Kral Abdullah ve Yeni Türkiye'nin Bayrağı
Türklerin Mekke ve Medine'de bıraktığı nice eseri uçuran, gökdelenlerle Kâbe'yi görünmez hâle getiren büyük Amerikancı Kral Abdullah için bayrağı yarıya indirilen ülke: Yeni Türkiye.
Medine'de mülkî, askerî ve malî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim sahalarında da düzenlemeler yapılmıştır. Bu çalışmalar yapılırken Haremeyn halkı arasındaki mezhep farklılıkları nazara alınmıştır. Dinî ilimlerle uğraşan ulema için Medine'nin bir cazibe merkezi olma özelliği Osmanlılar devrinde de sürmüş; Anadolu, Suriye, Mısır, Orta Asya ve Mağrib'e kadar uzanan bir coğrafyadan gelen âlimler, Mescid-i Nebevî'de kurulan ilim halkalarında yerlerini almışlardır. Medine'de ders veren âlimler ve hocalar için Kanunî devrinden itibaren tahsisat ayrılmıştır. Medine'deki kütüphanelerin ve medreselerin etrafında canlanan tasavvufî düşünce, uzun bir süre varlığını korumuştur. Şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlayan tarikatlara bağlı tekkeler, zaviyeler ve ribatlar ilmî faaliyetlerin yanında, hac zamanı dışarıdan gelenlere ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı eğitim sisteminde yaşanan gelişmelere paralel olarak, Medine'de de medreselerin yanında; 1885'te Rüştiye, 1909'da İdadî, Darü'l-Muallim ve 1913'te İlâhiyat Fakültesi (Medrese-i Külliye-i İslâmiyye) açılmıştır.
Şehrin eğitim ve kültür hayatına katkı sağlayan kütüphanelerin ilki, Mescid-i Nebevî içinde kurulmuştur. Medine'ye hizmet etme fırsatı bulan her devletin bu alanda gayreti olmuş; ama Osmanlılar devrinde yapılan çalışmalar daha yoğundur. Sultan 1. Abdülhamid, Medine'de bir medrese ve yanında kütüphane yaptırmıştır. Sultan 2. Mahmud, 1822'de inşâ ettirdiği Mahmudiye Kütüphanesi ve Medresesi'ni, 4.569 kitapla zenginleştirmiştir. Şeyhülislâm Arif Hikmet Efendi'nin 1856'da kurduğu ve 5.404 nadide elyazması eser gönderdiği kütüphane de unutulmamalıdır.
Medine'deki imar faaliyetleri
Osmanlılar devrinde Medine'de, çok önemli imar faaliyetleri yapılmıştır. Miras alınan fizikî plâna sadık kalınmış ve yapılan çalışmalar Mescid-i Nebevî merkez alınarak genişletilmiştir. Kanunî devrinde 1532'de İstanbul'dan usta ve malzeme gönderilerek Mescid-i Nebevî'de tamir ve güzelleştirme faaliyetlerine başlanmış; bu çerçevede mescidin minareleri yenilenmiş; ünlü hattatlar hat ve tezhip çalışmalarıyla kubbeleri ve mihrapları tezyin etmişlerdir. Ayrıca Uhud Şehitliği'nde ve Cennetü'l-Bâki'de bulunan kabirlerin üzerlerine türbeler yapılmıştır. Sonraki asırlarda da başta Hücre-î Saadet olmak üzere, Mescid-i Nebevî'de bakım faaliyetleri düzenli olarak sürdürülmüş ve mescide çok kıymetli hediyeler gönderilmiştir.
19. yüzyıldaki ıslahat hareketlerinin öncülerinden Sultan 2. Mahmud, Medine'ye çok özel bir önem vermiştir. 1813'te başlayan çalışmalarla Mescid-i Nebevî genişletilmiş ve Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından, Hücre-î Saadet'in üzerine inşâ ettirilen ahşap kubbenin yerine, günümüze kadar ulaşan taş kubbe yapılmıştır. Mescid-i Nebevî'nin sembolü hâline gelen ve üzeri kurşunla kaplanıp; solmayan, özel bir boya ile yeşile boyanan kubbe, renginden dolayı "Kubbetü'l-Hadra" (Yeşil Kubbe) adıyla anılmaya başlanmıştır.
Mescid-i Nebevî'de Osmanlı devrindeki en büyük imar faaliyetleri Sultan Abdülmecid devrinde gerçekleştirilmiştir. 1850-1861 yılları arasında 700 bin mecidiye harcanarak yapılan çalışmalar neticesinde Mescid-i Nebevî tamamen yenilenip genişletilmiş ve zemini mermerle kaplanmıştır. Mescidin, Asr-ı Saadet'ten yadigâr kısımlarının tezyinatına özel bir ehemmiyet verilmiştir. Günümüzde Mescid-i Nebevî'de üzeri büyük şemsiyelerle kapatılan iç avlu ile 86 metrelik kıble duvarının arasında kalan kısım Sultan Abdülmecid devrinden kalmıştır. Bu bölümde Osmanlı'dan yadigâr sütunları, kubbeleri ve tuğraları hâlen görmek mümkündür.
Sevgili Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret yolculuğu sırasında, Medine'ye yaya olarak yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan Kuba köyünde 14 gün, bir rivayete göre ise 10 geceden fazla kalmış ve bu zaman zarfında orada bir mescit inşâ edilmiştir. Sonraki yıllarda Müslümanlar, Kuba Mescidi'ni ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) misafir edildiği evi ziyaret etmeyi güzel bir âdet hâline getirmiştir. Çeşitli tarihlerde imar faaliyetlerine sahne olan Kuba Mescidi, Haremeyn hizmeti Osmanlılara geçtikten sonra Kanunî devrinde (1543) yeniden inşâ edilmiştir. 1699'da Sultan 2. Mustafa döneminde mescidin duvarları ve minareleri yenilenmiş ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) devesinin çöktüğü alan üzerine dört direkli bir kubbe yapılmıştır. Ayrıca mescidin su ihtiyacını karşılamak için derin kuyular kazılıp sebiller kurulmuştur. Sultan 2. Mahmud devrinde (1829) yapılan çalışmalarla mescit, İstanbul'daki selâtin camilerine benzetilmeye çalışılmıştır. Maalesef bu tarihte yapılan imar faaliyetlerine ait kitabeler ve tuğralar Osmanlı sonrası dönemde kaldırılmıştır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret'ten 18 ay sonra Mescid-i Nebevî'nin 5 km. kuzeybatısında yer alan Vebere Haresi'nde namaz kılarken kıblenin Kâbe oluşuna dair âyet-i kerîme (Bakara, 2/144) nazil olmuş ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gün orada namazın son iki rekâtını Kâbe'ye doğru yönelerek tamamlamıştır. Bu sahaya yapılan mescide, Kıbleteyn Mescidi (İki Kıbleli Mescid) denilmiştir. Geçmişte birçok defa tamir gören Kıbleteyn Mescidi, Kanunî devrindeki (1544) kapsamlı imar faaliyetleriyle mamur hâle getirilmiştir.
Hicaz Demiryolu ve hüzün dolu ayrılık
Medine tarihinin en önemli hâdiselerinden biri olan Hicaz Demiryolu Projesi'nin faaliyete geçmesi dinî, sosyal, ekonomik, askerî ve siyasî sahalarda birçok fayda sağlamıştır. Sultan 2. Abdülhamid'in Almanlarla birlikte yürüttüğü proje kapsamında Şam, Medine ve Bağdat gibi merkezlerin demiryolu ile İstanbul'a bağlanması o günün dünyasında başlı başına önemli bir gelişme olmuştur. Demiryolunun 1908'de Medine'ye ulaşmasıyla şehir, idarî bakımdan doğrudan İstanbul'a bağlı bir sancak merkezi hâline getirilmiş ve böylece bölge üzerinde daha güçlü bir denetimin sağlanması hedeflenmiştir.
Osmanlılar devrinde yapılan birçok eserde olduğu gibi, Hicaz Demiryolu Projesi'nde de Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulan sevgi ve saygıyı ortaya koyan incelikler unutulmamıştır. Meselâ bir sanat âbidesi olan Medine Tren İstasyonu öyle bir mevkie inşâ edilmiştir ki, yolcuların trenden kıble istikametine doğru inmeleri ve karşılarında Kubbe-î Hadra'yı görmeleri sağlanmıştır. O zamanki lokomotifler büyük bir gürültü ile ilerledikleri için Sultan Abdülhamid'in talimatıyla trenin Medine'ye daha sessiz bir şekilde girmesi için tedbirler alınmıştır.
Bu proje ile İngilizlerin Ortadoğu'daki menfaatleri büyük darbe almıştır. Osmanlı'nın son yıllarında Medine çevresinde İngilizlerin kışkırtması neticesinde ayrılıkçı bir isyan hareketi başlamış ve maalesef 1916'da demiryolu devre dışı kalmıştır. Ecdadımızdan yadigâr bu proje, günümüzde eski ihtişamıyla yeniden ihyâ edilmeyi beklemektedir.
Medine Tren İstasyonu eski hâline göre daha iyi bir durumda olsa da, yine de ziyaretçilerini hüzünle karşılamaktadır. Bir zamanlar Haremeyn âşıklarını Belde-î Resulüllah'a taşıyan lokomotiflerin, vagonların dizildiği istasyon binasının üzerindeki Osmanlı arması ve "Hicaz Demiryolu-1317" yazılı kitabe de maalesef sökülmüştür.
Hicaz Demiryolu'nun bânisi Sultan 2. Abdülhamid, Anberiye semtindeki istasyon binasının karşısına mihrabı, minberi, minareleri ve revakları ile Osmanlı mimarisini yansıtan bir mescit yaptırmıştır. Anberiye Camiî, asırlarca ciddi bir samimiyetle Haremeyn hizmetkârlığı yapan ecdadımızın, Medine-i Münevvere'ye duyduğu muhabbetin günümüze kadar ulaşan canlı bir misalidir.
Dünya Savaşı'ndan mağlup çıkan Devlet-i Âliye, 30 Ekim 1918'de yapılan Mondros Mütarekesi ile Hicaz'ı, İngiliz himayesindeki Mekke Şerifi Hüseyin'e terk etmek zorunda kalmıştır. Bölgedeki kuvvetlerimizin Filistin'e kaydırılması kararıyla Medine'deki Osmanlı hâkimiyeti resmen sona ermiştir. Ancak "Şanlı Medine Müdafii Fahrettin Paşa", mütareke hükümlerine uymayarak, 72 gün Medine-i Münevvere'den çıkmamış; üstelik bir yağma veya işgale fırsat vermemek için Mescid-i Nebevî'deki mukaddes emanetleri İstanbul'a nakletmeyi başarmıştır. Fahrettin Paşa, cephane ve erzak azlığına rağmen, emrindeki bir avuç kahraman askerle birlikte dünyayı şaşkına çeviren bir direniş göstermiştir.
Görüldüğü üzere; Haremeyn hizmetini üstlendikten sonra Osmanlılar, başta imar faaliyetleri olmak üzere bütün çalışmalarında Allah Resûlü'ne (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve hatıralarına karşı saygıda kusur etmemişlerdir. Hicaz'ı ziyaret edenler arasında bunun pek çok misâlleri anlatılmaktadır. İnsanımız, geriye pek azı kalmış olsa da, ecdadımızın ince bir saygı anlayışı çerçevesinde inşâ ettiği eserleri görünce, cân-ı gönülden iftihar etmeli ve Haremeyn hizmetine koşan atalarını rahmet ve minnet duyguları ile yâd etmelidir.
Osmanlı Devleti, Haremeyn'de yaşayan Müslümanları, ırklarına, renklerine, dillerine ve maddî durumlarına bakmaksızın eşit görmüş ve eşit muamelede bulunmuştur. Medine-i Münevvere'nin idaresi Osmanlılara geçtikten sonra, merkezî ve mahallî idare arasındaki denge korunmuştur. Önceki devletlerden intikal eden kanun ve âdetlerden bir kısmı aynen bırakılmış, bir kısmı da zaman içinde ıslah edilerek Osmanlı sistemine entegre edilmiştir. Hicaz eyaletine, diğer eyaletlerinden farklı bir statü verildiği için, daima "Şerif" soyundan idareciler tayin edilmiş; Medine'deki Osmanlı otoritesini ise, merkezî hükümetin tayin ettiği Şeyhü'l-Harem ve ordu komutanı temsil etmiştir.
Kutsal toprakların güvenliği için çok önemli tedbirler alınmış; Kanunî Sultan Süleyman zamanında başlatılan imar faaliyetleri kapsamında, yedi yıllık bir çalışmanın ardından 100 bin dinar harcanarak Medine'yi çepeçevre kuşatan surlar inşâ edilmiştir. Böylece hac mevsiminde yoğunlaşan Bedevî saldırılarına karşı yerli halkın ve hacıların güvenliği sağlanmıştır. Yine Kanunî devrinde Medine'de bir askerî kışla, bir muhabere kışlası ve bir kale inşâ edilmiştir. Kuba köyünde de güvenlik maksadıyla bir kale tesis edilmiş; ancak bu askerî yapıların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Çok arzu ettiği hâlde Hicaz'a gidemeyen, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabir sandukasına konulmak üzere hususî bir mektup yazan Sultan Abdülaziz devrinde (1868) Medine surları geniş çaplı bir tamirattan geçirilmiştir. Osmanlı'nın son yıllarına kadar Medine'nin sosyal ve kültürel gelişmesi için çalışmalar sürdürülmüş; Sultan 2. Abdülhamid devrinde (1902) şehre ilk defa telgraf getirilmiş; ayrıca tabya, karakol, istasyon ve postane gibi resmî binalar yapılmıştır. Kanunî'nin hayırsever eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılan imarethaneden, Medine halkına asırlarca yiyecek ve deşişe dağıtılmıştır. Suriye, Anadolu ve Balkanlarda zengin gelir kaynaklarına sahip yeni vakıflarla, Medine halkına maddî destek sağlanmıştır.
Din-hukuk ve eğitim
Kutsal toprakların güvenliği için çok önemli tedbirler alınmış; Kanunî Sultan Süleyman zamanında başlatılan imar faaliyetleri kapsamında, yedi yıllık bir çalışmanın ardından 100 bin dinar harcanarak Medine'yi çepeçevre kuşatan surlar inşâ edilmiştir. Böylece hac mevsiminde yoğunlaşan Bedevî saldırılarına karşı yerli halkın ve hacıların güvenliği sağlanmıştır. Yine Kanunî devrinde Medine'de bir askerî kışla, bir muhabere kışlası ve bir kale inşâ edilmiştir. Kuba köyünde de güvenlik maksadıyla bir kale tesis edilmiş; ancak bu askerî yapıların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Çok arzu ettiği hâlde Hicaz'a gidemeyen, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabir sandukasına konulmak üzere hususî bir mektup yazan Sultan Abdülaziz devrinde (1868) Medine surları geniş çaplı bir tamirattan geçirilmiştir. Osmanlı'nın son yıllarına kadar Medine'nin sosyal ve kültürel gelişmesi için çalışmalar sürdürülmüş; Sultan 2. Abdülhamid devrinde (1902) şehre ilk defa telgraf getirilmiş; ayrıca tabya, karakol, istasyon ve postane gibi resmî binalar yapılmıştır. Kanunî'nin hayırsever eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılan imarethaneden, Medine halkına asırlarca yiyecek ve deşişe dağıtılmıştır. Suriye, Anadolu ve Balkanlarda zengin gelir kaynaklarına sahip yeni vakıflarla, Medine halkına maddî destek sağlanmıştır.
Din-hukuk ve eğitim
Medine'de mülkî, askerî ve malî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim sahalarında da düzenlemeler yapılmıştır. Bu çalışmalar yapılırken Haremeyn halkı arasındaki mezhep farklılıkları nazara alınmıştır. Dinî ilimlerle uğraşan ulema için Medine'nin bir cazibe merkezi olma özelliği Osmanlılar devrinde de sürmüş; Anadolu, Suriye, Mısır, Orta Asya ve Mağrib'e kadar uzanan bir coğrafyadan gelen âlimler, Mescid-i Nebevî'de kurulan ilim halkalarında yerlerini almışlardır. Medine'de ders veren âlimler ve hocalar için Kanunî devrinden itibaren tahsisat ayrılmıştır. Medine'deki kütüphanelerin ve medreselerin etrafında canlanan tasavvufî düşünce, uzun bir süre varlığını korumuştur. Şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlayan tarikatlara bağlı tekkeler, zaviyeler ve ribatlar ilmî faaliyetlerin yanında, hac zamanı dışarıdan gelenlere ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı eğitim sisteminde yaşanan gelişmelere paralel olarak, Medine'de de medreselerin yanında; 1885'te Rüştiye, 1909'da İdadî, Darü'l-Muallim ve 1913'te İlâhiyat Fakültesi (Medrese-i Külliye-i İslâmiyye) açılmıştır.
Şehrin eğitim ve kültür hayatına katkı sağlayan kütüphanelerin ilki, Mescid-i Nebevî içinde kurulmuştur. Medine'ye hizmet etme fırsatı bulan her devletin bu alanda gayreti olmuş; ama Osmanlılar devrinde yapılan çalışmalar daha yoğundur. Sultan 1. Abdülhamid, Medine'de bir medrese ve yanında kütüphane yaptırmıştır. Sultan 2. Mahmud, 1822'de inşâ ettirdiği Mahmudiye Kütüphanesi ve Medresesi'ni, 4.569 kitapla zenginleştirmiştir. Şeyhülislâm Arif Hikmet Efendi'nin 1856'da kurduğu ve 5.404 nadide elyazması eser gönderdiği kütüphane de unutulmamalıdır.
Medine'deki imar faaliyetleri
Osmanlılar devrinde Medine'de, çok önemli imar faaliyetleri yapılmıştır. Miras alınan fizikî plâna sadık kalınmış ve yapılan çalışmalar Mescid-i Nebevî merkez alınarak genişletilmiştir. Kanunî devrinde 1532'de İstanbul'dan usta ve malzeme gönderilerek Mescid-i Nebevî'de tamir ve güzelleştirme faaliyetlerine başlanmış; bu çerçevede mescidin minareleri yenilenmiş; ünlü hattatlar hat ve tezhip çalışmalarıyla kubbeleri ve mihrapları tezyin etmişlerdir. Ayrıca Uhud Şehitliği'nde ve Cennetü'l-Bâki'de bulunan kabirlerin üzerlerine türbeler yapılmıştır. Sonraki asırlarda da başta Hücre-î Saadet olmak üzere, Mescid-i Nebevî'de bakım faaliyetleri düzenli olarak sürdürülmüş ve mescide çok kıymetli hediyeler gönderilmiştir.
19. yüzyıldaki ıslahat hareketlerinin öncülerinden Sultan 2. Mahmud, Medine'ye çok özel bir önem vermiştir. 1813'te başlayan çalışmalarla Mescid-i Nebevî genişletilmiş ve Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından, Hücre-î Saadet'in üzerine inşâ ettirilen ahşap kubbenin yerine, günümüze kadar ulaşan taş kubbe yapılmıştır. Mescid-i Nebevî'nin sembolü hâline gelen ve üzeri kurşunla kaplanıp; solmayan, özel bir boya ile yeşile boyanan kubbe, renginden dolayı "Kubbetü'l-Hadra" (Yeşil Kubbe) adıyla anılmaya başlanmıştır.
Mescid-i Nebevî'de Osmanlı devrindeki en büyük imar faaliyetleri Sultan Abdülmecid devrinde gerçekleştirilmiştir. 1850-1861 yılları arasında 700 bin mecidiye harcanarak yapılan çalışmalar neticesinde Mescid-i Nebevî tamamen yenilenip genişletilmiş ve zemini mermerle kaplanmıştır. Mescidin, Asr-ı Saadet'ten yadigâr kısımlarının tezyinatına özel bir ehemmiyet verilmiştir. Günümüzde Mescid-i Nebevî'de üzeri büyük şemsiyelerle kapatılan iç avlu ile 86 metrelik kıble duvarının arasında kalan kısım Sultan Abdülmecid devrinden kalmıştır. Bu bölümde Osmanlı'dan yadigâr sütunları, kubbeleri ve tuğraları hâlen görmek mümkündür.
Sevgili Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret yolculuğu sırasında, Medine'ye yaya olarak yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan Kuba köyünde 14 gün, bir rivayete göre ise 10 geceden fazla kalmış ve bu zaman zarfında orada bir mescit inşâ edilmiştir. Sonraki yıllarda Müslümanlar, Kuba Mescidi'ni ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) misafir edildiği evi ziyaret etmeyi güzel bir âdet hâline getirmiştir. Çeşitli tarihlerde imar faaliyetlerine sahne olan Kuba Mescidi, Haremeyn hizmeti Osmanlılara geçtikten sonra Kanunî devrinde (1543) yeniden inşâ edilmiştir. 1699'da Sultan 2. Mustafa döneminde mescidin duvarları ve minareleri yenilenmiş ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) devesinin çöktüğü alan üzerine dört direkli bir kubbe yapılmıştır. Ayrıca mescidin su ihtiyacını karşılamak için derin kuyular kazılıp sebiller kurulmuştur. Sultan 2. Mahmud devrinde (1829) yapılan çalışmalarla mescit, İstanbul'daki selâtin camilerine benzetilmeye çalışılmıştır. Maalesef bu tarihte yapılan imar faaliyetlerine ait kitabeler ve tuğralar Osmanlı sonrası dönemde kaldırılmıştır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret'ten 18 ay sonra Mescid-i Nebevî'nin 5 km. kuzeybatısında yer alan Vebere Haresi'nde namaz kılarken kıblenin Kâbe oluşuna dair âyet-i kerîme (Bakara, 2/144) nazil olmuş ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gün orada namazın son iki rekâtını Kâbe'ye doğru yönelerek tamamlamıştır. Bu sahaya yapılan mescide, Kıbleteyn Mescidi (İki Kıbleli Mescid) denilmiştir. Geçmişte birçok defa tamir gören Kıbleteyn Mescidi, Kanunî devrindeki (1544) kapsamlı imar faaliyetleriyle mamur hâle getirilmiştir.
Hicaz Demiryolu ve hüzün dolu ayrılık
Medine tarihinin en önemli hâdiselerinden biri olan Hicaz Demiryolu Projesi'nin faaliyete geçmesi dinî, sosyal, ekonomik, askerî ve siyasî sahalarda birçok fayda sağlamıştır. Sultan 2. Abdülhamid'in Almanlarla birlikte yürüttüğü proje kapsamında Şam, Medine ve Bağdat gibi merkezlerin demiryolu ile İstanbul'a bağlanması o günün dünyasında başlı başına önemli bir gelişme olmuştur. Demiryolunun 1908'de Medine'ye ulaşmasıyla şehir, idarî bakımdan doğrudan İstanbul'a bağlı bir sancak merkezi hâline getirilmiş ve böylece bölge üzerinde daha güçlü bir denetimin sağlanması hedeflenmiştir.
Osmanlılar devrinde yapılan birçok eserde olduğu gibi, Hicaz Demiryolu Projesi'nde de Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulan sevgi ve saygıyı ortaya koyan incelikler unutulmamıştır. Meselâ bir sanat âbidesi olan Medine Tren İstasyonu öyle bir mevkie inşâ edilmiştir ki, yolcuların trenden kıble istikametine doğru inmeleri ve karşılarında Kubbe-î Hadra'yı görmeleri sağlanmıştır. O zamanki lokomotifler büyük bir gürültü ile ilerledikleri için Sultan Abdülhamid'in talimatıyla trenin Medine'ye daha sessiz bir şekilde girmesi için tedbirler alınmıştır.
Bu proje ile İngilizlerin Ortadoğu'daki menfaatleri büyük darbe almıştır. Osmanlı'nın son yıllarında Medine çevresinde İngilizlerin kışkırtması neticesinde ayrılıkçı bir isyan hareketi başlamış ve maalesef 1916'da demiryolu devre dışı kalmıştır. Ecdadımızdan yadigâr bu proje, günümüzde eski ihtişamıyla yeniden ihyâ edilmeyi beklemektedir.
Medine Tren İstasyonu eski hâline göre daha iyi bir durumda olsa da, yine de ziyaretçilerini hüzünle karşılamaktadır. Bir zamanlar Haremeyn âşıklarını Belde-î Resulüllah'a taşıyan lokomotiflerin, vagonların dizildiği istasyon binasının üzerindeki Osmanlı arması ve "Hicaz Demiryolu-1317" yazılı kitabe de maalesef sökülmüştür.
Hicaz Demiryolu'nun bânisi Sultan 2. Abdülhamid, Anberiye semtindeki istasyon binasının karşısına mihrabı, minberi, minareleri ve revakları ile Osmanlı mimarisini yansıtan bir mescit yaptırmıştır. Anberiye Camiî, asırlarca ciddi bir samimiyetle Haremeyn hizmetkârlığı yapan ecdadımızın, Medine-i Münevvere'ye duyduğu muhabbetin günümüze kadar ulaşan canlı bir misalidir.
Dünya Savaşı'ndan mağlup çıkan Devlet-i Âliye, 30 Ekim 1918'de yapılan Mondros Mütarekesi ile Hicaz'ı, İngiliz himayesindeki Mekke Şerifi Hüseyin'e terk etmek zorunda kalmıştır. Bölgedeki kuvvetlerimizin Filistin'e kaydırılması kararıyla Medine'deki Osmanlı hâkimiyeti resmen sona ermiştir. Ancak "Şanlı Medine Müdafii Fahrettin Paşa", mütareke hükümlerine uymayarak, 72 gün Medine-i Münevvere'den çıkmamış; üstelik bir yağma veya işgale fırsat vermemek için Mescid-i Nebevî'deki mukaddes emanetleri İstanbul'a nakletmeyi başarmıştır. Fahrettin Paşa, cephane ve erzak azlığına rağmen, emrindeki bir avuç kahraman askerle birlikte dünyayı şaşkına çeviren bir direniş göstermiştir.
Görüldüğü üzere; Haremeyn hizmetini üstlendikten sonra Osmanlılar, başta imar faaliyetleri olmak üzere bütün çalışmalarında Allah Resûlü'ne (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve hatıralarına karşı saygıda kusur etmemişlerdir. Hicaz'ı ziyaret edenler arasında bunun pek çok misâlleri anlatılmaktadır. İnsanımız, geriye pek azı kalmış olsa da, ecdadımızın ince bir saygı anlayışı çerçevesinde inşâ ettiği eserleri görünce, cân-ı gönülden iftihar etmeli ve Haremeyn hizmetine koşan atalarını rahmet ve minnet duyguları ile yâd etmelidir.
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder