10 Ocak 2016 Pazar

TERÖRE DAVETİYE ÇIKARANLAR, BÖLÜM 1





TERÖRE DAVETİYE ÇIKARANLAR..,
BÖLÜM  1



Vural SAVAŞ 
 ARALIK 2003 - SAYI 64

Yargıtay Onursal C.Başsavcısı


Aynı başlıkla Cumhuriyet Gazetesi’nde bir maka­lem yayımlandı. Konu çok önemli. Orada söylediklerimi genişleterek, yazmayı bir görev bildim.


Carlos dahil en ünlü teröristlerin avukatlığını da yaptığı için teröristleri çok yakından tanıyan Jacques Verges şöyle diyor: “Bir gerilla gurubu ile bir devlet ara­sındaki savaşın, ellerde beyaz eldivenler ve İnsan Hak­ları Bildirisi’yle yapılmasını beklemek, ne ikiyüzlülük!..”

Hannah Aront’un dediği gibi: “Dehşetin mutlak su­rette hüküm sürdüğü yerde, her şey ve herkes susmaya mahkumdur.”

Adolf Hitler de, korku ve menfaat ile bütün halkların teslimiyete yöneltilebileceğini iddia ediyor ve şöyle diyor­du: “Terör, en kuvvetli siyasi silahtır ve ben bazı aptal burjuvaları şok durumuna sokuyor diye ondan mahrum olamam.” Bunu Herman Rauscning, “Hitler Bana Dedi” adlı kitabında belgelemektedir.

Führer’le konuşan diğer bir yazar olan Hanstongel de, Hitler’in şu sözlerini naklediyor: “Demokrasiler, dai­ma böyle saldırılar karşısında yapıları bakımından aciz kalacaklardır; zira savunmak için kendilerinin de otoriter bir rejim kurmaları gerekmektedir.”1

4- 5 Ekim 1991 tarihleri arasında Antalya’da düzen­lenen ve Uluslararası Basın Enstitüsü Direktörü Peter Galliner, Avrupa insan Hakları Divanı Yargıcı Thor Wilh Jamson, Avrupa işkencenin Önlenmesi Komitesi Üyesi Love Keliberg, Avrupa Paralmentosu Siyasi İşler Komis­yonu Üyesi Maria Loisa Cerretti, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Genel Sekreter Yardımcısı Jan Martenson gibi şahsiyetlerin de katıldığı bir sempozyumda konuşan Bru­na Stegagnini şöyle diyor: “Terörizm trajedisini yaşama­yanlar için, alınan -önlemleri ve sınırlamaları eleştirmek çok kolaydır. Ancak ben, birincil ve en önemli insan hak­kı olan yaşamı sürdürme hakkını ve yurttaşların güvenli­ğini korumayı amaçlayan bu önlemleri ve sınırlamaları getirmenin Türk Devletinin görevi olduğuna inanıyorum.”

Anayasamızın konu ile ilgili çeşitli hükümleri birlikte değerlendirildiğinde şu husus açık bir biçimde anlaşıl­maktadır: Devlet, yalnız “insan hakları” için değil, başka amaçlar için de vardır. “toplumun huzuru, milli dayanış­ma ve adalet anlayışı” için vardır. Toplumun huzurunu sağlamak, ulusal dayanışmayı gerçekleştirmek ve adalet anlayışını egemen kılmak çerçevesinde varolan, bu çer­çeve içinde yer alan devlet, yine de başıboş ve keyfi davranmayacak, insan haklarına “saygılı” olacaktır. insa­na değer verilmesi, insan onurunun yine kollanması ge­rekecektir. Ama insan hakları, artık devletin varoluş ne­deni olmaktan çıkmıştır.2

Türkiye’de Ceza Muhakemesi Hukukunun ilim hali­ne gelmesinde en büyük katkıyı yapan Prof. Dr. Nurullah Kunter, son dersini verirken şunları söylemiştir: “Kanun­lar ideallere değil, ideolojilere hiç değil, sadece ve sade­ce toplumun şartlarına dayanmalıdır.”3

Temel hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanması­nın veya zaman zaman ortadan kaldırılmasının gerekçe­sini Alman Yasal Sistemi şu şekilde izah etmektedir:

“Terör ile mücadeleye yönelik yasal düzenlemeler yapılırken, öncelikle bu mücadelenin gerçek ihtiyaçları doğru tespit edilmeye çalışılmış ve bu ihtiyaçlar ve terör­le mücadelede hedefe ulaşmayı sağlayıcı yasal düzenle­meler getirilmiştir. Bu yapılırken elbette kişilerin birtakım anayasal hak ve özgürlükleri kısıtlanmış veya bazı hal­lerde tamamı ile askıya alınmıştır.

aa. Terörizmin tehlikelerinden toplumu koruma ge­rekliliği kişisel özgürlükleri kaybından ve terör şüphelisi olan kişinin haklarından daha ağır basar.

bb. Konu ile ilgili olarak verdiği bir kararda Alman Yüksek Mahkemesi; Alman Anayasasının Alman Hükü­metini, sadece vatandaşları kişise lolarak korumakla de­ğil, aynı zamanda Alman ulusunu bir bütün olarak koru­makla yükümlü tuttuğunu içtihat etmiştir.”4

Alman Anayasa Mahkemesi Üyesi, Köln Üniversite­si Profesörlerinden Klaus Stern, Almanya Anayasa Mah­kemesi’nin tutumunu şöyle değerlendirmektedir:

“Anayasayı koruma davaları ile ilgililerin tefsiri bakı­mından.,. Anayasamızın temel değeri mevzubahis ol­maktadır: Hür demokratik temel düzen. Bu düzen birçok acılar dolu tecrübelerden sonra yüksek ölçüde değerlen­dirilmiştir. Bunu, basit bir zaman akımı bazen tehlikeye atarak yere vurabilir de. Anayasanın babalarına (yapıcı­larına) da bu tehlike görünmüştü. Daha Herrenchimsee tasarısına ait müzakerelerde şu nokta anlaşılmıştı: ‘Bu noktada ihmalkar olan her demokrasinin, intihar etmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğu izahtan varestedir,”‘5

Birleşmiş Milletler 17.4.1998 tarihinde, ‘insan Hak­ları ve Terörizm’ başlıklı bir kararı oyçokluğu ile kabul et­ti.

  

Bu tarihi kararın öğelerini, 1999 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülünü kazanan “Terör ve Demokrasi” adlı eserinde Pulat Y. Tacar şöyle özetliyor:

- Tüm terörizm eylemleri, nasıl, nerede ve kim ta­rafından yapılırsa yapılsın hiçbir şekilde haklı gösterile­mez; insan haklarının yerleşmesi uğruna terörizme baş­vurması da haklı gösterilemez.

-En temel insan hakkı olan yaşama hakkını orta­dan kaldırmayı amaçlayan terörizm, tüm biçim ve belirti­leriyle devam etmektedir. Terörist gruplar insan haklarını ağır şekilde ihlal ediyorlar.

          - Terörizm, demokrasiyi, sivil toplumu ve kanunun üstünlüğü ilkesini tehdit etmektedir.

          - Terörizm, insanların korkusuzca yaşayabilecek­leri bir ortamı ortadan kaldırmaktadır.

- Rasgele uygulanan terör ve şiddet, kadınlar, ço­cuklar, yaşlılar dahil olmak üzere, pek çok sayıda ma­sum insanı katletmekte, sakatlamaktadır; bu eylemler hiçbir şekilde haklı gösterilemez.

- Pek çok terörist grup, yasadışı silah kaçakçılığı ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan, ayrıca cinayet, tehditle para sızdırma, insan kaçırma, saldırı, rehin alma, hırsız­lık, kara para aklama ve ırza tecavüz eylemlerine karış­mış olan başka suç örgütleriyle, ulusal veya uluslar arası düzeyde işbirliği yapmaktadır.

- Terörizme karşı alınacak önlemler, uluslararası insan hakları normlarına ve uluslararası hukuka uygun olmalıdır.

- Devletler arasında, uluslararası ve bölgesel ör­gütler arasında, terörizme karşı mücadelede yapılan iş­birliği artırılmalıdır; dolayısıyla hangi şekilde olursa ol­sun, nerede ve kim tarafından yapılırsa yapılsın tüm te­rörizm biçimleri ile mücadele edilmeli ve terörizm orta­dan kaldırılmalıdır; terörizm herkes tarafından kınanmalı­dır.

- Terörizm, insan haklarını ve temel özgürlükleri ve demokrasiyi yok etmeye yönelik bir eylemdir; bu ey­lem devletlerin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit etmektedir; meşru bir şekilde göreve gelmiş hükümetleri sarsmaya, çoğulcu sivil toplumu ve hukukun üstünlüğü ilkesini yok etmeye yöneliktir. Devletlerin ekonomik ve toplumsal gelişmesine olumsuz etki yapmaktadır.

          - Her türlü etnik kin ve nefret, şiddet ve terörizm kınanır.

- Devletler, uluslararası insan hakları normlarına ve hukuka tam uygunluk içinde nerede ve kim tarafından yapılırsa yapılsın her türlü terörizmi önlemeye, onunla mücadele etmeye ve ortadan kaldırmaya davet edilir; uluslararası camia terörizmi ortadan kaldırmak için işbir­liğine çağrılır.

Yukarıda ana hatlarını verdiğimiz bu karar, 1151eh­te ve 57 çekimser oyla Birleşmiş Milletler Genel kurulu tarafından kabul edilmiştir.

Karar, insan haklarının hayata geçirilmesi bakımın­dan atılmış en önemli adımdır. Çünkü, günümüzde en vahim insan hakkı ihlalleri, devletler ve devlet görevlileri tarafından değil, terör örgütlerince yapılıyor. Ne yazık ki; Kıbrıs Rum Yönetimi, Ermenistan, Suriye, Yunanistan gi­bi PKK’ya açıkça destek veren ülkelerle birlikte, Batı ca­miasını oluşturan İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, Finlandiya, İrlanda, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İspanya, İsveç, Ukrayna gibi ülkeler de çekimser oy kullanmışlardır.

Çekimser oy kullanmalarının nedeni, terörizmin bir insan hakkı ihlali olduğunun kararda yazılı olmasıdır ve ne yazık ki adı geçen ülkelerin çoğu PKK ve benzeri te­rör örgütlerine açık veya dolaylı destek veriyorlar. Bu destek belgelendikçe, asıl insan hakkı ihlalcilerinin bu devletler olduğunun kabulü gerekecek.

Batı camiasına göre, insan hakkı ihlalleri sadece devletler tarafından yapılabilir.

 Onlara göre, örneğin bir terör örgütünün eline atom bombası geçse, bir şehri bombalasa, milyonlarca kişiyi öldürse, bu eylem insan hakkı ihlali değildir ama, devlet görevlilerinin kişilere kötü muamelede bulunması, insan haklarının ihlalidir.

Levent Kavas, 16.10.1999 tarihinde, Star gazetesi­ne yazdığı “Ne Siz Sorun Ne Ben Söyleyeyim” başlıklı makalesinde bu anlayışı şöyle özetliyor:

“‘Teröristle masaya oturmayacak’ bir yetke, ‘terör örgütü’nü bir ‘devlet çekirdeği’ olarak tanımayan bir kim­se, o örgütü ‘insan haklarını çiğnemekle’ suçlayamaz. Ancak devletler ‘insan hakları’nı tanıma, koruma, işletme ‘yetki’sini taşıdığı için, ancak devletler ‘insan hakları’nı ta­nımamakla, korumamakla, işletmemekle suçlanabilir. Bir ‘terör örgütü’nü ‘insan hakları’nı çiğnemekle suçlamak, örgüt olarak o örgütü, yalnızca ‘gerçekte’ değil, ‘hukuken’ de bir ‘yetke’ saymak anlamına gelir. Bir örgüt, bir kişi ‘in­san hakları’nı koruma konusunda ‘yetkili’ değilse, ‘insan hakları’nı çiğnemekten ‘sorumlu’ da tutulamaz.”

Bizdeki sözde insan hakları savunucusu dernekler, özellikle kendilerine ‘ikinci cumhuriyetçi’, ‘liberal’ gibi isimler takan aydınlar, irticai faaliyetlerde bulunanlar, Ba­tı camiasının benimsediği insan hakları anlayışını savu­nuyorlar. Hem insan haklarını savunur görünecekler ve hem de terörist örgülerin, irticai faaliyette bulunan kişi ve partilerin avukatlığını rahatlıkla yapabilecekler.

Vatandaşlarımızı “kahrolsun insan hakları” slogan­larıyla yollara düşüren, Birleşmiş Milletler kararına aykırı olan bu çarpık insan hakları anlayışıdır. Çünkü onların insan haklarını devlet görevlilerinden çok, PKK, DHKP/C, iBDA-C ve Hizbullah gibi terör örgütleri, mafya benzeri çıkar amaçlı suç örgütleri ihlal ediyor ve bizdeki sözde insan hakları savunucuları da, bu çeşit örgütlere destek vermekten başka bir şey yapmıyorlar.

21. yüzyıl, gerçekten insan haklarının hayata geçi­rildiği bir yüzyıl olacak. Ancak, 21. yüzyılın insan hakları anlayışı, anılan Birleşmiş Milletler kararına uygun, hem devlet görevlilerine, hem terörist örgütlere ve hem de Çıkar amaçlı suç örgütlerine karşı ‘masumu’ koruyan, çağ­daş bir insan hakları anlayışı olacak.

Bu konuda gerçek Türk aydınına, Türk devletine büyük görevler düşüyor. Çünkü, çağdaş insan haklarının hayata geçirilmesi için yaptığımız savaşta, Batı camia­sından ve onların içimizdeki yardakçılarından bize hayır yok. Gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı mücadelesini Batı camiası­na rağmen yapabilmiş bir ülkedir. insan hakları mücade­lesini de, Birleşmiş Milletler’deki çağdaş insan haklarını savunan devletlerle işbirliği ve onlara öncülük yaparak kazanacağına inanıyorum.

PKK Başkanı Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da alınan ilk ifadesinde söylediklerinin sonu:

“...Sorgumun bittiği şu anda Avrupa’nın beni iste­mediğini ancak beni Türkiye’ye karşı kullanmak istediğini ve kullandığını belirtmek istiyorum. Türkiye son yıllardaki ekonomik atılımlarıyla ve hatta bize karşı yürüttüğü mü­cadelesiyle kalkınma potansiyeli olan bir ülke olduğunu göstermiştir. Avrupa beni Türkiye’ye karşı kullanırken, Türkiye’yle beni karşı karşıya getirirken, Türkiye’nin de önünü kesmeyi hedeflemiştir. insan haklarından çok sık bahseden Avrupa, beni kullanmak suretiyle çok kan dö­külmesine sebep olmuş ve sonuçta insan haklarını işletmeyerek ikiyüzlü olduğunu göstermiştir. Bu yüzden Av­rupa’yı kınıyorum.”

         19 Mayıs 2000 günü, Samsun’da “Atatürk ve Türki­ye” konulu bir konferans vermiş ve şöyle demiştim:

“Atatürk’ün ‘düşman devletler’ olarak nitelendirdiği devletler, başka güçlü devletleri de arkalarına alarak, Lo­zan’ın öcünü almaya hazırlanıyorlar.

“Çünkü, başa çıkılamayacak kadar büyük ekono­mik güçlerini, siyasi nüfuzlarını kullanarak, ülkemizin her kesiminde ve kuruluşunda yerli işbirlikçilerini yarattılar.

“Gerektiğinde medyanın çok önemli bir kesimini, sözde aydınları ve bilim adamlarını, bazı dernek ve mes­lek kuruluşu yöneticilerini, amaçları doğrultusunda kullanabiliyorlar. Sindiremedikleri veya doğruyu düşünemez hale getiremedikleri aydın sayısı giderek azalıyor.

          “Artık siyasal İslamcılarla, bölücüler Cumhuriyetimi­ze karşı el ele.

          “Neredeyse bize ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demeyi yasaklayacaklar.

“Bu ortamı yaratan güçler, bizi kaldıramayacağımız kadar ağır bir borç yükü altına sokarak, İnsan Hakları Mahkemesi’nin yanlı ve amaçlı kararlarıyla, ‘Ancak de­diklerimizi körü körüne yaparsanız borçlarınızı erteleriz ve ancak o zaman sizi Avrupa Birliği’ne alırız’ tehditleriy­le hükümetlerimizi kuşatma altına almaya çalışıyorlar.

“Hükümetlerimizin de, direnme güçlerinin giderek zayıfladığı anlaşılıyor.

“Bundan sonra olacaklar bellidir. ‘Küreselleşiyoruz’, ‘Devleti değil bireyi ön plana çıkarıyoruz’, “‘Demokrasinin önünü açıyoruz’ gibi parlak ambalajlara sararak hazırlat­tırdıkları yasa ve Anayasa değişiklikleriyle, yaptırdıkları ekonomik uygulamalarla, ülkemizde gelir dağılımını da­ha da bozup, işsizliği artıracaklarından, köylümüzü peri­şan hale getireceklerinden, kalkınma hızımızı yavaşlattı­racaklarından, terörü azdırıp turizmimizi baltalayacakla­rından, cumhuriyetimizi şeriatçı ve bölücü akımlara karşı yasal yollardan savunamaz hale getireceklerinden, dev­letimize sadakatle hizmet eden Atatürkçü kişileri görevle­rinden uzaklaştırmaya çalışacaklarından, okullarımızı ve camilerimizi olabildiğince tarikatların kontrolüne sokma­ya çalışacaklarından; üniversitelerimizi çağdışı medrese­ler haline getirmek, Türk Ordusunu Cumhuriyetimizi ko­ruma ve kollama görevini layıkıyla yapamaz hale getir­mek, Atatürkçü kişi ve partileri TBMM’ye sokturmamak

 için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarından hiçbir kuş­kunuz olmasın.

“Bunları yapmakla amaçladıkları şey, ‘irtica’ ve ‘bö­lücülük’ün önünü açmak ve böylece savunmasız kalan Türkiye Cumhuriyeti’ni paramparça etmektir.

“‘Düşünce suç olmaktan çıkartılmalıdır’ diyorlar. Ülkemizde ‘düşünce’ suç değildir. Suç olan, ülkemizi böl­mek için, dini esaslara dayanan bir devlet düzeni kurmak için yapılan propaganda ve tahriklerdir. Benzer yasalar, bütün demokratik Batı devletlerinde de vardır. Ülkemiz­de ‘hukukun üstünlüğü’, Anayasaya aykırı eylemler, PKK eylemleri önlenerek, çıkar amaçlı suç örgütleriyle müca­dele edilerek sağlanabilir. Hukuk alanında gereksinimi­miz olan şey, teröristi, mafya babalarını, Şevki Yıl­maz’ları, ikinci cumhuriyetçileri, işbirlikçileri sevindirecek ve azdıracak bir hukuk düzeni değildir. Halkımız artık Türkiye Cumhuriyeti’nde kamu düzeninin sağlanmasını istiyor. Şehit cenazelerine katılmaktan, Hizbullahçıların kazdığı mezarları görmekten, rüşvet söylentilerinden bık­tı. Politikacılarının bir kısmının mafyayla içli dışlı görün­mesinden, ülkemizin bir suçlular cenneti haline getirilme­sinden rahatsız. Demokratik Batı ülkelerinde olduğu gibi, delillerin kolaylıkla toplanabildiği ve suç işleyenlerin mut­laka cezalandırıldığı bir hukuk düzeni istiyor. Kısacası halkımız temiz toplum, temiz siyasetçi, huzurlu, düzenli ve çağdaş bir yaşam istiyor. Cezaevi koğuşlarına gir­mekten çekinen bir devletin, kamu düzenini sağlayama­yacağını vatandaşlarımız çok iyi biliyor.

“Düşmanlarıyla mücadele etmeyi beceremeyen bir demokrasi ayakta duramaz. Cin çağırmayı, savunma mekanizmalarımızı felç etmeyi demokratlık sayıyorlar. Göreceksiniz çağırdıkları cinlerin önünden önce kendileri kaçacak. Kamu düzenimizi sağlayamazsak akan kanı durduramayız. Ekonomimizi felç ederiz. Demokrasimizi koruyamayız.

“Eskiden komünistler kendilerini ‘demokrat’ olarak nitelendirirlerdi. Şimdi cephe genişledi. Akın Birdal da demokrat, Abdullah Öcalan da demokrat, Şevki Yılmaz da demokrat, ikinci cumhuriyetçiler de demokrat, yaban­cı devletlerin içimizdeki tüm işbirlikçileri de demokrat ve müthiş bir dayanışma içindeler. O güzelim ‘demokrat’ sözcüğü, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının kamuflaj i haline getirildi. Ama bunu gerçek Atatürkçülere yuttura­mazlar. Tanıdığım en demokrat kişi olan rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’yı bile ‘Ben demokrat değilim’ demek zorun­da bıraktılar.

“Ülkemizde de, gelişmesini tamamlayamamış diğer ülkelerde de, gerçekten çağdaş ve demokrat insanlar Atatürkçülerdir. Çağdaş sömürgecilerin yeni oyunlarını ancak onlar bertaraf edebilirler.

“‘Aydın’ denebilecek kişinin en başta gelen özelliği, hangi şartlarda olursa olsun gerici akım ve kişilerle işbir­liği yapmayı asla kabul etmemesidir. Hem gericiliğe, hem de çağdaşlığa hizmet edilemez.”

Terör eylemleri Dünyanın her yerinde ve her za­man var olmuştur. Ancak son yirmi yılda adeta “Küreselleşmiş”tir ve giderek tahribatını artırmaktadır. Bunun başlıca nedenleri:

1- ABD öncülüğünde, emperyalist devletlerin IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşları ve her ülkede iktidara getirmeyi başardıkları “yerli işbirlikçi­ler”i kullanarak uygulatmaya çalıştıkları, sadece çok uluslu şirketlerin karlarını aşırı derecede artıran, gelir da­ğılımını daha çok bozan, çalışan tüm kesimleri ucuz iş­gücüne mahkum köleler haline getiren, işsizliği ve açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısını giderek artı­ran, dış güdümlü ve satılık medya gücünü kullanarak bi­linçli bir kamuoyu oluşmasını ve sorunları demokratik yollardan çözecek bir muhalefet umudunun yeşermesini engelleyen, özellikle bizim gibi aşırı borçlandırmayı ba­şardıkları ülkelere baskı ile uygulattırdıkları politikalarla kalkınma hızlarını düşüren, geleceğe ümitle bakan in­sanların sayısın azaltan “Yeni Dünya Düzeni” veya “kü­reselleşme” diye de nitelendirilen “Yeni Emperyalizm”...

Nuray Mert, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Dünyayı da, Türkiye’yi de, öncelikle tehdit eden, vahşi kapitalizm terörü, diğerleri onun türevi. Vahşi kapitalizm, çevreyi talan ediyor, yoksulları sonuna kadar sömürmenin bin bir çeşidini uyguladığı gibi, onları birbirine kırdırıyor, dünya­yı kana buluyor. Bunun sonu gelmeli, bu sonun başlan­gıcı, bu terörün adını koymakla olacak. Yoksa, birileri X, W, Q ile, birileri İslam’ın ‘selefi’ yorumlarıyla uğraşırken insanlık habire kan kaybedecek.”6

2- Böyle bir düzeni ayakta tutabilmek için, başta ABD olmak üzere, tüm emperyalist devletlerin; ulus dev­letlerin gücünü azaltmak, bağımsız politikalar oluşturma­larını engellemek, parçalanmalarını kolaylaştırmak ve bu amaçla iç sorunlarını artırmak için; “insan haklarının ha­yata geçmesine yardımcı oluyoruz” bahanesiyle, az ge­lişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, her türlü etnik, mez­hep, din ayrımcılığını körükleyen kişi, kuruluş, parti ve terör örgütünü desteklemeleri...

3- Başta petrol, su gibi doğal kaynakları zengin ve­ya bu kaynakları kontrol etmeye elverişli konumu olan ül­kelere karşı “terörü önlemeye çalışıyoruz” bahanesiyle uygulanan ve ileride daha birçok ülkeye uygulanacağı muhakkak olan, işgali de içeren saldırgan politikalar...

4- Filistin sorununun barışçı yollardan çözülebilece­ği umudunu yaratmadığı gibi; çevre ülkelerinden hiçbiri­nin kesinlikle istemediği Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kur­durup, bu devletin sınırlarını Van’dan İskenderun’a kadar genişletmeye ve en büyük çıban başını yaratmaya yöne­lik ABD, İsrail ve İngiltere’nin birlikte uygulamaya koy­dukları politikalar...


2003 yılı kasım ayı içinde, İstanbul’da, ikisi sinagoga, biri bir İngiliz Bankasına, biri de İngiltere Başkonso­losluğuna olmak üzere dört ayrı terörist saldırı gerçek­leşti. Büyük maddi hasar ve can kaybı oldu. Eylemleri planlayan örgütün EI-Kaide olduğu iddia ediliyor; eylemi gerçekleştiren ve maşa olarak kullanılan kişilerin de Kürt asıllı Türk vatandaş i ve Hizbullah örgütüne mensup kişi­ler olduğu anlaşılıyor.

Alman İstihbarat Servisi’nin başı August Hanning, 21.11.2003 günü Münih’te bir konferansta yaptığı konuş­mada: “ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etmesinin EI Kai­de’nin yeniden toparlanması için elverişli bir ortam yarat­tığını ve İstanbul’daki saldırıların bu bağlamda değerlen­dirilmesi gerektiğini” söyledi.

Osman Ulagay bu yorumu şöyle değerlendiriyor: “Aslında çok boyutlu ve karmaşık bir olaylar yumağı ile karşı karşıyayız. ‘Bu saldırının faili EI Kaide’ demek de çok şey ifade etmiyor bence. Olayın temelinde ABD’nin 11 Eylül’de yaşadığı dehşete karşı verdiği ilkel tepkinin ve Ortadoğu’yu bir savaş alanı haline getirme tercihinin terörün tabanını genişletmesi yatıyor. Dünyanın dört bir yanında kendini aşağılanmış hisseden ve Amerika’ya ya da İsrail’e darbe vurmak için ölümü göze almış gençlerin sayısı her geçen gün artıyor ve müthiş bir tehdit yaratı­yor. Bu tehdide salt askeri ve polisiye önlemlerle karşı durmak fevkalade güç. Bu durumda öncelikle yapılması gereken şey Başkan Bush’u ve Tony Blair’i bir çıkmaz yolda olduklarına ikna etmek ve çok taraflı bir yaklaşımla terörü besleyen ortamın kimyasını değiştirmek.”8

          Dünya medyasında İstanbul saldırılarının ardındaki nedenle ilgili görüş birliği oluştu.

          Bu nedeni Washington Post, “ABD ve İsrail’le yakın

 ilişkileri Türkiye’yi radikal İslamcı örgütlerin hedefi yaptı” diye ifade ediyor.

New York Times, sözcüklerin yerini değiştirip ben­zer cümle kuruyor, “Saldırılar, İsrail’le ilişkilerin geliştiril­memesi ve Batı ile yakınlaşmaması için Türkiye’ye uya­rı.”

Jerusalem Post biraz daha açıyor: “Türkiye’ye ABD ve İsrail’e yakın olduğu için saldırıldı. Ankara’ya verilen mesaj bu. “9

The Guardian Gazetesi’nin kıdemli yazarlarından Polly Toynbee ise şunları yazdı: “Bush ve Blair, hayallerindeki Ortadoğu’yu kurmak ve Irak’ı ‘demokrasinin sem­bolü’ haline getirmek isterken modern İslamın sembolü olan Türkiye’yi bataklığın içine çektiler.”10

Daha önce Özgen Acar da benzeri ve gerçekçi yo­rumlar yapmıştı: “Bizim inancımız, İstanbul’da Beth İsrail ve Neve Şalom sinagogları önünde patlatılan bombala­rın Yahudileri değil, AKP’nin başkanı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın izlediği Irak’a asker gönderme siyasa­sını hedef aldığıdır. Ülkemizdeki barış ve istikrarı bozan, bizleri derinden yaralayan olgu, 8.5 milyar dolarlık kredi uğrunda bombanın atılmasına neden olan siyasadır... Bin Ladin bağlantılı terörün, gecikmeli de olsa ‘İslamiyet’e ihanet eden Müslüman Başbakan’ın siyasasına tepki’ olarak İstanbul’da sahneye çıktığını rahatlıkla tartışmaya açabiliriz.”11

AKP iktidarı, hem ABD’nin ve hem de AB’nin Türki­ye’den istemlerine karşı en az direnen iktidar oldu. ABD’nin komşularımız olan Suriye ve Iran başta olmak üzere, diğer İslam ülkelerine yapmayı düşündüğü saldırı­lara da destek vereceği şimdiden anlaşılıyor; Meclis içi muhalefeti temsil eden CHP ve ordumuzun üst düzey komutanlarının bazıları da Amerika’yı hala “Stratejik Or­tak”ımız olarak kabul ediyorlar ve bu hal bu Dünyada ya­şayan herkes tarafından biliniyor. Eylem yapmanın ko­laylığı ve biraz sonra açıklayacağım psikolojik ortam da göz önünde tutulduğunda; her çeşit terör örgütünün İngiltere, İsrail ve ABD’nde gerçekleştiremedikleri terör ey­lemlerini Türkiye’de gerçekleştirmeye çalışacakları ve ül­kemizi bir hedef tahtası haline getireceklerinden kuşku duymamak gerekir.

“Yeni Dünya Düzeni”nin mimarlarından Zbigniev Brezinski, 28.10.2003 günü “Güvenlik ve Barış için Yeni Amerikan Stratejileri” adlı düşünce kuruluşuna yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Kırk yıl önce Başkan’ın önde gelen elçilerinden biri, kuşatma altındaki bir ABD Başka­nı tarafından yurtdışına gönderildi. ABD, nükleer savaş ihtimaliyle yüz yüze kalmıştı. Küba’daki Füze Krizi’nden söz ediyorum. Önemli müttefiklerimize elçiler gönderildi. Bunlardan biri eski Dışişleri Bakanı Dean Acheson’du. Görevi, Başkan De Gaulle’u bilgilendirmek ve sadece ABD ve SSCB’yi değil, NATO ve Varşova Paktı’nın bütü­nünü içine alabilecek bir nükleer savaşta Fransa’nın des­teğini sağlama almaktı. Acheson, Fransa Cumhurbaşka­nı’nı bilgilendirdikten sonra, nükleer silahlarla donatılmış Sovyet füzelerinin fotoğraflarını kanıt olarak göstermek istediğini söyledi. Fransız lider, fotoğrafları görmek iste­mediğini belirtti. ‘ABD Başkanı’nın sözü benim için yeter­lidir. Gidin ve kendisine Fransa’nın arkasında olduğunu söyleyin’ dedi. Bugün, yurtdışına gidip ‘X’ ülkesinin kitle imha silahlarıyla ABD’yi tehdit ettiğini söyleyecek bir Amerikan elçisine bu cevabı verecek herhangi bir yaban­cı lider var mı? Son üç hafta içinde BM Genel Kurulu’nda Ortadoğu konusunda iki oylama yapıldı. Birinde 133’e karşı, diğerinde 144’e karşı dört ‘hayır’ oyu vardı. Bu dört hayır oyu ABD, İsrail, Marshall Adaları ve Mikronezya’ya aitti. En üst düzey sözcümüz, kelimesi kelimesine şunu söyleyebiliyor: ‘Teröristlerin nefret ettiği ne varsa biz se­viyoruz’... İnanın bana, soyut bir özgürlük nefreti değil bu. Bazılarımızdan nefret ediyorlar. Bazı ülkelerden nef­ret ediyorlar. Belli bazı hedeflerden nefret ediyorlar, nef­ret ediyorlar... Irak’ta bugün neler olup bittiğini, Vietnam­la paralellikler kurarak anlayamayız. Eğer Irak’ta ne ya­şandığını kavramak istiyorsanız, bazılarınıza tanıdık ge­lecek bir filmi izlemenizi öneririm. Adı, ‘Cezayir Savaşı’. Film, Cezayir Kurtuluş Ordusu’nun Fransa tarafından sa­vaş alanında yenildikten sonra Cezayir’de ne yaşandığı­nı konu ediyor. Savaş, şehirlerde şiddetin hüküm sürdü­ğü bir biçime dönüşüyor; bombalamalar, suikastlarla mü­cadeleye devam eden Cezayirliler sonunda Fransızları pes ettiriyor.”12

Türkiye’de hem eylem yapma kolay, hem de son otuz yılda siyasal İslamcı politikacılar, yazarlar, canlı bombalar üretecek psikolojik zemini yarattılar.

Daha birkaç yıl öncesine kadar “hem laik, hem Müslüman olunmaz, ya Müslüman olacaksın ya laik. ikisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Ben Müslü­manım diyenin, aynı zamanda laikim demesi mümkün değil... Çözüm ortada, 1.5 milyarlık İslam alemi, Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkaca­ğız. Bu kıyam (ayaklanma) başlayacak... Ben şahsen değişmeyen doğrunun (şeriat düzeninin) hayata hakim kılınması yolunda gerekirse papaz elbisesi giymeye ha­zlrım”13 diyen ve İslamcı terörist Gülbettin Hikmetyar’ın dizi dibinde fotoğraf çektiren Recep Tayyip Erdoğan Tür­kiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı; “Ben her gittiğim yerde kadınları, hanımları görünce onlara diyorum ki ‘çocukları­nız arazi davası sürdüreceklerine, PKK olaylarında öle­ceklerinde, öyle evlatlar yetiştirin ki, Allah’ın nizamını sa­vunmak için, Allah’ın davasını savunmak için öldürül­sün’“ diyen Zeki Ergezen, Bayındırlık Bakanı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giren milletvekillerinin çoğunluğu­nun eşleri, Türkiye’deki siyasal İslam hareketinin ve cum­huriyetimizin temel ilkelerine düşmanlığın simgesi haline gelmiş olan ‘türban’ takıyor ve eşi türbanlı olmayan veya güçlü tarikatların desteğini sağlamamış herhangi bir kişi­nin kamuda önemli bir göreve gelmesi mümkün değil.

 Bekir Coşkun’un deyimiyle Türkiye Cumhuriyeti artık bir “imamlar Cumhuriyeti’ olma yolunda emin adımlarla iler­liyor.

2.Cİ  BÖLÜMİLE  DEVAM  EDECEKTİR..,

..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder