serbest bırakılarak siyasete atılması gibi isteklerin kolayca dile getirilmesi ile sonuçlanmıştır. Buna benzer örnekler arttırılabilir. Örneğin, PKK'lı terörist cesetleri daha önceleri köy meydanına serilip sessiz sedasız gömülürken bu gün her terörist cenazesi bölgede "şehit" muamelesi görmekte, belediye ve BDP tüm kaynaklarını seferber etmektedir. Bu açıdan Türkiye yoğun baskı ve inkârın nasıl ters tepeceğinin temel örneklerindendir. 

Bu dönemin bir açıdan aslında 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümeti ile başladığını ifade etmek yanlış olmaz; zira AKP iktidara gelmeden önce Kürt 
Sorunu'na yönelik adımlar atılacağını dile getirmiştir. Recep Tayyip Erdoğan'ın 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır'da yaptığı konuşma (yenisafak, 2013) önemlidir: 

Büyük devlet, hatalarıyla yüzleşebilen bir devlettir. Geçmişte idari ve siyasi hatalar yapılmıştır, yok sayılamaz. Bir ad koymak gerekirse Kürt Sorunu sadece bölgenin değil, tüm Türkiye'nin, herkesin sorunudur. Benim de sorunumdur. Kürt Sorunu ne olacak, nasıl çözülecek? Anayasal düzen, toplumsal bütünlük içinde daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve daha çok refahla çözülecek. Tek millet, tek devlet, tek bayrak prensibi içinde demokrasiyle çözülecek. 

2005 yılında yapılan bu açıklamaya rağmen AKP'nin Kürt Sorunu'na eğilmesi 2003 yılına rastlamaktadır. Genelkurmay, MİT ve Adalet Bakanlığı'nın birlikte 
çalışarak kapsamlı bir çözüm planı ortaya koymasını isteyen dönemin Başbakanı Abdullah Gül'ün çabaları ABD'nin bölgeye yerleşmesi ve PKK ile ilişkilerini 
arttırması ayrıca PKK'nın terörizmi arttırması ile başarıya ulaşmamıştır. 


23. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder