28 Ocak 2019 Pazartesi

12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU. BÖLÜM 14

12 MART 1971 MUHTIRASI ARAŞTIRMA RAPORU. BÖLÜM 14



B. 12 MART MUHTIRASININ VERİLMESİNDE İÇ ETKENLERİN ROLÜ 

Türk solu açısından: TİP’in, iktidar yürüyüşünde bekleneni verememesiyle artık ülkedeki rejimin adı: Filipin, cici ve sandıksal demokrasi olarak küçümseniyor; sosyalizme gidiş yönünde silahlı bir mücadeleden başka hiçbir çözümün geçerli olmadığı savunuluyordu.242 

Türk solunun önceki dönemlerin aksine gitgide taban bulmaya başlamasının tarihi, altmışlı yıllardır, denilebilir. Yirminci yüzyılın başında dar bir aydın hareketi olarak filizlenen Türkiye solu, Marksist klasikleri batı dillerinden okuyarak bilinçlenen kısıtlı sayıdaki entelektüelin müktesebatındaydı. Zaman içinde TCK 141-142’nci maddelerinin gölgesinde Haydar Rıfat tarafından neredeyse kuşa çevrilerek yapılan tercümelere rağmen az da olsa belli bir taban 
bulmuştu lakin özellikle altmışlı yıllarda, görece yetkin tercümelerle özellikle yüksek öğrenim gençliğinin istifadesine sunulmuş; bir Marksist külliyat da ortaya konulmuştu. Bu yayın bolluğunun, üniversite öğrencileri arasında sol bilinçlenmeyi sağladığı söylenebilir. 

Bu çerçevede başlayan sol siyasi örgütlenmeler, sayıca çok olmayan ancak etkinliği yüksek özellikler göstermeye başlıyordu. Üniversitelerde faaliyete geçen Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Devrimci Gençlik Federasyonu’na (Dev-Genç) dönüşüyor; kimi ulusal meseleler antiemperyalist bir ruhla işleniyor; (Petrol Kanunu, Amerikan üsleri gibi) özellikle üniversite yerleşkelerinde, fakülte binalarında yoğun bir propaganda furyası estiriliyordu.243 Furyayı estirenlerin sadece öğrencilerden ibaret olmadığı, örneğin dönemin ODTÜ rektörü olan Prof. Dr. Erdal İnönü,244 Ankara Üniversitesi SBF Dekanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal245 gibi isimlerin aşırı solu koruyup kolladığı iddiaları daha 12 Mart öncesinde dillendirilir olmuştur. 

Gerilimin tırmanmaya başlamasından sonra, sola karşı duyulan tedirginlik aynı tabanda farklı ideolojik saiklerle hareket eden başka kesimlerden de aksülamel ler gelmesine neden olmuştur. Yakın dönem Türkiye tarihine “Kanlı Pazar” olarak geçen 16 Şubat 1969 Olayı, çatışma olgusunun kitlesel mahiyete dönüşmesinin ilk örneği olarak görülebilir.246 ABD 6. Filosunu protesto etmek isteyen bir gruba, başka bir grubun saldırmasıyla yaşanan olaylarda 2 kişi ölmüştür. Türk-Amerikan ilişkilerinin başlangıçtaki havasının nasıl aksi istikamete dönüştürdüğü noktasında, 16 Şubat 1969 tarihi, bir anlamda milat olarak kabul edilebilir.247 

1.İŞÇİ HAREKETLERİ 

Özellikle DP’li yıllardan itibaren ivme kazanan sanayileşme olgusu ve bunun paralelinde ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin yarattığı kentsel doku değişikliğinin belirleyiciliği, siyasetin kutuplarını da değiştirmiş, yeni çatışma alanları ortaya çıkarmıştır. Toplumsal pastadan daha çok pay almak isteyen kesimlerin sendikal mücadele yoluyla politize olmalarının başlamasıyla birlikte, sosyalist kesimleri umutlandıran ilk kitlesel büyük gösteri 15–16 Haziran 
1970 tarihinde meydana gelmiştir.248 Ertuğrul Kürkçü’nün bu husustaki yorumu şudur: 

Aslında o günden bu güne işçi hareketinin sendikal yapısı pek değişmiş sayılmaz. Hepsi birden cılızlaşmış olmakla birlikte, kamu sektöründe daha çok TÜRK-İŞ, özel sektörde daha çok DİSK örgütlü idi ve DİSK’in mücadelesi işçileri, üretilen değerden kendilerine düşen payı almada çok daha güçlü bir biçimde savunduğu için249 dev adımlarla gelişince DİSK’i frenlemek için geliştirilen yeni sendikalar yasası 15–16 Haziran 1970’deki büyük işçi protestosuna, büyük işçi ayaklanmasına yol açtı ve olağanüstü durumlarda güç sahiplerinin neye başvuracaklarına dair küçük bir temsil yarattı. Sıkıyönetim ilan edildi İstanbul’da ve hepimiz gördük ki bu mücadele böyle sürünce bütün Türkiye bir sıkıyönetim altında yaşayacaktır.250 

Yeni sendikalar yasa tasarısının onaylanmasıyla pasifize edilen DİSK’in yönettiği yürüyüş, İstanbul–Kocaeli bandında başlayarak çatışmaya dönüşmüştür. Üç işçi ve bir polisin öldüğü olaylar sonrasında, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilân edilmişti. Bu iki büyük sanayi kenti arasındaki güzergâhı takip eden işçiler, karşılarında set oluşturmaya çalışan asker ve emniyet güçlerine karşı direnişe geçmişler, sendikal haklarının kısıtlanması anlamına gelen Sendikalar 
Yasasındaki değişikliği protesto etmeye başlamışlardı. Türk-İş’i sendikal platformda tek konfederasyon haline getirmeye çalışan hükümet tasarısı aslında, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunun (DİSK) gücünü etkisiz kılmayı amaçlıyordu.251 1948 tarihli Sendika Özgürlüğüne ve Sendika Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşmeyi benimseyen Türkiye’de, sendika seçme özgürlüğünü kısıtlayan böyle bir yasanın çıkarılması, ilginçtir.252 Can kayıplarıyla neticelenen yürüyüş ile birlikte sıkıyönetim ilân edilmişti. 
Bu sıkıyönetim, yetmişli yıllarda sürecek uzun soluklu sıkıyönetimlerin başlangıcı olacaktır.253 

Türkiye’deki işçi kesiminin ülke sanayileştikçe gerek miktar, gerekse nitelik olarak sergilediği değişim, politize olmalarıyla birlikte, büyük bir kitlesel hareketliliğe yol açmıştır. 

Ertuğrul Kürkçü’nün bu husustaki açıklaması şöyledir: 




Eğer sayılardan söz edecek olursak çok kısaca söylemek isterim. 1963’te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı, 1971’de, sadece 8 yıl içerisinde iki katından fazla arttı, 4 milyon 55 bin olmuştu. 1963’te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı 1971’de 1 milyon 200 bin oldu, bugünkünden fazlaydı yani. Sendikalaşma oranı ise yüzde 10,8’den yüzde 29,6’ya yükseldi. Ve işçi hareketi, sendikalar ve işçi hareketine dayalı bir sosyal mücadele anlayışı Türkiye’de çok önemli bir uyanış sağladı. 
İşçi hareketi aynı zamanda öğrenci hareketine yol gösterdi, işçilerin sendikalaşmak için, sendikayı işyerlerine sokmak için uyguladıkları mücadele yöntemleri öğrenciler için olduğu kadar topraksız köylüler için de esin kaynağı oldu. 1965–70 arasında Türkiye’nin özellikle Ege ve Çukurova kırlarında hazine arazilerine el koymuş olan toprak sahiplerine karşı köylüler çok önemli çıkışlar yaptılar. Toprak sahipliği üzerinde, topraklar üzerindeki hak sahipliği iddiasını 
sorguladılar ve devlet ağaların tarafında yer aldıkça köylüler için bu, devlet ile ilişkilerini yeniden gözden geçirecekleri bir dönem oldu. Hükümetin taban fiyatı siyasetleri ve Türk parasının özellikle 1969’da yüzde 30 devalüe edilmesi karşısında üretici köylüler çok büyük bir başkaldırıya giriştiler ve geleneksel köylü uysallığından Türkiye’de eser kalmadı. Ve tabii aydınlar bunlardan etkilendiler, yani Türkiye özetle çok büyük bir sosyal hareketlilik içerisine 
girdi. Memduh Tağmaç’ı böyle konuşturan buydu.254 

2.ÖĞRENCİ HAREKETLERİ 

Türkiye’de kanın ilk aktığı eylemlerin öğrenci hareketleri esnasında gerçekleştiği 
düşünüldüğünde, bu yıllarda öğrenci liderliğinde bulunmuş olan Ertuğrul Kürkçü’nün anlatımının çok yararlı olacağı düşünülmektedir: 

Öğrenci hareketi, esasen gücünü Türkiye’nin tarihinden alıyor. Ben 12 Mart, 12 Eylül, diğer tarihi olayları yorumlarken düşülen şu sığlığın bize yol göstermeyeceğini düşünüyorum. 
İşte, öğrenciler, yabancı, bilinmeyen güçler, karanlık kuvvetler tarafından kışkırtılarak harekete geçtiler. Bu bence tamamen fasarya, hiçbir aslı faslı olmayan, benim pratiğimde hiçbir zaman tanık olmadığım, ya da buna yeltenenler olduysa da kolayca savuşturabildiğimiz bir meseledir. 
Genciz ama ahmak değildik hiçbirimiz. Neyin ne olduğuna dair bir fikrimiz vardı doğrusu. 

Tarihe müracaatla şunu demek istiyorum: Türkiye’de bir talebeyi ulum geleneği, ta Osmanlının orta çağından beri, yani 1400’ler 1500’lerden beri Türkiye’de hep var. Türkiye’de düzen bozulduğunda, yani Anadolu topraklarında ya da onun mirasçısı olduğu Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı Devletinde nizam ne zaman bozulursa itiraz önce talebeden gelir, bu kaçınılmaz bir şey, çünkü ayrıcalıklı bir tabaka. İşte, ilmiye, seyfiye ya da kalemiye sınıfından biri için, birinden olmak için yetiştirilen, toplumun genelinden daha fazla bilgiyle doldurulan bu 
insanların olan bitene çok çabuk reaksiyon göstermeleri kaçınılmaz. Tarihe baktığımız zaman özellikle Mustafa Akdağ’ın tarih kitapları bu bakımdan çok esaslı bilgilerle doludur ve tabii biz bunları, başımıza geleni anlamak için geriye dönüp tarihe baktığımızda daha çok gördük. 

Bunlara bakarak kendimize yön çizmiş değildik ama tarih işte öyle seyrediyor zaten, aynı sebepler benzer sebepler, benzer sonuçlar yarattığı için sonuçta bir tarih bilgisi diye bir şey oluyor. 

Dolayısıyla, bu öğrenci hareketinin evveli hep vardı, bizim evvelimiz 27 Mayıs. 27 Mayıs’ta öğrenciler ayaklandı, ordu vurdu hükûmet düştü. Mekanizma böyle çalıştı ve bu öğrenci geleneği sonraki yıllara kendini aktardı. 

Ben üniversiteye girdiğim zaman Türkiye’de öğrenci olmak kadar ayrıcalıklı ve keyif verici hiçbir şey yoktu. Öğrencisiniz, dokunulmazsınız herkes size ilişmeye korkar, sizden bir hikmet bekler ve bu çok şaşırtıcı bir ilişkidir. Daha dün lise öğrencisiydiniz bugün üniversiteye girdiniz ve birden bire statünüz değişti ve toplumdaki duruşunuz, görünüşünüz, sizden beklenenler değişti. Bu, insanı istese de istemese de, onu kuşatan iklim içersinde bir misyon duygusuyla 
besleyen, teçhiz eden ve “Şimdi Türkiye’nin geleceği için bana bir vazife düşüyor.” fikrini, aslında bu “Kantçılık” olduğunu, bunu bilmeden bir “Kantçı” yaklaşımla tarihe karşı bir işim, misyonum var duygusuyla bütün öğrenciler böyleydi. İşin aslını isterseniz o gün bizim çatıştığımız kesimler, işte Adalet Partisine gönül vermiş, MHP’ye gönül vermiş veya sosyal demokrasiye gönül vermiş gençlerde aslında böyle bir duyguyla hareket ediyor idiler. 
Dolayısıyla, öğrenci hareketi daha çok, öğrenciliğin, Türkiye’de üniversite öğrenciliğinin, yükseköğrenimin nispeten ayrıcalıklı ve tarihî olarak bir misyona sahip bir güç olarak kavranmış olmasıyla, bu ortak bilinçle ilgili. 

İlk öğrenci, Taylan Özgür 1969’da kurşunlandı.255 Taylan Özgür’ün kız kardeşi bugün hâlâ kardeşini öldüren kişinin bir Özel Harp görevlisi olduğunu söyler fakat bunu ispatlamak bugüne kadar mümkün olmadı ama tersi de ispatlanmadı ve böylelikle öğrenci hareketi sert bir şiddetle sınanmaya başladı. 


Taylan Özgür’ün öldürülme hadisesine dair burada bir parantez açmak gerekmektedir. 
Silahlı olan Özgür’ün silahını kendisine vermesini isteyen bir polisten kaçarken vurulduğu bilgisi, tabii ki hadiseyi meşrulaştıramaz ancak yine de önemli bir ayrıntıdır. Kürkçü sözlerine devam etmektedir.256 

Gene de öğrenci hareketinin bugünle kıyasladığımızda -Türkiye ne kadar fırtınalı bir dönemden geçiyor hepiniz biliyorsunuz- ben üniversiteye girdiğimden 12 Mart 1971 Muhtırası verildiği güne kadar Türkiye’de sadece 5 öğrenci çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Şimdi, “sadece” demek tabii, insana utanç verici de geliyor, böyle bir kıyaslama sayılar üzerinden ama 5 öğrenci. Ondan sonra 12 Martla 12 Eylül arasında 5.000’den fazla insan hayatını kaybetti, 12 
Eylülden bugüne kadar da 50 bine geldik. 5-5.000-50 bin. 
Bunlarla kıyasladığımız zaman aslında öğrenciler arasında sürüp giden çatışmalarda ortaya çıkan şiddet boyutunun bir askerî darbe girişimine anlam katacak derinlikte olmadığını görebiliriz. Bunun anlamı, aslında demin 
söylediğimiz -başladığımız yere dönersek- Memduh Tağmaç’ın işaret ettiği yerdedir. Çünkü bir kere işçi hareketi büyük bir sosyal güç hâlinde gelişmeye, dönüşmeye ve sermayenin kârlarını tehdit etmeye başladığı andan itibaren bir olağanüstü rejim ihtiyacı çok açık kendini göstermiş idi. Süleyman Demirel buna yeni sendikalar yasasıyla cevap vermeye çalıştı. İşçileri sendikasızlaştırmak, güçlü sendikaları özel sektör fabrikalarından uzaklaştırmak…257 

Ben, doğrusu 71’de giriştiğimiz, rejime karşı bir halk savaşı ile rejimin halkın çıkarları doğrultusunda değiştirilmesi teşebbüsü ile bu öğrenci hareketi içerisindeki silahlı çatışmanın aynı kategoriden olduğunu düşünmüyorum, bunların arasında böyle bir bağıntı ben kurmuyorum. Şüphesiz bu süreç içerisinde, yüzünü, bütün hayatını devrimciliğe adayacak şekilde devrime dönmüş olan pek çok insan çıktı ama bu çatışmalarda çok önemli rol oynamış olan İstanbul Üniversitesinin önde gelen kişileri bu hareketlere katılmadılar. Onlar için 12 Mart Muhtırası verildiği gün bu mesele son buldu. O nedenle, ben, “ikisi otomatik olarak aynıdır” görüşüne katılmam ama tabii ki bu çatışmalar Türkiye’nin bir olağanüstü rejime ihtiyacı olduğuna dair düşünceleri besledi, bunun da inkâr edilecek tarafı yok ama çatışanlar ya da kendilerine yapılan saldırıya karşı koyanlar bunun için çatışmıyorlardı. Somut bir şey, “öğrenci 
yurdunda kalırsın, kalmazsın”, “üniversiteye girersin, girmezsin”, “yolda yürürsün, yürümezsin”, “propaganda yaparsın, yapmazsın”, tartışmasının doğal bir uzantısı olarak insanlar bunu gördüler ve bir anda da olmadı. Ben, doğrusu bir üniversite öğrencisi olarak ilk kez bir tabancayı 1970 yılında gördüm, o güne kadar hiçbir ilişkim yoktu ama kendini savunma, öz savunma refleksleri bir kere harekete geçince bu süreç bir anda ona uygun yeni insanlar yaratıyor ve onlarla birlikte hayat yeni bir şekil alıyor. 

Bu öğrenci mücadelesinin silahlı bir yöne doğru sevk edilmesi bakımından ben, doğrudan doğruya diğer yan kuvvetler, kontrgerillanın tahrikiyle doğmuş olan yapıları suçlarım ama Adalet Partisi Hükümetini ve onun başkanı olan Süleyman Demirel’in Başbakanlığını en çok suçlarım. Süleyman Demirel tuhaf bir şiddet dengesi güttü. Aslında, polis gücüyle kontrol altına almak daha yüksek masraflı gözüktüğü için karşıt grupların silahlı gücü ile solcu öğrenci hareketini baskı altına almayı seçti. Bunu bu şekilde manipüle etti ve bunun sonuçları kendisini 
de yıktı, o bahsi diğer.258 

3. ADALET PARTİSİNDEKİ BÖLÜNME 

 1970 senesi hem partiler arasında hem de partilerin kendi içindeki mücadelenin iyice kızıştığı bir yıldır. AP içinde başını, 1964’teki genel başkanlık yarışında Demirel’e karşı kaybeden Sadettin Bilgiç’in çektiği muhalifler, hükümet bütçesine red oyu veriyor, temsilcisi oldukları orta Anadolu eksenli küçük sermaye gruplarının, büyük sermayeyi kayıran bir ekonomi politikası uygulandığı iddiasıyla başkaldırıyorlardı.259 İsmail Cem’in cümleleriyle: “Sermaye 
içindeki bölünmenin siyasal düzeydeki yansımasıdır 41’ler olayı. Adalet Partisinin büyük bir milletvekili grubu, önce parti yönetimine başkaldırmış, sonra muhalefetinkiyle birleştirdiği oylarıyla 1970 yılı bütçesini Meclis’te reddetmiştir”. (…)“Demokratik Parti, sermaye içindeki egemenlik mücadelesinde ikinci plana atılmış sosyal güçlerin reaksiyoner siyasal kuruluşu niteliğini kısa sürede ortaya koymuştur. Büyük toprak sahiplerinin, emlâk ve arsa gelirinin, rantın, ticaret çevrelerinin savunucusu ve sözcüsü olmuştur. Kime karşı? Bir yandan işçi sınıfı ve Sol’a, öte yandan özel sanayi kesiminin büyüyen taleplerine, AP’ye, Demirel’e karşı”.260 İddiaları öne sürülmektedir. Demirel ise bölünmenin ekonomi politik boyutunu değil; 1969 seçimleri sonrasındaki yeni kabinenin getirdiği memnuniyetsizliğin yarattığını ileri sürmektedir. Demirel’in bu husustaki yorumu şöyledir: 

Şimdi kabine değişiklikleri zor iştir. Hele böyle, dört beş sene iktidar olmuş bir parti için kabine değişikliği… Siyasette kendinize çok yakın arkadaşlar, siyasette yakın ama öyle olması gerekir, partinin menfaati bakımından öyle olması gerekir. Çünkü uzun süre siyasette liderin yanında, tepenin yanında falan bulunan insanların en yakın arkadaşlarından bir kıskançlık görmemeleri mümkün değildir ve onların bir kısmını, yani bize çok yakın olan, siyaseten yakın 
olan, arkadaş olarak da yakın olan kişileri değiştirmek mecburiyetinde kaldık. Ben düşündüm, değiştireyim mi, değiştirmeyeyim mi? Değiştireyim bakanlıkları, senet çıkarmış değil ya kimse buraya ama Celal Bey’in bir sözü vardır “Bakanlık ağrıyan diş gibidir, söktüğünüz zaman yeri müddet ağrır.” der. Bizim arkadaşlar başladılar şeye, karşı çıktılar. Ben de dedim ki “Kardeşim, partinin başı benim, başı bensem böyle yapacağız, partinin menfaatlerini burada görüyorum.” 
“Öyle mi görüyorsun?” “Evet” Gittiler, bütçe oylanıyor, bütçe oylanırken kırmızı oy verdiler bütçeye. O bütçe ki üç ay evvel beraber meydanlarda savunduğumuz fikirlere, düşüncelere icraata göre yapılmış bir bütçe ama “Sen böyle mi yaptın?” “Evet” Yine siyasette bir olay daha vardır: Biraz, nasıl gelirsen öyle gidersin. Biz, 1965 Şubatında merhum İnönü’yü bütçesini düşürerek, bütçesini reddederek düşürdük Mecliste. Ben dedim ki “Böyle geldik biz, böyle de gidiyoruz.” Burada şey yok. Bizim içimizdeki patırtı tamamen hissî ve kişisel uyumsuzluklardan 
doğan bir şeydir. Sonradan o arkadaşların büyük bir kısmıyla yine bir araya geldik biz, hepsiyle bir araya geldik, üç dört sene geçti ama bize zarar verdi. Türkiye’deki rejime de zarar verdi, bize de zarar verdi.261 

Ferruh Bozbeyli ise, bölünmedeki rolünü başka bir biçimde açıklıyor: 

1969’dan evvel Adalet Partisi içerisinde bir tesanüt birliği kuruldu. Bu tesanüt birliğinin adı “Yeminliler Grubu”ydu. Tutmuşlar bu yeminliler Meclis içindeki ve parti içindeki postları saymışlar, 119’u bulmuşlar. Yani, komisyon başkanlıkları, bilmem, divan kâtipleri, bilmem, başkanlık, bilmem, komisyonluk, hepsi… Genel idare kurulu üyeliği filan hepsini 119 bulmuşlar. Demek ki biz 119 kişi aramızda kenetlenir, iyi bir söz verirsek bu postları bir gün başkasına kaptırmayız. Bunun da başı partinin başı. İttifakla ona da sadakat yemini… Adı da Yeminliler, 
yemin de etmişler aralarında. Başlangıçta bu bir rivayet hâlinde dolaştı, yani yemin ettiklerini gören de var, görmeyen de var, bilmiyoruz. Ben görmedim, herkes söylüyor. Bu, onun dışında kalanlar tasfiye edilecek kaygısını yarattı. Nitekim 1969’da bizim İstanbul’da bizim il idare heyetini feshettiler durduk yerde. Konya’yı feshettiler, birçok yerleri feshettiler, başka idare heyetleri kurdular, geçici idare heyetleri kurdular. 69 seçimine de bir ay var, iki ay filan var. İşte, herkes “Bu insanlar tasfiye edilecek, öyleyse mukabele edelim, yani, biz de kendimizi koruyalım.” dedi. O zaman ben Meclis Başkanıydım. Geldiler bana “Sen Meclis Başkanlığından istifa et, partinin başına geç. Biz parti kuracağız, onun başına geç.” diye. Ben de “Hayır, ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum.” dedim. Fakat o ayrılanlardan 2 arkadaş, 2’si birden genel 
başkanlığa aday olmuşlar. Olunca bölünme temayülü başlamış orada. Onun için bana gelmişler. 

Yani, baştan bir ihtiyaç diye değil, yani, bölünmeyi ben önlerim düşüncesiyle bana gelmişler. Ben bunu kabul etmedim fakat benimle de ilgilendirdiler şeyi. Yani, ben de onları tutmuş gibi göründüm. Öyle değildi ama öyle dediler. Bazı şeyleri şey edemiyorsunuz. Kabul etmek istemiyor. Öyle dediler ve ben Meclis Başkanlığından istifa ettim. Sayın Demirel’e de söyledim: 
Ben ayrılayım, daha iyi geçineceğiniz başka birisi varsa onu seçersiniz. “E senin alternatifin yok.” dedi. Ama böyle yaptım, ben istifa ettim. İstifa edince onların işi daha bir kolaylaştı. Daha boşta kaldım, “İlla kabul et” diye ısrar ediyorlar. Benim kabul etmeyişimin sebebi şuydu: Parti başkanlığı yapamazdım ben. Yani, parti başkanlığı yapmak kolay bir iş değil. Evvela imkânları bol olacak parti başkanlığı yapanların. Yani, eli bol olacak, imkânları bol olacak, kolay 
harcayacak, kolay şey yapacak. Yani, bu bakımdan benim hiç imkânım müsait değil. İkincisi, böyle bir tecrübem de olmamış yani. Meclise girmişim, kâtip olmuşum, divan kâtibi olmuşum, Meclis Başkan Vekili olmuşum, Meclis Başkanı olmuşum, böyle bir şeyim de yok yani. Onun için ben istemiyordum böyle bir şeyi. Fakat babama varıncaya kadar etkilediler. Evin içinde tatsızlık başladı artık yani. Babam da, ikide bir rahmetli “Oğlum, halka karşı gelinmez, bu kadar 
insan…” Böyle zorlayıp duruyorlar yani ve bir yerde yanlış mı karar verdik, doğru mu karar verdik bilmiyorum, kabul ettik bu işi. Zaten kabul ettiğimiz günün ertesi günü ben de anladım ki bir şeye reaksiyon göstermek başka, reaksiyon gösterenlerin bir iş yapmak üzere ittifak kurmaları başka şey. Bunların hepsi reaksiyon gösteren insanlardı, hepsi. Nitekim reaksiyon hızları kesilince geri gittiler, hepsi geri gitti.262  

Bütçeye verilen red oyu, aslında muhalefetin parti içi boyutundan çıkarak ayrı bir partileşmeyi beraberinde getireceğini gösteriyordu. Nihayet muhalifler, partileşerek AP’den ayrıldılar. Yeni kurulan parti ismiyle 14 Mayıs ruhunun asıl varisi olduğunu deklare ediyordu: Demokratik Parti. Partinin genel başkanlığına Ferruh Bozbeyli getirilirken aslında partinin manevi lideri Celal Bayar’dır.263 Sadettin Bilgiç, Mehmet Turgut, Faruk Sükân ve Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, yeni partinin diğer önde gelen isimleriydi. AP içinden daha önce ayrılmış olan 
mukaddesatçı olarak isimlendirilen kesimin Milli Nizam Partisi de, Anadolu’daki küçük ve orta ölçekteki müteşebbislere dayanan bir parti olarak AP tabanından epey oy devşireceğe benziyordu.264 12 Mart’a giden süreçte AP’de gerçekten zafiyet alametlerini gösteren bu gelişmelerin, muhtıracı komutanların işini kolaylaştırdığı söylenebilir. Demirel de aynı kanıdadır: 

Muhtırayı cesaretlendirmiştir. Eğer Meclis zaafa düşerse, Mecliste siyasi iktidar zaafa düşerse bu çeşit şeyler oluyor.265 

Rasim Cinisli ise Demirel’in ve çevresinin kendilerini adeta partiden kovduklarını iddia etmektedir: 

Hayır, biz partimizden ayrılmadık ki bizi kovdular. Bizim partimizden ayrılmak gibi bir düşüncemiz… Ben, yirmi dokuz yaşında, otuz yaşında milletvekili seçilmişim. Erzurum Milletvekilidir, o günkü havayı bilir. O gün hiçbir şeye elimi sürmesem asgari iki dönem, üç dönem milletvekili seçilecek gücüm var ama Allah’tan korktuğumuz ideallerimiz, vicdanlarımız, düşüncelerimiz, memleket, millet için düşündüklerimiz var. Ben onu size anlatırsam o zaman takdirinize sunmuş olurum.266 

Ertuğrul Kürkçü’nün AP’deki bölünmeye, daha doğrusu Türk sağındaki bölünmeye ilişkin yorumu, yine daha çok ekonomi politik bir nitelik arz etmektedir. Kürkçü’nün cümleleriyle: 

12 Mart’ı Memduh Tağmaç’ın özetlediği gibi özetlersek yalan olmaz, ancak hepsi bu kadar değil, aynı zamanda Memduh Tağmaç’ın anlatmadığı bir otorite bunalımından da söz etmemiz gerekir. Çünkü 1970 sonbaharına ve 1971 baharına yaklaşırken, Türkiye’de bugüne kadar yekpare bir iktidar sergileyen, hem aşağıdan halkın onayıyla hem de yukarıdan sermaye ve ordunun desteğiyle kendi iktidarını sürdüre gelen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi Hükümeti 
kendi içinden iki parçaya ayrıldı 1969-70’te. Birincisi, toprak gelirlerinin, arazi gelirlerinin vergilendirilmesi yolundaki sermaye birikimi hamlesine Ferruh Bozbeyli önderliğindeki grup, bütçe görüşmelerinde onaylamayarak karşılık verdi ve Adalet Partisi Hükümetini düşürdü, Süleyman Demirel Hükümetini. Bu, o güne kadar tek parti etrafında çıkarlarını ifade eden sermaye grupları arasındaki ilk önemli yarılmaydı, tabii, daha önce bir yarılma daha olmuştu. Necmettin Erbakan’ın Millî Nizam Partisi de, Anadolu sermayesinin tekelci sermaye çıkarlarıyla haddinden fazla bütünleşmiş olan Süleyman Demirel Hükûmetlerine karşı itirazıyla, önce Odalar 

Birliğinde başlayan sonra Millî Nizam Partisi olarak süren geleneksel İslamcı öğretiyle bezenmiş bir başka muhalefet odağı yaratınca, Süleyman Demirel iktidarı hem kendi içinden parçalandı hem de sosyal gelişme de ortaya çıkan karşıtlıklarla başa çıkamaz hâle geldi. Bunun başında işçi hareketi rol oynuyor, bunun altını çizmek isterim. Bugünle kıyasladığımız zaman işçi hareketinin 1970’lerde son derece belirleyici rol oynadığını görmemiz ve bütün Türkiye’nin 
sosyal topografyasını değiştirmekte olduğunu ve bu yeni toplumsal güç karşısında hem sermayenin hem devletin ne yapacağının bilmez bir hâle girdiğini söyleyebiliriz.267 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

242 Bu ifadelere bir örnek olması açısından bkz. “Cici demokrasi için pazarlık”, Devrim, 23 Aralık 1969. aktaran: Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, İstanbul: Doğan Kitapçılık AŞ, 1999, ss.192–193 arasındaki 
numaralandırılmamış sayfalar. 
243 Petrol Kanunu uyarınca, yabancı petrol şirketlerinin, başka ülkelere sattıkları fiyatlardan % 35 daha pahalı petrolü Türkiye’ye sattıkları iddia edilmektedir. Bkz. Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, İstanbul: May Yayınları, 1975, s.66. 
244 “Ülkü Ocakları, Erdal İnönü’nün banka soyanlarla görüşme yaptığını ileri sürdü”, Tercüman, 21 Ocak 1971. 
245 Bkz. A. Baki Tuğ, Türkiye Gerçekleri ve Soysal Davası (12 Mart 1971), Bursa: Ak Ofset, 1995. 
246 “Taksim’de 30 bin kişi dövüştü 2 ölü var”, Akşam, 17 Şubat 1969. Ayrıca bkz. Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.162 vd. 
247 O dönemin havasını yansıtan şu habere bkz. “Dost Amerikan filosu hararetle karşılandı. Amiral Biery’nin ‘Son Posta’ya beyanatı: Samimî bir dostluğun nişanesi olarak sahillerinizi selâmlarız”, Son Posta, 3 Mayıs 1947. 
248 Anıl Çeçen, Türkiye’de Sendikacılık, Ankara: Özgür İnsan Yayınları, 1973, ss.146–148. 
249 DİSK’in yürüttüğü sendikal mücadele ile diğer sendikaların aynı iş kollarındaki grevler sonrası elde edilen kazanımlar karşılaştırıldığında gerçekten de DİSK’in ne kadar etkin olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Ahmet Aker, 12 
Mart Döneminde Dışa Bağımlı Tekelleşme, İstanbul: Sander Yayınları, 1972, ss.105-108. 
250 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06]. 
251 15-16 Haziran olaylarının CHP’de bulduğu yankı şu eserden takip edilebilir: 274, 275 Sayılı Yasa Değişiklikleri ve CHP, Ankara: Ulusal Basımevi, 1970. 
252 Cahit Talas, Toplumsal Politika, Ankara: İmge Kitabevi, 1990, s.130. 
253 Ergin Eroğlu, Sınıflar Açısından 12 Mart: 12 Mart Devam Eriyor mu?, İstanbul: Soyut Yayınları, 1974, 238. 
254 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06]. 
255 Hayatını kaybeden öğrenciler ve öldürüldükleri tarihler şöyledir: Vedat Demircioğlu, 28 Temmuz 1968; Atalay Savaş, 16 Şubat 1969; M. Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan; Mehmet Cantekin, 19 Eylül 1969; Taylan Özgür, 23 Eylül 
1969,; Mehmet Büyük Sevinç, 9 Aralık 1969 ve Battal Mehetoğlu, 15 Aralık 1969. Bkz. Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, s.151. 
256 Mehmet Bican, Devrim İçin Gençlik Hareketleri, Ankara: Güvendi Matbaası, 1970, s.74. 
257 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06]. 
258 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06]. 
259 Eroğlu, Sınıflar Açısından 12 Mart: 12 Mart Devam Eriyor mu?, s.210. 
260 İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart (nedenleri.. yapısı..sonuçları), (İki Cilt bir arada), İstanbul: Cem Yayınevi, 1980, s.364. 
261 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55]. 
262 Ferruh Bozbeyli’nin 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.03–15.26]. 
263 Konu hakkında kaleme alınmış ilginç bir yazı için bkz. İsmail Küçükkılınç, “Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Üç Ispartalı”, Yerel Siyaset, Yıl: 2, Sayı: 20, Ağustos 2007, ss.45–50. 
264 Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası (MSP Örnek Olayı), İstanbul: Alan Yayıncılık, 1985, s.99. 
265 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
266 Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 18.02–19.05]. 
267 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06]. 


 15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder