12 EYLÜL ÖNCESİ KARABORSA BENZİN KITLIĞI 3
1970’ler: Şiddet Sarmalı ve Kriz
1970’lerin atmosferinde alternatif tahayyüller oldukça yaygındı. Siyasetten üretim ilişkilerine hayatın her alanında mevcudun alternatifini düşünmek zorlu bir süreçti. Dünyadaki farklı deneyimleri takip etmek yaygınlaşıyordu. Farklı örneklerden, farklı deneyimlerden haberdar olmak, başka ülkelerde verilen mücadeleleri öğrenmek, türlü engellere rağmen, önemliydi. Pek çokları mevcut düzenin alternatifinin mümkün olduğuna diğer ülkelerdeki örneklere bakarak ikna olmuştu. Uluslararası ilhamın iki ana kaynağından söz etmek mümkün: Bunlardan biri Sovyet ve Çin modelleriydi. Sovyet modelinin etkisini sadece TKP çevreleriyle sınırlı düşünmemek gerekir. TKP’li olmayan sosyalistler için de Sovyetler Birliği’nin ve onun yörüngesindeki devlet sosyalizmlerinin spordan teknolojiye farklı alanlardaki başarıları adeta bir gurur vesilesiydi. Entelektüeller düzeyinde Sovyet modelinin sorunlarını dile getirenlere rastlamak mümkündü. Bu noktada Mehmet Ali Aybar’ı ve 1968’de Sovyetlerin Prag Baharı’na müdahale etmesine yönelik eleştirisini özel olarak vurgulamak gerek. Yukarıda belirtildiği üzere örneğin İdris Küçükömer de Sovyet modelinin sorunlarını vurguluyordu. Fakat militanlar düzeyinde bu eleştirilerin etkisinin olmadığını da söylemek gerekiyor. 1970’lerdeki bir solcu militan için Çin Halk Cumhuriyeti’nde ya da Sovyetler Birliği’ndeki insan hakları sorunları ya da Prag Baharı’na müdahale gibi başlıklar soğuk savaştaki karşı kampın ikna edici olmayan retorikleriydi.
Uluslararası ilhamın ikinci kaynağı Güney Amerika gerilla hareketleriydi. Bu hareketlerin başarıları Türkiye’de insanları alternatifin silahlı mücadele ile kurulacağına ikna ediyordu. Bu iki kaynaktan beslenen Türkiye solu 1970’lerde demokrasi perspektifine hak ettiği önemi vermedi. Bu iki kaynağın dışında kalan örnekler de, ya Avrupa Komünizmi’nde olduğu gibi ilgiye değer bulunmuyordu ya da Salvador Allende örneğinde olduğu gibi Pinochet darbesiyle sona erdiği için dönüşümün sandık yoluyla olamayacağı görüşüne kanıt olarak sayılmaktaydı. Demokrasi perspektifi gerektiği ölçüde önemsenmedikçe silahlı mücadeleye atfedilen önem arttı.
Solda silahlı mücadele fikrinin yaygınlaşmasında Şubat 1968’deki Kanlı Pazar’dan başlayarak gelen radikal sağın devlet aygıtıyla farklı işbirliği biçimleriyle organize ettiği saldırıların da çok ciddi bir payı vardır (Bozarslan, 2009). Murat Belge’nin (1992) ifadesiyle silahlı mücadelenin faşist saldırılara karşı bir savunma biçimi olarak ortaya çıktığını vurgulamak gerekir. Fakat savunma işlevi atfedilen silahlı mücadele zamanla temas ettiği siyasetlere bir ölçüde kendi rengini vermiştir.
Örneğin Mahir Çayan ve Çayan’ı izleyenler için silahlı propaganda, sadece askerî değil siyasal mücadelenin de bir parçasıdır. Silahlı eylemler “önce kitleleri sarsar, giderek de bilinçlendirir” (aktaran Bozarslan, 2009). Bu yaklaşım yaygınlaştıkça, solun siyasal şiddete bakışı, örneğin Fanon’cu bir yorumdan da uzaklaşılmış olur. Fanon’a göre şiddet, hızlı, kısa ve spesifik bir amaca yönelik olmalıdır. Fanon bu bağlamda siyasal şiddeti cerrahi bir müdahaleye benzetir. Fakat silah bir propaganda aracı olarak görüldüğünde ucu açık bir şekilde ve belirli amaçlara bağlı olmaksızın kullanılır hale gelir. Dönemin devingenliği içinde gerek silahlı mücadeleye uzak, gerekse yakın duran örgütlerde sekter bir siyaset dili egemen olur. Bu sekter dil, şiddetin egemenliğindeki bir ortamda ancak yüzeysel ve dogmatikliğe meyilli ideolojik okumalara imkân verir. Bir yandan şiddet sarmalının ölçeği genişlerken, diğer yandan da sol içi rekabet ve çekişme şiddetin kullanıldığı bir alana dönüşür ve ciddi enerji soğurur. Gün Zileli’ye göre işçi sınıfın yükselişi de bu şiddet ortamı yüzünden kırılmıştır. 1975-1980 arasının adı konmamış bir iç savaş dönemi olduğunu söyleyen Zileli’ye göre iç savaş sadece faşistler ve solcular arasında değil, sol gruplar arasında, örneğin Moskovacılar ile Maocular arasında ya da Dev-Yol ile Kurtuluş arasında da söz konusudur. Zileli’nin ifadesiyle, grupların iktidar ihtirasları belirli bir dogmatizm ve silahlı rekabeti meşru gören bir tavır yaratmıştır (Atay, 2013: 83-84).
1970’lerin nasıl bir bağlam olduğu sorusu üzerine olan bu tartışmayı 1977-1980 dönemi krizine ilişkin notlar ile tamamlamak uygun olur. Kriz esas olarak ithal ikameci modelin belirlediği üretim ve bölüşüm çerçevesinin sürdürülebilir olmaktan çıkmasına ilişkindi. Krizle birlikte çeşitli sektörlerde üretim ciddi oranda düşmüş, çeşitli sanayi malları piyasadan çekilmiştir. Bir yanda siyasal alanda şiddet sarmalı etkisini iyiden iyiye hissettirirken, diğer yanda karaborsacılığın gündelik hayata etkileri de derinleşmektedir. Karaborsanın yaygınlaşması sıradan vatandaşların hükümetlere ve siyaset kurumuna duyduğu güveni azaltmıştır. Krizin arka planına ilişkin dört nokta üzerinde durmak gerekiyor. Birincisi, krizin temel göstergesi dış ticaret açığından kaynaklanan döviz kıtlığıdır. İthal ikameci dönemde, döviz miktarı ithalat kapasitesi üzerinden sanayileşme hızını belirlemektedir ve modelin sanayi burjuvazisi ile örgütlü işçi sınıfı arasında kurduğu dengede döviz bolluğu kritik olduğundan Demirel ve Ecevit hükümetlerinin başlıca amacı döviz bulabilmek olmuştur (Keyder, 2013: 201, 227). Döviz kıtlığıyla birlikte sanayi sektörünün ithal girdi gereksinimi karşılanamaz hale gelmiştir. İkinci olarak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin krizi derinleştirmesi söz konusudur. TÜSİAD’ın 1979 raporunda Türkiye’ nin iktisadi sorunları sıralanırken işçi ücretlerindeki artışlardan çok, iş barışının bozulmuş olması vurgulanmakta, bu durum istihdam ve üretim artışını sınırlayıcı bir etken olarak belirtilmektedir (Yaman-Öztürk ve Ercan, 2009). Kârların düştüğü bir ortamda grev dalgaları sermaye sınıfını sıkıştırmaktadır.
Üçüncü olarak, yaygın kıtlıklar, petrol, petrol türevleri ve elektriği de kapsamakta dır. Bu kıtlık doğrudan üretimi durduruyor ve sabit maliyetlerden tasarruf edilemediği ölçüde kâr sıkışmasını artırıyordu (Keyder, 2013: 231). Dördüncü olarak, kriz finansal kaynaklardaki kıtlığa ilişkindi. Bu çerçevede sermaye sınıfı üretici yatırım ile azalan kâr oranlarına karşı hamle yapma olanağından yoksundu (Keyder, 2013: 202). Ödemeler kriziyle birlikte kâr transferi belirsiz bir hâl aldığı için doğrudan yabancı yatırımlar 1977’den itibaren tamamen durdu. Büyük sermayedarlar çıkışın üretim ölçeğini büyütmek ve emek üretkenliğini artırmak olduğunu görüyorlar ve bu çerçevede ithal ikameciliğin yerini uluslararası rekabet ortamına bırakmasını istiyorlardı. Fakat bunun için gerekli finans kaynakları mevcut değildi. Melda Yaman-Öztürk ve Fuat Ercan, Koç Holding’in 1978 faaliyet raporunda ekonominin dışa açılması gerektiğinin vurgulandığını ve TÜSİAD’ın 1978 raporunda mali aracı kuruluşların büyük projelerin finansmanına katkıda bulunacak nicelik ve nitelikte faaliyet göstermediğinden şikayet edildiğini aktarıyorlar. 12 Eylül’e giden yolda dönemeçlerden biri olan TÜSİAD’ın Haziran 1979’da Ecevit hükümetine karşı verdiği gazete ilanında da, sıkı para politikası gereği savunuluyor, daha çok çalışmanın ve üretmenin yolunun kişiyi rekabet içinde teşvik etmek olduğu iddia ediliyor ve ağırlaşan işsizlik sorunu için sendikalar suçlanıyordu.
TÜSİAD’a göre, “Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz dış kredilerle, uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakından bağlıdır. Pazar ekonomisinden gitgide uzaklaşan bir anlayışla, ne Batı dünyasında hak ettiğimiz yeri, ne yeterli kredileri, ne de yatırımlara gerekli dış sermayeyi” bulabilmek mümkündü.
Sermaye sınıfı krizden kendi bekasını koruyarak çıkmak için hem işçi sınıfının örgütlülüğünün kırılmasını, hem de finansal liberalizasyonu gerekli görüyordu
(Yaman-Öztürk ve Ercan, 2009).
Dolayısıyla 1970’lerin sonundaki krizi sadece ithal ikameciliğin sonu ve 1980’lerdeki liberalleşme ile ilişkili olarak değil, aynı zamanda 1990’lardaki finansal liberalizasyon ile olan bağı üzerinden düşünmek gerekiyor.
Bu Sayıdaki Makaleler
“1970’ler: Kapanmamış parantez” dosyasını Kerem Ünüvar’ın döneme ilişkin sunduğu genel panorama ile açıyoruz. Ünüvar’ın makalesi esas olarak, 1970’lerin hangi anlamda Türkiye toplumunun rüşt ispatının yaşandığı bir dönem olarak anlaşılabileceği sorusunun üzerine gidiyor. Makalenin kalkış noktası Yılmaz Aysan’ın
Afişe Çıkmak kitabı. Ünüvar bu kitabın sunduğu malzemeyi ve çok daha fazlasını 1970’leri yeniden düşünmek için bir araya getiriyor. Ünüvar, dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in tüm işverenleri kastederek “şimdi gülme sırası bizde” sözünü akılda tutarak, işçilerin 20 yıl boyunca neye gülmüş oldukları sorusunun peşine düşüyor. 1970’ler boyunca solun amblemleri, sol içi bölünmeler, politik dergiler bu genel panoramada değinilen unsurlardan sadece bazıları. Ünüvar’ın makalesi serbest piyasa dönemine giriş ve establishment’ın neo-liberal bir reçeteyi hayata geçirmek için izlediği stratejiye ilişkin bir tartışmayla son buluyor.
Ünüvar’ın genel panoraması ile açtığımız dosyanın birinci odağında 1970’lerde siyaset yapma biçimlerine, Kürt siyasetinin tarihine, sendikacılığa ve kültürel ortama odaklanan makaleler yer alıyor. Christopher Houston’ın tarihsel antropolojik çalışması 1977-1980 döneminde İstanbul’da siyasal aktivistlerin deneyimlerinin peşine düşüyor. Makale çok farklı sol grupların ve MHP’li aktivislerin anlatımlarını belirli bir çerçeve içinde ele alıyor. Siyasal aktivistlerin mekâna bıraktıkları izlerden, sesler ve sloganların dönemin siyasetindeki yerine, kenti öğrenmenin anlamından döneme egemen olan cinsel davranış kodlarına uzanan bir yelpazede Houston, 1970’lerin sonunda İstanbul’da siyasal aktivist olmayı betimlemekte. Houston’ın ele aldığı diğer konular, siyasal şiddet ve aktivistlerin mekânla kurdukları ilişkide şiddetin rolü ve aktivistlerin gecekondu mahallelerinden kentin meydanlarına kentsel mekânı nasıl dönüştürdükleri.
Dosyada yer alan değerli bir katkı da Bülent Batuman’ın makalesi. Batuman’ın Mimarlar Odası, yerel yönetimler ve yeni belediyecilik hareketi üzerinden 1970’lerde kent ile siyasetin ilişkisini ele aldığı makalesi ile Houston’ın makalesi farklı aktörlerin ses ve edimlerini serimledikleri ölçüde son derece verimli bir paralel okuma vaad ediyor. Batuman’ın makalesi gecekondulardan, toplukonut projelerinin ilk nüvelerine ve oradan CHP’li belediyelere uzanan bir eksende 1970’lerde kentsel politikanın nasıl bir siyasal mücadele alanı haline geldiğini anlatmakta. Makale kentsel politikanın bir siyasal mücadele alanına dönüşmesinde mimar ve kent plancılarının mesleklerini toplumcu kaygılarla yeniden tanımlayarak bir ölçüde dönüştürmelerinin rolünü vurguluyor. Bu katkı 1970’lerin atmosferini yeniden düşünmek için oldukça önemli; çünkü Kerem Ünüvar’ın sözünü ettiği toplumun rüşt ispatının kayda değer bir ayağı da meslek örgütlerinin dar ilgilerle yetinmeyip, daha makro gündemlerin peşine düşmeleri, siyaset yapmaktan korkmaz hale gelmeleridir. Meslek örgütlerinin sonraki dönemlerdeki siyasete ilgilerini kapanmayan parantez çerçevesine not etmek gerek.
Dosyada yer alan bir diğer önemli katkı da Ahmet Hamdi Akkaya’nın 1970’lerdeki Kürt siyasal hareketinin çeşitliliğini haritalandırdığı makalesi. 1960’lardan itibaren Kürt siyasetinin izini süren makale, hareketin tek aktörün hegemonyasını tesis etmesinden öncesine odaklanıyor ve 1975 sonrasındaki yedi ana Kürt örgütünün temel perspektiflerini sunuyor. Bu tarihte Türkiye solundan ayrı örgütlenme tartışmaları, “Kürdistan sömürgedir” tezi, silahlı mücadeleye ilişkin değerlendirmeler karşımıza çıkıyor. Akkaya’nın makalesi aynı zamanda Türkiye solunun Kürt sorununa bakışındaki farklılaşmaları da tartışıyor. Mevcut literatürde Kürt hareketinin tarihinin 1980 sonrası darbenin baskılarına karşı direniş ve tek aktör odaklı şekilde ele alındığı düşünüldüğünde Akkaya’nın makalesinin literatüre önemli bir şerh düştüğünü düşünüyoruz. Ayrıca 1970’ lerdeki tartışmaların sonraki dönemlerdeki Kürt siyasal hareketine etkileri nin ipuçlarını verdiği ölçüde Akkaya’nın makalesi, kapanmayan parantez başlığının da içini doldurmakta.
Elbette 1970’ler Türkiye’de sendikal mücadelenin en belirleyici olduğu dönem. Can Şafak’ın makalesi 1970’lerdeki sendikacılığın genel görünümü sunuyor. 1516 Haziran direnişi, Türk-İş ve DİSK’in sendikacılık ve siyaseti buluşturma tavırları, TKP’nin DİSK’te etkinlik oluşturması, toplu pazarlık süreçlerinin merkezileşmesi ve 1977-1980 döneminin kitlesel grev dalgası makalenin uğrakları arasında. Makalenin bir özelliği de Şafak’ın sözlü tarih çalışmalarından da besleniyor oluşu.
Levent Gönenç ve Levent Cantek’in makaleleri ise çok satmak hedefi üzerine kurgulanmış bir popüler kültür projesi olarak Gırgır dergisini inceliyor.
Oğuz Aral yönetiminde Ağustos 1972’de yayımlanmaya başlanan Gırgır, bir dizi yenilikle mizah dergiciliğinde yeni bir dönem açar. Örneğin, Abdülcanbaz benzeri herşeyi başaran kahramanların hikâyeleri Gırgır’da yer bulmaz. Türkiye’de karikatürde sözün altyazıdan balona çıkması Gırgır ile gerçekleşir. Gönenç ve Cantek, Gırgır’ın neden 1970’li yıllarda yayımlanmaya başladığı sorusunu sorarlar. Makale bir geçiş döneminde, ağırlıklı olarak apolitik ve hatta erotik sayılabilecek bir çizgide yayım hayatına başlayan derginin, özellikle 1973 seçimlerini izleyen normalleşme ortamıyla birlikte eleştirel siyasal esprilere yer vermeye başlamasını da ele alıyor. Gönenç ve Cantek, derginin hedefinde ağırlıklı olarak sağ siyasetçiler ve MHP’li militanların olduğunu vurgulayarak, Gırgır’ın sol olmaktan ziyade sağ-karşıtı bir görüş benimsediğini belirtiyorlar. Gırgır’ın 1970’lerin “alamet-i farika”larından biri olduğu ha-tırlandığında bu tespit daha da önemli hale geliyor.
Dosyamızın ilk odağı o dönemde siyaset yapma biçimleri ise ikinci odağı da 1970’lerdeki siyasi aktivizmin sonrasında yaşamlara etkisi ve bu aktivizmin nasıl hatırlandığı. Başka bir ifade ile bu odakta yer alan üç makalede 1970’lerin siyasi ortamının belleklerdeki yeri tartışılıyor. Ayşen Uysal’ın önemli bir katkı niteliğin deki makalesi, 12 Eylül darbesinin baskı ve şiddetinin siyasal aktivistlerin yaşam döngülerine olan etkisini Devrimci Yol militanları ile gerçekleştirdiği mülakatlardan ve yayımlanmış biyografilerden hareketle inceliyor. Uysal siyasal aktivizm literatürünü ele alırken çoklu aktivizm ve aktivist dönüş kavramlarının önemini vurgulamakta. Uysal, Michel Offerlé’yi takiben, Albert O. Hirschman’ın bireyin toplumsal memnuniyetsizlik durumundaki tepki olasılıklarına ilişkin üçlü tasnifinin, yani çıkış (exit), söz alma (voice) ve bağlılığın (loyalty) aktivizm kariyerlerinin incelenmesinde de yararlı olacağını vurguluyor. Uysal’ın gerçekleştirdiği mülakatlar ile ulaştığı bir dizi sonuç arasında militanların baskı karşısında verdikleri tepkilerde baskının nasıl anlamlandırıldığının da pay sahibi olduğu ve baskı sonrası siyasal angajmanın hayatı idame ettirmeye yönelik kişisel kaynaklarla orantılı olduğu da yer alıyor.
Bu odağın ikinci makalesinde Aksu Bora, 1970’lerin kadın mücadelesi hakkında konuşurken ilk olarak bu dönemde mücadele etmiş kadınların suskunluğunu
ele alıyor. Bora, 1970’lerin mücadelesi içindeki kadınların hikâyeleri olduğunu keşfetmenin önemini vurguluyor, yer yer kişisel bir tonda ilerleyen makalesinde. Bora’ya göre bu hikâyeleri ortaya çıkarmanın tek yolu feminizmdir ve bu özellikle de kadın kuşaklarının farklı bağlamlardaki siyasal mücadeleleri arasındaki sürekliliği görmek, farklı dalgaların aktarımlarını yakalamak adına önemlidir. Bora’nın makalesi 1970’lerin sol hareketi içinde kadınların varlıklarının “çay yapıp bildirileri daktilo etmekten” ibaret olmadığını, kadınların mahalle çalışmalarından silahlı direnişe, siyasetin her zemininde yer aldıklarını hatırlatıyor.
Kaya Akyıldız ve Tanıl Bora’nın makaleleri ise ülkücülerin belleklerinde 1970’lerin nasıl bir yere sahip olduğunun üzerine gidiyor. 1970’lerde yayımlanmış romanlar dan yakın dönemde çıkmış anılara kadar geniş bir malzeme kümesini, sosyal bellek literatürünün eleştirel bir değerlendirmesini de ihmal etmeksizin inceleyen makale, ülkücülerin tahayyülünde dönemin şiddete dayalı siyasal mücadelesinin nasıl bir süper manipülasyon imgesi ve meşru müdafa kavgası çerçevesinde meşrulaştırıldığını tasvir ediyor. Akyıldız ve Bora ülkücü hatıratlarda kayıp nesil - adanmışlık temalarının nasıl dillendirildiğini pişmanlık/kurbanlık gibi hissiyatların dökümü ile birlikte inceliyor ve geçmişe ilişkin belirgin bir ülkücü yasın olmayışı nın kimi ülkücülerce nasıl sorunsallaştırıldığını tartışıyorlar. Akyıldız ve Bora ülkücülerin politik belleğinde 1970’lerin içeriliyor gibi gözükmesine karşın aslında dışlandığı, o dönemde sergilenen şiddetle gerçek bir yüzleşme yapılamadığını iddia ediyorlar.
Bu sayıda dosya dışı iki makale yer almakta. Ela Ataç’ın ve Oğuz Işık’ın çalışması, Ataç’ın Toplum ve Bilim’in bir önceki sayısında yer alan “‘Büyük Dönüşüm’ Öncesi Türkiye Kentlerini Okumak, Anlamak” makalesindeki bulgularla, Işık’ın yayım aşamasında olan Türkiye Siyaset Atlası çalışmasının sonuçlarını sentezliyor. Ataç ve Işık’ın çalışması bir yönüyle Türkiye’de yeterli ilgiye mazhar olmamış siyasi coğrafya literatürüne önemli bir katkı. Bunun ötesinde, sosyo-ekonomik statü ile siyasal tercihler arasındaki ilişki Türkiye sosyal bilimlerinin üzerine daha çok düşünmesi gereken bir konu ve Ataç ve Işık’ın çalışması tam da bu hat üzerinden ilerliyor. Ataç ve Işık’ın çalışması kentsel gerilim örneklerinin sınıfsal tabanına ilişkin ipuçları sunuyor ve Türkiye’de kentlerin gözardı edilemeyecek sınıfsal ayrımlar gösterdiği sonucuna
ulaşıyor.
Dirk Schubert ise bir kent filozofu olarak da nitelenebilecek olan Jane Jacobs’un fikriyatını, yakınlarda Metis Yayınları tarafından Türkçede yayımlanmış olan, meşhur kitabı Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı’nı merkeze alarak tanıtıyor. Şehir merkezlerinin canlılığının korunması gerektiğine dair vurgusuyla, kentsel mekân düzenlemelerinde yaya taleplerine öncelik tanınması çağrısıyla ve yukarıdan aşağıya kentsel planlama anlayışına dair sorgulayıcı tavrıyla Jacobs kent çalışmaları literatürünün en etkili yazarlarından biri.
Değinmeler kısmında 1970’ler dosyamız çerçevesinde iki yazı yer almakta. İlkinde Ali Eroğul, 1970’lerdeki Trabzonspor fırtınasını ele alıyor ve Trabzonspor ’un İstanbul’un hegemonyasına karşı çıkışının 1970’lerdeki ortam içinde bağlamlaştırılmasını öneriyor. İkinci yazıda Zeyno Pekünlü, 1970’lerin Görsel Sanatçılar Derneği’ne ait belgelerden ve dönemin yayınlarından yola çıkarak hazırlanmış olan “Duvar Resminden Korkuyorlar” sergisinden hareketle günümüz sanat ortamının siyasetle ilişkisini tartışıyor. Pekünlü’nün yazısı kapanmayan parantez başlığının ruhuna uygun düşmekle kalmıyor, aynı zamanda Toplum ve Bilim’in 125. sayısında yer alan “Türkiye’de Güncel Sanat” dosyasına ilişkin bir fikri takip işlevi yerine getirmiş oluyor.
Toplum ve Bilim’in bu sayısında iki kitap eleştirisi yer almakta. Ünsal Doğan Başkır, Fatmagül Berktay’ın Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı ile Nilgün Toker’in Politika ve Sorumluluk kitaplarını ele alarak Arendt üzerine bir ufuk turuna çıkıyor. Toygar Sinan Baykan ise Jenny White’ın, merkezinde dindarlığın yer aldığı bir milli kimlik restorasyonunun etnografisi olan Muslim Nationalism and the New Turks başlıklı kitabını tanıtıyor.
Gezi Parkı Direnişi üzerine...
Toplum ve Bilim’in bu sayısının hazırlıkları Mayıs ayının sonunda bitmek üzereydi. Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesi ve ağaçların kesilmesini durdurmak için başlatılan nöbetin eşi görülmemiş bir direnişe dönüşmesi, farklı şehirlerde güçlü bir muhalefet dalgası yarattı. Öyle ki Türkiye’den yükselen bu dalga dünyanın farklı köşelerindeki sosyal hareketlere ilham verir bir hâl aldı. Gezi Parkı’nda iki hafta sürecek bir benzersiz deneyim yaşandı. Başta Taksim Meydanı olmak üzere, mülki amirlerin keyiflerince miting ve yürüşlere kapattıkları alanlar, kitlesel gösterilere sahne oldu. İnsanlar alanlarda oldukça farklı saiklerle bir araya gelmişlerdi. İlk nöbeti başlatan çevreci tavra, kentsel mekânın neo-liberalleştirilmesine karşı çıkan, kamuya açık bir parkın AVM’ye dönüşmesine itiraz eden bir duruş eşlik ediyordu. 31 Mayıs ve 1 Haziran’daki dehşetengiz polis müdahalelerinden sonra protestolara katılanların en azından bir bölümünün temel itirazı polis şiddetine yönelikti. Protestolar kitleselleştikçe
alkol satışına ve kürtaja ilişkin mevzuat düzenlemelerinden, 3. köprünün adına, hükümetin bir dizi uygulamasına ve belki hepsinden önemlisi Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın her meseleyi şahsileşmiş bir yönetim yaklaşımı ile ele almasına yönelik tepkiler de öne çıktı. Bu farklı saikleri yan yana getiren bir taraftan polisin kabul edilemez ölçüdeki şiddetiyse, diğer taraftan tam da Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası görünümlü AVM yapma projesinin Erdoğan’ın şahsi ısrarına dönüşmüş olmasıydı.
Protestolar başladığından beri İstanbul’un ortasında onbinlerce kişi toplanmışken ve polis kitlelere inanılmaz sert biçimde müdahalede bulunurken ana akım
medyanın olan biteni görmezden gelme eğilimi, adeta otoriter bir rejimin basını gibi gerçeklikten kopuk resmî yayın organlarına dönüşmesi, çoğu kişi tarafından
son dönemde hükumet in otoriter yen eğilimlerinin demokrasinin alanını daraltmasının yeni bir örneği olarak yorumlandı.
Marx, On Sekiz Brumaire’de 19. yüzyıl toplumsal devrimlerini 18. yüzyıl burjuva devrimleriyle kıyaslarken, burjuva devrimlerinin eskinin sözünden beslendiklerini ve tarihsel hatırlatmalara ihtiyaç duyduklarını, toplumsal devrimlerin ise geçmişe değil geleceğe referanslı olduklarını söyler. “Eskiden laf içeriğin üzerindedir”, fakat artık Marx’a göre “içerik lafı aşmak”tadır. Gezi Parkı direnişini de yepyeni içeriği ile mevcut sözleri aşan bir dalga olarak değerlendir mek mümkün. Kontrol altına alınamayan sosyal medyadan ve inanılmaz bir kolektif yaratıcılık ürünü mizahtan beslenen bu dalga, içindeki çok farklı saiklerle görülmemiş bir devin genlikte.
Öyle ki bu dalga, “Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı Keser-Marx”tan “Slogan Bulamadım” ya da “Kahrolsun Bağzı Şeyler”e uzanan bir yelpazede duvar yazıları üretti, üretiyor. Bir bakıma klasik muhalefet çerçevesi ile ne söyleyeceğine tam da karar vermemiş bir alternatif arayışının yan yanalığı... Emek örgütleri ile taraftar grupları, örgütlü hatta yerleşik anlamıyla politik olmak istemeyen insanlar birlikte, yaratmış oldukları dalga hakkında söz söylüyorlar. Semt parklarında organize edilen forumlarda mevcut sözleri aşmış olan içerik hakkında kamusal akıl deneyimleri yaşıyorlar. Gezi Parkı direnişinin bir sonucu olarak Türkiye’de kamusal alan genişlemiş durumda. İnsanlar ortaklaşma ve kolektif tepkinin yollarını bulma konusunda yaratıcı ve ısrarlı. Türkiye’de son yıllarda mutenalaşmaya karşı verilen tepkilere, HES’lere karşı verilen mücadelelere tanıklık edilmişti. Fakat 2013 Haziranı’nda gelinen noktanın yeni bir aşama olduğunu teslim etmek gerek. İnsanlar yaşadıkları sokağın, yaşadıkları mekânın nasıl bir şekil alacağı konusunda daha fazla söz hakkı peşindeler. Bu süreçteki ölümlere karşın, Gezi Parkı direnişinin getirdiği bir
iyimserlik varsa, bu iyimserliğin kaynağı tam da daha çok insanın kendilerini kamusal alanda konumlandırmaları ve siyasetin yeni biçimleri üzerinden politikleşmeleridir.
Eminiz ki hazırlıkları Gezi Parkı direnişinden önce biten “1970’ler: Kapanmamış parantez” dosyasında yer alan katkılar, Türkiye’nin farklı kentlerindeki bu direniş deneyimlerinden sonra farklı gözlerle okunacak ve farklı şekillerde yorumlana cak. Örneğin Ayşen Uysal’ın siyasal aktivizmin hangi durumlarda sürdüğüne ilişkin saptamaları, ya da Christopher Houston’ın 1970’ler bağlamında siyasal aktivistlerin kentsel mekânla kurdukları ilişki biçimlerine ilişkin değerlendirmesi, ya da Bülent Batuman’ın 1970’ler bağlamında kentsel politikanın siyasal bir mücadele alanına dönüşümüne dair tartışması Gezi Parkı deneyimi akılda tutularak okunduğunda çok daha farklı ufuklara kapı aralayacak. Aynı durum dosya dışında yer verdiğimiz iki makale için de kesinlikle geçerli. Dirk Schubert’ in makalesi üzerinden Jane Jacobs’ın kentin ortasından geçen otoyollara ve mutenalaştırma projelerine yönelik itirazlarını düşünmek, ya da Ela Ataç’ın ve Oğuz Işık’ın çalışmaları vasıtasıyla Türkiye kentlerinin sınıf ve statü bölünmüşlüklerini düşünmek, Gezi Parkı direnişinden sonra hepimiz için daha ilham verici olacak.
ÖMER TURAN
KAYNAKÇA
Açıkel, F. (2006) “Entegratif toplum ve muarızları: ‘Merkez-çevre’ paradigması üzerine eleştirel notlar”, Toplum ve Bilim, 105: 30-69.
Alper, E. (2002) “Milliyetçilik-modernleşme geriliminde ‘ortanın solu’ ve Ecevit”, Toplum ve Bilim, 93: 110-141.
Arslan, U. T. (2005) Bu Kâbuslar Neden Cemil?: Yeşilçam’da Erkeklik ve Mazlumluk, Metis Yayınları, İstanbul.
Atay, K. (2013) 1 Mayıs 1977: İşçi Bayramı Neden ve Nasıl Kana Bulandı?, Metis Yayınları, İstanbul.
Aydın, S. (1998) “Türkiye’de ‘devlet geleneği’ söylemi”, Birikim, 105-106: 63-82.
Aydın, S. (2006) “Paradigmada tarihsel yorumun sınırları: Merkez-çevre temellendirmeleri üzerine düşünceler”, Toplum ve Bilim, 105: 70-95.
Belge, M. (1992) “Sol”, Schick, İ. C. ve Tonak, A. (der.), Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul, 159-188.
Berman, M. (1999) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor: Modernite Deneyimi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Boratav, K. (1995) Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Bozarslan, H. (2009) “Türkiye’de Siyasî Şiddetin Fikrî Kaynakları”, Laçiner, Ö. (der.), Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Dönemler ve Zihniyetler, cilt 9, İletişim Yayınları, İstanbul.
Bozkurt, S. (2008) “The Resistance Committees: Devrimci Yol and the Question of Revolutionary Organization in the late 1970s”, Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Ankara.
Buğra, A. (1995) Devlet ve İşadamları, İletişim Yayınları, İstanbul.
Coşkun, M. K. (2013) Sınıf, Kültür ve Bilinç: Türkiye’de İşçi Sınıfı Kültürü, Sınıf Bilinci ve Gündelik Hayat, Dipnot Yayınları, Ankara.
Erdoğan, N. (1998) “Demokratik soldan Devrimci Yol’a: 1970’lerde sol popülizm üzerine notlar”,
Toplum ve Bilim, 98: 22-37.
Keyder, Ç. (2013) Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul (birinci baskı, 1989).
Küçükömer, İ. (1994) İdris Küçükömer’le Türkiye Üstüne Tartışmalar, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Miliband, R. (1964) “Socialism and the Myth of the Golden Past”, Socialist Register, 1: 92-103.
Migdal, J. S. (1998) “Olgu ve Kurgunun Buluşma Zemini”, Bozdoğan, S. ve Kasaba, R. (der.), Türkiye’de
Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 207-215.
Moran, B. (2008) Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 2: Sabahattin Ali’den Yusuf Atılgan’a, İletişim Yayınları, İstanbul.
Ozan, Ebru Deniz. (2012) Gülme Sırası Bizde: 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet, Metis Yayınları, İstanbul.
Özbek, M. (1999) “Arabesk Kültür: Bir Modernleşme ve Popüler Kültür Örneği”, Bozdoğan, S. ve
Kasaba, R. (der.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,168-187.
Özgüç, A. (2005) Türlerle Türk Sineması: Dönemler / Modalar / Tiplemeler, Dünya Kitapları, İstanbul.
Özsever, A. (1998) “15-16 Haziran Olayları”, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, cilt 2, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı, İstanbul, 451-454.
Taggart, P. (2004) Popülizm, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Tahir, K. (1975) “Bir Derginin İlkeleri Ne Olmalıdır ve Meseleler”, Türkiye Defteri, 18: 487-490.
Tekeli, İ (1993) “1839-1980 Arasında İstanbul’un Planlanma Deneyimleri: İcabında Plan...”, İstanbul, 4: 26-37.
Tekeli, İ. (2009) Cumhuriyetin Belediyecilik Öyküsü (1923-1990), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Tekeli, İ. ve İlkin, S. (2003) Cumhuriyetin Harcı, Birinci Kitap: Köktenci Modernitenin Doğuşu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Tekeli, İ. ve Okyay, T. (1981) Dolmuşun Öyküsü, Çevre ve Mimarlık Bilimleri Derneği, Ankara.
Yalman, G. L. (2009) Transition to Neoliberalism: the Case of Turkey in the 1980s, İstanbul Bilgi University Press, İstanbul.
Yaman-Öztürk, M. ve Ercan, F. (2009) “1979 Krizinden 2001 Krizine Türkiye’de Sermaye Birikimi Süreci
ve Yaşanan Dönüşümler”, Praksis, 19: 55-93.
https://www.academia.edu/4105960/Alternatif_tahayy%C3%BCller_devingenlik_pop%C3%BClizm_1970ler_i%C3%A7in_bir_%C3%A7er%C3%A7eve_denemesi_2013_
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder