26 Kasım 2015 Perşembe

12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI 2




12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI  2


1970’ler: Popülist Modernite 

1970’ler bağlamını tartışırken ilk akılda tutulması gereken unsur dönemin sınıf çelişkilerinin ve sınıf siyasetinin belirginleştiği bir dönem olmasıysa, daha makro bir unsur da, 1970’lerin İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in “popülist modernite” olarak nitelendirdikleri dönemin bir parçası olmasıdır. Tekeli ve İlkin’e göre 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesi “utangaç modernite projesi”dir. Dönemin ana karakteristiği modernleşme hamlelerine eşlik eden tereddütlerdir. 1923-1950 arası dönemse Tekeli ve İlkin tarafından “köktenci modernite projesi” olarak nitelendirilir. 19501980 arası ise “popülist modernite projesi” olarak adlandırılmak tadır (Tekeli ve İlkin, 2003: x). Bu dönemi “modernite projesinin aşınması” olarak adlandırılan 1980 sonrası dönem izlemektedir. 1970’leri Tekeli ve İlkin’in “popülist modernite projesi” kavramsallaştırması üzerinden düşünür ken vurgulanması gereken ilk nokta, bu çerçevede kullanılan popülizmin gündelik dilde zaman zaman popülizme atfedilen olumsuz yananlamlardan ayrıştırılmış olduğudur. “Köktenci modernite projesi”nde Cumhuriyet’in kurucu elitlerinin belirleyiciliği ön plandaysa, “popülist modernite” döneminde kitlelerin moderniteyi şekillendirme gücü artmıştır. İki dönem arasındaki farkta, çok partili rejime geçiş oldukça önemliyse de, fark sadece siyasal rejim değişikliğine indirgenemez. 

Marshall Berman’ın (1999) modernite tanımını hatırlayarak söyleyecek olursak, yeni dönemde en somut tezahürü kentleşmede gözlenmekte olan hızlı bir toplumsal değişimin içinde insanlar, dünyayı dönüştürme olanaklarına daha fazla sahip olduklarını hissetmişler, bildikleri şeylerin eskidiğine şahit olurken yeni sözler aramışlardır. Yeni dönemde insanların yaşadıkları dünyayı şekillendirme, kendilerine ait bir ev yapma tahayyülleri ve somut çabaları artmıştır. Bu, “popülist modernite” döneminin, “köktenci modernite” dönemine göre daha siyasal bir dönem olduğu anlamına gelir. Dönemin devingenliği çözümlerin 
büyük “kurgu” ve planlar olmaksızın hızla oluşturulmasını gerektirmektedir. 

Artık insanlar karşılaştıkları sorunların çözümlerini başka yerden beklemek yerine, kendi çözümlerini hayata geçirmekten yanadırlar. Bu olumlu anlamıyla popülizmin politikaya eklemlenmesi 1950’lere ve çok partili hayata geçişe denk düşer. Böylelikle artık parlamento kamu yönetiminin bir parçası olmaktan çıkıp bir temsil ve tartışma organına dönüşmüştür. “ Millete Gitme ” yeni dönemin farkını ortaya koyan ve siyaset lügatına eklenen bir deyimdir artık. Çağlar Keyder’e göre de 1950’lerde gelişmeye başlayan ve merkezden kontrol ve yukarıdan aşağıya dayatılan reformculuğun sorgulandığı bu popülist hareketli liğin 1970’lere sirayet eden etkileri olmuştur. 

1950’lerde yaşanan kentsel nüfus patlaması sonrası kitlesel göçün yavaşladığı 1970’lere gelindiğinde, DP döneminde çok ciddi oranda gelişen karayolu ağı 
sayesinde toplumun eski kültürel duvarları yıkılmış ve seçkinlerin geleneksel ayrıcalık iddiaları aşınmıştır (Keyder, 2013: 171). 

1970’ler bağlamını düşünürken “popülist modernite” çerçevesinin nasıl bir ufuk açabileceğini daha detaylı görebilmek için popülizmin farklı vehçelerini ele almak gerekmekte. Ernesto Laclau, popülizmin tanımlanmasına ilişkin zorluklardan bahsederken, çok yakından bakıldığında popülizmin ortadan kaybolacağına dair bir uyarıda bulunuyor (Taggart, 2004: 2). Bu çerçevede biraz geri çekilerek büyük resimde popülizmin ekonomi-politik bağlamdaki anlamını, siyasetin kavranış biçimi olarak popülizmi, kentsel mekânda popülizmi ve popüler kültür bağlamında popülizmi aynı düzlemde düşünmeyi denemek yararlı olacaktır. Korkut Boratav, 1962 - 1976 döneminde siyasi rejimin, geniş halk kitlelerinin siyaset sahnesinde rol almasına imkân veren çok partili rejimin sonucu olarak, popülist denebilecek bir bölüşüm politikasına angaje olduğunu belirtir. Partiler arası rekabet, siyasi partileri işçi ve köylülerin taleplerine duyarlı hale getirmiştir. Sonuç olarak, ücretler siyasi yöntemlerle baskılanmaz. 
İthal ikameci model çerçevesinde iç pazarın genişliği ve canlılığı hedeflendiği için bu bölüşüm modelinde yükselen ücretler bir yandan kapitalist işletmeler için maliyet unsuruyken, bir yandan da iç talebi canlandırma işlevine sahiptir. Grev hakkını da güvence altına alan toplu sözleşme sistemi ve yükselen sendikalaş mayla, “işçi sınıfının reel gelirlerinde zaman içinde sürekli artışlar güvence altına alınmıştır” (Boratav, 1995: 100). Böylelikle sermaye sınıfının uzunvadeli çıkarları ile geniş kitlelerin kısa vadedeki refahı arasında belirli bir denge kurulmuş olur. Bu denge, ileri bir sosyal güvenlik sistemi ve tarım kesimine yönelik destekleme 
alımlarıyla tahkim edilmiştir. 

1970’lerde solun güçlü olmasını sağlayan önemli unsurlardan biri de parlamenter/merkez sol CHP ile sendikalar, sosyalist sol ve formel siyaset alanının dışındaki örgütler arasındaki sıkı bağdır. Bu bağ sadece personel transferi ya da seçim ittifakları açısından değil, ortak bir tahayyülün farklı noktalarından tutmak anlamında da önemlidir. Bu çerçevede, Necmi Erdoğan “Ortanın Solu”nda yer alan CHP ile radikal sol/sosyalist Devrimci Yol’un siyasal söylemlerinin popülist bir uğrakta buluştuğunu vurgular. Erdoğan da olumsuzluk atfetmeden bir popülizm tanımı sunar. 

Erdoğan’a (1998) göre 1970’lerdeki sol popülizm, “toplumsal-siyasal alanı popüler kesimler ile egemen kesimler, halk ile iktidar bloku arasındaki antagonistik ilişki ekseninde tanımlayan ve hegemonize etmeye çalışan” bir siyasal söylemdir: 

[Sol popülizm] (e)zen, sömüren, asalak egemen güçlerin ideolojisine karşı ezilen, sömürülen halka seslenerek ve popüler ideolojiler, gelenekler, ve simgeleri kendine eklemleyerek bir kitle seferberliğine ve düzen değişikliğine soyunur. Halk ile onun düşmanlarından oluşan, homojen, geçirimsiz, birbirine dışşal ve saydam iki kamp ya da kutup arasındaki mücadele toplumsal-siyasal alanı belirler. Popülist söylem, toplumsal antagonizmaların çoğulluğunu tanısa bile, bu antagonizmaların kutuplarını birbirinden ayıran sınırların aynı olduğunu varsayarak aralarında bir eşdeğerlik ilişkisi kurar. Yani her bir antagonizma bir başka sınır ilişkisi oluşturmaz ve toplumsal-siyasal alanın kurucu nitelikteki sınırlarını paylaşır. 

“Halk”ı iç bölünmeler ve iktidar ilişkilerinden azade gören dışsallık mantığı, onun idolleştirilmesini, yüceltilmesini de mümkün kılar (Erdoğan, 1998). 

“Köktenci modernite projesi”nin şiarı “halka rağmen halk için” iken, “devlet partisi”nden “halk partisi”ne dönüşen CHP’nin 1970’lerdeki şiarı “halk için halkla 
birlikte”dir artık. Gerek CHP, gerekse Devrimci Yol, siyasetin temel çelişkilerini popülist bir perspektifle tanımlamaktan yanadır. CHP için temel çelişki “halk” (kendi emeği ile geçinen, başkasını sömürmekten kazanç sağlamayanlar, ezilenler) ile “halktan olmayanlar” (kendini ayrıcalıklı görenler, büyük toprak sahipleri ve üretken olmayan kesimler) arasındadır. Devrimci Yol ise temel çelişkiyi “halk” ile “egemen sınıflar” ve “oligarşi” (tekelci burjuvazinin egemenliği altında olan, toprak ağalarını ve tefeci bezirgânları da kapsayan egemen sınıflar ittifakı) arasındaki çelişki olarak tanımlar. Bu iki tanım da, gerek merkez solun gerekse radikal solun kapitalizmden kopuş hedefini öncelediğini gösterir. CHP’nin popülist seferberliği, yumuşatılmış  bir anti-emperyalizm, kendini komünizmden ayrıştırmaya özen gösteren bir anti-kapitalizm iddiası, halk sektörü ve kooperatif çilik vurgusu ve halkın değerlerine atıflar üzerine inşa edilmiştir. Bu bağlamda Emin Alper, kapitalizmden kopuş hedefi çerçevesinde CHP’nin kendini sosyal demokrat olarak nitelemekten dahi çekindiğini belirtir. Partinin fikirsel çerçevesini belirleyen Özgür İnsan dergisinde Avrupa tarzı sosyal demokrasinin sosyal düzeni veri kabul ettiği, buna karşın CHP’nin sermaye-emek karşıtlığında tavrını emekten yana koymasıyla sermaye ile geçinemez hale geldiği vurgulanır. CHP’nin “düzen değiştirme” hedefi, sosyal demokrasiye göre çok daha radikaldir (Alper, 2002). Devrimci Yol’un kopuş stratejisindeyse direniş komiteleri, Fatsa gibi deneyimler ve faşist saldırılara karşı verilen mücadele öne çıkar. 

Bu perspektif, Sovyet ya da Çin modelini takip eden sosyalist akımları 
“ Şablonculuk ”, “aktarmacılık” ile suçlarken, genel olarak siyasetin yerelde 
kurulması, yerelde üretim ve bölüşüm ilişkilerinin dönüştürülmesi hedefini öncelemektedir. 


Terzi Fikri önderliğinde adeta bir sembole dönüşen Fatsa deneyimi yerelde dönüştürme pratiklerinin belirleyiciliğini gösteriyor. Yereldeki dönüştürme örneklerini 1973 seçimlerini kazanan CHP’li belediye başkanlarını da kapsayacak şekilde düşünmek gerek. Örneğin Ankara’da Vedat Dalokay belediyenin demokratikleşmesinden ve bu sayede “yerel hükümet”e dönüşmesinden söz ediyordu (Tekeli, 2009: 253). Yerele yapılan vurgu “köktenci modernite”nin makro ölçekli siyaset ve çözüm arayışlarından ayrılır. 1970’ler boyunca gözlenen bu yerellik vurgusu sadece “ Köktenci modernite ” projesinden kopuşu göstermez. Dahası yerele yapılan vurgu 1970’teki atmosferi 1960’lara damga vuran kalkınmacılıktan ve sosyalizmi hızlı bir kalkınma yöntemi olarak görme yaklaşımından da ayırmaktadır. Bu çerçevede 1970’lerde “popülist modernite” daha da derinleşmiş, “köktenci modernite”ye olan bağı kuvvetli olan planlamayı çözüm olarak görme tavrı bir ölçüde aşınmıştır. 

“Popülist modernite”de kitleler daha fazla siyasallaşır. Yukarıda aktarılan türden popülist ikilemler üzerinden tanımlanan siyaset dönemin genel atmosferini 
oluşturur. Merkez soldan sosyalist sola uzanan yelpazede gerek legal parti ve örgütler gerekse enformel yapılar kapitalizmden kopuş tahayyülünü dillendirir ler. Radikal dönüşümlerin hızla hayata geçirilebileceği beklentisi hâkimdir. 

Bu beklenti ve siyasallaşma, devingenliği dönemin belirleyici karakteristiği haline getirir. Artan grevler bu atmosferi desteklemektedir. 1963-1971 döneminde grevler nedeniyle kaybolan iş günü sayısı 4.506 iken, bu sayı 1973-1980 döneminde 21.812’dir (Ozan, 2012: 159). Grev ve iş bırakmalara ilaveten işçi eylemlerinde de bir çeşitlenme gözlenmekteydi. 

İş yavaşlatma, yürüyüş, yemek boykotu, fazla mesaiye kalmama gibi eylemler de yapılıyordu. Türk-İş bile siyasi grev kararları almaktaydı. 15 - 16 Haziran ( genel grev ve işçi ayaklanması Olayları) ( Kak ararken  Türk Ekenomisine aĞır  darbe vurmuştur..)

1975’te İzmir’de örgütledikleri ve 80 bin işçinin katıldığı 8 saatlik genel grevde “ Petrol ve Madenlerin Ulusallaştırılması ” gibi siyasi talepleri dile getiriyorlardı. İşçi eylemlerindki çeşitlenmenin bir boyutu da özyönetim deneyimleriydi. Özyönetim deneyimlerinin ilklerinden biri 1968’de Alpagut maden ocağında hayat buldu. Yönetime el koyan işçiler, işçi genel kurulları oluşturarak katılımcı karar alma süreçlerini uygulamaya soktu. 1970’de Günterm Kazan Fabrikası’nda, 1977’de ise Aşkale maden ocağında benzer özyönetim deneyimleri devreye girdi (Coşkun, 2013: 60). 1975’ten itibaren Devrimci Yol çevrelerince Yeraltı Maden-İş çerçevesinde örgütlenen Yeni Çeltek’te madenciler işyeri komiteleri aracılığıyla işletmenin karar alma süreçlerine müdahil olmuşlar, madenin tasarımında modifikasyonlar gerçekleştirmişler ve hatta nihai ürünün düşük fiyatla satılmasını dahi organize etmişlerdi (Bozkurt, 2008). TİSK Başkanı Halit Narin “ Çalışanların yönetime, kâra ve sermayeye katılma istekleri, rejimin geleceği açısından endişe yaratıyor” (Aktaran Ozan, 2012: 139) derken muhtemelen aklında bu özyönetim deneyimleri vardı. 

“ Popülist modernite ” döneminde sorunların halk tarafından oluşturulan formüllerle çözülmesinin öne çıktığı yukarıda vurgulanmıştı. Bu eğilimin etkileri kentsel mekânda da tezahür etmiştir. Ülke ölçeğindeki projeler konut sorununu çözme konusunda perspektif sunamazken, “popülist modernite” çerçevesinde insanlar bu soruna gecekondu çerçevesinde bir çözüm oluşturur. Aynı şekilde makro ölçekli projeler hızla büyüyen kentlerin ulaşım sorunları için çare oluşturamazken, “popülist modernite” ulaşım sürecine uzun erimli değil hızla hayata geçirilen ve düşük maliyetli bir çözüm sundu: dolmuş. İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in önerilerini izleyerek “köktenci modernite projesi”nden “popülist modernite”ye geçişi düşünmeye devam ederken, bu geçişin kentsel planlamanın kente etki gücünün azalmasına denk düştüğünü de hatırda tutmak gerek. 1950’lere gelindiğinde İstanbul, Prost Planı’nda öngörülenin, Ankara ise Jansen Planı’nda öngörülenin çok üzerinde büyümüştü. 

Tekeli (1993) İstanbul ölçeğinde beliren sorunları şöyle sıralamakta: Birinci sorun konut stoğuydu. Buna bağlı olarak Zeytinburnu ve Alibeyköy’den başlayarak kentin o dönem için çeperi olan semtlerinde gecekondu mahalleleri oluşmaya başladı. Kent artan nüfusla belediye sınırlarının dışına taşıyordu. Mevcut mevzuat bu durum karşında yetersizdi. Kent sanayi arsası talebini de karşılayamıyordu. Ve artan araç sayısıyla birlikte kentiçi trafik bir soruna dönüşmüştü. Bu konjonkürde ortaya, talebe hızla uyum gösterebilen bir toplu taşıma sistemi olarak dolmuş çıkar. Dolmuş esnektir, güzergâhlar zaman içinde sabitleşse de ara duraklar sabit değildir. Esnekliğin bir diğer boyutu dolmuşların özel girişimciler eliyle işletilmesidir. 

Öte yandan dolmuş büyüyen kent hayatının anonimlik özelliğiyle de uyumludur. Dolmuştan yararlanan ve ulaşım hizmetinin giderini bölüşen kişiler arasında anonim bir ilişki söz konusudur (Tekeli ve Okyay, 1981: 10). 

“Köktenci modernite projesi”nden “popülist modernite”ye geçiş hakkında düşünürken, bu geçişin popüler kültürle olan ilişkisini de hatırda tutmak gerekmekte. “Köktenci modernite projesi” müziği önemsiyor ve resmî perspektifle düzenlenmesi gereken bir alan olarak görüyordu. Tek-parti döneminde konservatuarda klasik Türk musikisi şubesinin kapatılması ve radyolarda Türk müziği yasağı ile inşa edilen Cumhuriyet’in Musiki İnkılâbı daha sonraları TRT ile kurumsallaşacaktır. Fakat “popülist modernite” ilerledikçe, müzik sektörü çeşitlenir ve genel müzik alanı farklılıkları içerir hale gelir. Artık Boğaz vapurlarında klasik Batı müziği çalınan günler de TRT’nin Yurttan Sesler tarzının tek olasılık olduğu günler de geride kalmaktadır. Önceleri plağın yaygınlaşması radyonun tekeline bir tehdit oluşturur. Fakat 1970’lerde plağın yerini kasete bırakması iyiden iyiye popülerin özerkleşmesini beraberinde getirir. Korkut Boratav’a göre 1970’lerdeki bölüşüm düzeni, emekçi ve orta sınıfların reel gelir artışlarıyla birlikte, toplumun tüm kesimlerinin tüketim alışkanlıkların da bir dönüşüme yol açacaktır: “1970’li yılların ortalarına gelindiğinde gecekondu semtlerinde çatıları kaplayan televizyon antenleri”nden söz eden Boratav (1995: 95), benzeri bir gözlemi işçi ve köylü ailelerinde giderek yaygınlaşan transistörlü radyo, teyp, buzdolabı hatta otomobil sahipliği için de yapar. 

Popüler kültürün özerkleşmesi ile birlikte arabesk müziğin kendi starları ve dinleyici kitlesi ile ortaya çıktığı gözlenir. TRT’nin regülasyon çabası devam etmektedir; Arabesk devlet radyosunda ve televizyonunda katı bir yasak ile karşılaşır. Arabeske karşı yasakçı tavır kimi aydınların bu müziği yoz olarak nitelemesi ile paralellik gösterir. 

Bu aydınlar, gecekondu-dolmuş-arabesk arasındaki bağları vurgularlar. Kentlerin şekil değiştirmesi kimilerince yozlaşma olarak nitelenir. 

Meral Özbek arabeskin ortaya çıkışını toplumun genelinde 1970’lerin ikinci ya-rısına değin süren göreli kültürel canlanma çerçevesinde analiz etmeyi önerir. Özbek’e göre arabesk müzik modernleştirme projesine verilen bir halk tepkisidir. Bu tepki daha çok, yerinden edilme deneyimi yaşamış, yeni kentlileşmişlerin tepkisidir. İçinde hem modernleşmeye tepki, hem de modernleşmenin onaylanması bulunmaktadır. Dönemin genel protesto atmosferi, arabesk türün kurucusu sayılan Orhan Gencebay’ın müziğine da yansır. Gencebay’ın “Batsın Bu Dünya”sı keskin bir kapitalizm eleştirisi dillendirmez. Gencebay’ın müziği kapitalist modernleşmenin insanlıktan çıkarıcı taraflarını vurgular (Özbek, 1999). Daha çok değişimin dışlama ve zor yerine, sevecen ve hümanist bir şekil almasına yönelik bir çağrıdır. 

Yine 1970’lerde belirginleşen bir tarz olan Anadolu rock’ta ise düzen ve kapitalizm eleştirisi daha net bir şekilde duyulur. Bu türün öncülerinden Cem Karaca Nazım Hikmet’in şiirlerini besteler. Karaca’nın albüm adları bile sloganlardan oluşur. “Yoksulluk Kader Olamaz” (1977) albümünde bestelenen Can Yücel’in “Hava döndü işçiden / işçiden esiyor yel” dizeleri tam da dönemin devingenliğinin müziğe yansımasıdır. Dönemin filmlerinde de hava işçiden yana dönmüştür. Dönemin pek çok popüler filminde mevcut düzenin sorunları ele alınır ve alternatif tahayyüllerle ilişkiler kurulur. Örneğin Yavuz Özkan’ın Maden’inde (1978), ana karakter İlyas (Cüneyt Arkın) bir devrimcidir. Kötü çalışma koşulları, sarı sendika, göçük, filmin vurguladığı sorunlar, grev, işçilerin politikleşmesi ve örgütlenme ise filmin önerdiği çözüm yollarıdır. Maden DİSK’e bağlı sendikaların işçi eğitimlerinde de sıklıkla gösterilir. 

Umut Tümay Arslan, Melih Gülgen’in çektiği ve başrolünde Cüneyt Arkın’ın rol aldığı Komiser Cemil serisi filmlerinin de sol popülizmin çekim alanında olduğunu belirtir. Seri boyunca yoksulluk, yoksulların hak arama mücadelelerindeki dezavantajları, halkın polise duyduğu güvensizlik gibi temalar öne çıkar. Komiser Cemil, kimi zaman sınıf farklılıklarını kabul ederek işçilerin haklı eylemlerine destek olur, kimi zaman Amerika’dan rüşvet alan şirketleri yakalamak için devrimci gençlerle işbirliği yapar. Kafasında hep “ben bu düzenin polisi miyim?” sorusu vardır. “Polis emekçinin karşısında iktidarın memuru mudur?” sorusunu sorar. Gücünü adeletten yana, kötülüklerin karşısında kullanma derdindedir. Kimi zaman düzen onu açığa alır ve silahına el koyar. Fakat Cemil yine de yılmaz. Mevcut bozuk düzen Cemil’in kâbusudur. Uyandığı kâbusu şöyle söze döker: “Bozuk düzen, nereye elimi atsam bir kötülük, bir çirkinlik çıkıyor. Hepsini düzeltmek istiyorum düzeltemiyorum” (Arslan, 2005: 167). Sol popülizm Komiser Cemil serisinde de halk ve halktan olmayanlar ayrımı üzerinden tezahür eder. Cemil işadamı Vehbi Tok hakkında konuşurken 
onu halktan olmayan olarak kodlar. Emniyet müdürü, Vehbi Bey’in yurt ekonomisine katkıda bulunduğunu vurguladığında Cemil, “Dediğin gibi olsa sözümüz yok. Ama memleketin hammaddelerini çokuluslu şirketlerle anlaşıp dışarı satmak için kurulmuşsa ve ıskarta uçak alımında yoksul halkımızın paralarını aşağılık komisyonculara dağıtıyorsa ve bu düzenin devamı için gerekli eylemleri yapmaya silahlı adamlar sürerse...” diye yanıt verir (Arslan, 2005: 193). Böylelikle Cemil Dönüyor, Maden ile aynı mesajı verir: Sermayedarların eli kanlıdır. Cemil’in oğluna hediye etmek için aldığı kitap, dönemin çok satarlarından olan Doğan Avcıoğlu’nun kitabıdır. Aslında Doğan Avcıoğlu kitapları nın çok satan olması, 1970’lerin atmosferine ilişkin çok şey söylemektedir. 

Döneme egemen olan alternatif tahayyüllerin ve toplumdaki devingenliğin beyaz perde üzerinden popülerleşmesini düşünürken anılması gereken bir diğer film 
Atıf Yılmaz’ın Köşeyi Dönen Adam’ıdır (1978). Kemal Sunal’ın Adem karakteri ile başrolde olduğu film, popülist tavrın ve toplumsal mizah anlayışının bir örneği sayılır (Özgüç, 2005: 74). Film bir eşeğin karnında olduğu düşünülen elmaslar üzerinden insanların zenginleşmek için neler yapabileceğini hicvetmektedir. Bu vurgu, reklamlar, gazetelerin kupon karşılığı düzenlediği çekilişler, toto ve piyango eleştirisine eklemlenir. Atıf Yılmaz’ın kamerası, yüksek binaların cephelerinde yer alan reklamlarla yoksul Adem’in tükettiği simit arasındaki tezatı vurgular. Adem’in kupon peşinde koştuğu günlerde, tıpkı Komiser Cemil serisinde olduğu gibi Köşeyi Dönen Adam’ın fonunda da dönemin duvar yazıları bol bol perdeye taşınır: “Patron-Ağa Devletini Yıkacağız. Halk İktidarını Kuracağız. TKP”; “Patron ve Uşaklarının İşçiler Üzerindeki Baskısı Kırılacaktır”; “ Kavgamız Savaşsız ve Sömürüsüz Bir Dünya Kurana Kadar Sürecektir ”. İlaveten dönemin grevleri de filmin fonunda yer bulur. Adem filmin başında oldukça apolitiktir. Evinin duvarına yazılan “ Yaşasın 1 Mayıs ” yazısını, “ Yine pisletmişler ” diyerek beyaz boyayla siler. Fakat zamanla Adem de, neredeyse spontan bir şekilde politikleşir. Bu spontane siyasallaşma spesifik bir örgütlenme ile gerçekleşmez, adeta esen rüzgâr, her yerde Adem’in karşısına çıkan marşlar ve sloganlarla Adem’i kendiliğinden siyasallaştırır. Uykusundan 1 Mayıs marşını sayıklayarak uyandığını fark eder. Evinden çıktığında duvara yazılan yazının eksik kaldığını görür. “Fabrikalar Tarlalar Herşey Emeğin Ola” yazısını Adem “cak” harflerini ekleyerek tamamlar. Ve finalde Adem, “ İşçi Sınıfı Partisine 
Özgürlük ” sloganlarının atıldığı 1 Mayıs kortejinin içinde bulur kendini. Dönemin atmosferi apolitikleri dahi dönüştürecek ölçüde siyasaldır. 

1970’lerin sinemasını besleyen kaynaklardan biri de, 1960’larda da olduğu gibi, köy romanlarıdır. Berna Moran’a göre bu romanlarda genel olarak ezen/ezilen 
çatışması ele alınır. Anadolu romanlarında “ezmek fiili yönetici ve zengin sınıfın genel anlamda halkı sömürmesi dışında, kaba kuvvete dayanarak yapılan hareketleri, yani şiddeti (dayak, işkence, adam öldürme) içerir” (Moran, 2008: 315). Fakat 1970’lerin romanı ezen/ezilen çatışmasının ötesinde başka temaların peşindedir. Roman mekânı artık ağırlıklı olarak kenttir. Kentli insanların sorunları romana taşınmıştır. Siyasal aktivistler ve aydınlar sıklıkla romanlarda yer bulur. Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesi, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı (1972), Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli (1973) 1970’lerin ürünleridir. Ağaoğlu’nun aile bağlarından sadakate bir dizi yerleşik değeri sorgulaması belki de ancak dönemin devingenliği ile mümkün olmuştur. Tutunamayanlar’da öne çıkan heykeli dikilenlere ve ortaokul tarih kitaplarına yönelik eleştiriyi Ağaoğlu’nun Cumhuriyet’in kadın idealine yönelik sorgulaması ile birlikte düşünmek gerekir. 1970’lerin romanında birey öne çıksa da, siyaset de geri planda kalmaz. Her şeyden önce bu dönemde önemli bir 12 Mart romanları damarı oluşmuştur: Büyük Gözaltı (Çetin Altan, 1972), 47’liler (Füruzan, 1974), Yaralısın (Erdal Öz, 1974), Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (Sevgi Soysal, 1976) bu damardan ilk anda hatırlanabilecek romanlar. 

Dönemin roman verimini hatırlamak, bize 1970’ler hakkında mevcut olan bir diğer yargıyı da düşünme fırsatı sunabilir. Bu yargıya göre 1970’ler genel olarak şiddet ortamı tarafından belirlendiği ölçüde entelektüel ve akademik olarak da verimsiz bir dönemdir. Kimi akademisyen oto/biyografilerinde 1970’ler, üniversitelere boykotların egemen olduğu bir dönemdir ve bu nedenle akademisyenler için bir durgunluk dönemi olmuştur. Bu ve benzer yargılara karşı da sorgulayıcı bir tavır gerekmekte. Bazı örnekleri hatırlamak gerekirse Milliyet’te 1970’ten itibaren Ali Gevgilili, Düşünenlerin Forumu başlıklı açık oturumlar düzenliyor, bu uzun tartışmalara Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, İdris Küçükömer, Haydar Kazgan, Tarık Zafer Tunaya, Şerif Mardin gibi isimler katılıyordu.* 

Bu açıkoturumlarda oldukça geniş bir yelpazedeki konular yer yer özgün yaklaşımlarla ele alınmaktaydı. Örneğin Sovyet deneyimin açmazlarından söz ediliyordu. Açıkoturumlarda Aydemir Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist olduğunu iddia ederken, Küçükömer bu görüşe karşı çıkıyor Kurtuluş Savaşı’nın sadece Yunanlılara karşı kazanıldığını vurguluyordu. Küçükömer bu açık oturumlarda tek-parti dönemine ilişkin eleştirilerini de detaylandırıyor ve birinci Cumhuriyet’in ideolojik özelliklerine bakmayı deniyordu: “Eğitimde tek tip insan yetiştirme, insana tapma motivi hakimdir. ... 


(*)  1970’ler üzerine sohbetlerimizde bu açıkoturumları hatırlatan Kerem Ünüvar’a teşekkür ediyorum. 



Politikada tek parti vardır: Statik, sınıflar üstü politik anlayış hakimdir, halka rağmenlik ilk hakimdir. ... Denebilir ki, Türkiye’de gelişim düzeyi bu politik 
örgütlenişe daha uygun değildi. Fakat ideolojik olarak yapılan eğitim zaten esastan böyle bir sisteme karşıttı, almaşık tanımıyordu. ... Demokratik kuruluşlara yer verilmemesi, giderek, ‘Birinci Adam’, ‘İkinci Adam’ ya da bürokratik yalnızlığı çıkarmıştır ortaya... Halktan kopuk, halkla ilişkisiz çünkü, yukarıdan yapılan şeyler” (Milliyet, 28 Ekim 1973; Küçükömer, 1994: 108-109). Küçükömer Cumhuriyet’in 50. yılının kutlandığı 1973’te iyimserdi, demokratik üçüncü Cumhuriyet’i kutlamaktan söz ediyordu. Mardin ise bu tartışmalarda uluslararası konjonktürden ya da iktisadi alandan kaynaklanan çelişkilerden ziyade politik kültüre ve kültürel sürekliliğe dikkat çekmekteydi. Bu açık oturumlarda ortaya atılan soru ve görüşler sonraki dönemlerde tekrar tekrar ve daha derinlemesine ele alınacaktır. 

1970’lerde keskinleşen gündelik siyasetin entelektüel gündeme de siyaret ettiği muhakkaktır. Çoğu derginin bizzat belirli bir örgüt ya da grup tarafından yayımlanmakta oluşu, dergi sayılarındaki patlama düzeyindeki artışın karşılaştırılabilir bir entelektüel verime dönüşememesine yol açmıştır. Ancak bu genelleme diğer örnekleri unutmaya yol açmamalı. Örneğin Kemal Tahir’e yakın çevreler 1971’de Türkiye Defteri dergisini çıkarmaya başlıyorlardı. Dergi bir yandan şiir ve öykülere yer verirken, diğer yandan Gramsci’den Parvus’un Türkiye’nin yarı sömürgeleşmesi analizlerine uzanan bir yelpazede dosyalar hazırlıyordu. Taylan Altuğ, Hilmi Yavuz gibi felsefeciler dergiye katkı sunanlar arasındaydı. Osmanlı tarihi hakkında dergi Halil İnalcık’a yer veriyordu. Derginin sık sık ele aldığı görüş Batılılaşmacı perspektifti. 

Geri kalmışlık, ilericilik, tarihî roman, sentez, derginin diğer fikri takip konularıydı. Kemal Tahir’in yanı sıra Selâhattin Hilâv ile yapılmış uzun ve felsefe ağırlıklı söyleşiler dergide yer bulmaktaydı. Kemal Tahir (1975) bir derginin ilkeleri ne olmalıdır sorusuna yanıt verirken bir bakıma önerdiği ve Türkiye Defteri’nde hayat bulan entelektüel gündemi de özetlemiş oluyordu. Kemal Tahir’e göre derginin ele alması gereken meseleler listesinde tabularla mücadele başlarda geliyordu: 

“İçte bütün tabularla, tabulaşmaya yeltenen iç ve dış kandırmacılarla boğuşma. Bu boğuşma sürekli olmalı. Hiçbir gündelik çıkar için savsaklanmamalı...” 

Osmanlı değerlerinin üzerinde durmak meselesi önemliydi ve Osmanlı kültür ve sanatı hakkındaki aldatmacaların foyasını meydana çıkarmak gerekiyordu. Tahir’e göre Osmanlı’nın etrafındaki unutturma duvarı mücadele edilmesi gereken bir noktadır. Ayrıca Tahir “Gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu’da, millî kurtuluş ve bağımsızlık hareketi gibi görünen davranışların aslında birer parçalayıcı emperyalist planın” uygulamaları olduğunu da iddia ediyordu. Emin Alper, Kemal Tahir’in Bülent Ecevit’in siyasal perspektifinin esin kaynakları arasında yer aldığını vurgular. Kemal Tahir bir yandan Doğu ile Batı arasındaki farklara kafa yorar ve bu farkları esas olarak “kerim devlet” kavramı ekseninde özetlerken, öte yandan Marksizan etkiyle bu farklara salt kültürel olmayan temellendirmeler arayışındaydı. 

Böylelikle toplumsal yapı analizine dayanarak kapitalizm nedeniyle Batı’nın yetiştirdiği insan tipinin bencil ve sömürücü, daha adil olan Osmanlı düzeninde yetişmiş insanın ise hoşgörülü, altruist ve ahlâklı olduğu sonucuna ulaşıyordu. Bu iddia Ecevit’in sol popülizminin hümanist boyutuna temel teşkil etmiştir (Alper, 2002). Ölmeye Yatmak’ta Aysel’in ilkokul öğrenciliğinden hatırladığı müsamereler üzerinden Cumhuriyet’in ideallerini sorgulamaya girişmesi, Kemal Tahir’in Osmanlı vurgusu, Küçükömer ve Atay’ın farklı mecralarda dile getirdikleri cesur soruları 1970’lerde entelektüel gündemin “köktenci modernite” döneminin gündeminden hayli farklılaştığını göstermekte. 

Sadece solun değil 1970’ler sağının siyasal ve entelektüel gündemi de “köktenci modernite” gündemine alternatiflerin neşet ettiği bir gündemdir. Bir yanda AP, sağın amiral gemisi konumuyla popülizmin bayraktarlığını yapmaktadır. Milli iradecilik üzerinden ve DP/Menderes’in mirasçısı olarak hareket ederek kendisini doğrudan popülist olarak görür. Demirel’in vurgusu Türk milliyetçiliğine yöneliktir: “Türkiye bugünkü hali ile dahi, Batı medeniyetçiliğini yanlış anlayarak kendi medenîyetinden kopma gibi bir durumun açtığı yaraları kapatabilmiş ve gerçekten Türk milliyetçiliğine, millî ve mânevî değerlere, millî Türk kültürüne sahiplik içine girmiştir.” Böylelikle AP çizgisi kendini tek-parti döneminden ayrıştırmaya çalışmaktaydı. 

Fakat AP dışı sağ MHP ve MSP’de partileştikçe, sağ cenahtan AP çizgisinin maneviyatçılığını yetersiz bulanlar da görünür oldular. MHP’de alternatif tahayyüller yer yer korporatizmi kapsamaktaydı. MSP’de ise manevi kalkınma vurgusu öne çıkıyordu. 

1970’lere gelindiğinde halen yayınlanmakta olan Hareket dergisinde Nurettin Topçu ve çevresi Cemil Meriç’in yazılarına yer veriyor, muhafazakâr çevrelerde Kemal Tahir’in tezlerinin bilinmesini önemsiyordu. Topçu da yazdıklarında sanayileşmenin tüm dertlerin dermanı olacağını savunan görüşe karşı çıkıyordu. Onun da vurguladığı, sanayileşmenin yarattığı adaletsizlikti. Bu adaletsizlik gerek işçinin hayatını makinaya esir ettiği için, gerekse patronları varlığa gömülü bir hayata ittiği için eleştirilmeliydi. Siyasetin keskinleştiği bir ortamda sağın gündeminde de alternatif arayışları gözlenmekteydi. 


3.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK



.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder