AKP KAPATMA DAVASI TAM METİN İDDİANAME BÖLÜM 2
1. Yasal Düzenleme
SPY’ndaki hükümler, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin son fıkrasından hareketle, Anayasa’daki esaslar çerçevesinde düzenlenmiş, bu bağlamda siyasi partilerin
kapatılmasına ilişkin düzenlemeler de, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddesindeki esaslar gözetilerek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nda da (SPY) yer almıştır.
SPY’nda, siyasi partiler hakkında uygulanacak yaptırımlar;
* Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılması
* Ve siyasi partinin kapatılması olarak düzenlenmiştir.
SPY’nda Anayasaya paralel olarak yapılan düzenlemelere göre, bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’daki yasaklara aykırılık durumunda ve üç
nedenle olasıdır. SPY’nın 101 nci maddesindeki düzenlemelere göre;
* Bir siyasi partinin tüzük ve programının Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti
ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olması, sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü
savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlaması, suç işlenmesini teşvik etmesi,
* Bir siyasi partinin, Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespiti,
* Bir siyasi partinin, yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması,
durumlarında, siyasi parti hakkında kapatma kararı verilmesi gerekmektedir. Ancak belirtilen ilk iki durumda, kapatma yaptırımı yerine dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasi partinin almakta olduğu son yıllık devlet yardımı miktarının kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verilebilmektedir.
Yukarıda belirtilen ikinci nedene dayanarak bir siyasi partinin kapatılması, ancak Anayasa’nın 68 nci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin odağı
durumuna gelmesi koşuluna bağlıdır. Odak haline gelmiş sayılmak ise, Anayasa’nın 68 ve 69 ncu maddelerindeki düzenlemelerle aynı paralelde,
SPY’nın 103 ncü maddesinde düzenlenmiştir.
SPY’nın “ Siyasi Partilerle ilgili yasaklar ” başlıklı dördüncü kısmının;
* Birinci bölümü, “amaçlar ve faaliyetlerle ilgili yasaklar” başlığını taşımaktadır. Bu bölüm tek maddeden oluşmakta olup, 78 nci maddede “demokratik devlet
düzeninin korunması yönünden” öngörülen yasaklamalara yer verilmiştir.
* İkinci bölümü, “milli devlet niteliğinin korunması” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, bağımsızlığın korunmasına (md 79), devletin tekliğinin korunmasına
(md 80), azınlık yaratılmasının önlenmesine (md 81), bölgecilik ve ırkçılık yasağına (md 82) ve eşitlik ilkesinin korunmasına (md 83) yönelik yasaklamalar
gösterilmiştir.
* Üçüncü bölümü ise, “Atatürk ilke ve inkılâplarının ve laik devlet niteliğinin korunması” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde ise, Atatürk ilke ve inkılâplarının
korunması (md 84), Atatürk’e saygı (md 85), laiklik ilkesinin korunması ve halifeliğin istenemeyeceği (md 86), din ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar
yasağı (md 87), dini gösteri yasağı (md 88) ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yerinin korunması (md 89) konusunda yasaklamalar açıklanmıştır.
1. Anayasa’nın 90/son maddesi çerçevesinde siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımında uluslararası sözleşmelerin gözetilmesi Anayasa’nın 90 ncı maddesinin son fıkrasında, “yöntemince yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır” denilmektedir.
1982 Anayasası’nın nitelemesine göre, Anayasa’nın 12 nci ila 74 ncü maddeleri arasında yer alan hakların hepsi “temel hak ve özgürlüklerden” olup, Anayasa’nın 68 nci ve 69 ncu maddelerinde siyasi haklar kapsamında düzenlenen siyasi partiler de, temel hak ve özgürlükler kapsamındadır. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin bir bölümünü konu alan İHAS’a göre, siyasi partiler İHAM’ın yorumlarıyla bu sözleşmenin 11 nci maddesi kapsamında temel hak ve özgürlükler içerisinde kabul edilmiştir.
Bu bağlamda SPY’nın öncelikle İHAS gözetilerek ve Anayasa hükümleri de İHAS’a göre yorumlanarak, siyasi partiler hakkındaki kapatma yaptırımın irdelenmesi gerekmektedir.
4- Siyasi parti kapatma davalarının ve kapatma yaptırımının hukuksal niteliği
Anayasa’nın 69 ncu maddesinin dördüncü fıkrası ile SPY’nın 98 nci maddesine göre, siyasi partilerin kapatılması Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açacağı
dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak karara bağlanmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa’nın 33 ncü maddesi gereğince, açılan bu davalar Ceza Muhakemesi Yasası hükümleri
uygulanmak suretiyle, dosya üzerinde incelenerek kesin olarak karara bağlanmaktadır.
Kapatma davalarında Ceza Muhakemesi Yasası hükümlerinin uygulanması demek, bu davaların bir ceza davası ve yaptırımın da ceza hukuku kapsamında bir ceza olduğu anlamında değildir. Aksine, siyasi parti kapatma davaları, ceza davası olmayıp, kendine özgü nitelikte bir dava türü olduğundan, bu davalarda
uygulanacak usul kurallarının açıklanması gereği duyulmuş ve maddi gerçeği araştırmak yönünden, siyasi partilerin lehine olarak bu davalarda Ceza Muhakemesi Yasası kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 22.6.2001 tarih ve 2/2 sayılı kararı). Bu düşünceden hareketle, siyasi parti kapatma davasına yönelik iddianame düzenlenmesinden önce, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hangi yetkileri kullanarak dava açabileceği de özel olarak SPY’nın 98 nci maddesinde gösterilmiştir.
Siyasi parti kapatma davalarının, ceza muhakemesi hukuku anlamında ceza davası olmaması, kapatmaya konu eylemlerin de ceza hukuku kapsamında suç
olma zorunluluğunu gerektirmemektedir. Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası ile SPY’nın 101 ve 103 ncü maddesindeki düzenlemelere göre,
kapatmaya konu eylemlerin “sadece işlenmiş” olması yeterli olup, bu eylemlerin hükmen sabit olması koşulu da aranmamaktadır. Bu nedenle kapatmaya konu
eylemler hakkında açılmış ve mahkümiyetle sonuçlanmış davaların bulunmaması sonuca etkili değildir.
C- LAİKLİĞE AYKIRI EYLEMLERİN ODAĞI OLMAK DURUMUNDA SİYASİ PARTİ KAPATMA NEDENLERİNİN İRDELENMESİ
1- Kapatma Nedeninin hukuksal yönden irdelenmesi
Kısaca “ Laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek ” olarak isimlendiren kapatma nedeni, Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası yoluyla,
68 nci maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş bulunmaktadır.
Ancak siyasi parti kapatma nedenlerinden birisi olan “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak” olgusunun Anayasal ve yasal düzenlemelerden hareketle
değerlendirilmesine geçmeden önce laiklikten ne anlaşılması gerektiği, bu ilkenin Anayasa’da ve Anayasa Mahkemesi kararlarında ne şekilde yer aldığı
hususlarında açıklama yapılmasında fayda bulunmaktadır.
Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal
egemenliğin ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir.
Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve
kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını veren, bu
yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine
dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler de dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek ve saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de (inanç ve ibadet çerçevesinde) kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Bu bağlamda; laik devlet düzeninde kamusal düzenlemelerin kaynağı dinî kurallar olamaz ve bu düzenlemelerin dinî kurallara göre yapılması düşünülemez.
Demokratik ve lâik devlet, bireyler arasında inançlarına göre ayırım gözetemez. Herkes, dinini seçmekte, inançlarını açıklamakta, din ve vicdan özgürlüğü
sınırları içerisinde serbesttir. Lâik bir toplumda, Devletin dinlerden birini tercih fikri, ayrı dinlere bağlı yurttaşların yasa önünde eşitliğine de aykırı düşer.
Lâik ülkelerde, gerçek vicdan özgürlüğünden söz edilebilmesi, lâikliğin bu özgürlüğün de güvencesi olduğunu göstermektedir. Ayrıca devletin, her dinin
mensuplarının kendi dinsel kurallarına tabi olarak yönetilmesini benimsemesi, çok hukukluğunun geçerlilik kazanması anlamındadır. Bu durum ise, devleti
dışlayıcıdır ve dinler yönünden de ayrımcılık yaratmaktadır.
Laik düzende, devlet dinlere karşı tarafsız olup, devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında değildir. Devlet, hak ve özgürlüklerin korunması yönünden bu alanda düzenlemeler yapabilir ve sınırlamalar öngörebilir. Ancak bu sınırlamalar yapılırken kuşkusuz, bir dinin korunması ya da baskılanması amaçlanmaz; demokratik toplum gereklerine göre hareket edilir.
Türkiye’de lâiklik ilkesinin uygulanması, kimi batılı ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi ve buna göre değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır. İslâm ve Hıristiyan dinlerinin farklı özellikleri gereği, ülkemizde ve batı ülkelerindeki uygulamalar farklı olmuştur. Kaldı ki, aynı dinî benimseyen batı ülkelerinde de lâiklik anlayışı ayrılıklar göstermiş, değişik ülkelerde ayrı ayrı yorumlandığı gibi aynı ülkede farklı dönemlerde, kimi kesimlerce kendi anlayışları ve siyasal tercihleri doğrultusunda değişik biçimde yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefi bir kavram olmayıp yasalarla yaşama geçirilerek hukuksal bir değer kazanan lâiklik, uygulandığı ülkelerin, dinsel, sosyal ve siyasal koşullarından etkilenmektedir. Tarihsel gelişiminin farklılığı nedeniyle Türkiye için ayrı bir özellik taşıyan lâiklik, Anayasa ile benimsenen ve korunan bir ilkedir.
Bu bağlamda Türkiye’deki siyasal İslamı esas alan partiler ile Avrupa’daki Hıristiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Türkiye’de siyasal İslam, yalnızca kişi ile Tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da düzenleme iddiasındadır.
Siyasal İslam7ın temel düsturu şeriattır. İslam şeriatı kişinin inanç dünyasına ilişkin kurallar kadar dünyevi yaşamını ve bunun ötesinde devlet ve toplum
yaşamını da düzenleyen, bu kuralları Tanrı buyruğu olarak kabul edip değiştirilmesi bir yana tartışılmasını bile yasaklayan kurallar bütünüdür. Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası niteliğindeki şeriat demokratik değil, totaliterdir. Siyasal İslam demokrasiyi bir araç, şeriatı da bir amaç edindiği için
demokrasinin kendisini korumaya ilişkin kural ve kurumlarının takibinden kurtulmak için kaynağını da yine şeriat düzeninden alan takiyye yöntemini
kullanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve çağdaş demokrasilerin en önemli yapı taşlarından olan lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim kurallarına göre kurumsallaşması
amaçlanmıştır. Laik devlet, ilkelerine, hükümet icraat ve prensiplerini, kanun ve nizamlarını dini kayıt ve düşüncelerle bağlı olmayarak doğrudan doğruya
bilimin verilerinden yararlanarak, kişi ve toplum gereksinmelerini göz önünde bulundurarak oluşturur. Dini kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden
tamamen ayrılır ve kişilerin vicdanlarında yerini bulur. Karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda bulunan lâiklik, ulusal birliğin de temelini oluşturmuştur.
Batı aydınlamasının da temeli olan lâikliğin, insana, dine saygısı, dinî kendi yerinde tutan anlayışı, aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmayı gerçekleştirmiştir.
Oysa tarih, dini kural ve prensiplerle yönetilen hiçbir ülkede demokrasinin ve tüm insanlığın ortak kazanımları olan temel hak ve özgürlüklerin yaşama
geçirildiğine tanıklık etmemiştir. Demokrasinin ve çağdaşlığın temeli olan demokratik ve laik Cumhuriyet sayesinde Türk insanı ümmetten ulusa, kulluktan yurttaşlığa, geçebilmiştir.
Lâiklik ilkesinin kabulüyle, dogmatizmin katı ve değişmez kalıpları yerine akla ve bilime dayanan değerler geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında
dokunulmaz yerini almıştır. Değişik inançlara sahip olanlar, inançlarına sağlanan güvence sayesinde birlikte yaşama gereğini benimseyerek devletin
kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven duymuşlardır. Böylece, iç barış sağlanarak vatandaşlar, ulus bilinciyle, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk
Ulusu’nun bireyleri olmuşlardır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi, gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik ilkesi lâiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi
lâiklikle anlam kazanmıştır. Anayasa’da da bu ilkenin değiştirilemeyeceği öngörülmüştür. Lâiklik, devlet etkinliklerinde dinin, bilimin yerine geçmesini
önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bir sınırlama
sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız bir hukuk kurumu olarak
yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya
işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden yararlanılarak kişi
ve toplum gereksinimlerine göre yapılır[1].
Laiklik ilkesi; 5 Şubat 1937 tarih ve 2115 sayılı Yasa ile Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında yer almıştır. Laik devlet ilkesinin cumhuriyetin temel
nitelikleri arasında yer verilmesine 1961 ve 1982 Anayasalarında devam edilmiş ve her iki Anayasa laiklik ilkesini sıkı bir korumaya almıştır.
Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel özelliğidir. Devlet düzenini yansıtan anayasa ve dolayısıyla hukuk düzeni, laiklik ilkesine göre biçimlenmiştir.
Bu durum, Anayasa’nın başlangıç bölümünde ve birçok maddesinde ifade edilmiştir.
1982 Anayasa’sının, Başlangıç kısmının 7. paragrafında: “Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının,
Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin
gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” ifadesine yer verilerek, laiklik ilkesinin, anayasanın dayandığı temel değer ve prensiplerden biri olduğu ilan edilmiş, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılamayacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 176. maddesi göre, Anayasa metnine dâhil olan ve uygulanabilirlik açısından diğer maddelerden bir farkı bulunmayan Başlangıç bölümü Anayasa
Mahkemesinin ifadesiyle “Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içermekle Anayasa maddelerinin amacını ve yönünü belirleyen bir kaynak”tır.[2]
Laiklik ilkesi, Anayasa’nın 4. maddesine göre “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” vasfa sahip 2. maddede Cumhuriyetin nitelikleri arasında da
sayılmıştır.
Anayasanın 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmüne yer verilmiştir.
Ancak Başlangıç Kısım 7. paragraf dikkate alındığında laikliğin sadece cumhuriyetin niteliklerinden biri olmanın ötesinde cumhuriyetin temeli olduğu anlaşılır. Laiklik 2. maddenin gerekçesinde şöyle açıklanmaktadır “Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir.” Görülüyor ki gerekçede vurgu yapılan laikliğin “dinsizlik” olarak yorumlanamayacağı, başka bir ifadeyle laikliğin toplumsal ilişkilerin manevi değerlerden soyutlanmasını gerektirmediğidir.
Anayasanın 6. maddesinde yer alan “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.”,”Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” hükümleriyle egemenliğin ilahi değil beşeri bir iradeden kaynaklandığını ifade edilerek laikliğe vurgu yapılmaktadır. Yasama yetkisi, Ulus adına TBMM’nin olup; yürütme yetki ve görevi ise Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılarak yerine getirilir. Bu anlamda, Ulus devlette, kaynağını bizatihi dinden alan bir yetki kullanılamaz ve böyle bir görev yerine getirilemez.
Laikliğin bir başka gerekliliği olan eşitlik ilkesi Anayasa 10. maddede şöyle ifade edilmiştir: “ Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din,
mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” 11 nci maddede Anayasa hükümlerinin herkesi bağladığı, 12. maddede ise temel hak ve özgürlüklerin kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da içerdiği hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 13 ncü maddesine göre, temel haklar da sınırlama yapılırken, bu sınırlamalar demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve de ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Anayasa 14. madde 1. fıkrasında yer alan “ Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” hükmü ile temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasının hiçbir koşulda koruma göremeyeceği, bu yolla laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetlere girişilemeyeceği öngörülmüştür.Anayasanın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. maddesi 1. fıkrasında “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” cümlesiyle din ve vicdan özgürlüğü tanınmış, ikinci fıkrada “14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini âyin ve törenler serbesttir” ifadesiyle dinin uygulama kısmına bir sınırlama getirilmiştir. Maddenin 3. fıkrasında “Kimse, ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” denilerek dini inanç ve kanaat özgürlüğü düzenlenmiştir.
Maddenin 5. fıkrasında ise “
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz
sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” hükmü
öngörülerek dinin ve dini duyguların siyasi amaçlara alet edilmesi yasaklanmıştır. Bu yasakla amaçlanan; dinin ve din duygularının şahsi veya siyasi nüfuz elde etmek amacıyla dinin aldatma aracı haline getirilmesinin önlenmesidir.
Anayasa’nın 26 ncı maddesinde düzenlenen düşünce özgürlüğü ile 34 ncü maddesinde düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı da,
başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla yasayla sınırlanabilmektedir. Bu bağlamda laik düzenin ortadan kaldırılmasına dayalı olarak başkalarının hak ve özgürlüklerini korumaya dayanarak, yasayla bu özgürlükle sınırlanabilecektir.
Anayasa’nın 42 nci maddesi uyarınca, eğitim ve öğretim Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre yerine getirilebilir ve eğitim ve öğretim özgürlüğü Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
Anayasanın 58 nci maddesinde gençlerin pozitif bilim ve Atatürk ilke ve devrimleri çerçevesinde yetiştirileceği, 130 ncu maddesinde ise yükseköğretimde çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan bir düzen içerisinde bilimsel ilkelere uygun olarak eğitim, öğretim ve araştırmalar yapılabileceği öngörülmüştür.
Anayasanın 174. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden devrim yasalarının hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanmayacağı belirtilmiştir.
1961 Anayasası’nın 153. maddesi, 1982 Anayasası’na 174. madde olarak alınmış, ayrıca 1982 Anayasası’nın Başlangıcıyla kimi maddelerinde açıkça yer
verilerek laiklik anlayışı benimsenmiştir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası döneminde birçok kararında
ayrıntılarıyla açıkladığı laiklik ilkesinin Anayasal düzenin temeli ve Anayasa’da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğunu belirtmiş,
laikliğin koruması yönünde son derece hassas davranmıştır[3].
Kararlarda ilk göze çarpan unsur batı dünyasından alınan laiklik kavramının Türkiye’de farklı bir anlam taşıması bu nedenle farklı bir uygulama şeklinin
gerekliliğidir. Uygulama farklılığı ülkelerin içinde bulundukları özgün şartlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında laikliğin önemi, modern devlet yaratma
sürecinde laikliğin rolü ya da İslam dininin öznel yapısı ile gerekçelendirilmiştir;
“Her şeyden önce şurasını belirtilmelidir ki, laiklik ilkesi din ve Devlet ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle, her ülkenin içinde bulunduğu ve her
dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar arasındaki ayrılıkların, laiklik anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması zorunlu bir sonuçtur.”[4]
“Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri değişik kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır. Laiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu
koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri
ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.”[5]
“İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dinî inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir”[6]
Anayasa Mahkemesi değişik kararlarında tekrar ettiği laiklik anlayışını şöyle açıklamaktadır:[7]
1-Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması,
2-Dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini inanç bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak dinlerin anayasal güvence
altına alınması,
3-Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması,
4-Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisi tanınması.
Görülüyor ki Anayasa Mahkemesi din ile devletin birbirinden ayrılmasını laikliğin gereği saymıştır: “Hukuki yönden, klasik anlamda laiklik, din ve Devlet işlerinin
birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet işlerine, Devletin de din işlerine karışmaması biçimindedir. ...”[8]
“Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bir sınırlama
sayılamaz.”[9]
“Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz” “… sınırsız, denetimsiz bir din hürriyeti ve bağımsız bir dini
örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır tehlikelerle yüklü olduğu uzak ve yayın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu nedenlerle Anayasa Koyucu, mabedin
ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din hürriyeti anlayışının Anayasa’da kabul
edilen laiklik düzeni ve ilkelerine uygun görmemiştir”[10]
Temel hak ve özgürlükler açısından konuya yaklaştığımızda Anayasa Mahkemesi’nin, devlet yönetiminde din kurallarından esinlenilmemesi gerektiği biçimindeki en geniş laiklik anlayışına bağlı kaldığını görüyoruz:
“laik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve
düşüncelerle değil, bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.... Dinsel kurallardan arındırılmış, akla ve bilime dayanan, dinsel inancı kişilerin vicdanlarına bırakan laik devlette, hukuk düzeninin dinsel gereklerle sağlanıp sürdürülmesi benimsenemez.... Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz. Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliği zedelenir. Yasalar dinsel temele oturtulamaz.”[11]
“Anayasa’daki laiklik ilkesine ... karşı eylemlerin demokratik bir hak olduğu savunulamaz. Anayasal ayrıcalığa sahip laiklik ilkesi, demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve özgürlüklerin de bu temel ilke ele alınarak değerlendirilmesi zorunludur.... laiklik ilkesine özel bir önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşı laiklik ilkesini özenle korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamıştır.”[12]
“Türk Ulusu’nun yücelmesi bakımından laikliğin Anayasa’da öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa’da benimsenmiş bütün temel
ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek ortaya konulmuştur.”[13]
“… laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat düzeninin getirilmesi için araç olarak
kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür davranışların, . . .korunmaları olanaksızdır”.[14]
Bu tavır laiklikle Cumhuriyet’in diğer nitelikleri arasında ilişki kuran Mahkeme kararlarında açıkça görülmektedir.
“Demokratik düzen, dinsel gerekleri egemen kılmayı amaçlayan şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık veren bir düzenleme demokratik
olamaz. Demokratik devlet ancak laik devlettir”[15]
“Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü laiklikten almış, milliyetçilik ilkesi laiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi laiklikle anlam kazanmıştır.”[16]
“Laikliğin, Türk Devrimi’nin, Cumhuriyetin özü ve ulusal yaşamın temeli olduğu bir gerçektir.”[17]
“Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır.
Türkiye’nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir, insanlık idealidir.”[18]
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***