29 Ocak 2019 Salı

12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU. BÖLÜM 29

12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU. BÖLÜM 29



2. SADİ IRMAK HÜKÜMETİ 


CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nin bitmesinden sonra bir hükümet bunalımı doğmuş, görevlendirilen hiçbir siyasetçi hükümet kurmayı başaramamıştır. Hükümet kurma çalışmalarının sıkıntıya girdiği bu süreçte yeniden 12 Mart Muhtırası sonrasında olduğu gibi bağımsız Başbakan formülü gündeme gelmiş ve Kontenjan Senatörü Sadi Irmak, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Korutürk buna gerekçe olarak şu sözleri söylemiştir: 

“Türkiye’nin içte ve dışta son derece ciddi sorunları vardır. Türkiye bu durumda, 
Meclis müzakeresinden yoksun, uyuşmazlığa düşmüş, müstafi bir hükümetin eline bırakılamaz. Hükümet kurma gerekçesinin anlaşılamadığı bu aşamada; Meclis, kanun görüşemez; kanun yapamaz durumundadır. Türkiye’nin kaderini müstafi hükümetin taşımasını zorlamak imkansızdır. Demokratik kurallar içinde hükümeti kurmak, Meclisi icraya çağırmak görevimdir.”634 

Sadi Irmak yaptığı çalışmalar sonunda bağımsızlardan ve CGP’li parlamenterlerden oluşan bir hükümet oluşturmuştur. Sadi Irmak Hükümeti’nde; 11’i parlamentodan 15’i dışarıdan 26 bakan yer almıştır. 
Bu hükümet 12 Mart sonrası kurulan teknokratlar hükümetlerinin devamı 
niteliğindedir. 

Hükümet kurulmuştur ancak hem Ecevit hem Demirel erken seçim istemişlerdir. 
Demirel güvenoyu verenlerin hükümetten sorumlu olacaklarını ifade ederken, Ecevit kurulan hükümetin kuruluş şeklinin normal demokratik kurallara uymadığını belirtmiştir.635 

Bu durumda kurulan hükümet Türk siyasi literatüründe sık kullanılan ifadeyle “ölü doğmuş” bir hükümettir. 

Yeni hükümete tek destek Meclis içinde en küçük gruba sahip CGP’den gelmiştir. CGP’nin tüm çalışmalarına karşın Sadi Irmak Hükümeti 29 Kasım 1974 tarihinde TBMM’de 378 parlamenterin katıldığı güven oylamasında 17 beyaz oya karşılık 358 kırmızı oyla güvensizlik oyu almıştır. Sadi Irmak Hükümeti’nin almış olduğu 17 beyaz oyun tamamı CGP’li milletvekillerince verilmiştir.636 Sadi Irmak Hükümeti güvenoyu alamamasına rağmen yeni hükümet kurulamaması yüzünden 31 Mart 1975 tarihine kadar devam etmiştir. 

3.AP-MSP-MHP-CGP I. MİLLİYETÇİ CEPHE HÜKÜMETİ 

Sadi Irmak Hükümeti iş başındayken hükümet arayışları sürmüş, bu süreç yaklaşık bir yıl süren bir karmaşayı da beraberinde getirmiştir. Cumhurbaşkanı Korutürk’ün de dediği gibi “artık halk siyasi çekişmelerden bezmiştir.”637 Bu kez hükümeti kurma görevi Süleyman Demirel’e verilmiştir. Bu sırada partiler arası transferler de başlamıştır. CGP’li İlhami Sancar CHP’ye girerken bağımsız Senatör Hikmet Yurtsever ise AP’ye geçmiştir.638 İstanbul Milletvekili Nilüfer Gürsoy, Sadettin Bilgiç ve 8 arkadaşının DP Genel Merkezine yolladıkları istifa mektubu dönemin siyaset iklimini yansıtmaktadır: 

“Hür demokratik rejimlerde hiçbir şeyin şahsa ve inatlaşmış şartlara bağlı kalmaması gerekir. İçinde bulunduğumuz şartlar, uzlaşma ve bağdaşmayı zaruri kılmaktadır. Türkiye komünizmin çok yönlü tehdidi altındadır. Çok yönlü tehdit içindedir. Son zamanlarda meydana gelen olaylar, Türkiye devletini ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olma esasından ayırma istidadı göstermektedir. 
Bu şartlar muvacehesinde bizler, CHP dışında ve seçilmiş partili bir parlamento üyesinin başkanlığında kurulacak hükümeti oylarımızla destekleyeceğimizi, bu darboğazdan geçebilmenin şartı olarak aziz milletimizin ıttılalarına 
saygılarımızla sunuyoruz. Bu sebeplerle, hükümetin kurulmasına yardımcı olmak maksadıyla, DP’den ayrılma zaruretinin doğmuş olduğunu arz ediyoruz.”639 

Bu dönemde 1975 Senato seçimlerinde düzenlenen seçim kampanyası ise birçok şiddet olayının da sahnelenmesine neden olmuştur. Bunlardan en önemlisi Bülent Ecevit ve CHP konvoyuna yönelik Gerede’de yapılan silahlı saldırı olmuştur. Olaya AP milletvekili Ahmet Çakmak’ın da karıştığı iddia edilmiş ve siyasi gerginlik bir anda tırmanmıştır.640 

Bunun üzerine CHP tarafından Taksim’de düzenlenen Demokrasi ve Özgürlük 
Mitingine o güne kadar az görülen bir kitle katılmış ve Ecevit çıkan olaylara karşı “Demokrasiyi sokakta bulmadık, sokağa bırakmayız!” diyerek gerginliğe prim vermeyeceklerine işaret etmiştir.641 

Kamuoyunda I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti olarak tanımlanan, IV. Demirel 
Hükümeti 3l Mart 1975 tarihinde Meclisten güvenoyu alarak görevine başlamıştır. Bu hükümet 21 Haziran 1977’ye kadar görevini sürdürmüştür. Bu süreç içinde yaşanan en önemli gelişme toplumsal gerginliğin yeniden tırmanışa geçmesidir. Bunun yanında DGM’lerin açılmak istenmesi sendikal eylemlerin artması, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de işçilerin öldürülmesi gibi olaylar bu döneme damgasını vurmuştur.642 

SONUÇ VE ÖNERİLER 

Cumhuriyet tarihinin ikinci askeri müdahalesi 12 Mart 1971’de bir muhtıra verilerek yapıldı. Aslında muhtıra 9 Mart’ta uygulamaya konulması planlanan sol darbeyi rehabilite etme hamlesi olarak görülmektedir. Muhtıradan tam üç gün sonra ordu içindeki tasfiyeler, bir yıl sonra Bomba Davası olarak adlandırılan tevkifat sonrası yapılan duruşmalar, ünlü Ziverbey’deki Zihnipaşa Köşkü’nde yapılan sorgulamalarla birlikte gündeme getirilen kontrgerilla tartışmaları, 
ilerleyen dönemde, yükselen sokak çatışmalarının müsebbiplerinin araştırılması esnasında derin kuşkuların doğmasına neden olmuştur. 12 Mart Muhtırası öncesi ve sonrasında yükselen kır-şehir gerillâsı olgusu, sol güçlere, özellikle üniversite öğrencileri arasında buldukları tabanla birlikte, geniş bir örgütlenme imkânı yaratmıştır. Fikir Kulüpleri Federasyonu’ndan Dev-Genç’e (Devrimci Gençlik Federasyonu), THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye 
Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) ve TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) türü silâhlı örgütlenmelerin taban bulmasını da beraberinde getirmiştir. 

Anti-Amerikanizm’in yükselişe geçtiği, 68 kuşağının tüm dünyada sisteme karşı isyan bayrağı çektiği bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin yükselen prestijiyle birlikte sosyalist dalganın çevre ülkelere sirayeti, Ortadoğu’da Baas türü yerlici sosyalist akımları ortaya çıkarırken, Türk solu açısından dönem içindeki ideolojik dayanak 1920’lerin başında yürütülen Milli Mücadelenin anti-emperyalist niteliği olmuştur. Türk solunun Milli Mücadeleyi yürüten asker-sivil bürokrasiyle, yerel eşraf hakkında, gerek Bakü’de toplanan Şark Halkları Kurultayında, gerekse Üçüncü Enternasyonal’de serdedilen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin öznel 
durumuna has ve bir o kadar da anlaşılabilir pozitif tutumu sorgusuz sualsiz kabulü, bu arada illegal Türkiye Komünist Partisi’nin bu doğrultudaki tezleriyle birleştiğinde anlaşılabilir olmaktadır. 

70’li yıllar boyunca Türk solu, mevcut iktidarları ve rejimi emperyalist bloğa tabi olmakla, Kemalizm’e ihanet etmekle suçluyordu. Bu söylem öylesine etkiliydi ki, daha 1965 seçimleri sonrasında bizzat İnönü tarafından dile getirilen, CHP’nin ideolojik konumunun ortanın solu olduğu yönündeki söylem, 1972’de, daha 12 Mart sonrasında CHP’deki Genel Sekreterlik vazifesinden “bu muhtıra bana karşı yapılmıştır” diyerek istifa eden, ancak İnönü’ye karşı mücadelesinde üstünlüğü ele geçirdikten sonra İnönü’nün Genel Başkanlıktan istifa etmesine neden olan Bülent Ecevit’in öncülüğündeki bir ekip tarafından kuramsallaştırılıyordu. Ortanın solu akımının, Ecevit’in yükselen işçi sınıfı hareketlerini CHP’ye oy olarak akıtma projesinin bir parçası olup olmadığı bilinmez ancak Ecevit, çeşitli demeçlerinde, anayasal mahreçli yasaların varlığının bir anlam ifade etmediğini, doğanın da yasaları olduğunu, toplumsal boyuttaki yasalar işlerliğe sokulmaya başlandığında, toprak işgallerinin bir vakıa haline gelebileceğini, bu tutumun mevcut yasalara aykırı olabileceğini, ancak doğa yasalarına aykırı olmadığını ifade etmekten kaçınmıyordu. Demirel’in bu demeçlere yanıtı aynı sertlikteydi. Bu ifadelerin açıkça anarşiye davetiye çıkarmak olduğunu ifade eden Demirel ile Ecevit arasındaki çatışma, parlamento içi iktidar-muhalefet çatışmasıydı ancak sokaklardaki çatışmanın muhatapları bambaşkaydı. 

12 Mart Muhtırasının “partiler üstü hükümet” talebi görüntü olarak sağlanmıştı. Ancak 1973 yılına kadar geçen süre içinde Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu hükümetleri hemen hiçbir başarı sağlayamadılar. Erim’in tabiriyle; ülke 1961 Anayasasının getirdiği hürriyetleri hazmedememişti, bu anayasa memleket için fazla lükstü. Demirel ilerleyen yıllarda, “direnseydim parlamentoyu da kapatacaklardı” şeklindeki savunmasına rağmen, 12 Mart’ın budadığı anayasaya ilişkin olarak yapılan her hamleyi destekledi. Bu anayasayla asayişin ve 
dolayısıyla rejimin korunamayacağı eleştirisi ağzından düşmeyen Demirel, kimilerine göre; gayet memnundu. Darbe görüntüde kendisine karşı yapılmıştı ancak anayasa değişikliklerine ilişkin olarak iktidardayken ne istediyse, eksiği değil, fazlası yapılmıştı. Ancak seçmenin düşenin yanında olacağı yönündeki, seçimlere dair beklentisi ters tepti. Gerçekten de 1973 seçimlerinde halk desteğini, 12 Mart’ı protesto ederek genel sekreterlikten istifa eden Ecevit’e vermiştir. 

CHP, muhalefete geçiş milâdı olan 14 Mayıs 1950’den beri ilk kez serbest bir seçimde ancak Ecevit’in liderliğinde birinci parti oluyordu. Fakat seçim sistemi 1961 seçimleri istisna, sonra ilk kez tek bir partinin tek başına iktidar olmasına müsaade etmiyordu. 1973 seçimleri sonrasında, parlamentoda oluşan siyasi kompozisyonun yarattığı CHP-MSP koalisyonu, Türk siyasi hayatının dönüm noktalarından biridir. 

Darbelerin bu kadar sıkça yapıldığı Türkiye’de böylesi bir zeminin kazanılmasının ardındaki en önemli nedenin, toplumun henüz yeterince siyasal toplum haline gelmediği söylenebilir. Halkın temsilcilerini seçip parlamentoya gönderdikten sonra, kendi iradesinin mümessillerine karşı yapılanlar karşısındaki ataleti düşündürücü olduğu kadar öğreticidir. Talat Turhan’ın sözleri, bir örnekten ziyade genel bir durumu tespit etmektedir: 

Halk seçmişti, halkın oylarıyla gelmişti Demokrat Parti fakat seçen kişilerin, seçmenlerin bir direnci yoktu, direnmesi yoktu. Bu arada, sanıyorum mart sonları yahut nisan ayı başlarında Menderes İskenderun’u ziyarete gelmişti, akıl almaz bir kalabalık vardı meydanda, belediye meydanında. Hatta inşaat hâlinde bir bina vardı, karkas duruyor, insanlar orayı doldurmuştu, anons ediyorlar: “İndirin, yıkılır, altta kalırsınız.” İnsanlar orayı terk etmediler. Yani o kadar 
yakın görünen insanlar iki ay sonra tıs çıkarmadılar. Dolayısıyla, böyle bir sessizlik oldu.643 

Siyasetin sadece sandıkta icra edilen fasılalı bir süreç olduğu noktasındaki kanaat değişmedikçe; halk, yönetime daha çok katılmadıkça; demokrasiyi kesintiye uğratan müdahaleler karşısında göstermesi gereken refleksleri kazanamayacaktır. Bu doğrultuda siyaseti sadece siyasetçilerin yaptığı bir iş olarak kabul edip, kitlelerin değişik kanallar yoluyla siyasal sürece katılım kanallarının genişletilmesi gerekmektedir. 

Diğer taraftan tüm darbelerde olduğu gibi 12 Mart’ta da görülen ekonomi politik iyi analiz edilmelidir. Darbelerin genellikle ekonominin çok bozuk olduğu dönemlerde değil de; nispeten iyi ya da iyiye doğru gidiş söz konusu olmaya başladıktan sonra yapılması anlamlıdır. Ancak hemen her darbenin ekonomik gidişatı makro düzeyde bozduğu; bazı kesimlerin taleplerine yönelik cömert; geniş halk tabakalarına karşı ise eli sıkı davrandığının da altı çizilmelidir. Ölümü 
gösterip sıtmaya razı etmek özdeyişinin çok iyi hülasa ettiği, toplumu can güvenliği karşılığında diğer hak ve hürriyetlerinden feragat etme mecburiyetine getiren tertiplerin iç ve dış kimi merkezlerce uygulandığı da netice olarak görülmektedir. Bu noktada Hasan Celal Güzel’in ve Bedii Faik’in anlattıkları anlamlıdır: 

Bizim Türk militarizminin bir uyanıklığı vardır. Ekonomi çok kötüyse müdahale etmez, tedbirler alındıktan sonra müdahale eder. Tabii, bu mantıkla düşünürseniz ekonominin kötülüğü darbeleri önleyen bir tesir meydana getirir… Türkiye eğer 1960’da, 27 Mayısta -biraz evvelki sözünüzden ilham alarak arz ediyorum- eğer darbeye maruz kalmasaydı, Türkiye’de darbeler ve 
muhtıralar birbirinin peşi sıra devam etmeseydi, benim yaptığım tespite göre, Türkiye’de bugün ulaştığımız nokta, gayrisafi millî hâsıla bakımından, kişi başına gayri safi millî hâsılanın 30 bin doları geçeceği bir nokta olacaktı. Yani bazen halk arasında, geçim sıkıntısının verdiği bir de üzüntüyle “Ne olacak, demokrasi nedir, yenilir mi içilir mi, demokrasinin bize ne faydası var? 

Şeklinde şikâyetler de olmuştur. Bazen, mesela, anarşinin olmaması, huzurun olması, şiddet ve terörün olmaması yeterli sayılmıştır. Özellikle incelemesini yaptığınız 12 Eylül döneminde, biliyorsunuz, en büyük gerekçe buydu. Hâlbuki şu benim bu çalışmam bile basit bir regresyon analizidir; çok iyi bilirsiniz, mevcut verileri alıp, belirli istatistikî formüllerle ileriye doğru analiz edeceksiniz, belirli varsayımlar altında tabii yapacaksınız. Bu dahi, aslında darbelerin 
sadece demokrasi olmadığını, sadece liberal bir fikir hürriyetiyle ilgili olmadığını, aslında başta boğazdan geçen lokma olmak üzere her şeye tesir ettiğini ve tamamen ekonomiyle irtibatlı olduğunu da gösteren, ilgi çekici bir gelişmedir. Ne yazık ki darbe dönemleri ekonomik bakımdan yıkım dönemleri olmuştur, bunun istisnası yoktur. 644 

Onun için, dikkat ederseniz, sivil idarenin ekonomiyi düzelttiği sıralarda darbe olmuştur hep. Hazineyi tamtakır bırakınız, istediğiniz zulmü yapın ordu gelip de hiçbir şekilde müdahale etmez, hangi ordu olursa olsun etmez. Edebiyatını yaparlar ama hazineyi siz maaş verecek hâle getirirseniz o zaman hop gelirler, binaenaleyh tasvip etmek mümkün değildir.645 

Darbelerin sivil yönetim esnasında bile sadece toplum nezdinde değil; siyasetçiler nazarında da adeta bir umacı etkisi gösterdiğine şahit olunmaktadır. RP-DYP koalisyon hükümeti döneminde dayatılan 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının mecliste tartışmaya açılması hamlesini, 12 Mart benzeri bir müdahale korkusuyla önlediğini anlatan Mustafa Kalemli’nin şu cümleleri meselenin bu yönünü ortaya koymaktadır: 

Özetle dediler ki: Bu kararları TBMM’ne getirip tartışalım. TBMM Başkanı olarak 
şiddetle ve anında karsı çıktım. Anayasa hükümlerinin açık olduğunu, MGK kararlarının hükümeti ilgilendirdiğini ifade ile ‘Eğer bu kararları meclise taşırsanız iste o zaman yeni bir 12 Mart olayı olur. Buna asla müsaade etmem.’ demecini verdim. Bu beyan benim. RP ve DYP ile ilişkilerimin kesin olarak kopmasına, aradaki gerginliğin daha da artmasına sebep oldu. Ama asla pişman değilim. Zira doğrusunu yaptım. Bugün de olsa aynı şekilde davranırım.646 

Maalesef yıllardır Türk entelijansiyasının bir grubunda hakim olan, darbeler arasında iyisi ve kötüsü bulunduğu; 27 Mayıs’ın darbe değil devrim olduğu hususundaki yargı, sivil siyasete bir şekilde müdahale edilebileceği yönündeki meşrulaştırıcı eğilimi güçlü tutmaktadır. Darbelerin ve muhtıraların hepsinin kınandığı, bir uzlaşmaya gidişin sağlanması gerekmektedir. 

Bu noktada Ali Kırca’nın: 

Yıllardır darbeleri iyi-kötü diye ayıranlara da seslendik: ‘Bütün darbelerin en kötüsü aslında 27 Mayıstı.’ dedik. ‘Bu gerçekle yüzleşmenin artık zamanıdır.” dedik çünkü sonrasındaki bütün darbelere, yaşanan zor ve acılı yıllara o ilk darbenin döşediği niyet taşlarına basarak yola çıkıldığını da bilelim istedik ”647 katılmamak mümkün gözükmemektedir. 

Türk toplumun bağrından çıkan, barışta ve savaşta olmazsa olmaz değer ifade eden Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının eğitim süreçleri içerisine, yurttaşlar arasındaki bakış açılarının çeşitliliğinin doğal olduğunun öğretilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, tek taraflı bir ideolojik yapılanmaya yönelik mevcut müfredat gözden geçirilmelidir. Dolayısıyla 12 Eylül darbesinin 
idari mekanizması içinde yer almış; kimi noktalardaki tenkitlere katılmakla birlikte, 12 Eylül darbesi karşısında faal bir nedamet göstermeyen Bülend Ulusu’nun şu sözlerine katılmak mümkün gözükmemektedir: 

Silahlı kuvvetlerin eğitimine karışmamak lazım çünkü silahlı kuvvetler eğitimi Millî Eğitim Bakanlığıyla koordine edilerek yapılan bir şeydir…648 

Bilindiği gibi militarizm“etkin bir ordunun iç işleyişinin-üstlere koşulsuz itaat ve sadakat, disiplin, ödevin kutsallığı gibi- değer ve kurallarının toplumsal-siyasal düzen ve düşünüşe, ilişkilere egemen kılınmasıdır”.649 Bu doğrultuda, özellikle eğitim kurumlarında bir ıslahata gidilmesi gereklidir. Mevcut yönetmelikler değiştirilerek militarizme hizmet edecek törenlerden kaçınılmalı; askeri talimleri, yanaşık düzenleri andıran merasimler sivilleştirilmelidir. Bu hususta Mete Tunçay’ın şu yorumuna da dikkat çekmek gerekiyor: 

Ama Atatürk’ün tarihî şahsiyeti bir yana, bir kült olarak devam etmesi… Ordu başta, eğitim ordusu peşinde, öğretmenler mesela. Öğretmenlere böyle bir eleştirel, objektif Atatürk şeyi asla kabul ettiremezsiniz. Onlar çocuklara Atatürk’e tapmayı bir millî vazife olarak şey yapıyorlar, hâlâ bu Reşit Galip’in yazdığı antla başlanıyor değil mi ilkokullarda? “Doğruyum, çalışkanım, varlığım Türk milletine armağan olsun.” falan diye yani bu nasyonalizm ile öyle iç 
içe girmiş bir Atatürk şeyi var ki. Burada kolaylıkla bir “Ama” dediğiniz zaman sizi Atatürk düşmanı diye damgalamak tehlikesi var, evet. Tunçay’ın verdiği bilgi doğrudur. Nitekim Türk eğitim sisteminin ayrılmaz bir boyutu olan tören olgusunun militarizmi besleyen yönlerine dikkat çekmek gerekiyor. Öğrencilerin özellikle ilk ve orta öğretimdeki sıraya girme, bayrak törenleri, and içme gibi törenlerde, hep askeri terminolojinin kullanılması; rahatlar, hazır ollarla ve 
andımızın okunmasıyla süslenen militer komutlar ilk kez Dr. Reşit Galip’in maarif vekilliğinde uygulamaya sokulmuştur.650 ve bu olgu askeri darbeler karşında gösterilen atalete hizmet etmektedir. Bu tarzın mutlaka değiştirilmesi gerekmektedir. 

ÖNERİLER 

1. Yeni bir Anayasa yapılmalıdır. 
Bu Anayasa uluslararası demokrasi standartlarına uygun olmalıdır. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri gündemi meşgul eden konuların başında Anayasalar gelmektedir. 1924 Anayasası özelikle 1950-1960 arası dönemde, 1961 Anayasası 1961-1980 arası dönemde, 1982 Anayasası ise bugünü kadar hep tartışılmıştır. Kimi zaman bu Anayasalarda değişiklikler yapılmış, kimi zaman referanduma gidilmiştir. Nihayetinde bu konular devlet 
erkleri arasında çoğu zaman gerilimi tırmandırmış, ülkenin modern dünyadaki gelişmelere ayak uydurmasına engel olmuştur. 

2. Askerin görev tanımı, yetkileri ve sınırları net bir şekilde belirlenmelidir. Askeri alanı ilgilendiren hukuki mevzuatta tartışmaya açık alanlar bırakılmamalıdır. 

Devlet birçok kurumdan oluşur. Bu kurumların her birinin bir görevi vardır ve bu çerçevede devlet mekanizmasının işleyişi sağlanır. Türkiye’de darbelerin gelişim sürecine bakıldığında bir yetki karmaşası olduğu görülmektedir. Bundan dolayı asker kendisini devletin asıl idarecisi, cumhuriyetin asıl koruyucusu olarak görmüş, halkın tercihleri göz ardı edilmiş, Meclisler, partiler kapatılmış, yargılamalara müdahale edilmiş, haksız yere birçok insan ölüm cezası almış,  hapis yatmıştır. Darbeler için yasal dayanak olan özelikle Askeri İç Hizmet Kanunu buna dayalı alt mevzuat yeniden düzenlenmeli, en ufak bir ima bile olsa halkın iradesinin önüne geçebilecek hiçbir madde askerle ilgili hiçbir mevzuata barındırılmamalıdır. 

3. Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır. 

Sivil irade-asker arasında ilişkinin net bir şekilde ortaya konulabilmesi için bu değişiklik şarttır. Yakın bir döneme kadar bazı toplantı ve merasimlerde sembolik de olsa askerin halkın temsilcisi olan Başbakan, Meclis Başkanı vs. ile aynı protokol seviyesinde olduğu görülmüştür. Bu demokrasi kültürünü zedeleyen bir durumdur. Demokratik ülkelerin çoğunda asker Milli Savunma Bakanlığına bağlanarak bu ve bunun gibi sorunlar ortadan kaldırılmıştır. Türkiye’nin 
bir an önce bu mekanizmayı işletmelidir. 

4. Milli Güvenlik Kurulu, 1933-1960 arasında olduğu gibi, dış savunma ve seferberlik konularında görüşlerine başvurulan bir kurul haline dönüştürülmelidir. 

Kurulun toplanması sürekli değil, ihtiyaca göre ve Cumhurbaşkanı ve Başbakanın çağrılarıyla olmalıdır. Kurulda gündem belirleme yetkisi sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakanda olmalıdır. 

5. AB üyelik yolundaki reformlar kararlılıkla sürdürülmelidir. 

Gelişmiş ülke standartlarında demokratikleşmenin ve asker-sivil ilişkilerinin oluşturulması açısından AB ilişkileri devam ettirilmelidir. AB ülkelerinin çoğunda demokrasi ve insan hakları kültürünün belli bir standart çerçevesinde yürüdüğü görülmektedir. Türkiye’nin bu uluslararası standartlara uygun yasal düzenlemeler yapması gerekmektedir. 

6. Atama, terfi, kutlama ve hiyerarşi oluşturma gibi kurumsal ve toplumsal ilişkilerde yazılı kurallar kadar etkili olan teamüllerden, sivil siyaset alanının aşağılayan ve sivil alanı haksızca daraltan hususlar tespit edilmeli ve değiştirilmelidir. 

7. 1960’tan sonra yerleşik hale gelen; askerlere lojman, sosyal alan ve hastane vb. gibi ayrı mekanların oluşturulması uygulamaları kaldırılmalı, asker-sivil kaynaşmasını ve paylaşımını sağlayacak mekanlar ve ortak alanlar oluşturulmalıdır. 

8. Darbecilerin tamamı yargılanmalıdır. 

Türkiye’nin yakın geçmişinde bu fiile iştirak etmiş kişilerin yargı önüne çıkarılması zorunludur. Darbelerde aktif rol almış kişilerin mal varlıkları araştırılmalı, haksız kazanımların tespiti halinde hazineye devri sağlanmalıdır. 

9. Darbe yapma, darbeye teşebbüs suçunun nitelikleri, iştirak halleri, darbe yapmayı övme-teşvik etme vb. suçlar kesin bir şekilde belirlenmeli, bu suça ağır cezai yaptırımlar öngörülmelidir. 

Türk hukuk sistemi yeniden gözden geçirilerek darbelere ve darbecilere yönelik tanımlamalar ve öngörülen cezai yaptırımlar netleştirilmelidir. 

10. Darbe süreçlerinde mağdur olan kişilere maddi/manevi tüm hakları iade edilmelidir. 

Menderes’in “vatana ihanetten yargılanması ve alınan ceza” ve Bedi’üz-zamanın mezarının bulunması da dahil olmak üzere, görevden alınma, hapis gibi mağduriyetlerin giderilmesi, halkların iade edilmesi sağlanmalıdır. 

11. Darbe süreçlerinde yapılan fişlemeler imha edilmelidir. Demokratik bir ülkede görülmeyecek durumların başında fişleme gelmektedir. Fişlemenin temelinde insanları ayırt etme, kamplara bölme ve ötekileştirme yatmaktadır. Daha sonra meydana gelebilecek fişleme olaylarına engel olmak için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 

12. Hukuk alanındaki ikilik kaldırılmalıdır. Yargıdaki çift başlılık ivedilikle giderilmelidir. 

Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılmalı; disiplin mahkemelerine intikal eden davalar mutlaka sivil yargının görev kapsamına sokulmalıdır. 

13. Darbe öncesi ve sonrası askerlere ve asker-sivil ortaklıklara ait şirketlerin elde ettikleri kazançlar, bu şirketlerin kamu ortaklıkları, kamudan devralınan ve kamuya devredilen varlıklar incelenmeli ve araştırılmalıdır. 

14. Askeri harcamaların tamamı denetlenebilmelidir. 

15. Sivil hayata müdahale edebilen Jandarma sistemi kaldırılarak görevleri polise devredilmelidir. 

16. Askeri okullara alınan öğrenciler; ÖSYM sistemi ile alınarak, bilgi ve beceri ölçen kriterlerin dışında başka bir değerlendirmeye tabi tutulmamalıdır. 
Silahlı Kuvvetlere personel temin eden eğitim kurumlarının müfredatı yeniden ele alınmalıdır. 

Askeri liseler milli eğitim bakanlığına bağlanmalı; askerlik bilimi dışında kalan fen ve sosyal bilimlere ilişkin dersler mutlaka sivil öğretmenler eliyle yürütülmelidir. 

(POLİS AKADEMİSİ ÖRNEĞİ GİBİ) 

Askeri öğrencilere, hakikatin tek ve mutlak olmadığı; farklı bakış açılarının bir kargaşa değil, zenginlik olarak algılanması gerektiğine yönelik olarak dersler verilmelidir. Bu doğrultuda işlenecek, felsefe, sosyoloji, psikoloji, dinler tarihi, gibi derslerin demokratik duyarlılıklarıyla temayüz etmiş seçkin akademisyenlerce verilmeleri sağlanmalıdır. 

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin sadece askeri okullarda değil sivil okullarda bile tek bir bakış açısıyla işlenmekte olduğu bilinmektedir. Kamunun yaptığı sınavlarda bile cevap anahtarının anti demokratik ve militarist yanıtları doğru olarak kabul ettiği tespit edilmektedir. 
Tek partili otoriterizmin övgüsünün yapıldığı, askeri darbeleri onaylar nitelikteki bu tip ders ya da soru bankaları yeniden düzenlenmelidir. 

Sivil okullardaki askeri yanaşık düzen eğitimlerine benzer merasimler mutlaka kaldırılmalıdır. Okul müdürlerinin militer bir tınıyla verdikleri komutlar, rahatlar, hazır ollar, dikkat çekmeler terk edilmelidir. 

Adeta birer üniforma niteliğinde olan ilk ve ortaöğretimdeki kıyafet rejimi değiştirilmeli; tıpkı Batıda olduğu gibi kıyafetler serbest bırakılmalıdır. İlgisiz gibi gözükse de tek tip kıyafet olgusu, baskıyı, tahakkümü ve militarizmi beslemektedir. 

17. Orta ve liselerin ders kitaplarda darbelerin olumsuz etkileri anlatılmalıdır. Özellikle tarih ders kitaplarında 1950 sonrası dönem ve darbelerle ilgili bilgiler verilmeli ve müfredat yenilenmelidir. 

18. Darbe sonrası darbecilerin sivil hayata yansıyan uzantıları olan okul, sokak, cadde, amfi, spor tesisleri gibi mekanlarla varsa kurum ve kuruluşların isimleri, heykeller, anıtlar gibi varlıklar İçişleri Bakanlığı marifetiyle kaldırılmalıdır. 

19. Darbe süreçlerinde tutulan kayıtlar ve evraklar açıklanmalıdır. 

Darbe süreçlerindeki bakanlar kurulu kararları, askeri konsey kararları, gizli olan tutanaklar, yazışmalar, resmi kayıt ve belgeler kamuoyuna açılmalıdır. 

20. Darbelerin olumsuz etkileri ve sonuçları hakkında toplumsal bilinci arttıracak toplantı, yayın, film gibi çalışmalar desteklenmeli, müze-anıt gibi görsel yapılara yer verilmelidir. 

21. Her darbenin ardından bazı kesimlerin ekonomik olarak nemalandıkları iddia edilmektedir. Bu doğrultuda; 

Darbe dönemlerinin ekonomi politiğini incelemeye yönelik olarak, üniversitelerin sosyal bilimler enstitüleriyle temasa geçilmeli; tez yöneticiliklerinde bulunacak olan akademisyenlere, özellikle bu hususun incelenmesine yönelik olarak, öğrencilerini teşvik etmeleri hatırlatılmalıdır. 

Devletimizin kimi bürokratik temayüllerinin son yıllarda oldukça azaltıldığı kabul edilse de, özellikle araştırmacıların en çok sıkıntısını çektikleri husus, ezber bozacak yeni bilgi ve belgelere ulaşma konusunda, kimi kamu kuruluşlarından gördükleri ketumiyettir. Bu nedenle, yakın dönemdeki darbelerin farklı boyutlarını araştırma arzusuyla çalışacak olan araştırmacılara her 
türlü bilgi ve belgelerden istifade imkânları mutlaka sağlanmalıdır. 

22. Demokrasiyi kesintiye uğratan tüm darbe, muhtıra ve müdahalelere karşı alınması gereken tedbirleri ve demokrasiyi daha katılımcı kılmakla görevli, en azından bir müsteşarlık düzeyinde yapılanmaya gidilmelidir. Arzulanan, demokrasiyi güçlendirme ve geliştirmeden sorumlu bir devlet bakanlığı olsa da; müsteşarlık düzeyindeki bir idari mekanizma, bu istikamette iyi bir başlangıç olabilir. 

23. Halk nezdinde her darbe sonrası yaşanan insani dramlar sürekli gündemde tutulmalı ve en kötü sivil rejimin en iyi askeri rejimden daha evla olduğu hususu işlenmelidir. 

Bu doğrultuda medyadan olabildiği ölçüde yararlanılmalı; darbeler sonrasında mağdur olanların TBMM’ye, yaşadıklarını sözlü veya yazılı olarak aktarmaları istenmelidir. 

Anlatılanlar gerektiği takdirde senaryolaştırılmalı, demokratik duyarlılıkları bilinen yapımcı ve yönetmenlerle işbirliği yapılarak filme ya da belgesellere konu edilmeleri sağlanmalıdır. Bu çerçevede, Kültür Bakanlığının maddi ve manevi katkıları esirgenmemelidir. 

24. Her darbe sonrası yaşanan, gözaltı ve tutukluluk hallerinde vuku bulan işkence ve kötü muameleler, mağdurlarının tespit ettikleri failleriyle birlikte araştırılmalı; işkence gören ile yapanların yüzleştirilmeleri mutlaka sağlanmalı dır. Bu hususta özellikle 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta TBMM Dilekçe Komisyonu arşivine intikal ettirilmiş başvurular yeniden ele alınmalıdır. 

İşkence ve kötü muamelelere tabi tutulmuş olanların iddialarını ispatlama yönünde talep ettikleri tıbbi muayenelerde bulunup; baskıyla ya da gönüllü olarak mesleki etiğe aykırı olarak rapor düzenleyen hekimler tespit edilmelidir. Özellikle darbe dönemlerinde, askerlik vazifelerini hekim olarak yerine getirdikleri esnada üstlerinden gördükleri cebir vesilesiyle, tıbbi bilirkişiliklerinin suiistimal edildiğini ifade eden hekimler tespit edilip; müracaatları 
sağlanmalıdır. 

25. Askeri cezaevlerindeki işkence söylentileri; söylentinin ötesinde birer gerçekmiş gibi durmaktadır. Bu cezaevleri de tıpkı diğerleri gibi Adalet Bakanlığına bağlanmalıdır. 

 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

634 Milliyet, 13.11.1974, s.10 
635 Milliyet, 21.11.1974, s.1. 
636 Cumhuriyet, 30.11.1974, s.1. 
637 Cumhuriyet, 2.4.1975, s.1. 
638 Cumhuriyet, 8.4.1975, s.1. 
639 Bilgiç, a.g.e., s.244-245. 
640 Milliyet, 22.6.1975, s.1. 
641 Milliyet, 29.6.1975, s.1. 
642 Çavdar, a.g.e., 244-246. 
643 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00]. 
644 Hasan Celal Güzel’in 13.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–14.08]. 
645 Bedii Faik’in 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.30–13.15]. 
646 Mustafa Kalemli’nin 21.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.09–14.42]. 
647 Ali Kırca’nın 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.20–11.40]. 
648 Bülend Ulusu’nun 14.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–12.45]. 
649 Bkz. Ömer Laçiner, “Türk Militarizmi”, Birikim, Sayı: 160–161, Ağustos-Eylül 2002, s.10. 
650 Bkz. İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsallaşma Üzerindeki Etkisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s.191. 

30 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder